
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
29. Bölüm
Göktuğ’un bizde kaldığı günün üzerinden bir hafta geçmişti. Hiç korktuğum gibi olmamıştı. O uyandıktan sonra yengemin tarif ettiği gibi ek gıdaya geçiş mamasını hazırlamıştım ve bizimle sofrada otururken yedirmiştim. Biraz resimli kitabını okuyarak vakit geçirmiştik ki Boran bu konuda çok iyiydi. O kitaptaki tüm hayvanların seslerini çıkartarak Göktuğ’un kaliteli zaman geçirmesini sağlamıştı. Sonra da Göktuğ tekrar uyumuştu. Gece yengemin söylediği gibi uyanmış, anne sütünü içmiş ve uykusuna devam etmişti. Sonra da sabah olduğunda babasının gelişiyle bize veda etmişti.
Çok güzel bir gün geçirmiştik. Ne yalan söyleyeyim onca acının içinde Göktuğ ile öyle vakit geçirmek bize çok iyi gelmişti. O gün akşama kadar kendi evimizde vakit geçirmiştik Boran’la. Film izlemiş, sohbet etmiştik uzun saatler. Sonra da sohbetimiz Fatih’in aramasıyla sona ermişti çünkü Fatih, Bahadır abinin hisseleri devrettiği haberini vermişti.
Nasıl olduğunu, nasıl ikna ettiklerini anlayamayıp sorduğumda cevap aynı olmuştu. Üzümü ye bağını sorma. Bu bağların bir gün ayak bağı olacağını düşünmek bile içime sıkıntı oluyordu ama bir şey söyleyemiyordum.
Günler birbirini kovalarken bende ofiste işlerime devam ediyordum. Şirkete ayırdığım vakti azalttığımdan birkaç tane daha danışan almıştım ve halimden de gayet memnundum. Asıl mesleğimi yapmak beni daha mutlu ediyordu ve ben mutlu olduğum şeyleri yapmak istiyordum.
Koltuğuma yaslanmış küçük bir tebessümle karşımdaki kadına bakarken yumuşak bir ses tonuyla konuştum. “Bugün burada çok önemli bir adım attın, kendi hikâyeni kendi sesinle anlatabilmek… bu kolay değil.”
Esra Hanım usulca başını hafifçe salladı. “Eskiden bunları dile getirmek bile boğazıma düğüm olurdu… Şimdi biraz hafiflemiş hissediyorum.”
“Hafiflemek bazen yürümeye başlamak için yeterlidir. Gerisi kendiliğinden gelir.” Derken defterimi kapattığımda Esra Hanım ayağa kalktı ve çantasını omzuna astı. “Haftaya görüşürüz, değil mi?”
Göz kırparak başımı salladım. “Ben her zaman buradayım, sen ne zaman hazır olursan devam ederiz.” Bende oturduğum yerden kalktıktan sonra kapıya ilerledim ve kapıyı danışanım için araladım. Esra Hanım küçük bir tebessümle odadan çıkarken bende arkasından baktım bir süre.
Ardından tam masama oturacağım zaman çalan telefonumla birlikte ekrana baktım. Boran’ın aradığını görmek yüzümde gülümseme oluştururken hiç beklemeden açtım. “Efendim sevgilim?”
“İnci, Defne’nin sancısı tutmuş. Cihan hastaneye götürüyor onu şimdi. Doğuma alabilirlermiş.” Telaşlı bir biçimde söylediği cümle ile benim de içime endişe dolarken konuştum hızla. “Her zamanki hastane değil mi?” derken çantamı alarak odadan çıktım. “Evet güzelim, geçiyorum bende şimdi.”
“Tamam, geliyorum hemen.” Telefonu kapatırken endişem yüzünden masasından kalkan Bilge’ye baktım. “Defne’nin sancısı varmış, doğum olabilir. Ben çıkıyorum Bilge, sen danışanları halledersin.” Dediğimde onayladı beni. “Tabii İnci Hanım, merak etmeyin.”
Hiç beklemeden ofisten çıktığımda Mert’in yanına ilerledim koşar adımlarla. Beni böyle görüp endişelenirken konuştum. “Hastaneye gidiyoruz, Defne sancılanmış.” Bir yandan arabaya binip bir yandan da Mert’e anlatırken o da şoför koltuğuna geçti hızla.
Arabayı çalıştırıp sürmeye başladığında benim içimde kıpır kıpırdı. Henüz erkendi, doğuma daha iki ay vardı. Bir yandan heyecanlıydım, bir yandan olabilecekler için korkuyordum.
Hastanenin acil girişine yanaştığımızda kalbim öyle hızlı atıyordu ki, Mert arabayı daha durdurmadan kapıyı araladım. Yağmurdan nemlenmiş asfaltın üzerine iner inmez, soğuk hava yüzüme çarptı. İçimdeki endişe, adımlarımı hızlandırırken girişten içeri girdiğim anda antiseptiğin keskin kokusu genzime doldu.
Koridorlarda beyaz ışıklar göz alıcı bir şekilde parlıyor, hemşirelerin hızlı adımları yankılanıyordu. Doğumhaneye giden tabelayı görür görmez o tarafa yöneldim. Ayak seslerim koridorda yankılanırken, bir yandan da etrafımı tarıyordum.
Kapının hemen önünde Boran’ı ve Cihan’ı gördüm. Boran, beni fark edince yüzünde hafif bir rahatlama ifadesi belirdi. Ama Cihan… Onun hali bambaşkaydı. Ellerini birbirine kenetlemiş, başı önüne eğilmişti. Arada bir adımlarını sıklaştırıp kapıya yaklaşıyor sonra geri gidiyordu. Dudaklarını kemiriyor, gözleri boşluğa dalıyordu.
“Güzelim…” Boran hafifçe gülümseyerek yanıma geldiğinde sıkıca sarıldım. Sarıldığımda omuzlarındaki gerginliği hissetmemek mümkün değildi. “İçerideler. Henüz muayenede ama sancılar sıklaşmış.” Diye açıklama yaparken kollarından ayrıldım.
Gözlerim Cihan’a kaydı. Ona yaklaşırken sesimi yumuşattım. “Cihan…”
Başını kaldırıp bana baktığında gözlerindeki telaş neredeyse elle tutulacak kadar yoğundu. “Sabah iyiydi, gülüyordu hatta kahvaltıda şakalaştık. Öğleden sonra oldu olan, birden karnını tuttu, yüzü bembeyaz oldu… O an kalbim duracak sandım.” Elleri titriyordu. “Daha zamanı vardı, iki ay…”
Yanına bir adım daha attım ve elini tuttum. “Bazen bebekler aceleci olur,” dedim, sakin olmaya çalışarak. “Doktorlar yanlarında, merak etme. Müdahale edeceklerdir.”
O sırada doğumhane kapısı hafifçe açıldı. Beyaz önlüklü genç bir hemşire başını uzattı. “Cihan Bey sakin olun lütfen. Anne ve bebek şu an kontrol altında. Doktorunuz birazdan bilgi verecek.”
Cihan’ın nefesi düzensizleşti. Ellerini saçlarının arasına geçirip derin bir nefes almaya çalıştı. Boran, destek olmak için elini omzuna koydu. Ben ise o koridorun içinde, her saniyenin saatler gibi geçtiğini hissediyordum. Zaman, burada çok daha yavaş akıyordu.
Koridorun sessizliği, uzaklardan gelen bir sedye tekerleğinin gıcırtısıyla bozuldu. Bir an herkes başını o yöne çevirdi ama bizim beklediğimiz haber hâlâ gelmemişti. Boran’ın elindeki telefon, avucunda dönüp duruyor; Cihan ise bir ileri bir geri adımlıyordu.
Sonunda kapı açıldı. Orta yaşlarını geçmiş, gözlüklerinin ardından dikkatle bakan bir kadın doktor çıktı. Üzerindeki cerrahi önlükteki yeşil ton, koridor ışıklarının altında daha da solgun görünüyordu. “Cihan Bey.” Diye seslendiğinde Cihan hemen karşılık verdi. “Defne nasıl?”
Doktor hafif bir tebessümle cevap verdi. “Sakin olun. Şu an hem anne hem bebek iyi, fakat sancılarınız çok düzenli gelmeye başlamış. Rahim açılması ilerlemiş. Yani doğuma alacağız.”
Cihan’ın yüzünden renk çekildi anında. “Ama… Daha erken değil mi?”
Doktor alışkın olduğunu anlatan bir ses tonuyla yanıtladı. “Evet, biraz erken. Bu yüzden yenidoğan yoğun bakım ekibi hazır bekleyecek. Erken doğum risklidir ama gerekli önlemleri alıyoruz. En önemlisi, sizin sakin olmanız.”
Cihan başını salladı ama ellerinin titremesi geçmedi. Boran sessizce onun omzuna daha sıkı bastı. Ben ise derin bir nefes aldım. İçimde iki duygu aynı anda büyüyordu: endişe ve umut.
Kapı tamamen açıldığında iki hemşire Defne’yi sedye üzerinde içeri doğru ilerletmeye başladı. Gözleri yarı kapalı, nefesleri hızlıydı. Ama bizi görünce hafifçe gülümsedi. “İnci…” dedi kısık bir sesle. “Buradayım canım,” dedim, sedyenin yanında birkaç adım yürüyerek. Elini tutmak istedim ama hemşire nazikçe araya girdi. “Şimdi gitmemiz lazım.”
