30. Bölüm

Adavet| 28

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

 

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar...

 

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...

 

28. Bölüm

Önümdeki dosyalara bakarken derin bir nefes aldım. Kaç haftadır gelmemenin sıkıntısını yaşıyordum. Çok şey birikmişti ve ben işin içinden nasıl çıkarım onu düşünüyordum. Ancak benim için en önemlisi lansmandı. Tasarladığımız yeni uygulamanın lansmanı 27 Aralık’taydı. Hazırlıklar daha şimdiden başlamıştı. Kasım ayının başında olduğumuzdan henüz 1,5 ay kadar bir süre vardı ancak mekân, tasarım, tanıtım derken zaman hızlı geçecekti eminim ki ve ben işleri son güne bırakmayı hiç sevmezdim.

Saat çoktan mesai çıkışına ulaşmıştı. Sabahtan yönetim kurulu toplantısı yapılmıştı, sonra da lansman giderleri hakkında bir toplantı… Ancak yeni oturmuştum evrakların başına. Şimdi onları incelemeye çalışıyordum ve bitecek gibi durmuyordu. Bu da mesainin habercisiydi. Neyse ki yarın hafta sonuydu.

Masanın üzerinde duran telefonumu alarak direkt olarak Boran’ın numarasını tuşladım ve kulağıma götürdüm. Telefon birkaç çalışta açılırken Boran’ın sesini işittim. “Çıktın mı güzelim?”

“Çıkamadım sevgilim.” Dedim sıkıntılı bir biçimde. Verdiğim cevapla Boran’ın endişeli sesi doldu kulaklarıma. “Bir şey mi oldu?”

“Yok, sadece bugün mesaiye kalmam gerekiyor gibi. Evraklar çok birikmiş.” Diye açıklama yaptığımda Boran’dan onaylayan bir mırıltı duydum. “Anladım, tamam güzelim benim. Bende şimdi çıktım şirketten.” Dediğinde onayladım. “Tamam, evdekilere akşam yemeğine katılamayacağımı söyler misin? Neyse ki yemek listesini dün vermiştim.”

“Görevinize iyi alıştınız İnci Hanım.” Dediğinde tebessüm ettim o görmese de. “Zümra babaanne ne isterse boynum kıldan ince. Ama ben pek beceremiyorum, babaannene tekrardan teklif edeceğim Gülsüm Hanım halletsin.”

“Sen o evin hanımısın ve her şekilde hallediyorsun. Günlerdir yemek yiyoruz ve gayet güzel. Babaannem gibi sevdiklerimizi önemsiyorsun. Kimse şikayetçi değil, sende şikayetçi olma.” Boran kendinden ve benden emin bir şekilde konuşurken onayladım. “Peki o halde.”

“O zaman tutmuyorum daha fazla seni, işini şipşak bitir. Sonra da kollarımın arasına gel.” Cümlesiyle istemsizce gülümserken karşılık verdim. “Tutmazsın, hatta sen daha da motive edersin beni. Ama tamam hızlıca bakıp eve gelmek için kapatıyorum şimdi. Görüşürüz hayatım.”

“Görüşürüz.”

Telefonu kulağımdan indirdikten sonra dosyayı okumaya devam ettim. Tane tane okuyarak hala daha bilmediğim kelimeleri araştırarak dosyaları incelemeyi sürdürdüm. Aklıma gelen şeyle birlikte masamdan kalkarak kapıma ilerledim. Kapıyı aralayıp dışarı baktığımda Mert’in dikkatli bir biçimde telefona baktığını ve yüzünde de küçük bir tebessüm olduğunu fark ettim. Muhtemelen Derin ile konuşuyordu.

“Mert?” diyerek seslendiğimde Mert hızla bana doğru baktı. “Efendim yenge?” Elindeki telefonu hızla iç cebine koyarak esas duruşa geçerken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ben mesaiye kalacağım, Bilge’nin masasına geçebilirsin diyecektim. Ayakta bekleme. Hatta içeriden kendine kahve, çay falan al ya da buzdolabında atıştırmalık sandviç falan olacaktı. Onlardan al. Dışarı çık yemek ye diyeceğim ama yemeyeceğini biliyorum. Ama şirkette kimse kalmadı rahat olabilirsin.”

“Yemeğe çıkmam ama mutfağa bakayım bir, sen bir şey ister misin?” diye bana baktığında başımı iki yana salladım. “Sağ ol canım, afiyet olsun sana.” Başka bir şey söylemeden kapımı kapatırken Mert’te dediğim gibi mutfağa doğru ilerlemeye koyuldu. Hemen koridorun sonundaydı mutfak.

Masama geçerek oturduktan sonra tekrar dosyalara bakacağım sırada kapının tıklatılmasıyla komut verdim. “Gel.” Mert bir şey soracaktı muhtemelen. Kapıya doğru başımı kaldırdığımda gördüğüm kişi kaşlarımı çatmama neden oldu. Mert değildi, onun yokluğunu fırsat bilen Bahadır abiydi gelen.

Sırtımı koltuğa yaslayarak ona bakarken Bahadır abi kapıyı kapattı. “Bir şey mi vardı?” diye hesap sorarcasına ona baktığımda rahatlıkla karşımdaki kanepeye oturup bacak bacak üstüne attı. Bu hamlesi sinirimi daha da artırırken sertçe tekrar konuştum. “Kimin karşısındasın farkındasın değil mi?”

“Kuzenimin karşısındayım, sevdiğim kadının karşısındaydım.” Kelimeleri söyleyiş tarzı hafiften çakırkeyif olduğunu gösterirken cümlesinden rahatsız olarak taviz vermeden konuştum. “Ne cüretle bana hala bunu söylüyorsun? Allah aşkına bir kaza çıkmadan çık şu odadan!”

Söylediğimi anlamıyormuş gibi boş gözlerle bana bakarken fısıldadı. “Neden beni sevmedin İnci?”

O an, boğazıma kocaman bir düğüm oturdu. Öfkem, midemde biriken mide bulantısıyla birbirine karıştı. Ellerim masamın üzerindeki dosyalara sıkıca tutundu. Sanki bıraksam dizlerimin bağı çözülecek, yere düşecektim.

“Hala anlamamakta ısrar ediyorsun. Ben evliyim, Boran’ı seviyorum, kocamı seviyorum ben. Sen benim kuzenimsin, kardeşimsin. Aramızda, olmasını isteyebileceğin türden bir şey olamaz. Hiçbir zaman olmaz.” dedim her kelimeyi vurgulayarak.

Bir an sessizlik oldu. Bahadır başını geriye yasladı ve derin bir nefes aldı. Gözleri kan çanağı gibiydi, bakışlarında alkolün verdiği bulanıklık vardı. Ama o bulanıklığın ardında yıllardır bana bakarken saklamaya çalıştığı o yoğun his… hâlâ oradaydı. İğrençti bu.

“Sahte kocan, anlaşma olduğunu biliyorum.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Anlaşma. Bunu bilen sayısı çok az kişiydi ve şu an taşlar yerine oturmuştu. Kasanın şifresini bilen babamdı ve babamda ondan istemişti belgeleri almasını, abime ve Zümra babaanneye atmasını.

Düşüncelerim kapı sesiyle bölünürken Mert’in geldiğini bilerek derin bir nefes verdim. “Gel.” Kapı açıldığında beklediğim gibi Mert’in görünmesiyle dudaklarımı yaladım. Mert kapıyı açtığı ilk an bana baksa da bakışları anında kanepede oturan Bahadır’ı buldu.

Hızla içeri girdiğinde Bahadır güldü. “Geldi beyefendinin maşası.” Kendi kendine alaylı bir biçimde konuşurken hızla karşı çıktım. “Doğru konuş!” derken sesim öfkemle birlikte keskinleşmişti. Bahadır’ın alaycı bakışı, dudaklarının kenarındaki küçümseyici kıvrım… hepsi sinirlerimi bileyliyordu. Mert hızla içeri girdi. Yüzündeki ifade, dakikalar içinde bir fırtına kopacağını haber veriyordu.

“Kalk.” dedi Mert, soğukkanlı ama içinde biriken hiddeti saklamaya çalışarak. Ancak Bahadır abi hiç oralı olmadı hatta kanepeye daha da yerleşti. “Konuşmamız bitmedi.”

Elimi kaldırarak Mert’e dur işareti verirken Bahadır tekrar konuştu. “Her şeyin anlaşma olması mı seni ona bağlayan, öyleyse sorun yok İnci. Anlaşmanın bozulması için ne gerekiyorsa veririm ben. Yeter ki evet de sen.”

Sözleri boğazıma koca bir taş gibi oturdu. O kadar rahat, o kadar umursamaz söylüyordu ki… Sanki hayatım, koca bir satranç tahtasında onun istediği gibi hamleler yapabileceği bir oyunmuş gibi. O “evet” kelimesi, kulaklarımda yankılandı. Midemdeki sıkışma göğsüme doğru tırmanıyordu. Bahadır’ın bana olan bakışlarında öyle bir kararlılık vardı ki… korkutucuydu. Sanki tüm mantık zincirlerini koparıp yalnızca duygularıyla hareket eden biri duruyordu karşımda.

Elimi masanın kenarına yasladım, parmaklarımın eklemleri beyazlayana kadar sıktım. “Sana kaç kere söylemem gerekiyor bilmiyorum.” dedim, bu kez daha sert ve daha net bir biçimde. “Ben Boran’la evliyim, sen kâğıt üzerinde san, anlaşma san ama gerçekler öyle değil. Ben onun karısıyım.” Son cümlemi özellikle vurguladığımda dişlerini sıktı.

Dişlerinin birbirine sürtünürken çıkardığı o hafif, tehditkâr ses odanın sessizliğinde yankılandı. Bahadır’ın bakışları karardı; göz bebekleri küçülmüş, çenesindeki kaslar iyice belirginleşmişti. “Onun karısı…” diye tekrarladı, sanki kelimeleri ağzında evirip çevirerek zehrini salmak ister gibi.

İçimde bir yer, bu alaylı tekrarına karşı daha fazla susmamam gerektiğini haykırıyordu. Masanın kenarına yasladığım ellerimden güç alarak bir adım öne çıktım. Sesim bu defa hem keskin hem de öfke yüklüydü.
“Evet, onun karısıyım! Kâğıt üzerinde değil! Gerçek anlamda karı koca olduğumuz, aynı yatağı paylaştığımız, aynı hayatı yaşadığımız bir evlilik bu. Gerçek bir evlilik. Anlaşma falan yok.”

Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz odadaki hava daha da ağırlaştı. Bahadır’ın yüzü, saniyeler içinde karışık bir ifadeye büründü; öfke, kıskançlık ve kırgınlık birbirine karışıyordu. Gözlerindeki parıltı neredeyse deliceydi. Nefesi hızlanır gibi olduğunda dişlerinin arasından konuştu. “Ne verdi sana, benim veremeyeceğim ne verdi de koynuna girdin onun?”

Sözleri, bir tokat gibi yüzüme çarptı o an. Bahadır’ın dişlerinin arasından çıkan o cümle, içimdeki öfkeyi daha da körüklerken, aynı anda boğazıma keskin bir korku saplandı. O kadar ileri gitmişti ki artık sınır diye bir şey kalmamıştı.

Tam cevap vereceğim sırada kapıda beliren adamla nefesim kesilir gibi olmuştu. Ne zaman gelmişti? Sözlerin ne kadarını duymuştu? Ancak bakıldığında gözlerindeki o ifade ne kadarını duyduğunu açıklıyordu. Omuzları gergin, çenesi kilitliydi ve bakışı… karanlık, derin, durduğunda bile hareket eden bir fırtına gibiydi.

Kalbim hızla atmaya başladı, boğazım kurudu anında. Onun bu hâlini gördüğümde, içimdeki öfke bile yerini soğuk bir korkuya bıraktı. Çünkü Boran böyle baktığında, kimse durduramazdı.

Hiç düşünmeden, bir kaplanın hamlesiyle ileri atıldı. Yumruğu, Bahadır’ın çenesine öyle sert indi ki odada yankılanan tek ses, darbenin şiddetiydi. “Senin dilini koparırım!” diye gürledi Boran, nefesi öfkesinden kesik kesikti. “Bir daha onun adını ağzına bu şekilde alırsan… seni kendi ellerimle gömerim!”

Bahadır abi daha ayağa kalkamadan, ikinci yumruk yanağına saplandı. Kanepeye tutunmaya çalıştı ama Boran onu kolundan kavrayıp sertçe ayağa çekti, ardından göğsüne bir dirsek darbesi indirdi. Bahadır’ın nefesi boğuk bir hırıltıyla çıktı, adeta ciğerlerindeki hava sökülüp alınmış gibiydi.

Dudaklarından kan sızıyordu, yanağı şimdiden morarmaya başlamıştı. Ama o inatçı bakış hâlâ gözlerinde yanıyordu. Boran bu bakışa karşılık onu gömlek yakasından tutup duvara yasladı. “Sana uzak duracaksın dedim, karşısına çıkmayacaksın dedim!”

Her bir kelimenin üzerine bastırarak konuşurken Bahadır abi alaycı bir gülüşle baktı Boran’a ve bu yumruğun bir kez daha yüzüne inmesine neden oldu. Yüzünü buruştursa da halinden asla ödün vermiyordu. Boran’ın ise durmaya niyeti yoktu, ardı ardına yumruklarını savuruyordu.

Mert o an araya girmeye çalıştı. “Boran abi, dur. Öldüreceksin adamı.” dedi, ama Boran’ın elleri Bahadır’ın yakasında, yumrukları ise tehditkâr şekilde havada bekliyordu.

“Ölsün o zaman!” diye kükredi Boran, sesi odanın her köşesine çarpıp yankılandı. Bir yumruk daha savurdu, bu kez Bahadır’ın burnundan sert bir çıtırtı geldi. Bahadır başını yana çevirdi, nefesi hırıltıya dönmüştü. En sonunda Mert tüm gücünü kullanarak Boran’ı geriye çekti. Boran’ın göğsü hızla inip kalkıyor, dişlerini sıkıyordu. Bahadır abi ise kanepeye düşmüş iki elini yüzüne kapamıştı.

Hızlı bir şekilde Boran’ın yanına giderken hem endişeyle hem korkuyla baktım suratına. “Orospu çocuğu, kancık şerefsiz!” İçindeki fırtına dinmemiş olacak ki parmaklarını saçlarından arasından geçirdi. Yüzünde derin bir öfke vardı. Gözlerinden alev çıktığına yemin edebilirdim.

“Vazgeçmeyeceğim İnci! Ne olursa olsun vazgeçmeyeceğim senden!” Mert, Bahadır’ı kapıya doğru sürüklerken kendince bağırmaya devam ediyordu. Boran sözleri duyduğunda tekrardan ateş fışkırdı gözlerinden. “Ulan!” Yeniden ileri atıldığında önüme geçtim refleksle.

Avuç içim hızla inip kalkan göğsüne değdi. Kumaşın altından, kalbinin nasıl çılgınca çarptığını hissettim. Sanki kaburgalarını kırıp dışarı fırlayacakmış gibiydi.

“Boran, dur artık.” derken sesim hem titrek hem de yalvarır gibiydi. Ama o, beni duymuyordu sanki. Bakışları hâlâ kapıya saplanmıştı; Mert, Bahadır’ı sürükleyerek çıkarmaya çalışıyor, Bahadır ise geriye dönüp küfrediyordu. Her küfür, Boran’ın göğsünde bir patlama yaratıyor, nefesini daha sert, daha kesik hale getiriyordu. Omuzlarının gerginliğini parmak uçlarımdan hissedebiliyordum.

Yüzüne baktım. Kaşlarının arasındaki derin çizgi daha da belirginleşmişti, çenesi öyle kilitlenmişti ki dişlerini kıracak gibiydi. Gözleri karanlık, keskin, insanın içine işleyen bir öfke taşıyordu. Sanki biraz önce odada yaşanan kavga, onun içindeki fırtınanın yalnızca yüzeye vuran kısmıydı. Elimi göğsünde sabit tuttum, biraz daha bastırdım, belki de onu durdurmanın tek yolu buydu.

“Boran…” dedim tekrar bu kez daha yavaş, kelimeleri adeta onun ruhuna işlemek ister gibi. Gözleri nihayet bana döndü. İçindeki yangın hâlâ sönmemişti ama o bakışlarda bir anlık tereddüt gördüm. O tereddüt, Bahadır’a saldırmakla beni dinlemek arasında gidip gelen bir iradenin işaretiydi. Dudaklarının kenarı titredi; belki bir şey söyleyecekti ama söylemedi. Yalnızca nefes aldı, o nefes bile öfke kokuyordu.

“Sakin ol aşkım…” elimi göğsünden çekip yüzüne yaslarken gözlerinin içine baktım. Elimi yüzüne koyduğumda çenesindeki gerginliği parmak uçlarımda hissettim; kasları taş gibi sertti. Boran gözlerini benden ayırmıyordu ama bakışlarının içinde hâlâ az önceki kavganın yankısı vardı, sanki en ufak bir kıvılcımda tekrar patlamaya hazırdı.

Temasımla derin bir nefes aldı, fakat o nefes bile hızlı ve kesikti. Dudakları aralandı, söylemek istediği çok şey vardı belli ki ama boğazına düğümlenmişti. Gözbebekleri hafifçe büyüdü; öfke, kıskançlık ve kırılganlığın karıştığı o bakış beni yerime mıhladı.

Gözlerini kapatıp başını havaya doğru kaldırdığında derin nefesler aldı. “Piç kurusu!” Hala kendi kendine cümleleri yediremezken bende ondan farksız değildim. Duyduğum cümleler canımı daha fazla yakamaz derken her zaman daha kötüsünü duyuyordum ve bu özellikle bir zamanlar ailem dediğim insanlar tarafından gerçekleşiyordu.

Aniden iç cebinden cep telefonunu çıkardığında onu izlemeye devam ettim. Bir numaranın üstüne basıp aradıktan sonra telefonu kulağına götürdü. Telefon açılmış olacak ki konuştu. “Fatih o piç kurusunu sakın bırakmayın, Tahsin’e haber ver hisselerin devri için sözleşme hazırlasın. İmzalatın o şerefsize. Kabul ettirin. Ben gelirsem elimden kaza çıkacak, halledin siz.”

Cümleleri şaşkınlık içerisinde dinlerken Boran telefonu kapattı. Ardından ağır adımlarla pencereye doğru yürüdü. Perdenin kenarını tutup sertçe araladı; dışarıdaki soğuk hava, sanki odaya değil, doğrudan bize çarptı. Omuzlarının hâlâ gergin olduğunu, nefes alışlarının ise sakinleşmediğini fark ettim. Dışarı baktığında neyi gördüğünü bilmiyorum ama yüzündeki ifade, o an kimsenin yanına yaklaşmaması gerektiğini söylüyordu.

Ona doğru birkaç adım attım. Yanına gittiğimi fark ederek başını hafifçe yana çevirdi. Gözlerinde, telefonda geçen konuşmanın soğuk kararlılığı vardı. Öfke hâlâ oradaydı ama artık daha hesaplı, daha hedefe kilitlenmiş bir öfke… Tehlikeli olan da buydu.

“Boran…” dedim, ama bu kez adını söylerken kelime ağzımda tuhaf bir ağırlıkla yuvarlandı. Sanki sesim bile onun yanındaki havayı rahatsız etmekten çekiniyordu. “Devir sözleşmesi derken, yani…” cümlemi devam ettiremeden Boran bana doğru baktı. “Hisselerin tamamını sana devredecek, tüm ilişiği kesilecek. Bitti bu iş, oyunun sonuna geldi. Buraya adımını dahi atmayacak.”

Boran’ın sözleri, odanın havasını daha da ağırlaştırdı. Ses tonu öyle kesindi ki, tartışmaya açık tek bir kelime bile bırakmıyordu. Onun bu halini izlerken, gözlerindeki sertliğin altındaki başka bir şeyi fark ettim—bir tür rahatlama. Sanki uzun zamandır planladığı bir hamleyi nihayet yapmış olmanın, tehlikenin en azından kâğıt üstünde bertaraf edilecek olmasının verdiği huzurdu bu.

Ama bu huzur bile Boran’ın yüzüne yumuşak bir ifade getirmemişti. Çenesindeki kas hâlâ gergindi, omuzları hâlâ tetikteydi.

“Seni şikâyet eder, zorla imzalattırıyorsun evrakları. Darp edildiğini söyleyip seni şikâyet ederse başın derde girer Boran.” Endişeli bir biçimde aklımdan geçen şeyleri dile getirirken Boran derin bir nefes alarak yönünü tamamen bana çevirdi. Eli yüzümü bulurken parmak uçlarıyla yanağımı kavradı, başparmağı hafifçe elmacık kemiğimde dolaştı.