“Cihan, korkma. Biz iyiyiz. Oğlumuzla birlikte çıkacağız şu kapıdan, bekle bizi.” Defne onu rahatlatmak istercesine konuşurken sesi yorgun ama kararlıydı. Gözlerindeki sevgi, bütün acısına rağmen hâlâ ışıldıyordu.
Cihan, onun elini avuçlarının arasına aldı. Parmakları titriyordu. Gözlerinden süzülen yaş, Defne’nin bileğine düştü. “Bekleyeceğim, tabii ki bekleyeceğim ama çok bekletmeyin beni.” Defne hafifçe başını salladı, dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi. “Seni çok seviyorum.”
Cihan başını eğip alnını onun eline dayadı. “Ben de seni o kadar çok seviyorum ki…” derken uzanarak alnını öptü Defne’nin. O sırada hemşire kapıya gelip nazikçe konuştu. “Cihan Bey, artık çıkmamız lazım. Doğuma başlıyoruz,”
Cihan’ın yutkunması boğazında düğümlendi. Bir an daha elini bırakmak istemedi gibi oldu. Sonra Defne’nin avuç içini dudaklarına götürüp öptü.
Hemşire sedyeyi yeniden hareket ettirdiğinde Cihan, kapının yanında dimdik durmaya çalıştı. Ama gözlerindeki korku hâlâ oradaydı. Kapı kapanırken, içeriden gelen hafif uğultu ve tıbbi sesler, onun yüreğine saplanan sessiz bir endişeye dönüştü.
Kapı kapanırken koridorun içine yeniden o ağır bekleyiş çöktü. Saat, saniyeleri ağır ağır atlatıyor gibiydi. Cihan duvara yaslandı, alnını dirseğine dayadı. Boran onun yanında dikiliyordu. Ben ise sadece orada, beyaz ışıkların altında, doğumhanenin kapısına bakıyordum. İçerideki her nefes alışveriş, her hareket, bizim için bir umut demekti.
Ve o an fark ettim… İçimdeki kıpırtı sadece endişeden değil, aynı zamanda birazdan hayatımıza eklenecek küçücük bir mucizenin heyecanındandı.
Dakikalar birbirini kovaladıkça koridordaki hava ağırlaşıyor, sessizlik daha da yoğunlaşıyordu. Cihan, bir türlü yerinde duramıyor; önce oturuyor, birkaç saniye içinde tekrar kalkıp kapıya yaklaşıyor, sonra adımlarını hızla geri çekiyordu. Parmak uçları, farkında olmadan ellerinin arasına aldığı telefonun kenarlarını sıkmaktan beyazlamıştı.
“Ya bir şey olursa…” diye kendi kendine mırıldandığında Boran hemen yanına yaklaştı. “Olmayacak. Defne güçlü bir kadın, sen de bunu biliyorsun. Şimdi panik yaparsan ona destek olamazsın.”
Cihan başını sallasa da gözleri hâlâ kapıda asılı kalmıştı. “Keşke içeride olabilsem… Onu yalnız bırakmak istemiyorum.”
Tam o sırada koridorun ucundan aceleyle gelen ayak sesleri duyuldu. Başımı çevirdiğimde tanıdık bir siluet gördüm. Üzerinde siyah bir hırka ve başında ipek bir eşarp ile Zümra babaanne, hızlı adımlarla bize doğru geliyordu. Yüzünde hem merak hem endişe vardı.
“Ne oldu kızım? Defne nerede?” diye nefes nefese konuşurken bana doğru baktı. Bense yanına gidip koluna girdim. “Doğum başladı babaanne, doktorlar ilgileniyor. Her şey kontrol altında.”
Zümra babaanneyi, Cihan’ın yanındaki bekleme koltuğuna ilerlettiğimde yanına oturup Cihan’a döndü. Elini onun koluna koyarak konuştu. “Oğlum… Korkma. Allah büyük. Sen güçlü duracaksın ki Defne de içeride güçlü dursun.”
Cihan’ın dudakları titredi o an. Boran ise sessizce Cihan’ın sırtını sıvazladı. “Bak, biz buradayız. Hepimiz. Sadece bekleyeceğiz ve güzel haberi alacağız.”
Koridordan geçen hemşireler bize kısa bakışlar atıp kimi zaman sessizce gülümsüyorlardı. Arada monitör bip’leri, kapıların açılıp kapanma sesleri geliyordu. Ama bizim bulunduğumuz yerde zaman, normal hızından çok daha yavaş ilerliyordu.
Zümra babaanne dualar mırıldanmaya başladı. Elleri tespih tanelerinde geziniyor, başı hafif öne eğilmişti. Her “Amin” deyişinde Cihan’ın gözleri buğulanıyordu. Çok zor bir durumdu. Birazdan bebeklerine kavuşacaklardı ama kavuşurken yaşanılan bu korku mutluluklarını etkiliyordu.
Dakikalar sonra kapı yavaşça aralandığında, hepimiz nefesimizi tuttuk. İçeriden çıkan doktorun yüzünde yorgun ama huzurlu bir gülümseme vardı. Gözlüklerinin ardından bize tek tek baktı, sonra ilk olarak Cihan’a döndü. “Tebrik ederim… Oğlunuz dünyaya geldi.”
Cihan’ın gözleri bir an kocaman açıldı, sonra hızla doldu. Dudakları titrerken sanki konuşmak istedi ama kelimeler boğazında düğümlendi. “Defne…?” diye zorla fısıldadı.
Doktor başını hafifçe salladı. “Defne de iyi. Doğum biraz erken olduğu için bebek şu an yenidoğan yoğun bakım ekibinde gözlem altında. Ama gayet güçlü ağladı, nefes alışları iyi. Birazdan camın arkasından görebileceksiniz.”
O an sanki üzerimizdeki bütün o ağır bekleyiş bulutu dağıldı. Boran kollarını kardeşinin omzuna sardı. “Duydun mu Cihan? Bak iyiler, baba oldun lan!” dedi gülümseyerek ama sesi titriyordu.
Zümra babaanne, ellerini göğe kaldırdı, “Şükürler olsun Rabbim’e!” Gözlerinden yaşlar süzülürken tespih taneleri avucunda titriyordu.
Cihan, hâlâ şok içindeymiş gibi kapıya bakıyordu. “Baba… ben baba oldum.” diye mırıldandı kendi kendine. Hemşirelerden biri yanımıza yaklaşıp konuştu. “Eğer hazırsanız, sizi camın önüne alabilirim. Bebeği görebilirsiniz.”
Dördümüz birden aynı anda adım attık. Koridorun diğer ucundaki küçük odanın önünde durduğumuzda kalbim yeniden hızlanmaya başladı. Hemşire perdeleri araladı. Minicik bir kuvözün içinde, pembe tenli, ufacık bir bebek. Gözleri kapalıydı, başında minicik bir bere vardı. Minik göğsü ritmik şekilde inip kalkıyordu. Yanında bir cihazdan gelen yumuşak bip sesleri vardı ama hemşirenin dediğine göre bu sadece standart gözlem prosedürüydü.
Cihan cama öyle yaklaştı ki alnı neredeyse cama değiyordu. Gözlerinden yaşlar akarken fısıldadı. “Oğlum…”
Boran, kardeşinin sırtına elini koydu. “Daha dün düştüm diye ağlıyordun, şimdi baba oldun ha?” Cihan, bu cümleyle istemsizce gülümsedi. Yüzünde hem yorgunluk hem de tarifsiz bir mutluluk vardı. Başını hafifçe kaldırıp abisine baktı. İkisinin de gözleri dolu doluydu; kelimelere ihtiyaçları yoktu.
Bir an öylece bakıştılar, sonra sanki aynı anda düşünmüşler gibi birbirlerine sarıldılar. Sıkı, sıcacık, bütün duygularını, korkularını, sevinçlerini aynı anda paylaştıkları bir sarılıştı bu. Cihan’ın elleri Boran’ın sırtında kenetlendi, Boran ise kardeşini sıkıca sarmıştı.
Dolu gözlerimle onları izlerken dudaklarımda hafif bir gülümseme oluştu. Zümra babaannenin de buğulanmıştı gözleri ama yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı. Sarılışları biraz daha sürdü, sonra yavaşça birbirlerinden ayrıldılar. Ama aralarındaki sıcaklık, o anın verdiği güç, hepimizin kalbine işlemişti.
O an, o küçücük kuvözün içindeki bebek hepimizi bir araya getirmiş, bütün korkuları sessiz bir sevince dönüştürmüştü. Camın arkasında yatan minik mucizeye bakarken, hayatın bütün endişelerinin bir anda anlamını yitirdiğini hissettim.
Cihan, hemşireden izin alır almaz doğumhaneden çıkan sedyeyle birlikte Defne’nin odasına geçerken bizde eşlik etmiştik onlara. Kapı kapanırken göz ucuyla baktığımda elini Defne’nin saçlarına koymuş, ona bir şeyler fısıldadığını görmüştüm. Zümra babaanne de hemen kapının önüne gidip beklemeye başlamıştı.
Boran’la ben ise yenidoğan bölümünde, o minik kuvözün başında ilerledik tekrardan. Camın ardındaki bebek, gözlerini hâlâ açmamış, minik ellerini göğsüne doğru kapamıştı. Koridor sessizdi. Işıkların beyaz parlaklığı altında, sadece monitörün düzenli bip sesleri vardı. Boran, kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözlerini bebekten ayırmadan konuştu. “Çok küçük, çok güzel…”
Ben de cama biraz daha yaklaştım, başımı hafif yana eğerek o minik yüzü inceledim. “Ve çok güçlü… Daha şimdiden hayata tutunuyor. Baksana erken olmasına rağmen ne kadar sağlıklı. Maşallah.” Boran başını hafifçe salladı. “Cihan’ın oğlu… Ama bak, dudak kenarı tıpkı Defne’ye benziyor.”
İstemsizce gülümsedim. “Sen şimdiden benzetmeye başladın. Birkaç gün içinde karakterini bile çözersin artık.” Diye takılırken o bana yan gözle baktı. “Karakteri şimdiden belli. Yatışına baksana… Rahat, huzurlu. Aynı babası, Cihan’da bebekken böyleydi.”
Kahkaha atmamı engelleyemedim. Boran derin bir iç çekti. “Çok garip İnci, aramızda çok yaş farkı yok ama onun bebekliğini hatırlıyorum ben, düştüğünde ağladığını, oyunlarımızı… Ama şimdi kocaman adam oldu ve kendi oğluna babalık yapacak.”
Söylediklerini duyunca gözlerim doldu ama gülümsemem hâlâ yüzümdeydi. “Zaman gerçekten çok hızlı geçiyor, değil mi?” Boran başını hafifçe salladı, ellerini cebine soktu ve monitöre bakmaya devam etti. “Evet… ama işte hayat bu. Onun için endişelenirken bir yandan da gurur duyuyorsun. Daha dün düştü diye peşinden koştuğumuz çocuk, şimdi baba.”
Bebeğe bakmaya devam ederken gülümsedim. “Şaka maka amca oldun, tebrik ederim.” Dediğimde Boran bana doğru dönerek “Teşekkür ederim yengesi.” Dedi Boran’da benim gibi sevinçli bir tonda. Kollarımı ona doğru uzatıp sarıldığımda anında beni sarıp sarmaladı. O an, sessizlik içinde paylaşılan bir mutluluk vardı; kelimelere gerek yoktu. Gözlerimiz birbirine dolu dolu bakarken, içimizdeki sevinçten hafif bir titreme hissediliyordu.
Bebek annesine teslim edilmek üzere odadan çıkartıldığında bizde odaya ilerledik. Ancak direkt olarak girmeyerek çekirdek aileyi baş başa bıraktık. Muhtemelen o sırada bebeğin ilk kez emzirilmesi gerçekleştirilmişti. Dakikalar sonunda Cihan odanın kapısından bize bakarak içeri çağırdığında üçümüz de içeri girmiştik.
Defne gülümseyen gözlerle oğlunu izlerken direkt yanına ilerledim. “Defne, tebrik ederim canım benim.” Elini tutarken Defne gülümsedi. “Teşekkür ederim…”
Zümra babaanne de yanımıza gelirken ilgiyle baktı Defne’ye. “Ağrın var mı yavrum?” Defne belli belirsiz başını salladı. “Çok yok, merak etme babaanne.” Zümra babaanne elini Defne’nin saçına yaslayıp okşarken gülümsedi.
Boran ile Cihan ise bebeğin başındaydı. Boran hayranca onu izlerken mırıldandı. “Eee ismini ne koyuyoruz bu küçük adamın?” Sorduğu soruyla birlikte Cihan, Defne’ye dönerek baktı. Defne başını sallarken Cihan cevap verdi abisine. “Yavuz Ata.”
Yavuz… Boran’da Zümra babaanne de kalakalırken gözlerinden duygularını anlamak mümkündü. Zümra babaanne dolu gözlerle bebeğe baktıktan sonra Defne’ye ardından da Cihan’a baktı. “Beni o kadar mutlu ettiniz ki yavrularım.” Yanağına damlayan gözyaşını silerken Defne’nin elini tuttu. “Torununu göremedi. Ama siz onun adını yaşatıyorsunuz onda.”
Defne dolan gözlerini saklamak için bakışlarını oğluna çevirirken Boran ve Cihan’da burukça etrafa bakınıyorlardı. Bu mutlu günde kimse o acı günleri hatırlamak istemezdi ama o acı hep kalpte olduğu için ister istemez her an akla geliyordu.
Odadaki ağır hava kapının çalınmasıyla dağılırken Derin’in sesini duydum. “Yeğenim doğmuş dediler, inanamadım.” Kapıdan girerken bakışları odada gezindi. Sonra da Yavuz Ata’da takılı kaldı. Ağzı hafiften açık kalırken usulca bebeğe yaklaştı.
Hemen bebeğin başında duran abisine bakarken konuştu. “Abicim tebrik ederim.” Cihan ona sıkı sıkı sarılırken cevap verdi. “Sağ ol fıstığım.” Derin abisinden ayrılıp yengesine döndüğünde tekrar konuştu. “Tebrik ederim yengecim, Allah analı babalı büyütmeyi nasip etsin.” Sesindeki burukluğu anlamamak imkansızdı.
Ama o bunu umursamadan bebeğe yaklaştı ve tebessümle baktı. “Ne kadar küçüksün sen…” Odaya yayılan sessizlik, Derin’in gülümsemesi ve bakışlarıyla yavaşça yumuşadı. Yavuz Ata’nın minik elleri hafifçe kıpırdarken, Derin ellerini hafifçe kuvözün camına dayadı. “Merhaba minik… Dünyaya hoş geldin, seninle tanışmak için çok sabırsızdım.” derken sesi hem heyecanlı hem de duyguluydu.
Gülümseyerek onu izlerken Derin başını kaldırarak abisine baktı. “İsmi ne bu minik adamın?” dediğinde Boran ile Cihan birbirlerine baktılar. Ardından Cihan mırıldandı. “Yavuz Ata.”
“Abi…” Derin ağlamaklı bir biçimde abisine baktığında sesi titredi. Boran onun ağlamasını engellemek için kolunu omzuna atarken konuştu. “Bu minik adam da halasıyla tanışmak için çok hevesliydi. Şimdi Derin halası ona neler alacak, neler oynatacak?”
“Ay ben ona istediği her şeyi alırım, büyüsün birlikte neler oynarız.” Diye duygusallığından çıkarken hepimiz gülümsedik. Oda, minik bebek ve etrafındaki sevgi dolu bakışlarla dolarken biz de orada, sessiz bir mutluluk ve hafif bir heyecanla durduk. Gelecek, küçük Yavuz Ata’yla birlikte umut doluydu hem geçmişin hatırasını hem de aile sevgisini taşıyacak bir yol başlıyordu.
*****
Birkaç saat daha Cihan ve Defne’nin yanında durup eve gelmiştik. Ben kalmak için teklifte bulunmuştum ama kabul etmemişlerdi. Anne-baba ve bebeğin ilk gecelerini birlikte geçirmelerini istediğimden pek fazla üstelememiştim bende. Zaten yarına çıkarlardı muhtemelen. Eve geldikten sonra akşam yemeğini yemiştik ve herkes bir yere dağılmıştı. Derin odasındaydı, Gamze, Gülsüm Hanım ve Zümra babaanne salondaydı. Boran ise dışarıda, çardakta oturuyordu.
Hazırladığım sütü, salep tozu içeren kupaların üzerine dökerek cezveyi tezgâhın üzerine bıraktım. Çay kaşığı ile salebi karıştırarak karışım oluşturduktan sonra Boran’ın bardağına tarçın ekledim bolca. Çok severdi. Ardından kupaları alarak mutfaktan bahçeye çıktım. Boran’ın yanına gidecektim. Ara ara kendi başına oturup bir şeyler düşünüyordu ama bende onu yalnız bırakmak istemiyordum.
Çardaktan içeri girip yanına doğru ilerlerken bakışları beni buldu. Yüzünde gülümseme oluşurken bakışları elimdeki kupalara kaydı. Beklemeden kupalardan birini ona uzatırken konuştum. “Bol tarçınlı.”
Boran kupayı avuçlarının arasına aldı. Dudaklarının kenarındaki o belli belirsiz gülümseme, sanki kalbime sessizce dokundu. “Unutmamışsın.” dedi kısık bir sesle. Sanki soğuk havada kelimeleri buharlaşıyor, ikimizin arasında asılı kalıyordu.
“Seninle ilgili şeyleri unutur muyum sence ben?” dedim yanındaki kısma otururken. Boran başını yana eğdi, bakışındaki o ifade kalbimi hızlandırdı. Tebessüm ederken bakışlarımı bahçeye çevirdim. Kasım rüzgârı hafif hafif esiyor, çardaktaki ince tüller nazlı nazlı dalgalanıyordu. Kupamdan yükselen salep kokusu, tarçının sıcaklığıyla birleşip içime işliyordu. Ama asıl sıcaklık, tam yanımda oturan adamın bakışlarındaydı.
Boran kupasını masaya bıraktı ve bana doğru biraz daha kaydı. Omzuna yaslanmam için aramızda sözsüz bir davet vardı sanki. Bu daveti kırmayarak başımı omzuna yasladığımda kalbinin ritmini hissettim. Boran başını eğip saç tellerime dokunurken mırıldandı kısık bir sesle. “Üşümüşsün.”
“Birazcık.” dedim ama o an üşüdüğüm tek şey parmak uçlarım değildi; ona duyduğum özlem de bir soğuktu sanki, şimdi yavaş yavaş ısınıyordu. Başımı hafifçe kaldırıp gözlerine bakarken ekledim. “Ama sen ısıtmaz mısın beni?”