“Beni düşündüğünü biliyorum. Ama o herifin bana açacağı dava, bana vereceği zarardan daha değerli değil. Onun nefes alması, senin huzurunu bozuyorsa, o nefes benim için fazladır.” Tahammülsüz bir biçimde dile getirdiği cümlelerle ona bakmayı sürdürdüm.

Parmakları yüzümde dolaşırken bakışları gözlerimin en derinine saplandı. “O evraklar imzalanacak. İsterse tüm karakolları ayağa kaldırsın, sonuç değişmeyecek. Çünkü bu… benim oyunumun son hamlesi.”

Sözlerinin ardında bir meydan okuma, hatta biraz da tehdit vardı. Sanki söylediklerini sadece bana değil, Bahadır’a, hatta bu duruma tanık olmuş herkese ilan ediyordu. O an anladım ki, Boran’ın gözünde artık geri dönüş yoktu; ne olursa olsun, bu plan tamamlanacaktı.

Yüzüme dokunan eli yavaşça yana kaydı, boynumun kenarına değdiğinde omuzlarım istemsizce ürperdi. Ama o hâlâ bana bakıyor, kelimelerinin ağırlığını zihnime mühürlüyordu. “Sen sadece izle,” dedi fısıltıya yakın bir tonda. “Geri kalanını ben hallederim.”

Öyle kolay değildi, onun için endişeliydim. Beni kurtaracağım derken kendi başını derde sokmasını istemiyordum. Korkuyordum. Benim için bir şeylere bulaşmasını istemiyordum. O belki bunu umursamıyordu ama ben umursuyordum. Bahadır’ın şirketten gitmesi benim için çok iyi olurdu, hisselerin üzerime geçmesi üzerimdeki yükü artırırdı belki ama yanımda yöremde beni rahatsız eden adam olmazdı. Fakat tüm bunlar yok olurken Boran’a zarar gelirse diğer hiçbir şeyin önemi kalmazdı.

Kolumu nazikçe kavrayarak beni göğsüne doğru çekti. Kolu sıkıca omzumu kavrarken başını eğip saç diplerimi öptü yumuşakça. Sanki dünyanın en değerli şeyini kutsuyor gibiydi. O an, tüm o kırgınlıklar, öfke ve hırs geride kalmıştı.

Gözlerimi kapatıp, o anın sıcaklığını derin derin içime çektim. Öfke, kırgınlık, hırs… hepsi geri planda kalmıştı. Boran’ın varlığı, bütün yaralarımı bir nebze olsun sakinleştiriyordu. “Seni de korkuttum, değil mi?” diye fısıldarken sesi o kadar yumuşak, o kadar içtendi ki, neredeyse kırılacak gibiydi. Kolu beni daha sıkı sardı; ben de tereddütsüzce kollarımı beline doladım, varlığımız arasında hiçbir mesafe kalmamıştı.

Boran gözlerime derin derin baktı. “Konu sen olduğunda gözüm hiçbir şey görmüyor. Dünya, etrafımdaki her şey, sadece bulanık bir fon… Sen benim gerçekliğimsin.”

O sözler, yüreğime saplanan bir ok gibi hem acı hem şefkat doluydu. Öfkesinin, savaşlarının arkasında böylesine derin bir sevgi gizliydi. Başımı kaldırıp gözlerine baktığımda gözlerindeki sertliğin bir an için yumuşamış olduğunu yerine koruyan, kollayan bir adamın sıcaklığının geldiğini gördüm.

Hafifçe gülümsesem de sesim titreyerek konuştum. “Senin böyle olman, dünyadaki en büyük güvencem. Ne fırtına koparsa kopsun, yanımda olman, yanında olmam benim için çok kıymetli. Çünkü senin yanında olmak, bana kendimi evimde hissettiriyor. Sen de benim en derin sığınağımsın.”

Ellerimi beline daha sıkı sararken ekleme yaptım sözlerime. “Seninle birlikteyken, korkularım bile kayboluyor. Çünkü sen benim gerçeğimsin; değişmeyen, sarsılmaz bir gerçek… Sadece tek korkum benim yüzümden sana zarar gelmesi, çünkü sana zarar gelirse diğer hiçbir şeyin önemi kalmaz benim için.”

Gözlerindeki ifade o kadar güzeldi ki, kelimelerle anlatmak imkânsızdı; sanki tüm duyguları aynı anda içinde barındıran bir deniz gibiydi. Orada hem kırılganlık hem kararlılık hem de derin bir sevgi vardı; bakışları, içindeki fırtınaları yumuşatıp bana sığınıyordu. O an, zamanın durduğu, sadece bizim kaldığımız bir dünyadaydık.

“Her şeyi başarırım, her şeyi göze alırım, bu konuda bana bir şey olmayacağı konusunda bile temin ederim seni, kolay kolay bana zarar veremez o şerefsiz. Ama ipin ucu sana değerse işte o zaman zarar görürüm ben. Bu hayatta her şeye dayanırım ama seni kaybetmeye gücüm yok benim.”

Sesinin titreyişini duymak kalbimde bir şeyleri kırarken gözlerim de eş zamanlı olarak doldu. Her zaman hareketleriyle korkusunu dile getirirdi ama ilk defa söze dökmüştü bunu. Benim kadar korkuyordu o da. Babasını yeni kaybetmesinin de etkisi vardı bunda belki ama Boran ilk andan beridir bunu belli ediyordu zaten. Sadece şimdi sözlerine dökmesi kalbimde öyle bir sızı bırakmıştı ki sıkı sıkı göğsüme sokmak istercesine sarılmak istiyordum ona.

Gözlerimde biriken yaşlar yanaklarımdan süzülürken, içimde büyüyen o tarifsiz duygu seli Boran’a olan hislerimi kelimelere dökmeye yetmiyordu. Her zamanki güçlü, dimdik duruşunun ardında derinlerde sakladığı o kırılganlığı, korkuyu ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde duymak, beni hem sarsıp hem de ona karşı olan bağlılığımı katladı. Babasının kaybının ardından omuzlarına binen yükü, onun iç dünyasında açtığı yarayı düşünürken ilk andan beri hissettiğim o koruma isteği ve acı dolu öfkesinin aslında ne kadar derin bir çaresizlikten kaynaklandığını anladım.

Cümlesi onu havaalanında bırakıp gittiğim anı hatırlatırken pişmanlıkla gözlerimi kapattım. Kim bilir nasıl çaresiz hissetmişti o anlarda. Onu böyle hissettirdiğim için canım daha çok acırken kollarımı daha sıkı sarıp başımı kalbinin üzerine yasladım.

“Birbirimizin yanındayız, hep de öyle olacağız.” Derken hem kendimi hem onu inandırmak istercesine konuştum. Boran usulca kollarını belime doladı. Çenesini yorgun ve biraz da teselli arayan bir şekilde omzuma yasladığında sanki tüm dünya yükünü o an benim omuzlarımda bırakıyordu. Kalbimin ritmi boynumda yankılanırken dudaklarını nazikçe boynumdaki nabzımın üzerine bastırdı.

Bu küçük ama anlam dolu dokunuş, sözcüklerden çok daha fazlasını anlatıyordu. İçimizdeki fırtınaların, korkuların, kırgınlıkların arasından doğan bu sessiz sevgi anı, bizi yeniden birbirimize bağlamıştı.

Dakikalar sonra Boran’ın sesini duydum. “Buraya sana yardıma gelmiştim sözde ama işini birkaç saat daha uzattım.” Şakacı bir şekilde söylediği cümle ile gülümseyerek ayrıldım ondan. “İyi ki geldin, senin gibi mükemmel bir adamın yardımına çok ihtiyacım var gerçekten.”

Elinden tutarak onu masaya doğru çekerken Boran hiç zorluk çıkarmadan ilerledi benimle. Masaya oturduğumuzda, gözlerimiz tekrar buluştu; aramızdaki sessizlik bile anlamsız değildi. İçimde, onun varlığıyla güç bulmanın verdiği huzur vardı. İşler ne kadar zorlu olursa olsun, Boran’la birlikte olmanın her engeli aşmaya yeteceğini biliyordum.

*****

Sekiz gibi biten işimizin ardından yemek yiyerek eve dönmüştük. El ele eve girdiğimizde odaya geçmek yerine Boranla salona geçmiştik aile fertlerinin yanına. Cihan ile Defne kendi kendilerine konuşup gülüşürlerken Zümra babaanne tesbih çekiyordu. Gülsüm Hanım elindeki telefona bakıyordu. Derin ve Gamze ise muhtemelen odalarındaydı.

“Hoş geldiniz.” Diyen Defne oldu. Kapıdan girdiğimizi o görmüştü. Onun yanında oturan Cihan’da bize bakarken karşılık verdim. “Hoş bulduk.”

Boranla yan yana kanepelerden birine oturduğumuzda Gülsüm Hanım’ın gözlük üzerinden bize baktığını gördüm. “Sanırım Boran’da mesaiye kalmış, şirketteki işlerinle o ilgilenecekse senin o masada oturmana ne gerek var?” Kendince mırıldandığı şeyle birlikte ona bakmaya devam ettim. Benimle derdi neydi gerçekten anlamıyordum.

Sanki bu evde, bu ortamda bana ait olmayan, dışlanmış bir yabancıydım. Gülsüm Hanım’ın o sessiz yargısı, benim üzerimde görünmez bir baskı yaratıyordu. Boran’ın yanında olmam, onun benim işlerimle ilgilenmesi, onun hayatına bu denli dahil olmam belki de birileri için hâlâ kabul edilebilir değildi.

“Ufak bir yardımdan kimseye zarar gelmez değil mi hala?” Boran’da duymuş olacak ki direkt gözlerini halasına dikmişti. Halası bir şey söylemeden başını telefona çevirdiğinde Defne girdi araya. “İnci, sana bir şey soracaktım ben hayatım.”

“Tabii.” Diyerek ona doğru yöneldiğimde Defne elini karnına yaslayarak konuştu. “Aslında biraz kişisel ama... biraz tedirginim ben. Hamilelikle ilgili, sonrasıyla ilgili. Bana biraz yol gösterebilir misin?”

Gözlerinde hem umut hem de endişe vardı. O an, evin içindeki sessizliğin biraz daha derinleştiğini hissettim. Cihan’da Boran’da merakla Defne’ye bakıyorlardı. “Hamilelik, hayatın en büyük değişimlerinden biri. Hem beden hem ruh yeni bir yolculuğa çıkıyor. Bu süreçte yaşadığın duygusal dalgalanmalar, endişeler, aslında çok normal. Yani seve seve yardımcı olurum canım benim.”