Cümlemle birlikte dudakları iki yana kıvrıldı muzipçe. “Bu bir davet mi?” Boran’ın muzipçe kıvrılan dudaklarının altında, gözlerindeki sıcaklık bütün soğuk kasım akşamını eritiyordu. “Belki de…” diye fısıldadığımda gülüşü daha da büyüdü.
O an, sanki aramızdaki hava daha da ağırlaştı; kasım akşamının serinliği, Boran’ın teniyle karışıp içimi ısıtan bir huzura dönüştü. Ellerini hafifçe kaldırdı, parmakları nazikçe yanaklarımı okşarken, “O zaman hemen ısıtayım da daha fazla üşüme” dedi.
Gözlerimi kapattım. Birkaç saniye içinde, dudaklarımız buluştu. Nazikçe dudaklarımı kavrarken içimi tarifsiz bir sıcaklık sardı. Boran’ın dokunuşu yumuşaktı, ama aynı zamanda içinde derin bir kararlılık taşıyordu; her hareketi, ona olan güvenimi ve sevgimi daha da pekiştiriyordu. Dudaklarımda hafif bir titreme hissettim; bu öpücük yalnızca bir dokunuş değil, aynı zamanda içimizde büyüyen duyguların sessiz bir itirafıydı.
Boran’ın elleri saçlarımda dolaşırken, sanki dünyadaki tüm karmaşa, soğuk kasım akşamının melankolisi ve hatta yağan yağmur bile bizim bu anımızın büyüsüne kapılıp duruyordu. Bir süre sonra dudaklarımız ayrıldığında gözlerimi araladım ve Boran’ın gözlerindeki o derin ve sıcak bakışı gördüm. Ardından hafifçe tebessüm etti. “Nasıl ısındın mı?”
“Sanki ısınmadım gibi ama salebi içinde ısınırım. Sen yine de bana sarılmaya devam et.” Dedim muzipçe. Boran burnundan sesli bir nefes verip güldü. “Emriniz olur, bu kollar sizi sarmak için var zaten İnci Hanım.” Kolunu daha sıkı bir şekilde bedenime sararken bende göğsüne daha da yerleştim.
Bir süre kollarında bu şekilde kaldıktan sonra hafifçe geri çekildim. “Sen ne yapıyordun burada? Rahatsız etmedim seni değil mi?” meraklı gözlerle ona baktığımda sitemle baktı gözlerime. “Sen beni rahatsız edebilir misin acaba, söylediğin şeye bak.”
“Ne bileyim insan bazen kendi oturup düşünmek ister ya.” Diye kendimi açıkladığım sırada Boran bakışlarını benden çevirip ileriye doğru baktı. “Kendim de düşünüyorum ama sonra aklıma sözlerin geliyor, ben sana nefes olurum dediğin anlar zihnime dolduğu anda aslında yalnızlığımda bile seni istediğimi fark ediyorum ben İnci. Yani ben yalnız kalmak istediğimde bile sen yanımda ol.”
Boran’ın sözleri kalbime dokunurken gözlerim doldu anında. “Olacağım, ne zaman istersen veya istemesen ben yanında olacağım.” Dedim elini tutarak.
Sessizlik içimize işlerken yavaş yudumlarla salebimizi içmeye devam ettik. Onun dediği gibi insan sessizlikte bile birinin yanında olduğunu hissetmeliydi ve bende onun yanındaydım. Elimden geldiğince de olacaktım.
Birbirimizin sessizliğinde saleplerimizi bitirdiğimizde oturduğum yerden ayaklandım. Boran’a doğru elimi uzatıp kupayı vermesini işaret ederken Boran beklemediğim bir şey yaparak elimi tuttu ve beni kendisine doğru çekti. Bu hamlesiyle dengem şaşarken ellerimden birini göğsüne yaslayıp diğerini ensesine sardım. Kalçam Boran’ın dizlerine yaslanırken anlık hissettiğim heyecanla mırıldandım. “Ne yapıyorsun?”
Boran, gözlerimin içine derin derin bakarken, nefesinin sıcaklığı yüzüme vuruyordu. “Ne yapıyorum?” derken sesi alçak ve kararlı, adeta kendi içinde büyüyen bir ateşi saklar gibiydi. Yüzlerimiz arasındaki mesafe öyle azalmıştı ki, her an birleşecekmiş gibi bir gerilim vardı.
Nefeslerimiz birbirine karışıyor, o an sanki zaman duruyordu. Elleri hafifçe omuzlarımdan aşağı kayarken, parmakları nazik ama güçlü dokunuşlarla sırtımı keşfediyordu. Kalbim göğsünde öyle hızlı atıyordu ki, sanki her ritmiyle beni ona biraz daha yaklaştırıyordu.
“Bir gören olacak…” diye utangaç bir şekilde mırıldandığımda gözlerini devirdi. Aynı anda yüzünde o meşhur muzip gülümsemesi belirdi. “Görsünler, karım değil misin?” derken sesi tatlı bir meydan okuma taşıyordu.
Bu sözler, içimdeki çekingenliği bir anda eritip yerine cesaret ve mutluluk bıraktı. Gözlerim parladı, hafifçe gülümsedim. “Öyleyim.” diyerek daha da yaklaştım ona, nefesimizin sıcaklığı birbirine karışırken, aramızdaki o büyülü an yeniden derinleşti.
Boran, ellerini saçlarımda dolaştırıp beni kendine daha da çekti; o an, kasımın soğuk ve melankolik havası yerini tutkulu ve samimi bir sıcaklığa bırakıyordu. “O zaman, herkes görsün,” dedi fısıldayarak, “bizi, bu anı ve birbirimizi.”
Boran’ın o muzip cümlesiyle aramızdaki buzlar tamamen erirken, gözlerimdeki ışıltı onu daha da cesaretlendirdi. Dudaklarımı bu sefer ben dudaklarına nazikçe bastırdığımda Boran yavaşça başını yana eğerek karşılık verdi. İlk temas hafif, nazikti; sanki uzun zamandır beklenen bir sözün fısıltısı gibiydi.
Sonra öpücük derinleşti, tutkuyla doldu; Boran’ın elleri saçlarımda nazikçe dolaşırken, benim ellerim de boynuna dolandı. Kalbim onun göğsüne sıkıca yaslanmışken, nefeslerimiz karıştı, zaman sanki bir an durdu.
Boran dudaklarını benimkilerimden ayırmadan hafifçe gülümsedi, sonra tekrar daha yoğun, daha arzulu bir şekilde beni kendine çekti. Her öpücük, içinde bir sürü duygu taşıyor, bir araya gelen iki kalbin ritmini yükseltiyordu. O an yalnızca biz vardık; dış dünyadaki soğuk kasım akşamı, yağmurun melodisi, hepsi unutulmuştu.
Öpücüklerimiz arasında Boran’ın dudaklarından hafifçe fısıldayan bir ses geldi: “Seninle her an, her dokunuş, bir ömre bedel…” Ben de ona karşılık verdim, yumuşak ama aynı zamanda kararlı bir tonda. “Bize dair her şey, seninle yaşadığım her an hayatımın en değerli yanı.”
Boran’ın kolları daha da sımsıkı sardı beni, gözlerimizi açmadan, o anın içinde, sadece birbirimizin sıcaklığında kaybolduk. Her öpücük, her dokunuş, kelimelerin anlamsız kaldığı yerde, aramızdaki bağın daha da güçlendiğinin sessiz bir kanıtıydı.
*****
Yazarın anlatımından,
Boran üzerine giydiği siyah gömleğinin yakalarını düzelttikten sonra ceketini de giyerek aynadan kendine baktı son kez. Bakışları yatakta uyuyan sevdiği kadına kaydığında iç geçirdi. Adımlarını yatağa atıp İnci’nin tam yanında durarak hafifçe eğildi ve kadının saçlarını öperken kokusunu ciğerlerine doldurdu.
Odadan çıkarken içi içini yemeye başlamıştı. İnci’ye yalan söylemek, ondan gizli gece gece çıkmak hiç içine sinmiyordu. Onu kandırma düşüncesi kalbine oturuyordu ama mecburdu. Bir işe girmişti ve olacakları göze almıştı. Tek korkusu İnci’nin her şeyi öğrenip ondan uzaklaşmasıydı, ondan kaçmasıydı.
Kaçmayacağım demişti, savaşacağım, hep seninle olacağım demişti. Çabasını her hareketiyle belli etmişti. Hala utangaçtı belki ama eski İnci değildi. Artık isteklerini daha net belli ediyordu. Boran’ı sevdiğini, onu istediğini anlatıyordu gözleri de, davranışları da. Boran zaten buna inandığı için tavrını değiştirmişti. İnci’nin samimiyetine inandığı için kırgınlığı azalmıştı.
Ama şimdi de içini yiyip bitiren ondan gizlediği şeylerdi. Zaten bir şeyler gizlediği için ortaya çıkmıştı bazı sorunlar ama bunu da söyleyemezdi. Ama açıklaması da vardı ve o açıklamayı yaptığı zaman İnci onu anlardı, bir nebze o içini ferahlatıyordu.
Evden çıktığında direkt olarak hazır olan arabasına ilerledi. Araca binmeden önce korumalardan birine seslendi. “Kuş uçmasın, gözünüzü dört açın.”
“Merak etmeyin efendim.” Koruma onu onaylarken hiç beklemeden arabaya bindi Boran. Fatih aracı bahçeden çıkartırken Boran camdan dışarıya doğru baktı. Yolculuk çok uzun değildi. Gidecekleri yer limandı.
Kısa süre sonra o bilindik yere geldiklerinde Boran araçtan indi. Kabanının yakasını düzelterek Mert ve Fatih ile yürümeye başladı.
Gece, limanın üzerine çökmüştü. Uzakta deniz, derin bir uğultuyla kıyıya vuruyor, vinçlerin paslı kolları sisin içinde ağır ağır hareket ediyordu. Tuz ve mazot kokusu birbirine karışmış, havada metalik bir ağırlık bırakmıştı.
Konteynerlerin arasında bekleyen iri yapılı bir adam, onu fark edince toparlandı. Rauf’tu bu; bu gece yapılacak sevkiyattan sorumlu kişiydi. Karadeniz’den gelen yük, gece yarısından önce teslim edilmeliydi. Boran yaklaşırken ne bir selam aldı ne de selam verdi. Sadece gözleriyle adamı süzdü; bir anlığına, bakışlarının Rauf’un üzerindeki ceketi delip içine gireceğini hissettirdi.
Kenar tarafta, hafifçe karanlığa yaslanmış Sadık Ağa duruyordu. Yaşına rağmen dik duruyor, gözleri Boran’ın her adımını izliyordu. Onun ne söyleyeceğini ne kadar sertleşeceğini iyi bilirdi. Bazı adamlar gücünü bağırarak gösterirdi; Boran ise sessizliğin içinde konuşarak. Yavuz ile daha yakın olduğundan onu iyi tanırdı, zaten o yüzden başa geçmesi için onu düşünmüştü.
Boran konteynerin önünde durdu. Ellerini arkasında birleştirdi, başını hafifçe eğerek kilitli kapıya baktı. “Saydırdın mı?” diye sordu. Sesi ne sertti ne de yumuşak; ama tartışmaya kapalı bir tonla, kelimelerin ucunda ince bir tehdit taşıyordu.
Rauf hemen cevap verdi. “Evet, eksiksiz.” Boran, başını hafifçe yana eğdi, gözlerini ondan ayırmadan. “Eksiksiz…” dedi, kelimeyi bir süre havada tuttu. “Bu kelimenin ne anlama geldiğini biliyor musun?”
Rauf yutkundu, boğazındaki düğüm sesini bastıramadı. “Biliyorum,” diyebildi yalnızca.
Boran’ın dudak kenarı belli belirsiz kıvrıldı ama bu gülümsemenin içinde sıcaklıktan çok soğuk bir ironi vardı. Bir adım yaklaştı, aralarındaki mesafeyi yalnızca nefeslerin doldurduğu o dar noktaya geldi. “Biliyorsan, neden üç sandık öndeki konteynerden alınıp buraya taşınmış? Elini sen mi sürdün, yoksa bir başkası mı?”
Adamın yüzünden renk çekildi. Boran’ın bunu nereden bildiğini sorguladı bir an için. Gözleri sağa sola kaydığında işçilerin telaşlı bakışları aralarındaki gerginliği daha da büyütüyordu. Arka tarafta Mekâncı Şeref sessizce duruyor, nefesini bile sessiz alıyordu. Boran’ın sorgusunu izlemek, sanki bir mahkeme salonunda idam kararının açıklanmasını beklemek gibiydi.
“Bir karışıklık olmuş olmalı.” Rauf kendini savunurken sesinde savunma değil, çaresizlik vardı. Boran, başını hafifçe salladı, gözlerini Rauf’un gözlerinde sabitleyerek konuştu. “Benim işimde karışıklık olmaz. Burada tek bir hata, yarın bu limana polis indirir. Ve polis görürse…” Sözünü bitirmedi. Sadece parmağını hafifçe Rauf’un göğsüne dokundurup geriye çekildi. “…ben de görürüm.”
O an rüzgâr sertleşti, konteyner kapılarındaki zincirler gürültüyle sallandı. Boran, yanında dikilen Fatih ve Mert’e dönüp kısa bir bakış attı; bu bakış, yüz kelimeden fazlasını anlatıyordu. Sandıklar tek tek sayılacak, listelerle karşılaştırılacak, tek bir eksik ya da fazlalık bulunursa önce ona, sonra Rauf’a bildirilecekti.
Sadık Ağa, hafifçe başını eğerek sessizce geriye çekildi. Boran’ın bakışıyla emir verildiğini, sözle tekrarlamaya gerek olmadığını biliyordu. Mekancı ise cebindeki deftere bir not düşerken “Bu gece uzun geçecek” diye mırıldandı kendi kendine.
Sandıklar ağır bir gıcırtıyla yerlerinden çıkarıldığında Boran izlemeye koyuldu onları. Her birinin üzerindeki damgalar, gece lambalarının solgun ışığında parlıyordu. Tuz, yağ ve eski tahta kokusu karışmış; havayı keskin bir şekilde doldurmuştu. Mekancı Şeref, eldivenlerini takıp ilk sandığın kilidini açtı. Tahtanın çatırdaması, sessizliğin içinde tok bir ses gibi yankılandı.
İçerisi, olması gerektiği gibi silah kasalarıyla doluydu. Ancak Boran’ın yüzünde hiçbir gevşeme belirtisi yoktu. Onun için ilk sandığın doğru olması hiçbir şey ifade etmezdi; güven, tek bir sağlam zincire değil, tüm halkaların kusursuzluğuna bağlıydı.
İkinci sandık açıldığında, içinden yine silah kasaları çıktı. Fakat üçüncü sandıkta, kapak açılır açılmaz içeriden silah yerine yağlı bir bezle sarılmış, ağır bir çuval ortaya çıktı. Şeref kaşlarını çattı, çuvalı çıkardı. Çuval, yere bırakıldığında metalin sert sesi duyuldu ardından altın rengi ışık parladı.
Sandığın başında bulunan herkesin nefesi bir anlığına durdu. Altın külçeleriydi bunlar.
Boran, ağır adımlarla sandığın yanına geldi. Eğilmedi, dokunmadı. Sadece gözleriyle altınları süzdü. O an sessizlik öyle yoğunlaştı ki, uzaktan geçen geminin sireni bile boğuk duyuldu ve orada diken üstünde bulunan herkesin içine işledi.
“Bu sevkiyattan önce bir şey demiştim, benim iznim olmadan bu liman ne silah saklar, ne altın. Burada sadece benim ticaretim döner. Bunun içine başka birinin malı girmişse…” Sözleri ağır ağır ilerledi, kelimelerin ağırlığı herkesi biraz daha içine çekti. “Demek ki ya benim adamım satılmış… ya da benim adamım aptallık yapmış.”
Rauf’un alnından soğuk ter süzülürken dudakları kıpırdadı ama kelime çıkmadı. Boran, ona bakmadan Şeref’e dönerek tek bir kelime söyledi. “Kes.”
Şeref hiç tereddüt etmedi. Çuvalın ağzını kesti ve o anda altın külçeler kum gibi yere saçılarak limanın taş zemininde tok bir ses çıkardı. Boran, Rauf’a döndü. “Bu altınlar kimin, öğreneceğiz. Öğrenene kadar…” dedi ve yanındaki adamlara göz ucuyla işaret etti. Mert ve Fatih, Rauf’un kollarına yapışırken anında dizlerinin üstüne çökertti.
Boran eğilerek onun göz hizasına geldi. Sesini düşürdü ama soğukluğu daha da keskinleşti. “Ben sana ‘eksiksiz’ kelimesinin ne anlama geldiğini sormuştum. Şimdi öğreneceksin.” Dedikten sonra doğrulup başıyla işaret etti. “Götürün.”
Rauf, Mert ve Fatih’in arasında sürüklenerek karanlığa doğru kayboldu. Ayak sesleri, limanın taş zemininde yankılanırken Boran, sessizce başını çevirip arkasında sıralanmış adamlara döndü. En önde Sadık Ağa vardı. Yaşına rağmen dimdik duruyor, ama bakışları Boran’ın gözlerinde değildi; denizin karanlığına dalmış gibiydi.
Boran, ilk önce ona seslendi. “Sadık Ağa… Sen bu limanın nefesini benden iyi bilirsin. Hepiniz benden iyi bilirsiniz yıllarca bu işi yaptınız.” Derken gözlerini Sadık ağadan ayırmadı, ona doğru bir adım atarken sert bir sesle devam etti. “Fakat görüyorum ki yıllarca bu işi yapmak size bir katkı sağlamamış.”
Sadık Ağa, sözleri sessizce dinledi. Başını biraz eğdi ama gözlerinde hafif bir sızı belirdi. Boran ise durmadı. “Yıllar, bir adamı ustalaştırır. Ama siz yılları sadece yaşlanmak için harcamışsınız. Bugün burada gördüğüm, tecrübe değil… gaflet.” Dedi üstüne bastırarak.
Sessizlik ağırlaştı. Limanın ışıkları, taş zeminde altın yansımalar bırakıyordu. Boran bakışlarını tüm ekibin üzerinde gezdirdi. “Bir hata sadece yapanı yakmaz. Yanında duran da yanar. Çünkü bu masada kimsenin suçu tek başına değildir. Biri yanlış yaparsa, beş kişi bakıyordur, üç kişi görmüştür, biri mutlaka bilmiştir.”