Defne aldığı cevaptan memnun olmuşçasına bana bakarken onayladı. “Tamam o zaman, bir gün ofisine gelirim.” Dediğinde başımı salladım. “Her zaman beklerim.”

Defne gözlerini kırpıp bana gülümserken bende aynı şekilde ona karşılık verdim. O sırada merdivenlerden inen Gamze’ye takıldı bakışlarım. Elinde bir tane defter vardı ve ürkek adımlarla bize doğru yaklaşıyordu. Son zamanlarda belki yeni okul ortamı, belki de kendi iç dünyasındaki değişimler nedeniyle bana karşı daha ılımlı, daha açık görünüyordu.

Yanımıza tamamen yaklaştığında kısık bir sesle konuştu. “İnci yenge, müsaitsen ben sana bir şey soracaktım.” Sesinden çekingenliğini anlamak zor değildi, muhtemelen daha önce yaşadığımız gerginlikler yüzünden bu şekilde hissediyordu. “Tabii ki, gel otur.”

Gamze yanımdaki boşluğa otururken Cihan’ın sesini duydum. “Yengemin mesai bitmemiş baksana.” Alaylı bir tonda söylediği şeyle istemsizce gülerken Boran karşılık verdi. “İki meslek yapınca böyle oluyor işte. Sabah ceo, akşam psikolog.” Derken elini omzuma doğru attı.

“Kız sorusunu soramadı.” Diyerek Cihan ve Boran’ı uyarırken Gamze’ye baktım. O da mahcup bir şekilde bana bakıyordu. Beklentiyle ona bakarken defterini hafifçe açtı, derin bir nefes aldı ve gözlerini benden kaçırmadan sordu. “Psikolojiye giriş dersimizde ‘kişilik teorilerinden bahsediyoruz. Çok fazla teori var ama ben hangisinin daha temel olduğunu, günlük hayatta ya da danışanlarla çalışırken en çok hangisinin işe yaradığını merak ediyorum. Senin deneyimlerin neler?”

Sorusu hem akademik bir merak hem de pratik hayata dair bir beklenti taşıyordu. Şaşırmıştım açıkçası. Böyle bir soru beklemiyordum. Henüz yolun başında olsa dahi böyle meraklı olması mesleğini sevdiğini gösterirdi. “Çok güzel bir soru…” diyerek açılış yaptıktan sonra anlatmaya koyuldum.

“Kişilik teorileri gerçekten psikolojinin en zengin ve karmaşık alanlarından biri. Genel olarak, dört ana yaklaşım var: psikodinamik, davranışsal, bilişsel ve insancıl. Her birinin kendi güçlü ve zayıf yanları bulunuyor.

Psikodinamik teori, Freud’dan başlar ve bilinçdışı süreçlerin kişiliği şekillendirdiğini söyler. Bu teori danışanın geçmiş deneyimlerini anlamakta çok faydalıdır, özellikle çocukluk yaşantıları diyebiliriz. Davranışsal yaklaşım ise, kişinin davranışlarının çevresel etmenlerle şekillendiğini vurgular. Öğrenme ve alışkanlıklar bu teoride ön plandadır. Bu, günlük hayatta özellikle davranış değişikliği üzerinde çalışırken çok işimize yarar.

Bilişsel yaklaşım, düşünce kalıplarına odaklanır. Kişinin inançları, varsayımları ve düşünce biçimleri davranışlarını etkiler. Bu, bilişsel-davranışçı terapi gibi günümüzde çok yaygın yöntemlerin temelini oluşturuyor diyebiliriz. Son olarak insancıl yaklaşım, kişinin potansiyeline, kendini gerçekleştirme çabasına ve öznel deneyimlerine önem verir. Empati ve koşulsuz kabul bu yaklaşımın temel taşlarıdır.

Hangisi daha temel diye sorarsan, bence danışan ve durumun özelliklerine göre değişir. Bazı danışanlarda geçmiş travmaları anlamak için psikodinamik yaklaşım öncelikli olabilir; bazı durumlarda davranış değiştirmek için davranışsal yöntemler daha etkili olur. Önemli olan, tek bir teoriye bağlı kalmadan, esnek ve bütüncül bakabilmektir.”

Gamze defterine not alırken, gözlerindeki aydınlanma işaretlerini gördüm. “Yani, mesleğimizde farklı pencerelerden bakmak gerekiyor.” dediğinde “Kesinlikle,” diye onayladım. “Ve unutma, teoriler sadece araçlar. Asıl olan, danışanla kurduğun ilişki, onun dünyasına gösterdiğin saygı ve empati.”

Gamze defterine son bir kez daha bakarken, gözlerindeki o parıltı daha da belirginleşmişti. Sanki bir kapı aralanmış, karmaşık görünen dünyaya dair küçük ama sağlam bir ışık girmiş gibiydi. “Peki,” diye devam etti biraz daha cesaretle, “ya danışan kendini ifade etmekte zorlanıyorsa? O zaman hangi yaklaşımı kullanmak daha uygun olur?”

Bu soruyla birlikte, onun sadece teorik bilgiyle yetinmediğini, pratikte karşılaşacağı zorlukları da düşünmeye başladığını anladım. “İfade etmekte zorlanan danışanlar için öncelikle güvenli ve yargılayıcı olmayan bir ortam yaratmak gerekir. İnsancıl yaklaşım burada çok işe yarar çünkü koşulsuz kabul ve empati, danışanın kendini açmasını kolaylaştırır. Ama aynı zamanda bilişsel ve davranışsal tekniklerle küçük adımlarla ilerlemek, danışanın kendini keşfetmesini sağlayabilir.”

Gamze başını onaylar şekilde salladı, not almaya devam etti. “Yani, meslekte esneklik ve sabır çok önemli,” dedim. “Her danışan bir dünya, her seans yeni bir keşif. Bu yüzden sabırlı ve duyarlı olmaya hazır olmalısın. Mesleğimiz sadece teoriyi bilmek değil, insanı anlamak ve onunla yol almak.”

Bir an sessizlik oldu, sonra Gamze derin bir nefes aldı. “Sana sormak istediğim başka bir şey daha var. Psikolojide etik kurallar nasıl uygulanıyor? Bazen aile içinde bile gizlilik ve sırlar önemli oluyor. Mesela danışanla ilgili bilgileri kimseyle paylaşmamak gerektiğini öğrendik ama pratikte zor olmuyor mu?”

Soru ciddi ve düşündürücüydü. Etik, psikolojinin temel taşlarından biriydi ve her zaman hassasiyet gerektiriyordu. Ona, mesleğin sadece bilgiyle değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve özenle yürütüldüğünü hissettirmek istedim o an.

“Etik, evet, mesleğimizin en önemli unsurlarından biri,” diye başladım. “Gizlilik, saygı, dürüstlük ve zarar vermemek… Bunlar hepimizin rehberi. Danışanla kurduğun güvenin temelidir. Tabii ki zor anlar olur; bazen bir danışanın güvenliği ya da çevresindekilerin güvenliği için bazı bilgileri paylaşman gerekebilir. Ama bu çok hassas ve dikkatli değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Her zaman danışanın iyiliği ve hakları ön planda tutulur.”

Gamze dikkatle dinlerken, gözlerindeki o kararlılık pekişmişti. “Yani mesleğimizde sadece bilgiyi bilmek yetmiyor, aynı zamanda nasıl uygulayacağımızı, nerede duracağımızı da öğrenmemiz gerekiyor,” dedi.

“Kesinlikle,” diye onayladım. “İşte bu yüzden sürekli öğrenmek, süpervizyon almak ve meslektaşlarla iletişimde olmak çok önemli.”

O an, salondaki diğer sesler biraz daha uzaklaşmış, aramızda küçük ama anlamlı bir köprü kurulmuş gibiydi. Gamze’nin soruları, benim yanıtlarım, bu evin karmaşık gündelik hayatının içinde bir nefes alanı yaratıyordu. Göz göze geldiğimizde, genç meslektaş adayının gelecekte büyük işlere imza atacağına dair içimde güçlü bir inanç belirmişti.

“Vay anasını.” Cihan’ın cümlesiyle dikkatim ona çevrilirken o cümlesine devam etti. “Kendimi derste gibi hissettim. Bir rahatladım. Ama bir şey soracağım Freud şu garip teorileri olan adam değil miydi, hani kadın ve erkek arasındaki özel meselelere fazla kafa yoran.”

“Cihan ne diyorsun çocuğun yanında.” Defne koluyla kocasını dürtüklerken utandığından dolayı yüzü kıpkırmızı olmuştu. Boran yanımda imalı bir şekilde gülerken araya girdim.

“Freud gerçekten de psikolojinin temel taşlarından biri ama teorileri bugün hala tartışmalı ve eleştiriye açık. Kadın-erkek ilişkileriyle ilgili görüşleri döneminin şartları içinde değerlendirilse de, bazı kavramları günümüz psikolojisi tarafından yeniden yorumlanıyor.”

Cihan kaşlarını hafifçe kaldırarak, “Yani biraz eski moda mı yani?” diye sordu.

“Evet ama onun çalışmaları psikolojinin derinliklerine inmek için bir başlangıç noktası oldu,” diye yanıtladım. “Freud’un teorileri, bilinçdışı süreçlerin ve çocukluk deneyimlerinin önemini vurgulamasıyla hala birçok terapide temel oluşturuyor. Ancak günümüzde daha bütüncül ve esnek yaklaşımlar tercih ediliyor.”

Gamze’nin defterine hızlıca not almasını izlerken ortamın biraz daha rahatladığını ve bilgi paylaşımının samimi bir hale büründüğünü hissettim. “Çok teşekkür ederim, eğer yani rahatsız olmazsan yine gelebilir miyim yanına?” Gamze tereddütlü bir biçimde bana bakarken onayladım. “Ne zaman istersen.”

Gamze yanımızdan kalkarken Boran’da oturduğu yerden kalktı ve elimden tutarak beni de kaldırdı. “Sohbetinize doyum olmuyor, müsaadenizle bizde odamıza geçiyoruz. İyi geceler.”

“İyi geceler oğlum.” Zümra babaanne karşılık verirken Cihan’da oturduğu yerden kalktı. “Bizde çıkalım, Defne sende ayaklarını uzat biraz yavrum.” Defne onu onaylarken hep birlikte salondan çıkıp asansöre ilerledik.