Bir adım öne çıktı. Rıhtım ışıkları yüzüne vurduğunda herkes bakışlarının sertleştiğine an be an şahit oldu. “Bu limanda, bu depolarda, bu masada… Benim iznim olmadan bir taş bile yerinden oynarsa, o taşın altından hepiniz çıkarsınız. Bugün Rauf gitti, yarın belki yanınızdaki gider. Kendinizi korumak istiyorsanız, önce masayı koruyacaksınız.”
Sadık Ağa, gözlerini yere indirip sessizce başını salladı. Diğerleri de onun hareketini takip etti. Boran ise bunu teslimiyet olarak gördü ama ses tonunu değiştirmedi. “Rauf birkaç gün misafirimiz olacak ama bilirsiniz misafirliğin kısası makbuldür. Arkadaşınız tekrar aranıza dönmezse merak etmeyin. Bu da size bir ders olur, arkadaşlarınızı daha iyi seçersiniz bundan sonra.”
Boran’ın sözleri limanın soğuk gecesine ağır bir gölge gibi düştü. Rıhtımın sessizliğini sadece denizin dalga sesi ve uzaktan çalan martı çığlıkları bozuyordu. Boran, gözlerini tek tek orada bulunan adamlara dikti; her biri içinde büyüyen o soğuk otoritenin yükünü hissediyordu.
Hiçbir kelime daha sarf etmedi. Soğukkanlı adımlarla, ağır ve kararlı bir yürüyüşle limanın taş zeminine doğru ilerledi. Arkasında kalanlar, konuşmaya cesaret edemedi; sessizlik, üzerlerine bir battaniye gibi çökmüştü.
Aracına yaklaştığında, bir an durdu ve etrafına baktı. Gözlerindeki o sert bakışlar, limanı ve içindekileri bir kez daha uyarıyordu. Sonra kapıyı açıp içine geçti, motorun sessiz vızıltısı geceye karıştı.
◔◔◔
Lansman günü - 27 Aralık
İnci Aral Demirhanlı’nın anlatımından,
“Hoş geldiniz, çok mutlu oldum gelmenize.” Karşımdaki adamın elini sıkarken büyük bir tebessüm ettim. “Davet ettiğiniz için biz teşekkür ederiz.” Bakışlarımı yanındaki eşine çevirerek onun da elini sıkarken Boran’da beyefendinin elini sıktı. Benden önce de abim bir tur konuşmuştu onlarla.
Heyecandan yerimde kıpırdanırken gelen misafirler salona doğru ilerlemeye başladı. Aniden belimde hissettiğim elin sıcaklığı ve Boran’a doğru çekilmemle birlikte fısıltısını işitmem bir oldu. “Sakin ol güzelim, her şey yolunda.”
“Olamıyorum, ilk defa yaşıyorum böyle bir şeyi.” Derken misafirlere gülümsemeye devam ettim.
O sırada kapıdan gelen dörtlüyü görerek yönümü onlara çevirdim. Zümra babaanne, Derin, Gülsüm Hanım ve Gamze tüm şıklıklarıyla geliyorlardı. Cihan ve Defne gelemeyeceklerdi ama biz zaten evde görüşmüştük. Bebekle ilgilenmeleri daha doğruydu. Ama beni asıl şaşırtan Derin olmuştu. Yüzünden çok mutlu olmadığı anlaşılıyordu ama buraya gelmesi bile iyi bir şeydi.
“Hoş geldiniz.” Direkt olarak Zümra babaannenin elini öperken o bana sarıldı. Onun ardından Gülsüm hanım ile tokalaştıktan sonra Gamze ile öpüştüm. En sona Derin kaldığında onunla da öpüşürken kulağına doğru mırıldandım. “Gelmene çok sevindim.”
Derin bana küçük bir tebessüm ederken sırayla abisiyle de sarılıp masalarına doğru ilerlediler. Yavaş yavaş misafirler geldikten sonra bizde masamıza ilerledik.
Lansman programına göre konuşma saatinin gelmesiyle program sunucusu sahneye çıkarak konuştu. “Açılış konuşmasını yapmak üzere Aral Holding yönetim kurulu başkanı İnci Aral Demirhanlı’yı sahneye davet ediyorum.”
Oturduğum yerden ayağa kalktığımda hemen yanımda oturan Boran elimi tuttu. Sahneye kadar bana eşlik ederken alkışlar ikimiz içindi. Yüzümde gülümsemeyle sahnenin merdivenlerine çıkıp kürsüye ilerledikten sonra mikrofona doğru eğildim.
Mikrofonun başında kısa bir an durup kalabalığa baktım. Salonun ışıkları yüzüme vuruyordu ama ben arka sıralardaki heyecanı, ön sıralardaki merakı net bir şekilde hissedebiliyordum. Derin bir nefes aldım.
“Değerli misafirlerimiz, sevgili dostlar,” dediğimde sesim hoparlörlerden salonun her köşesine yayıldı. “Bugün burada sadece bir lansman için değil, geleceğe birlikte bir adım atmak için buluştuk. Aral Holding olarak yıllardır sürdürdüğümüz yenilik ve güven temelli yolculuğumuzun yeni bir durağındayız ve bugün, o durağı hepinizle paylaşmaktan büyük gurur duyuyorum.”
Bir an durup salondaki gözlerle temas ettim. Boran en ön sırada, hafifçe başını sallayarak beni izliyordu.
“Yeni mobil uygulamamız, yalnızca bir teknoloji ürünü değil, aynı zamanda sizin hayatınızı kolaylaştıracak bir yol arkadaşı. Onu geliştirirken tek bir hedefimiz vardı: İnsanlara zamandan kazandırmak, hayatlarını daha düzenli, daha keyifli ve daha verimli hale getirmek. Günlük işlemlerinizi tek dokunuşla halledebildiğiniz, size özel öneriler sunan ve her zaman yanınızda olan bir asistan gibi düşünün.”
Arka taraftan bazı notlar alan gazetecilerin kalem sesleri hafifçe geliyordu.
“Bu uygulama,” diye devam ettim. “Sadece bugünün değil, yarının ihtiyaçlarını da gözeterek tasarlandı. Kullanıcı deneyimini merkeze alan, güvenliği en yüksek seviyede tutan ve herkesin kolayca kullanabileceği bir arayüzle karşınızdayız. Çünkü biz biliyoruz ki teknoloji ancak insana dokunduğunda gerçek anlamını bulur.”
Gülümseyerek sözlerimi toparladım “Bugün bu sahnede, geleceğin ilk adımını atıyoruz. Ve o adımı, sizinle atmaktan daha büyük bir mutluluk olamaz.”
“Bu noktaya gelmemizde yanımda olan herkese teşekkür etmeden sözlerimi bitiremem. Öncelikle, her zaman yanımda duran, zor anlarımda omuz veren canım abime…” derken abime ve hemen yanındaki yengeme baktım. “Bana inanan, fikirlerime değer veren ve bu projeyi birlikte omuzladığımız Aral Holding ailesine…” derken gözlerim şirketin birlikte çalıştığımız tüm elemanlarına kaydı.
“Ve en önemlisi, bugün burada bana eşlik eden, desteğini kelimelerle ifade etmenin bile eksik kalacağı sevgili eşime teşekkür ederim… İyi ki varsınız.” Derken de beni sahnenin hemen kenarında bekleyen sevdiğim adama baktım.
Onun gözlerinde gurur görmek, benim cümlelerimle dudaklarında oluşan gülümsemeyi görmek ödül gibiydi. Salonda alkışlar biraz daha içtenleşti. Bazı bakışlar Boran’a çevrildi, o da hafifçe gülümseyerek başını eğdi.
“Biliyorum ki, başarı yalnızca bir kişinin değil, birlikte yürüyen bir ekibin eseridir ve biz bu ekiple çok daha fazlasını başaracağız. Hepinize yürekten teşekkür ederim. Şimdi, gelin birlikte bu yolculuğa başlayalım.”
Alkışlar salonda yankılanırken, kürsüden bir adım geri çekildim. İçimde hem gurur hem de hafif bir heyecan vardı. Çünkü biliyordum ki bu sadece bir başlangıçtı.
Kürsüden inerken Boran elini bana uzattı. Parmaklarının sıcaklığı, sahnedeki tüm gerilimi sessizce alıp götürdü. Merdivenlerden inerken adımlarım daha güvenliydi çünkü o yanımdaydı. El ele yerimize dönerken salonun ışıkları biraz kısıldı ve dev ekranda ilk slayt belirdi.
Proje müdürümüz sahneye çıktı, hafif bir tebessümle mikrofona yaklaştı. “Şimdi hepinizin merak ettiği uygulamamızı tanıtma zamanı.”
O an, sunumu dinlerken içimden geçenleri kendi kendime tekrarladım. Bu uygulama, insanların günlük hayatındaki küçük ama yorucu detayları tek bir yerde toplamak için tasarlandı. Banka işlemleri, fatura ödemeleri, takvim ve hatırlatıcılar, hatta kişisel notlar… Hepsi cepte, tek bir ekranda. Üstelik yapay zeka desteği sayesinde, size özel öneriler sunuyor; gününüzü planlıyor, alışkanlıklarınızı takip ediyor, güvenliğinizi en üst seviyede tutuyor.
Sunum ekranında renkli grafikler, kısa videolar dönüyordu. Her kare, aylarca süren emeğin sessiz bir kutlaması gibiydi. Boran’ın yanımda oturuşu, omzuma hafifçe değen kolu… Bütün bunlar, anın anlamını daha da büyütüyordu.
Sunumun birkaç slaytından sonra ışıklar biraz daha kısıldı, salon derin bir sessizliğe gömüldü. Ekranda uygulamanın tanıtım videosu başladı. İlk görüntü, sabah telaşında elinde kahvesiyle evden çıkan bir genç kadındı; uygulama sayesinde otobüs saatini anında öğreniyor, faturalarını tek dokunuşla ödüyor, toplantı saatini hatırlatan bir bildirim alıyordu.
Müziğin temposu hafifçe yükseldikçe sahnede görüntüler değişti: Yurt dışında tatilde olan bir çift, anında döviz kuru çevirisi yapıyor; yaşlı bir adam, ilaç saatini uygulamanın hatırlatmasıyla kaçırmıyor; üniversite öğrencisi, notlarını buluta kaydedip arkadaşlarıyla paylaşıyordu.
Salondaki yüzlerde farklı ifadeler belirdi. Ön sıralarda oturan yatırımcılar başlarını onaylar şekilde sallıyor, arka tarafta genç çalışanlarımız gülümseyerek birbirine fısıldıyordu. Ben ise tüm bunları izlerken, bu projenin yalnızca bir yazılım değil, hayatlara dokunan sessiz bir yardım eli olduğunu bir kez daha hissediyordum.
Video, “Her an yanında, her işinde kolaylık” sloganıyla sona erip ışıklar yeniden açıldığında alkışlar bu kez daha coşkuluydu. O an abimle birbirimize baktık. Dedemin bize emanet ettiği şirketi bugün bu noktaya taşımış olmanın sessiz gururu gözlerimizde buluştu.
Bakışlarımız yıllar önce dedemin çalışma odasında, eski ahşap masanın başında oturup gelecek hayalleri kurduğumuz günler vardı. Ben daha küçücük bir kızken dedem işin inceliklerini anlatır, “Bir şirket, ancak insanına değer verirse yaşar” sözlerini tekrar ederdi. Şimdi o sözler, bu kalabalık salonda yankılanmıyordu belki, ama her detayında hissediliyordu.
Alkışların sıcaklığı yavaş yavaş çekilirken, sahneye yeniden proje müdürümüz çıktı. Büyük ekranda uygulamanın canlı demosu başladı. Birkaç saniye içinde fatura ödendi, takvime hatırlatma eklendi, anlık döviz çevirisi yapıldı. O kadar basit görünüyordu ki… O an düşündüm, bu ekrandaki kolaylığın arkasında aylarca süren uykusuz geceler, sayısız toplantı, defalarca yenilenmiş kodlar vardı.
Salondaki misafirler dikkatle izliyordu. Bazılarının yüzünde merak, bazılarında hayranlık vardı. Özellikle arka sıralarda genç çalışanlarımızın gözleri parlıyordu; bu proje, onların da alın teriydi.
Demonun ardından, basın mensupları ve yatırımcılar için soru-cevap bölümüne geçildi. Sorular peş peşe geldi: “Veri güvenliği nasıl sağlanıyor?”
“Gelecek güncellemelerde hangi özellikler olacak?”
Proje ekibimiz, her birini sabırla ve güvenle yanıtladı. Bu sırada ben, sahnenin kenarından onları izlerken içimden gururla ‘İşte dedemin öğrettiği o güven, bu insanlarda yaşıyor’ diye geçirdim.
Kısa bir kahve molasında fuaye alanına geçildiğinde misafirler, deneyim istasyonlarında uygulamayı kendi telefonlarına indiriyor, çalışanlarımız onlara birebir tanıtım yapıyordu. Arada, “Gerçekten işime yarar bu” ya da “Tam da aradığım şey” gibi fısıltılar duyuluyordu. O cümleler, bütün yorgunluğun en güzel ödülüydü.
Uzaktan tüm bunları izlerken ismimin seslenilmesiyle şaşırarak ismimi seslenen kişiye döndüm. Tanıdıktı, Rüzgâr Soylu. Şaşkınlıkla ona bakarken o elini bana doğru uzattı. Elini tutup sıkarken Rüzgar bey konuştu. “Tekrar karşılaşmamız ne güzel.”
Belli belirsiz başımı sallarken bir an sustum. Davetli listesinde Soylu Holding yazıyordu ancak gelecek olan kişinin Rüzgâr bey olduğunu hiç düşünmediğim için bana sürpriz olmuştu.
“Sadece psikolog olduğunuzu düşünmüştüm, Aral Holding’in yönetim kurulunda olduğunuzu düşünmemiştim açıkçası. Uzun süredir yurt dışında olduğumdan gündemi takip edemedim, babanız şirketi size emanet etti anlaşılan.” Kendince çıkarımlarını paylaşırken küçük bir gülümsemeyle karşılık verdim. “Dedem emanet etti.”
Rüzgar bey cümlemle şaşırır gibi olsa da tavrını hiç bozmadan devam etti cümlelerine. “Ne güzel, sizde başarıyla emanetine sahip çıkıyorsunuz. Uygulamayı inceledim, gerçekten başarılı. Zaten sizin gibi birinden de bu derece özenli ve güzel bir proje beklenirdi. Kadınlar her alanda olduğu gibi bu işte de işlerimizi kolaylaştırmamıza yardımcı.”
Rüzgar Bey’in sözleri havada asılı kaldı. Gözlerindeki hafif parıltı, dudak kenarında belli belirsiz bir tebessüm… Her şey, karşımdaki adamın söylediklerinden çok söylemediklerinin daha fazla anlam taşıdığına işaret ediyordu.
Küçük bir tebessüm etsem de bakışlarımı kaçırdığımda salonun köşesinde tanıdık olan o bakışla karşılaştım. Boran. Göz göze geldiğimiz an yürümeye başladığında adımlarının sertliği, bakışındaki gölge ve dudaklarının kenarına yerleşmiş o keskin ifade dikkatimi çekti… Kalabalığın arasından geçerken, gözleri sürekli üzerimdeydi. İnsanlar ona selam verirken kısa, baştan savma bir şekilde karşılık veriyor, neredeyse yürümeye bile devam etmeden geçiyordu.
Rüzgâr Bey ise hâlâ konuşuyordu. “Bir de Aral Holding’in sürdürülebilirlik projelerine olan katkılarınızı duydum. Yurt dışında pek çok şirket sizin gibi bir vizyona sahip değil.”
Ben kibarca gülümsemeye çalışırken Boran yanımıza gelmişti çoktan. Sahiplenici bir biçimde belimi kavrarken mırıldandı. “Seni arıyordum.” Karşımızdaki adamı hiç umursamadan direkt bana bakarken Rüzgar bey karşılık verdi benim yerime. “İnci Hanım’la küçük bir sohbet ediyorduk. Kendisi gerçekten etkileyici bir proje yürütüyor.”
Boran’ın sert bakışları ona döndüğünde başını salladı belli belirsiz. “Biliyorum.” Boran’ın sesi sakin gibi görünse de, kelimelerinin altına gizlenmiş bir sahiplenme vardı. Dudaklarının kenarı neredeyse belli belirsiz bir gülümseme oluşurken ekledi. “O yüzden zaten onun en büyük destekçisiyim.”
Rüzgar Bey, hafifçe kaşlarını kaldırdı. Bu tepkiyi bekliyormuş gibi, kadehini iki parmağının ucunda yavaşça çevirdi. “Ne mutlu… Güçlü bir destek, başarıyı daha da pekiştirir.” Söylediği her kelime ağır ağır havada dolaştı, sanki salonun uğultusu bile onları yutmaya çekiniyordu.
Ardından ekledi. “Resmi olarak tanışmamıştık. Rüzgar Soylu.” Rüzgar bey elini uzattığında Boran beklemeden tutup sıktı. “Boran Demirhanlı.”
Tokalaşma, kibar bir selamdan çok sessiz bir bilek güreşini andırıyordu. Parmakların sıkılığı, bakışların derinliği… İkisi de farkında olmadan değil, bilerek ölçüyordu birbirini.
“Memnun oldum,” dedi Rüzgar, ama sesindeki ton, kelimenin aksine fazla nötr, fazla mesafeli geldi.
Boran’ın dudak kenarı, bir gülümsemeye benzer ama daha çok meydan okuma tadı taşıyan bir çizgiye dönüştü. “Ben de,” diye karşılık verdi.
Aralarındaki tokalaşma bir saniye fazla sürmüş gibiydi. Elleri ayrıldığında Boran belimi daha sıkı kavrayarak bakışlarını sürdürdü. Rüzgar, göz ucuyla bu teması fark etti muhtemelen ama tepkisini sakladı. Sadece bana dönüp, kadehini hafifçe kaldırarak konuştu. “İnci Hanım, projenizin detaylarını konuşmak isterim. Vaktiniz olursa… belki daha sakin bir zamanda.”
“Uygulama tanıtımları hakkında stantlarımız bir süre devam edecek, oralarda karşılaşma fırsatımız olursa seve seve anlatırız.” Dedim gülümsemeye çalışarak. Baş başa olmak istemeyip genel proje elemanlarını da dahil ederek söylediğim şeyle Rüzgar bey başını salladı. Ardından Boran’a bakıp baş selamı verdi. “İyi günler.”