Arkalı önlü asansöre binip kısa sürede odalarımızın bulunduğu kata vardığımızda Cihan mırıldandı. “Abim zengin kalkışı yaptı resmen, buradan Freud’u daha yakından dinlemek istediği vibe’ını aldım.”

“Canım kardeşim uykun gelmiş senin belli ki, Defne sen pışpışla şunu. Sana da hazırlık olur.” Boran gözlerini kardeşine dikmiş bakarken Cihan alayla kaşlarını kaldırdı. Defne bıyık altından gülerken bende dudaklarımı birbirine bastırdım. “Yalnız ayıp oldu Boran abi, bana da hazırlık derken. Babası pışpışlayacak oğlumu, iş dağılımı yapacağız.” Defne, Boran’a karşılık verdiğinde Cihan girdi araya.

“Babayım ben baba, tabii pışpışlarım.” Dedi göğsünü kabartarak. Gülerek ikisine bakarken Defne mırıldandı. “Bakın bu tartışmayı üçüncü gecedir yapıyoruz. Ama hâlâ net bir tablo yok. Ben sadece doğumdan sonra ortadan kaybolan Cihan senaryosuna hazırlanıyorum. Pışpışlayacakmış. Hı hı, tabii…”

Defne’nin söylediğine gülerken Cihan anında savunmaya geçti. Ellerini iki yana açıp dramatik bir şekilde havaya kaldırdı. “Yahu ben niye hep kaybolan baba oluyorum bu senaryolarda? Babayım ben baba, pışpışlarım dedim ya! Alt da değiştiririm, mama da yaparım. Gerekirse geceleri kalkıp şarkı bile söylerim çocuğa!”

“İnanmış gibi yapıyorum.” Dedi Defne alayla. Sonra dönüp bana baktı, gözlerinde o çok tanıdık, yorgun ama keskin ironi vardı. “Eltim sana tavsiye,” dedi ciddi bir danışman edasıyla. “Emin olmadan bu işlere girme. Sonra benim gibi rüyalarına girer bu mesele. Cihan üç gecedir rüyamda ya alt değiştiriyor ya da mama hazırlayıp kendisi yiyor. En son dün gece süt ısıtıyor sandım, sabaha karşı mutfağa gittim… meğer yoğurt yemeye kalkmış.”

Sözlerine kahkaha atarken Boran üstüne alınmış olacak ki konuştu. “Hayır şimdi ben neden yandım bu hikâyede, bu nasıl tavsiye yani? Cihan rüyada yoğurt yiyor diye ben baba olmayayım mı?”

Çıkışıyla birlikte ona döndüm şaşkınlıkla. “Boran...” dediğimde o bana bakmayıp Defne’ye bakmayı sürdürdü. “Lütfen karımın aklına sokma böyle şeyleri Defneciğim.” Defne Boran’a karşılık omuz silkti. “Ben görevimi yapayım da.”

Ben artık kendimi tutamayıp kahkaha attım. “Konu Freud’dan buraya nasıl gelebilir?” dedim başımı iki yana sallayarak. “Adam bilinçaltı demişti, biz geldik bebek bezine.”

Cihan hemen fırsatı kaptı, kaşlarını kaldırıp ciddi ciddi konuşmaya başladı. “Aslında düşündüğünde, Freud da bu konulara kafa yormuş. Bebeklik dönemi, oral dönem, anal dönem falan... Alt değiştirme de bilinçdışına dair sembolik bir şey olabilir yani. Düşünsene, travmanın ilk adımı bezle başlıyorsa?”

“Sus artık.” Dedi Boran göz devirerek. O sırada Cihan yüzünü buruşturdu. “Bu adam hiç anlamıyor yenge, biz bir gün seninle oturup bu konu hakkında konuşalım lütfen olur mu?” dediğinde gülerek onayladım. “Seve seve Cihancığım, kapım her zaman açık.”

“Tabi tabi konuşursunuz.” Dedi Boran başından savmak istercesine. Ardından tekrar konuştu. “Hadi iyi geceler.” Elimden tutarak beni odamıza yönlendirirken ona uyum sağladım.

Odamıza girdiğimizde Boran direkt olarak üzerindeki ceketi çıkartıp kanepenin üzerine koydu. Hareketleri daha sessiz, daha içe dönüktü. Sanki biraz önceki hafif takılmaların arkasında bir düşünce dönüp duruyordu. Kol düğmelerini açarken yüzü bana dönük değildi ama omuzlarındaki gerginliği fark ettim. Gömleğinin üst düğmelerini de açarken ben yatağın kenarına oturdum ve ayakkabılarımı çıkardım.

O an odanın sessizliği duyulabilir gibiydi. Dışarıdaki muhabbetin canlılığı yoktu burada. Burası daha derin, daha durgundu. Birkaç saniye boyunca konuşmadık. Sanki her ikimiz de kendi içimizde bir cümleyi kuruyor ama henüz dile getirmeye hazır hissetmiyorduk.

Gardırobuma ilerleyip pijamalarımı çıkartırken aniden duyduğum sesiyle şaşkınca ona baktım. “Defne’nin dedikleri seni düşündürmedi değil mi?” Sesi yumuşaktı ama içinde bir çekince, ince bir endişe taşıyordu. Ona doğru yönelirken gülümsedim. “Cihan’ın yoğurt yiyişini kastediyorsan düşündürdü.”

Gözleri bir an gözlerime kilitlendi. Şakaya açık gibi duruyordu ama aslında hiç şaka yapasım yoktu. Onun da gülmeye niyeti yoktu, bunu o an fark ettim. Hemen ardından, sesini biraz daha alçaltarak ama içinde gizleyemediği bir sabırsızlıkla konuştu. “Neyi kastettiğimi biliyorsun.”

Evet, biliyordum. Gayet iyi biliyordum. Cümlesi kısa ama yükü ağırdı. Aslında cevabını merak ettiği kadar, o cevabın içini de kendi kendine çoktan kurmuş gibiydi. Belki en çok da kendi içinden geçenle benimkisi tutacak mı, bunu merak ediyordu.

Pijamalarımı yatağın kenarına bıraktım ve sessizce oturdum. Ellerimi kucağımda birleştirdim. İçimde birden fazla duygu çarpışıyordu: onun beni merak etmesi, bu meseleyi konuşmak istemesi... ve belki de en çok, bunu açık açık dile getirmesi.

“Düşündürdü.” dedim sonunda. “Ama seninle ilgili değil, kendimle ilgili. Biliyorsun ben sağlıklı bir çocukluk geçirmedim, annem yoktu başımda. Onun eksikliğini hissettim ve şimdi de bu konu beni korkutuyor.”

Gözlerimi kaçırmadım ondan. Söylediklerimin ucunda bir utanç yoktu ama biraz çıplaklık vardı. En savunmasız yanımı gösteriyordum. Çünkü bilmesini istiyordum; eğer bir şeyden geri duruyorsam, bu onunla ilgili değildi. Bu, içimde hâlâ iyileşmemiş bir yaranın sesiydi.

Boran bir şey demedi önce. Yüzünde o tanıdık, sessizce dinleyen, yargılamayan ifade vardı. Sonra, yanıma yaklaştı ve yanıma oturdu. Ellerimi avuçlarının arasına aldı.

“Bunu bana söylemen bile... büyük bir şey, İnci,” dedi yavaşça. “Ve ben senin nasıl biri olduğunu çok iyi biliyorum. Eksik bırakılmış bir çocukluk yaşaman, seni eksik bir insan yapmadı. Aksine, o boşluğu sevgiyle doldurmayı öğrenmiş birisin. O yüzden... senin gibi birinin anne olmasından korkmuyorum. Belki de tam bu yüzden, bir çocuk için en doğru yer senin kalbin olur.”

Boğazım düğümlendi o anda. İçimdeki korku hâlâ oradaydı ama onun sözleri üzerine ince bir örtü çekilmiş gibiydi. “Elimden geleni yaparım,” dedim sessizce. “Ama yeterli olur mu, bilmiyorum. Bazen o küçük İnci’yle hâlâ karşılaşıyorum içimde. Küsmüş, kırılmış, bir köşede oturmuş... Ona bile yetemediğim anlar var.”

Boran, ellerimi bırakmadan başparmaklarıyla avuç içlerimi okşadı. “O küçük İnci’yi birlikte büyütürüz. Onunla barışırsak, belki bir gün kendi çocuğumuza da daha iyi sarılırız. Hem sen tek başına değilsin. Hiç olmayacaksın.”

O an kalbim öyle bir yerinden vuruldu ki... sanki yıllardır duyulmak istediğim cümle tam olarak buydu. Tek başına değilsin. Korkabilirsin, hata yapabilirsin, her şeyi bilmek zorunda değilsin... ama yalnız değilsin. Başımı hafifçe salladım, gözlerim dolmuştu ama ağlamadım. Ağlasaydım da o an sorun değildi zaten çünkü karşımda beni anlayan, korkularımla alay etmeyen bir adam vardı.

“Birlikte büyütürüz,” dedim tekrar, kendi içimde de sesin yankısını hissetmek ister gibi. “Beni de, seni de... belki bir gün çocuğumuzu da.” Boran başını eğip alnıma hafif bir öpücük kondurdu. Bense hiç beklemeden başımı omzuna yasladım.

O gece bir karar gecesi değildi. Ama birlikte gideceğimiz yolun taşları sessizce yerine oturdu. Henüz anne-baba değildik belki… ama büyümeye gönüllüydük ve bu, her şeyin başlangıcıydı.

Odada yankılanan telefonla birlikte Boran’ın kollarından usulca çıktım. Ekrana baktığımda yengemin ismini görünce kaşlarım hafifçe kalktı ama hiç beklemeden açtım. “Efendim yengecim?”

“İnci, nasılsın canım?” Yengemin sesi her zamanki gibi yumuşak ve sevecendi. “İyiyim, sen nasılsın? Yeğenim nasıl?” dedim gülümseyerek. Göktuğ’u düşündüm bir an; tombul yanakları, hep burun çeken hali, o sevimli gülüşüyle evin minik neşesi...

“İyiyiz biz de. Göktuğ da iyi çok şükür. Gece gece rahatsız ettim kusura bakma ama senden bir şey isteyecektim.”

Hemen, içgüdüsel bir refleksle, “Tabii ki ne istersen,” dedim. Çünkü yengem benden kolay kolay bir şey istemezdi, istiyorsa gerçekten ihtiyacı vardı.

“Yarın halamın kızının düğünü var, sabahtan yanlarına gideceğim. Göktuğ düğünden korkar, hiç girmedi böyle bir ortama. Sabahtan kuaföre de gideceğim, Egemen de benimle gelecek... Biliyorsun bakıcısı yok Göktuğ’un. Bir gece bakabilir misin diyecektim. Serap Hanım’a bıraksam bakmaz, biliyorsun. Egemen’e de dadılar bakmış zamanında. Pazar sabahı alırız biz.”

Sözlerinin sonuna doğru yorgunluğu seziliyordu. Kendi çapında ayarlamaya çalıştığı planlar, bir yandan da Göktuğ’u güvenilir bir yere bırakma telaşı... Beni düşündüğü için içim ısındı. Gözüm Boran’a kaydı o an. Hâlâ yatağın kenarında oturuyordu ve yüzü bana dönüktü. Bakışlarımız buluştuğunda konuşmanın içeriğini anlamış gibi başını hafifçe salladı, "olur" der gibi.

Gülümsedim içtenlikle. “Tabii ki ama henüz çok küçük, bakabilir miyiz ki?” derken endişemi engelleyemedim. “Bakarsın, ben mama saatlerini yazarım. Ek gıdaya geçtik biliyorsun küçük küçük denemeler yapıyoruz, yoğurt, sebze püresi falan. Gece uyanıyor… o zorlayabilir seni bir tek.”

Başımı hafifçe eğip iç çektim. “Gece kaç gibi uyanıyor?”

“Bazen iki, bazen dört. Açsa mama istiyor, bazen sadece bir dokunulmak, kucağa alınmak istiyor. Bebek işte. Düzeni oturmaya başladı ama alıştığı koku olmayınca huysuzlanabilir. Ağlarsa korkma olur mu? Sadece güven arıyor.”

Yengemin sesi yumuşaktı ama her kelimesinde bir annelik bilgeliği vardı. Bu ton, içimdeki küçük paniği biraz olsun hafifletmişti. “Bezlerini, kıyafetlerini, alt açma örtüsünü, emziğini, sevdiği o çıngırağını... hepsini çantasına koyarım. Uyuması için küçük bir battaniyesi var, onunla daha rahat ediyor. Kafasını sağa çevirip battaniyeyi tutuyorsa uykusu gelmiş demektir. Başka da bir şeye gerek yok.”

“Emzik hâlâ ağzındayken mama verilmiyor değil mi?” diye sordum bir anda, bilmediğim bir şeyi kaçırmaktan korkarak. Yengem güldü. “Yok, o kadar karıştırmazsın. Emziği genelde uyumak isterken istiyor. Mama öncesi çıkarırsın zaten. Göreceksin, birkaç saat içinde onun ne anlatmak istediğini hissedersin. Bebekler kendilerini ifade eder, yeter ki sen dinlemeyi bil.”

Kafamı salladım, ama onun göremediğini fark edip tekrar ses verdim. “Tamam yengecim… elimden geleni yaparım. Onun alışık olduğu gibi bakamayabilirim ama en azından huzursuz olmasın diye uğraşırım.”

“İnci, ben seni biliyorum. Göktuğ da hisseder,” dedi yumuşak bir tonda. “Senin kucağın huzurludur. Bu minicik bebek için senin gibi bir kadının varlığı bile yeter.”

Boğazım düğümlendi. Birkaç saniye konuşamadım. “Teşekkür ederim,” dedim kısık bir sesle. “Hem güvenin için hem söylediklerin için.”

“Yarın sabah bırakırız, Egemen getirir. Gerekli şeyleri mesaj atarım ben. Göktuğ’a bir gecelik koca bir tecrübe bu. Hem belki size de iyi gelir.”

Başımı hafifçe eğip gülümsedim. “Bize de mi?”

“Birlikte bakmak... konuşulmamış şeyleri açar bazen. Hem tatlı bir yorgunluk getirir hem de tatlı bir bağ.”

Dudaklarımda küçük bir tebessüm belirdi. İçimdeki korkunun yanında, şimdi minik bir merak vardı. Belki de gerçekten... bu küçük misafir, sadece evimize değil, içimize de iyi gelecekti. “Sabah bekliyoruz o zaman,” dedim yumuşak bir tonla. Ardından ekledim. “Yalnız direkt bizim eve getirsin abim.”

Zümra babaanne, Gülsüm Hanım rahatsız olabilirdi burada. Sonuçta küçük bir bebekti. Ağlardı, huzursuz olurdu. Onları rahatsız hissettirmeye gerek yoktu.

“Tamam canım. Allah razı olsun tekrar. Hadi iyi geceler.”

“İyi geceler.”

Telefonu kapattıktan sonra bir an olduğum yerde kalakaldım. Sonra gözüm Boran’a kaydı. Hâlâ aynı yerdeydi. Bakışları hâlâ üzerimdeydi.

“Göktuğ yarın bizde,” dedim merakını gidermek için. Boran başını eğip gülümsedi. “Hazırlanalım o zaman. Evimize küçük bir misafir geliyor. Çocuklara söylerim marketten ev için gerekli şeyleri alırlar.” Dediğinde onayladım. “Tamamdır.”

Üzerimi değiştirmek için banyoya girdim hızlıca. Yarın bizim için uzun bir gün olacaktı. Üzerimi değiştirip banyodan çıktığımda Boran’ın çoktan giyindiğini ve yatağa girdiğini gördüm. Bende ışığı kapatıp yanındaki yerini alırken Boran kolunu bana doğru açtı. Hiç beklemeden başımı göğsüne yaslayarak kollarının arasına girdim. O da anında belimi sardı.

Gözlerimi kapatıp kendimi uykunun kollarına bırakırken saçlarımın üzerinde küçük bir buse hissettim. Boran’a daha sıkı sarılarak Boran’ın nefesinin ritmiyle uyum içinde yavaşça gevşedim. O an, bütün endişeler, yorgunluklar ve düşünceler geride kalmış, sadece bu huzur dolu anın içinde kaybolmuştum.

*****

Kapı çalındığında Boran’la hızlı bir şekilde kapıya ilerledik. Sabahtan evimize gelmiştik ve kahvaltımızı yapıp Göktuğ’u beklemeye koyulmuştuk.

Kapıyı açtığımda abim bir elinde puset diğer elinde bebek çantası ile karşımızda dikiliyordu. Göktuğ’un yuvarlak yanakları hafifçe kızarmış, uykudan yeni uyanmış gibi gözleri pırıl pırıldı. Üzerinde minik ayıcık desenli tulumu vardı. Elinde ise çok sevdiği çıngıraklı oyuncağı vardı.

“Günaydın.” dedi abim hafif yorgun ama gülümseyen bir sesle. Hızla karşılık verdim. “Günaydın abicim. Gelsene içeri.”

“Yok, Doğa beni bekliyor. Bu afacanı bırakıp yanına gideceğim.” Derken elindeki puseti uzattı. Boran benden önce davranıp puseti eline alırken konuştu. “Bize emanet bu minik.” Abim başını sallarken küçük bir tebessüm etti. “Gözünüz gibi bakacağınızdan eminim, Doğa gerekli şeyleri mesaj attım demişti. Yine de bizi ararsınız.”

“Ararız, siz keyfinize bakın.” Dediğimde abim onayladı. “Hadi kolay gelsin size o zaman.” Diyerek bebek çantasını da uzattığında ben aldım bu sefer. Son kez ikimize bakarak kapıdan uzaklaşırken bende kapıyı kapattım ardından.

Sonra da pusetteki bebeğe döndüm. Göktuğ’un bana bakışını gördüğümde bütün endişem yerini tatlı bir sıcaklığa bıraktı. Önce hafifçe kaşlarını çatıp inceledi beni, sonra çıngırağını biraz daha sıkı tutarak salladı. Tebessümle onu izlerken kollarımı uzattım temkinli bir biçimde. “Gel bakalım küçük bey,” dedim yumuşak bir sesle. Göktuğ önce tereddüt etse de sonra onu kucağıma almama sesini çıkarmadı.

Sıcacık, hafif, ama bir o kadar da değerliydi… Kokusu anne sütüyle karışık pudramsı bir yumuşaklıktaydı. Başını omzuma yasladığında kalbim, kendi ritmini onun nefesine uydurdu. Yavaş adımlarla salona ilerlerken Boran’da çantalarla arkamızdan geliyordu.

Kanepeye doğru oturduğumda Boran yanımıza yaklaşarak elini Göktuğ’un sırtına koydu. “Hoş geldin küçük adam.” dedi alçak bir sesle. Göktuğ başını hafifçe kaldırıp ona baktı, sonra tekrar omzuma yaslandı. Sanki ikimize de aynı anda ısınmaya çalışıyordu.

Birkaç saniye omzuma başını yasladıktan sonra etrafı incelemeye başladı; gözleri önce perdeleri, sonra sehpanın üzerindeki vazoyu, sonra da Boran’ı takip etti. “Sanırım yeni evini tanıyorç” dedim gülerek. Boran omuz silkti. “O zaman biz de ona ev sahipliği yapalım. Gel bakalım aslan parçası.”

Boran bebeğe doğru uzandığında kollarının arasına bıraktım Göktuğ’u. Ardından çantasını açarak ilk önce anne sütünü çıkartıp mutfağa ilerledim. Onları buzdolabına koyduktan sonra tekrar döndüm yanlarına. Boran Göktuğ’u sıkıca kucaklamış salonda gezdiriyordu.

Boran’ın kucağında gezinen minik Göktuğ’un her yeni köşe başında gözlerini biraz daha büyütmesi, etrafı sanki büyülü bir orman gibi keşfetmeye çalışması öyle tatlı bir manzaraydı ki bir an olduğu yere çakılıp kalmak istedim. Boran, dikkatli ve yumuşak adımlarla salonun içinde dolaşıyor, Göktuğ’u sanki kırılgan bir porselen heykelmişçesine özenle tutuyordu.

“Sanırım bana alıştı, ne dersin?” Boran mırıldanarak bana bakarken Göktuğ o an başını Boran’ın göğsüne yasladı. İkimizin gözleri buluştu yaptığı bu hareketle. Gülümsedim anında. “Sanırım cevabı kendisi verdi.” dedim. Boran eliyle Göktuğ’un saçlarını severken manzaraya gülümseyerek baktım.

“Yakında sende yeğenini böyle kucağına alacaksın. Ne hissediyorsun?” diye merakla baktığımda Boran dudak büzdü. “Heyecan… Ben hep çocuklarla iyi anlaşırım zaten ama kendi yeğenim olacağı için heyecanlıyım. Göktuğ paşa sağ olsun antrenman yapmamı sağlıyor.” Derken yanıma doğru geldi.

“Daha çok antrenman yaparsın, sonuçta tek yeğenin o olmayacak. Derin var sırada.” Tepkisini ölçmek için söylediğim cümleyle bakışları anında bana döndü. Kaşları hafifçe çatılırken konuştu. “O daha çok küçük, böyle şeyleri konuşmak, onun için çok erken.” Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım.

Umarım Mert’i öğrendiğinde de aynı sakinlikle karşılık verirdi. Konunun üzerine fazla gitmemek için başka bir şey söylemezken Boran yanıma oturarak Göktuğ’u dizlerine oturttu. Göktuğ elindeki oyuncağı sallarken hem gülüyor hem de ağzından anlamsız kelimeler çıkartıyordu.

Göktuğ’un neşeli sesi salonu doldururken Boran’ın dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. Dizlerine oturttuğu minik adamı hayranlıkla izliyor, her sesine karşılık veriyor, onu adeta yeni doğmuş bir dilin inceliklerini çözen bir çevirmen gibi anlamaya çalışıyordu.

Bense ikisinin yanında sessizce oturmuş, bu anı izlemeye doyamıyordum. Göktuğ’un çıngırağıyla oynarken çıkardığı sesler, bazen mırıldanmaya benzeyen garip heceler, bazen de küçük bir kahkaha patlaması şeklindeydi. Ama hepsi saf mutluluktu. Dili henüz şekillenmemişti ama içindeki neşeyi anlatmak için kelimelere ihtiyacı yoktu zaten.

“Şuna bak, resmen konuşmaya çalışıyor,” dedim hayranlıkla. “Sanki bize bir şeyler anlatmak istiyor ama biz o dili henüz çözemedik.” Boran başını salladı. “Ben onun söylediklerini anlayabiliyorum bence. Mesela az önce ‘Bu çıngırağı seviyorum ama bir tık daha parlak renkli olsaydı daha iyi olurdu,’ dedi.”

Kahkahamı tutamadım. “Öyle mi diyormuş?” derken Göktuğ da benim gülüşüme tepki verdi; sesiyle değil ama yüzündeki ifade değişti, gözleri parladı, kollarını iki yana açıp dizlerinin üstünde zıplamak ister gibi yaptı. “Bak şimdi de diyor ki hala sen böyle gülersen bende gülerim.” Dedi Boran tekrar tercüme ederek.

Göktuğ bir yandan oyuncağını ısırıyor, diğer yandan Boran’a döndüğünde onun dudak hareketlerini dikkatlice izliyordu. O an bir şey denemek istedim. “Göktuğ, bana bak halacım.” Derken elimle koluna dokundum. Göktuğ başını bana çevirdiğinde kelimeyi heceleyerek anlayabileceği gibi yavaşça konuştum. “Ha-la.”

Gözleri bana sabitlendi. Ağzı hafifçe aralandı. Beni taklit etmeye çalışır gibi yaparken dudaklarından ses döküldü. ”Ba-ba-ba.”

O an içimde bir şey titredi. Göktuğ’un ağzından dökülen o minik “ba-ba-ba” sesleri, kelimelerle anlatılamayacak bir sıcaklıkla dolup kalbimin tam ortasına yerleşti. Elbette “hala” dememişti ya da belki demeye çalışmıştı ama harfler henüz iş birliğine yanaşmıyordu. Yine de o çabası… O minicik ağızdan çıkan sesler, benim için dünyanın en güzel şarkısıydı.

Yüzüme istemsiz bir gülümseme yerleşti. Gözlerim nemlendi ama ağlamadım. Sadece baktım. Onun bana olan bakışı, kelimelere ihtiyacı olmayan bir sevginin ifadesiydi zaten.

“Boran diyecek gibi hissettim, ilk adımı attı bence.” Boran kendince bana takılırken tek kaşımı kaldırarak baktım ona. “Hiçte bile, hala diyecekti ama zor geldi.” Diye kendimi savunduğumda Boran alaylı bir şekilde başını salladı. “Kesin öyledir.”

Göktuğ bana uzanmak ister gibi kollarını açtığında Boran yavaşça onu bana doğru uzattı. Kucağıma aldığımda başını göğsüme yasladı, elleriyle tişörtümün ucunu tutturdu. Küçücük elleri öyle sıcaktı ki... O an içimde çok derin, çok saf bir sevgi yükseldi. Göktuğ sadece bir bebek değildi. O, bir ailenin kalbini genişleten, birbirine görünmez bağlarla sarılmasına neden olan minicik bir mucizeydi.

“Gördün mü halasına gelmek istedi.” Diye Boran’a imayla bakarken Boran sırıttı. “Halasının kolları daha rahat çocuk napsın?” dediğinde gülerek ona baktım. Her lafa bir cevabı vardı.

Göktuğ o sırada başını kaldırıp bana baktı. Bu sefer ağzında ses yoktu ama gözleriyle bir şey anlatıyordu sanki. “Seninle güvendeyim,” der gibi. O bakış her şeydi. Elimle saçını okşarken mırıldandım. “Ben de seni çok seviyorum, halacım.”

“O zaman bu anı ölümsüzleştirelim.” Boran cebinden telefonunu çıkartıp ön kamerayı açarken üçümüzün de kadraja girmesine dikkat ederek telefonu kaldırdı. Fotoğrafımızı çektikten sonra ekrana bakarken tebessüm etti. “Çok güzel oldu.”

Ekranı bana uzattığında ben de göz attım. O karede gerçekten bir şey vardı. Yorgun ama huzurlu bir bebek, onu saran sevgiyle parlayan gözlerle bakan iki yetişkin… Aileye dair her şey sığmıştı o görüntüye. Ama en çok da aidiyet hissi. “Çok güzeliz.” Diye karşılık verdim bende.

Bir süre sonra Göktuğ kucağımda hafifçe kıpırdanmaya başladı. Başını kaldırıp yüzüme baktı, sonra dudaklarını büzüştürüp mırıldanır gibi bir ses çıkardı. Ne ağlıyordu ne gülüyordu ama mızırdanmaya başlamıştı. “Acıkmış olabilir mi?” dedim Boran’a dönerek.

“Olabilir, sen mamasını getir istersen. Ben alayım onu.” Dediğinde Göktuğ’u ona uzattım. Ardından oturduğum yerden kalkarak mutfağa gittim. Yengemin yazdığı talimatları uygulayarak mamasını hazırladım ve tekrardan salona döndüm.

Salona döndüğümde, Boran’ın kucağında Göktuğ’u hafifçe yukarı aşağı sallayarak sakinleştirmeye çalıştığını gördüm. Göktuğ’un minik kaşları çatılmıştı, dudakları hafifçe bükülmüş, o incecik mızmız sesiyle hem huzursuzluğunu dile getiriyor hem de sabırsızca bekliyordu. Sesi hâlâ ağlama sayılmazdı ama tanıdık bir uyarı tonu taşıyordu; o meşhur “biraz daha bekletirseniz ortalığı ayağa kaldırırım” bebek sinyali…

Boran bana döndü. “Tam zamanında geldin, beş dakika daha geç kalsaydın burada bir kriz çıkabilirdi.” dedi, bir yandan Göktuğ’un sırtını usulca sıvazlayarak.

Gülümsedim. “Küçük bey aceleciymiş.” dedim ve mama kabını hafifçe sallayarak kontrol ettim. Sıcaklığı tam yerindeydi. “Hazır. Hadi bakalım Göktuğ Paşa, yemeğe.”

Kucağımı uzattığımda Boran dikkatlice onu bana doğru verdi. Göktuğ, kucak değişiminde bir an tedirginlik yaşasa da biberonu görünce hemen sakinleşti. Minik elleriyle plastik kenarına uzanmak istedi ama hâlâ tam kavrayamıyordu. Ben de onun elini nazikçe tutarak destekledim.

İlk yudumu alır almaz o tanıdık emme sesi salonu doldurdu. O kadar yoğun ve konsantreydi ki, gözleri bile yarıya kadar kapanmıştı. Dudaklarının kenarından sızan minicik bir damlayı elimle sildim. Mamayı iştahla yerken gözleri benim üzerimdeydi. Uyur mu acaba diye düşünmüştüm ancak bakışları hiç uyuyacak gibi değildi.

Boran başını omzuna eğmiş yanımızda bizi seyrederken bir an için fotoğrafımızı çektiğini gördüm. Anları ölümsüzleştirmeyi sevdiğini biliyordum. Göktuğ’u kucağıma ilk alışımda da o çekmişti bizi. Boran’ın kamerasının arkasındaki sessizliği, o sahneye duyduğu hayranlığı sezebiliyordum. Çektiği fotoğraflar birer pozdan çok, his taşıyordu sanki. Anın içindeki sevgi, huzur, bağ… Her şey onun gözünden kadraja yansıyordu.

“Yine mi yakalandım?” dedim alçak bir sesle gözlerimi Göktuğ’dan ayırmadan. Boran hafifçe güldü. “Evet, ama bu kez özellikle… bakışın… Göktuğ’un sana bakışı… kaçırmak istemedim.”

Kısa bir sessizlik oldu. Göktuğ’un emme sesi hâlâ ritmik ve kararlıydı. Mamaya öyle bir bağlılıkla devam ediyordu ki, sanki kucağımda değil de küçük bir piknikteymişiz gibi bir keyif içindeydi. Ama her yudumda gözlerini benimkilerden ayırmaması içimi başka türlü titretiyordu.

“Biliyor musun,” dedim usulca, “daha doğmadan önce bu kadar bağ kurabileceğimi hayal bile etmemiştim. Bir bebek gelir, gülümseriz, severiz… sonra döneriz kendi hayatımıza sanırdım. Ama Göktuğ’un kucağıma oturduğu ilk andan beri… sanki içimde bir şey yer değiştirdi.”

Boran bir şey demedi hemen. Sadece yanımda, ellerini dizlerinde birleştirmiş oturmaya devam etti. Gözleri hâlâ ikimizdeydi.

Sonunda yavaşça konuştu. “Belki de bazı insanlar doğuştan anne ya da baba olmak için değil… ama sevgiyle sarmalamak için, bir başka insanın hayatına yön verecek kadar güçlü bir figür olmak için yaratılmıştır. Sen de öylesin bence, İnci. Göktuğ için bir haladan çok daha fazlası gibisin.”

Sözleri içime dokundu. Gözlerim dolacak gibi oldu ama bu sefer de ağlamadım. Sadece yutkundum ve Göktuğ’un saçlarına bir öpücük kondurdum. “Onun ilk kelimesi 'hala' olacak. Buna inanıyorum,” dedim yarı gülerek.

Boran gözlerini kıstı. “Baba derse?” dediğinde omuz silktim. “Desin, sonuçta onun babası benim abim ama sana Bo diyecek bence.” Diye kıkırdadığımda Boran yüzünü buruşturdu. Boran yüzünü buruşturunca kahkahamı daha da bastım. Yüzündeki o hafif alıngan, biraz da çocukça ifade o kadar tatlıydı ki, Göktuğ’un değil de onun şefkate ihtiyacı varmış gibi hissettim bir an.

“Bo ne ya?” dedi gözlerini kısarak, sanki bu bir hakaretmiş gibi. “Koca adamım ben, bu mu bana layık görülen?”

“Evet, ismin biraz zor ne yapalım.” dedim gülerek. “Bo gayet sevimli. Böyle kısa, kolay… Hem Göktuğ’un diline uygun. ‘Bo’ deyince direkt seni işaret eder mesela. Düşünsene, parkta oynarken ‘Bo!’ diye sana koşuyor…”

Boran gülmemeye çalıştı ama gözleri gülüyordu. “Yani sen ona ‘hala’ dedirtmeye çalışırken, ben ‘Bo’ olmak zorunda mıyım?” diye şikâyet ederken biraz önce gözlerimin önüne gelen manzarayla gülüşüm daha da arttı. Boran’da ister istemez güldü söylediğime.

Göktuğ son yudumunu aldıktan sonra başını hafifçe geriye çekti. Gülerek bakışlarımı ona çevirirken konuştum. “Benim miniğim bitirmiş mamasını. Biberonu bıraktığında ben onu dik pozisyona getirip sırtını nazikçe pışpışlamaya başladım. Gözleri hâlâ canlıydı ama sesi çıkmıyor, etrafı dikkatle izliyordu.

Boran hafifçe eğilerek göz hizasına indi. “Ne dersin Göktuğ, biraz oyun oynayalım mı? Bo enişten seni oynatsın biraz.” Dedi imalı bir şekilde bana bakarak. “Bo enişte mi?” dedim kaşlarımı kaldırıp kahkahayı bastırmaya çalışarak. “Sadece ‘Bo’ olmaktan vazgeçtin sanırım?”

Boran göz kırptı, Göktuğ’a dönerek konuşmasına devam etti. “Her unvana açığım bu küçük adam için.”

Göktuğ başını hafif yana eğdi, o meşhur bebek bakışıyla bir ona, bir bana baktı. Sanki söylediklerimizi anlıyormuş gibi ciddi bir yüzle düşündü, sonra ellerini havaya kaldırdı ve bir sevinç sesi çıkardı. “Aaa!”

İkimiz de gülümsedik. O sevinç çığlığı resmen onayıydı bu tatlı şakalaşmanın. “Tamam,” dedim ben de, Göktuğ’un sırtını biraz daha pışpışlayarak. “Bo enişteyle oyun saati başlasın bakalım.”

Boran hemen battaniyeyi yere yaydı, üzerine birkaç oyuncak yerleştirdi. Renkli halkalar, çıngıraklar, yumuşak peluş bir top… Göktuğ’un kucağımdan yere geçişi için dikkatlice kollarını açtı. “Hazır mısın minik adam? Uçuşa geçiyoruz,” dedi eğlenceli bir ses tonuyla.

Ben de Göktuğ’u nazikçe uzatıp onun kollarına verdim. Boran, Göktuğ’u havaya hafifçe kaldırıp sonra yumuşakça battaniyeye bıraktı. Göktuğ bu harekete önce şaşırdı, sonra kıkırdar gibi bir ses çıkardı. Yüzünde o tanıdık meraklı bakış yine vardı, ama bu kez eğlenceyle parlıyordu.

“Bak sana ne getirdim,” dedi Boran yere oturup. Ardından eline renkli halkaları aldı. Göktuğ’un önüne yavaşça birini koydu, sonra diğerini. Göktuğ önce onları izledi, sonra iki elini de uzatarak birine dokundu. Halka, parmaklarının altından kayıp yuvarlandı. Peşinden gözleri gitti ama kıpırdamadı.

“Daha çok erken. Ama yakında emekleyip peşinden koşacak.” Derken ilgiyle ikisini izlemeye devam ettim.

Boran halkayı geri getirip bu kez eline verdi. Göktuğ sıkıca tutmakta zorlandı ama bırakmadı. Boran, “Aferin sana! Tut onu, aslan parçası!” diyerek neşeyle teşvik etti. Göktuğ bu ilgiye yine o sevinç seslerinden birini çıkardı.

Bir süre böyle oynarlarken ben kenarda onları izliyordum. İkisine de baktıkça içim sımsıcak oluyordu. Boran’ın o çevresine takındığı andan sonra bizimle böyle olması o kadar güzeldi ki. O an hem huzurlu hem de komikti. Çünkü Boran’ın ses tonları gittikçe oyuncaklara göre şekillenmeye başlamıştı resmen. Mesela, çıngırak sallarken sesi hafif cıvıltılı, halka gösterirken ise komutan edasıyla derinleşiyordu. O anlar hem tatlı hem komik bir tiyatro sahnesine dönüşmüştü adeta.

Göktuğ ise, oyun boyunca ara ara ufak ufak kahkahalar atıyor, yeni şeyler keşfetmenin heyecanıyla parıldayan gözleriyle Boran’a ve bana bakıyordu. Gözlerindeki o saf merak, dünyadaki en güzel hikâyeyi anlatıyordu sanki.

Aramızdaki sessizlik, sadece oyuncakların çıkardığı hafif tıkırtılar ve Göktuğ’un mutlu nefesleriyle dolmuştu. Zamanın durmasını istediğim o anlardan biriydi.

Oyun ilerledikçe Göktuğ’un göz kapakları yavaş yavaş ağırlaşmaya başladı. Artık oyuncaklara eskisi kadar ilgi göstermiyor, başını arada sırada yana bırakıyordu. Oyun saatinin sonuna yaklaştığımız belliydi. “Boran…” dedim usulca, “minik paşa pes etmiş gibi.”

O da Göktuğ’un yüzüne baktı. Gözleri dalgın, dudakları hafif aralıktı. Kendi kendine mırıldanır gibi ince sesler çıkarıyordu. “Tamam o zaman, küçük adam biraz dinlensin o halde.”

O sırada ben usulca yanlarına yaklaştım, Göktuğ’u yavaşça kucağıma aldım. Sıcacıktı… Başını hemen göğsüme yasladı. Elimle sırtını okşarken odamıza doğru çıkmaya başladım. Boran’da battaniyesiyle birlikte peşimizden ilerliyordu. Odamıza girdiğimizde yengemin yatırdığı gibi Göktuğ’u yatağa yatırdım. Boran battaniyeyi üzerine örterken bende Göktuğ’un yanına oturdum.

Boran’da diğer yanına oturduğunda tebessümle baktım ona. Sanki küçük bebeğin her halini görmek ister gibiydi. Gerçekten bebeklere, çocuklara olan sevgisi bambaşkaydı. Eliyle Göktuğ’un küçük elini severken Göktuğ onun parmağını kavradı sıkıca.

O an, odanın içi sıcacık bir huzurla doldu. Göktuğ’un minik eli Boran’ın parmağını sıkıca kavradığında, aramızdaki bağ sanki görünür olmuştu; kelimeler olmadan, sadece dokunuşlarla kurulan bir bağ. Boran ona bakmaya devam ederken Göktuğ’da meraklı bir biçimde odanın içine bakıyordu her ne kadar uykusu olsa da.

Uykuya dalması için bildiğim ninniyi mırıldanmaya başladığımda bakışları bana döndü. “Dandini dandini dastana, danalar girsin bostana, kov bostancı danayı yemesin lahanayı. E…e….e…e.”

Sesimin yumuşak tınısı odada nazikçe dolaşırken, Göktuğ’un gözleri ağırlaşmaya başladı. Annesinin dediği gibi battaniyesini tutarken nefes alışları derinleşti. Yorgunluk ve huzur yavaş yavaş bedenini sarıyordu. Birkaç dize daha mırıldandıktan sonra, tamamen uykuya dalmasıyla birlikte içim huzurla doldu.

Boran, Göktuğ’un gevşeyen elinden parmağını çekerken bende yataktan yavaşça kalktım. Yastıkları kenarlarına yerleştirdikten sonra bebek telsizini açarak komodine bıraktım. Boranla arkalı önlü aşağı indiğimizde derin bir nefes verdim.

“Küçücük ama oynamak yoruyor değil mi?” derken kanepeye ilerledim. Boran onayladı. “Yoruyor ama tatlı yorgunluk bu.” Kanepeye yan yana oturduğumuzda Boran kolunu benim için açtı. Sırtım göğsüne yasladığında huzurlu bir nefes verdim.

Boran’ın kollarının arasında otururken, salonun sessizliği yalnızca bebek telsizinden ara ara gelen minik hışırtılarla bozuluyordu. Göktuğ’un derin uykuda olduğunu bilmenin verdiği huzur, üzerime ince bir battaniye gibi serildi. Gözlerimi kanepe karşısındaki sehpanın üzerinde duran boş biberona takıldım; az önceki telaş, oyun, gülüşler… Hepsi birer sahne gibi gözümün önünden geçti.

Boran parmaklarını saçlarımın arasından usulca geçirirken içimdeki yorgunluk yerini sessiz bir huzur doldurdu. Bir an, hayatın tüm karmaşasının dışında, sadece bu küçük anın içinde kalmak istedim. Dışarıda rüzgâr hafifçe pencereleri okşuyordu. Belki de huzurun sesi buydu. Derin bir nefes aldım ve başımı Boran’ın omzuna yasladım. O da başını başımın üzerine yaslamadan saçlarımı öptü.

Boran’ın nefesi saçlarımın arasında dolaşırken, kendi kendime fark ettim; bazı anlar fotoğraf gibi hafızaya kazınırdı. İşte bu da onlardan biriydi…

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur…

‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı?

‣‣‣ Bahadır her zamanki gibi formundaydı, sizce imzayı atmış mıdır? Kurtuluyor muyuz ondan?

‣‣‣ İnci ve Boran’ın Defne ve Cihan ile sahnesi nasıldı, umarım sevmişsinizdir.

‣‣‣ Boran, İnci, Göktuğ sahnesi istenmişti fazla olarak. Böyle bir sahne yapayım dedim. Beğendiniz mi?

Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…

Bölüm : 28.08.2025 12:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...