Boran, onun gidişini gözleriyle takip etti. Parmakları hâlâ belimdeydi, biraz daha sıkıca kavrayarak bana eğildi. “Bu adamın bakışını hiç sevmedim.” Sesinde, sadece kıskançlık değil, aynı zamanda eski bir sezginin uyandırdığı rahatsızlık da vardı.
“Boş ver, tekrar görüşmemiz zor bir ihtimal.” Diyerek Boran’a baktığımda o söylediğimden tatmin olmamıştı.
Molanın bittiğini haber veren zil sesiyle tekrardan içeri girdiğimizde son konuşmalar yapıldıktan sonra büyük sahnede toplu bir hatıra fotoğrafı çekildi. Gazeteciler özellikle Boran ile ikimizi ayrı bir şekilde çektikten sonra etkinliğin sonuna gelindi.
Etkinlik bitiminde her misafire, üzerinde şirketimizin logosu olan özel tasarım bir powerbank ve uygulamanın tanıtım kitapçığı hediye edildi. İnsanlar salonu yavaş yavaş terk ederken, biz kalmıştık. Abimle göz göze geldik, ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk: Bu, dedemin bize bıraktığı emaneti gururla taşıdığımızın kanıtıydı.
Misafirler azalmaya başlamışken salonun kalabalığı yavaş yavaş erimişti. Zümra babaanneler de tebriklerini iletip gitmişlerdi. Beni yalnız bırakmadıkları için minnettardım onlara. Fuaye alanının köşesinde Doğa yengem, abim ve ben yan yana durmuş hem günün yorgunluğunu hem de içimizde büyüyen hafif bir gururu paylaşıyorduk.
Tam o sırada, elindeki kahve bardaklarının bulunduğu tepsiyle gelen sevdiğim adamla dikkatimi ona verdim. “Çok iyi bir iş başardınız, yorgunluk kahveleriniz de benden olsun.” Boran samimi bir biçimde konuşurken tepsiyi önümüzdeki masaya bıraktı. “Bir tanesin, çok ihtiyacım vardı.” Diyerek Boran’a yöneldiğimde beni kolunun altına aldı.
“Teşekkür ederiz.” Abim küçük bir tebessüm ederken Doğa yengem konuştu. “Boran haklı, yoruldunuz ama çok güzel oldu bence.” Abime ardından da bana gururlu bir şekilde bakarken karşılık verdim. “Umarım herkes sizin gibi düşünüyordur.”
Kahvemden bir yudum içerken abim alaylı bir biçimde Boran’a döndü. “Hadi yine iyisin, bir ara sahnenin yıldızı sen oldun.” Bu cümleyle yengemle göz göze gelirken ikimizde güldük. Boran ise yamuk bir gülümsemeyle abime baktı. Ardından cevap verdi. “Ben sadece bugünün yıldızına eşlik ettim.” Derken usulca saçlarıma öpücük kondurdu.
“Bu iyiydi.” Yengem hoşuna gittiğini belirten bir şekilde ikimize bakarken abimin yüzünde küçük bir tebessümle bize baktığını gördüm. Ardından kahvesinden bir yudum içerek başını iki yana salladı. “Tamam, tamam… bu romantik hareketleri lansman sonrasına saklayın. Yoksa burada hepimiz şeker krizine gireriz.”
Boran gülerek abime baktı. “Kıskandın mı yoksa?” Abim hemen karşılık verdi. “Ben mi? Tabii ki hayır. Ama şunu bil, eğer bu kadar göz önünde sevgi gösterisine devam edersen, birazdan misafirlerin ilgisi size kayacak.”
Doğa yengem araya girerek abime baktı. “Onların ilgisi zaten yarı yarıya İnci’ye kaymış durumda. Boran da payını alıyor işte, şikâyet etme.”
“Bir kere de benim yanımda ol be güzelim.” Abim sitemle yengeme bakarken yengem başını omzuna eğdi. “Ben aşkın yanındayım hayatım.” Derken abime doğru yanaştı. Abim hafifçe gülerek onu göğsüne çekerken tebessümle izledim bende onları.
Dakikalar sonra misafirler tamamen bittiğinde abimle yengem de yanımızdan ayrılmıştı. Herkesin çıktığından emin olarak salondan çıkarken yarı yolda kolumdan tutulmasıyla adımlarım duraksadı. Ne olduğunu anlamak istercesine Boran’a baktığımda tebessümle baktı bana.
“Bu başarılı günün hediyesini, başarının gerçekleştiği yerde vermek daha doğrudur diye düşündüm.” Dediğinde kaşlarım havalandı. “Boran…” diyerek gözlerine bakarken Boran gözlerini benden ayırmadan iç cebinden beyaz bir zarf çıkardı.
Zarfı bana uzatırken meraklı bir şekilde alıp hızlıca içini açtım. İçinden, kalın ve pürüzsüz dokulu bir kâğıt çıktı. Üzerinde altın yaldızlı harflerle “Venedik – Roma – Floransa” yazıyordu. Tarihler kısmı şimdilik boş bırakılmış, ama alt köşeye küçük bir not düşülmüştü: Doğru kişiyle gidildiğinde, zamanın bile dokunamadığı bir yere benimle gitmeye var mısın?
Gözlerim kâğıtta takılı kaldı, kalbim istemsizce hızlıca çarpmaya başladı. Boran hâlâ bana bakıyordu, bakışları hem ciddi hem de sıcak, sanki kelimelerin ötesinde bir mesaj veriyordu. “Boran…” diye fısıldadım, nefesimi tutmuş bir halde.
Aylar önce konuşmuştuk ama araya kötü olaylar girmişti. Bunu unutmayıp böyle bir jest yapması inanılmazdı. Aramızdaki mesafe ve beklenmedik kırılmalar, yüzüne baktığımda tekrar hatırladığım bir tür ağırlıktı. Ama bu zarif, incelikli jestiyle her şeyi unutturuyordu. Küçük bir kağıt, içinde koca bir dünyanın sözünü saklıyordu.
“Bunu evet olarak kabul ediyorum.” Derken dudakları kıvrıldıı. “Sen nasıl bir adamsın…” diye fısıldarken gözlerim doldu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki neredeyse sesi duymayacak kadar kendime odaklanmıştım. Boran, bir an tereddüt etmeden elini yanağıma yasladı, parmaklarının sıcak dokunuşu içimi titretti. Yüzüme doğru eğildi; gözlerindeki ciddiyet, sevgi ve o ince gülümseme arasında gidip geliyordu.
“Sadece aşık bir adamım,” dedi alçak bir sesle, sanki bu cümle dünyanın en doğal şeyiymiş gibi. Ellerim göğsündeki yerini alırken gözlerimizi birbirine kilitleyerek karşılık verdim. “Bende sana çok aşığım.” Derken uzanarak dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım.
Dudaklarımız birbirinden ayrılırken mırıldandı. “Uçak bizi bekliyor.”
Sözleri o kadar beklenmedikti ki önce anlamam biraz zaman aldı. Ardından yüzüme yayılan bir gülümsemeyle gözlerimi açtım; heyecan ve şaşkınlık arasında gidip geliyordum. “Şimdi mi?”
Boran başını sallarken karşılık verdi. “Evet, her şey hazır. Sende hazırsan gidiyoruz.” Dediğinde gözlerim onun gözleriyle buluştu, bir anda bütün tereddütler silindi. İçimde bir sıcaklık yayıldı; hem korkusuz hem de özgür hissettim kendimi. “Hazırım,” dedim, sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşak ama kararlıydı.
“O zaman gidiyoruz.” Derken elimi kavradı ve beni salonun dışında doğru ilerletti.
Kapıdan çıktığımızda gece etrafa yayılmış, yıldızlar yolumuzu aydınlatıyordu. El ele, sessiz ama emin adımlarla ilerlerken bir yandan kalbim hâlâ hızlı hızlı çarpıyor, diğer yandan da sanki her şey olması gerektiği gibi yerli yerine oturmuş hissini veriyordu.
Biliyordum ki her şey çok güzel olacaktı, bu tatil bize çok iyi gelecekti ve kim bilir belki de yeni adımların başlangıcı olacaktı…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur…
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı? Azdı ama önümüzdeki bölüm onlara ait tamamen:))
‣‣‣ Defne ve Cihan’ın bebeği doğdu, epey kişi bebeğe bir şey olacak diye bekliyordu ama şükür sağlıkla doğdu bebiş. İsmini beğendiniz mi?
‣‣‣ Yazarın anlatımından olan kısım nasıldı? Sizce Boran’ın gizli saklı çevirdiği bu işleri İnci ne zaman öğrenecek?
‣‣‣ Boran’ın sürprizi hoşunuza gitti mi? Şimdiden haber vereyim yeni bölümümüzde küçük bir İtalya turu yapacağız:)
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
✨Bilmeyenler için sosyal medya hesaplarımızı tekrar yazayım,
İnstagram: mutlusonsuz222_
Tiktok: mutlusonsuz222_
Twitter (X): mutlusonsuz222_
İnstagram üzerinden profilimdeki öne çıkanlardan kurduğumuz gruba katılabilirsiniz... Ayrıca bölümlerin ne zaman geleceği hakkında da bilgi sahibi olabilirsiniz. İnstagram kullanmayanlar için de whatsapp kanalının Qr kodunu bırakıyorum...

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.29k Okunma |
4.63k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |