
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın...
30. Bölüm
Saçlarımın üzerine konan kısa öpücükle bilincim yerine gelirken yanağımda yumuşak dokunuşlar hissettim. Başımı yasladığım göğsün sıcaklığına daha da sığınmak ister gibi başımı gömerken gülümsedim. Burnumdan sızan koku güvenli limanımda olduğunu fısıldarken derinden gelen sesi işittim. “Uyan birtanem…”
Yanağımda dolaşan parmaklar uykumun açılmasına neden olurken Boran’ın sesini duydum tekrar. “Geldik güzelim…” Algıladığım cümleyle gözlerimi aralarken kısık gözlerle başımı Boran’ın göğsünden kaldırdım. İki saatlik yolcukta içim geçmişti resmen.
Boran kalkmamla birlikte kabanımı omuzlarıma bırakırken tekrar konuştu. “Uykudan yeni uyandın, üşümeni istemeyiz değil mi?” derken bende kendimi toparlayarak kabanımı giydim. Boran kendi kabanını giydikten sonra elini bana uzatarak oturduğum yerden kalkmama yardımcı oldu.
Özel uçaktan inerken uçağın merdivenlerinin hemen önünde bekleyen aracın kenarındaki Mert ve Fatih’e baktım. Dikkatli bir şekilde merdivenlerden indiğimizde hızlıca bizi bekleyen araca bindik. Fatih yolu ezbere biliyormuşçasına arabayı sürerken camdan dışarı baktım. Gerçekten gelmiştik.
“İnanamıyorum, gerçekten buradayız…” diye mırıldanırken Boran güldü. “Zamanı durdurmaya geldik.” Uzanarak dizinde duran elini tuttuğumda bende ona gülümsedim. İçim içime sığmıyordu resmen. İlk defa geldiğim bu ülkede sevdiğim adamla olmak o kadar heyecanlandırıyordu ki beni.
Roma’nın göbeğinde bulunan bir otele yaklaştığımızda Fatih arabayı girişte durdurdu. Mert ile önden inip içeri girdiklerinde merakla konuştum. “Biz gitmiyor muyuz?” Boran heyecanıma karşı gülerek onayladı. “Gideceğiz, anahtarı alsınlar.”
Birkaç dakika geçmeden elinde anahtarla gelen Fatih ile arabadan inerken Boran elini uzattı bana doğru. Tereddüt etmeden tuttuktan sonra otelden giriş yaptık. Mert benim bavulumu almış önden bize yol gösterirken Fatih’te arkadan Boran’ın bavulunu getiriyordu.
Gidiyoruz demişti Boran. Sonra havaalanına gelmiş ve özel uçağa binmiştik. Ne bavulu sorgulamak gelmişti aklıma ne başka bir şey. İtalya’nın heyecanına kapılmıştım. Şimdi görüyordum ki Boran her şeyi planlamıştı zaten bavuluma kadar.
Asansörle yaklaşık 5 kat kadar çıktıktan sonra indiğimizde koridorda ilerleyip 1012 numaralı odanın önünde durduğumuzda kaşlarım çatıldı. Boranların otelinde kaldığım odanın numarası da 1012’ydi. Boran’ın benden ilk özür dilediği belki şefkatli yanını gösterdiği ilk yerdi ve tabii ufak tartışmalarımızı yaşadığımız yerdi de. Bilerek mi bu numarayı seçtiğini anlamak adına ona döndüğümde tek gözünü kırptı. Bu yeterli bir cevaptı.
Mert kapıyı açıp Fatihle birlikte bavulları odaya koyduğunda Boran konuştu. “Sizde dinlenin aslanım, sabah görüşürüz.” Fatih onu onaylarken odanın kapısı kapandı. Heyecanla içeri girdiğimde süit odanın dekorasyonu çekti dikkatimi, çok ferahtı. Ancak asıl dikkatimi çeken balkondaki manzaraydı. Colosseum tam karşımızdaydı.

Balkonun demirlerine tutunmuş ışıklandırılmış yapıya bakarken karnıma dolanan kollarla derin bir nefes aldım. Boran arkamdan sıkıca sarılırken içimden bir şeyler aktı gitti. “Hoşuna gitti mi?” Meraklı bir şekilde kulağıma fısıldayan adamla birlikte kollarının arasında dönerek gözlerine baktım. Ellerim anında ensesinde birleşirken cevap verdim. “Bayıldım… O kadar güzel ki manzara.”
“Ben manzaramı yanımda getirdiğim için manzaraya takılmamıştım ama senin beğenmene çok sevindim.” Sözleri kalbimi yerinden oynatırken uzanarak dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Anında karşılık alırken kısa sürede ayırdım dudaklarımızı.
Alınlarımız birbirine yaslanırken Boran mırıldandı. “Yorgunluğumuzu atalım, dolu dolu bir hafta bizi bekliyor.” Dediğinde onayladım onu.
Elinden tutarak odamıza çekerken ikimizde bavullarımıza yöneldik. Pijamalarımı alarak banyoya girdikten sonra işlerimi hallederek çıktım. Beni yatakta bekleyen Boran ile yanına ilerleyip kollarının arasına girdim. Göğsüne yaslandığım an gözlerim ağırlaşırken içimdeki heyecan yerini koruyordu çünkü tatilimiz yeni başlıyordu…
*****
Gece geç yatmamıza rağmen sabah erken sayılabilecek bir vakitte kalkmıştık. Otelde yaptığımız kahvaltı sonrasında direkt olarak dışarı atmıştık kendimizi. Kahvaltı salonu, geniş camlarından Roma’nın uyanan sokaklarını gören, çiçeklerle bezeli masalarla doluydu; taze kruvasanların ve mis gibi kahve kokusunun birleşimi, rüya gibi bir sabahı gerçek kılıyordu. Daha şimdiden huzuru tatmıştık ikimizde.
Otelden çıkar çıkmaz Roma’nın taş sokakları karşımıza çıkmıştı. Dar ve kıvrımlı sokakların taş döşemeleri ayaklarımızın altında hafifçe yankılanıyor, duvarlardan sarkan sardunyalar ve begonviller sokakları bir tablo gibi süslüyordu. Gözlerim her köşeyi, her penceredeki küçük detayları arıyor, aklımda fotoğraflar gibi biriktiriyordum. Gerçekten büyüleyici bir yerdi.
Trevi Çeşmesi’ne yaklaştığımızda, sabahın erken saatleri sayesinde kalabalık değildi. Çeşmenin mermer heykelleri ve suyun parıltısı, güneş ışığıyla birleşip adeta altın bir hazine gibi göz kırpıyordu. Yanımda yürüyen Boran’a baktığımda yüzünde hafif bir gülümseme olduğunu gördüm.

“Dilek tutalım mı?” diyerek bana doğru döndüğüne başımı salladım. Ellerimiz birbirine kenetliyken Boran cebinden bozuk para çıkardı ve birkaçını bana uzattı. Elinden alıp gözlerimi kapattığımda dileğimi düşündüm.
Bu şehrin büyüsünü, bu sabahın sessizliğini ve Boran’la birlikte olmayı sonsuza dek hatırlayabilmekti belki de dileğim. Ya da sadece, bu anın hiç bitmemesini istiyordum. Gerçi onunla olduğum her yerde hiçbir anın bitmesini istemiyordum ben. Bozuk paramı suya fırlattıktan sonra suya çarpan parıltılar arasında dileğim sessizce kayboldu.
Başımı sevdiğim adama çevirdiğimde anında gözlerimiz buluştu. Onun bana bakıyor oluşu kalbimi hızlandırırken tek gözünü kapatıp kırptı. “Ne diledin?” diye sorarken sesi yumuşak ama meraklıydı. Omuz silktim sorusuna karşılık. “Söylersem kabul olmaz.”
“Kim demiş onu?” tek kaşını kaldırmış bana bakarken ona doğru yaklaşıp yüzlerimizi yaklaştırdım. “Ben söylüyorum, yeterli değil mi?” dediğimde yüzünde gülümseme oluştu. Bakışları gözlerimden dudaklarıma kaydığında belli belirsiz başını salladı. “Sen söylediysen yeterlidir.”
Cümlesi içime işlerken dudaklarına küçük bir öpücük bırakıp geri çekildim. Boran küçük bir öpücükte dahi gözlerini kapatmışken içim eriyerek baktım ona.
Sonra el ele şehrin tarihi dokusu, taşların, heykellerin ve dar sokakların büyüsü arasında kendimizi kaybederek yürümeye devam ettik.
“Burası… sanki tamamen bizim için yaratılmış gibi.” Etrafımızı inceleyerek söylediğim cümleyle birlikte bana doğru baktı hafif bir tebessümle. “Belki de öyledir. Bazen şehirler bile aşka ortak olur.” Dediğinde bende ona baktım. “O zaman İtalya’da bizim aşkımızın ortağı.”
Boran bir şey söylemezken dar ve kıvrımlı Roma sokaklarında ilerlemeye devam ettik. Sabahın erken saatleri şehre sakin bir dinginlik vermişti; taş döşeli sokaklar, üzerlerine düşen hafif güneş ışığıyla altın sarısı gibi parlıyordu. Boran yanımda yürürken, ara ara gökyüzüne bakıyor, kahverengi kiremit çatılar arasından süzülen ışığı takip ediyordu.
Sokaktan köşeyi döner dönmez, uzaklardan kemanın hüzünlü ama yumuşak bir melodisi gelmeye başladı birden. Ses, dar sokaklarda yankılanıyor, taş duvarlardan sıçrayarak daha da büyülü bir hâl alıyordu. Hemen ileride, küçük bir meydanda yaşlı bir kemancı çantasının yanında duruyor ve tellere dokundukça notalar havaya karışıyordu. Çevresinde birkaç kişi durmuş, melodiyi sessizce dinliyordu.
“Ne kadar güzel çalıyor, değil mi?” diye hayranca adama doğru baktım. Ardından mırıldandım. “Bende bir müzik aleti çalmak isterdim ama yeteneğim yok ne yazık ki.” Dediğimde Boran hayret edermiş gibi baktı bana. “Senin bir şeylere yeteneğinin olmadığına inanmam ben yalnız. Emin misin olmadığına?”
“Ya Boran alemsin.” Diyerek güldüğümde Boran kolumdan tutup beni kendine çekti. “Yalan mı güzelim, her şeyi başarıyorsun. Eminim üzerine düşmemişsindir.” Bana olan güveni içimi kıpır kıpır yaparken kolumu beline sardım. “Senin desteğin olursa belki başarırım, sonuçta en başarılı müzisyenlerin arkasında bir ilham vardır. Benimki de sensin.”
Göz ucuyla tepkisine bakarken dudaklarındaki küçük gülümseme yerini büyük bir gülüşe bıraktı. Neredeyse gözlerinin içinin bile güldüğüne yemin edebilirdim. Önceden olsa böyle sözleri söylemeye çekinirdim ama şu an çekinmiyordum, artık neysem, nasıl hissediyorsam öyle davranıyordum.
Meydanın kenarına doğru sessizce yürürken kemancının parmakları teller üzerinde dans ediyor, her nota havada asılı kalıyor gibiydi. Yanına tamamen yaklaştığımızda Boran kolunu omzumdan çektikten sonra keman çalan adamın çantasına yaklaşıp para bıraktı.
Ardından yanıma yaklaşırken elini bana doğru uzattı. Tereddüt etmeden tutarken beni kendisine çekip bedenlerimizi birbirine birleştirdi. “Bu güzel eseri dansla taçlandırmadan olmaz değil mi?” Kolları belime sarılmışken şaşırsam da gülümseyerek elimi omzuna yasladım ve kendimi müziğin ritmine bıraktım.
Sokaktaki birkaç kişi gülümseyerek bize bakarken, biz sadece kemanın melodisine ve kendi kalp atışlarımıza odaklandık. Bedenlerimiz uyum içinde hareket ederken kemanın tınısı sanki zamanın akışını durdurmuştu. Adımlarımız birbirini tamamlıyor, ritimle kalplerimiz senkronize oluyordu. Göz göze geldiğimiz anlarda kelimelere gerek kalmadan bir bağ kurulmuştu resmen; her bakış, her küçük dokunuş bir anlam taşıyordu.
Melodi yavaş yavaş yükselip alçaldıkça, Boran’ın kolları daha da güven verici bir hâl aldı. Sanki sadece ikimiz ve kemancı vardı; şehir, sokaklar, turistler… hepsi bir anda kaybolmuştu. Göz göze geldiğimizde, gülümsememiz birbirimizi tamamlıyor gibiydi. Her dönüşümüzde ayaklarımız taşlara hafifçe dokunuyor, kemanın notalarıyla birlikte adeta hafifçe uçuyorduk.
Müziğin son notaları yaklaşırken Boran bana doğru bir adım attı ve elleri belimdeyken beni yavaşça geriye doğru çekti. Geriye doğru eğilirken neredeyse düşecekmiş gibi hissettim ama Boranın güçlü kolları beni güvenle sarıyordu. Kalplerimizin ritmi sanki kemanın son akoruyla birleşmiş, gözlerimiz birbirine kilitlenmişti.
Soluklarımız birbirine karışırken Boran yavaşça bana yaklaştı ve dudaklarımız nazikçe buluştu. Sadece o anın büyüsünde kaybolmuşken duyduğumuz alkış sesleriyle dudaklarımız birbirinden ayrıldı. Boranla eski pozisyonumuzu alırken utanarak baktım etrafımdaki insanlara. Başımla teşekkürlerine karşılık verdikten sonra tekrardan el ele tutuşarak ilerlemeye devam ettik.
“Utandım.” Diyerek elimle yüzümü kapatırken Boran sesli bir biçimde güldü. “Utanma güzelim, hiçbirini bir daha görmeyeceğiz sonuçta. Hem birbirine aşık iki kişinin sevgisini göstermesinin neresi yanlış?”
Boran’ın sözleri içimi ısıtırken ona biraz daha sokuldum. Yan yana sokakta ilerlerken bu sefer ki rotamız Colosseum’du. Colosseum’un devasa silueti yaklaştıkça, taşlarının asırlık ağırlığı ve zamanın bıraktığı derin izler gözlerimizin önünde canlanıyordu. Güneşin ışıkları, taş duvarların çatlaklarına ve kemerli açıklıklarına altın bir parıltı veriyor, gölgeler yapının muazzam derinliğini vurguluyordu.
Her kemer, her taş, geçmişteki binlerce hikâyeyi ve izleyicilerin yankılanan tezahüratlarını sessizce fısıldıyordu. Dış cephedeki hafif erozyon ve zamanın yumuşattığı hatlar, Colosseum’un hem kudretini hem de kırılganlığını aynı anda gösteriyordu.
İçeriye baktığımızda, devasa arena alanı ve çevresindeki katlar, antik Roma’nın ihtişamını gözler önüne seriyordu. Merdivenler ve koridorlar, geçmişin binlerce izleyicisinin adımlarını, gladyatörlerin mücadelelerini ve tarihin yankılarını hissettiriyordu.
“Buranın gizli hikayesini biliyor musun?” Boran’ın cümlesiyle bakışlarımı arenadan ona çevirirken başımı iki yana salladım. Boran hafifçe gülümseyerek konuştu. “O zaman anlatayım.” Dedikten sonra anlatmaya başladı.
“Eskiden bu arenada yalnızca gladyatörler dövüşmezmiş. Bazı gladyatörler, arenaya çıkmadan önce birbirlerine küçük sırlar verir, cesaretlerini birbirlerinden alırlarmış. Birinin cesareti diğerini korur, diğerinin hikayesi onun hayatına yön verirmiş. Bazı efsanelere göre, arenada gizli bir mesaj bırakılırmış; bir gladyatör hayatını kaybetmeden önce, sevgilisine küçük bir işaret bırakırmış, adeta aşkını ve cesaretini taşlara kazır gibi.”
“Gerçekten mi?” şaşkınca ona bakarken Boran omuz silkti. “Kanıt yok elbette, efsane denebilir ama düşündüğünde aşk ve cesaretin binlerce yıl önce bile insanları birbirine bağladığını gösteriyor. Tıpkı bizim şu an burada birbirimizin cesaretini hissetmemiz gibi.”
Sözleri o kadar kıymetliydi ki, alttan alttan çabamı ve cesaretimi anladığını belirtmesi benim için paha biçilmezdi. Çünkü ben ona bir söz vermiştim ve bu cümle o sözü yerine getirdiğimi biraz olsun gösteriyordu. Yanına daha da sokulduğumda kolunu sardı hemen bedenime. Hem teşekkür hem de minnettarlık hislerim, kelimelere gerek kalmadan gözlerimden ve duruşumdan okunuyordu muhtemelen.
“Dersinize iyi çalışmışsınız Boran Bey.” Diye takıldığımda Boran egolu bir biçimde baktı bana. “E herkes benim işimi şansa bırakmadığımı bilir İnci Hanım.” Başımı sallarken hayranca baktım gözlerine. “Bilmez miyim, belki de en çok bu huyuna aşığımdır kim bilir?” derken elimi göğsüne doğru yasladım.
Boran keyifli bir şekilde bana bakarken mırıldandı. “Âşık olabileceğin daha başka huylarımda var bilirsin.” Meydan okurcasına bana bakarken gözlerimi kıstım. “Bilmez miyim, her biri aşkımı daha artırıyor.”
Benim sözlerim havada asılı kalırken Boran’ın gözlerindeki ışık bir an daha parladı. Yavaşça yüzüme yaklaştı; nefesi bana hafifçe değiyordu ama aramızda hâlâ mesafe vardı, bu yakınlık ve gerilim beni hem heyecanlandırıyor hem de güvende hissettiriyordu.
Boran hafifçe başını yana eğdi, dudaklarının kenarında o alaycı ama derin tebessüm vardı. Gözlerindeki ışıltı, sanki sessiz bir oyun başlatmak istercesine beni kışkırtıyordu. Aklıma şirketteki halimiz gelince gülümsemem daha da büyüdü, o gün buraya geleceğimize olan inancım azdı ama şimdi buradaydık.
“Bende sana çok aşığım, kelimelere bile dökülmeyecek kadar.” Dediğinde gözlerine bakmaya devam ettim. Biliyordum, hissediyordum. Parmaklarımı parmaklarından geçirerek bildiğimi ona hissettirirken başımı göğsüne yasladım. Bazen böyle anlarda zamanın durduğunu hissediyordum. Kalp atışlarımız birbirine karışıyor, etrafın gürültüsü ve taşların soğuk sertliği bir anda anlamını yitiriyordu; sadece ikimiz ve aramızdaki sessiz bir bağ oluyordu.
Birbirimize sığındığımız anın sonunda hayranlık bırakan tarihi yeri biraz daha gezdik. Birlikte birkaç fotoğraf çekinirken bir yandan tarihi, bir yandan birbirimizi hissediyorduk; heybetli taşlar, geçmişin ağırlığı, bizim sessiz anımızla birleşiyordu. O an fark ettim ki, tarih yalnızca anlatılmaz; hissedilirdi ve biz, binlerce yıl önceki cesareti, aşkı ve hikâyeleri, kendi küçük dünyamızda yeniden yaşatıyorduk.
*****
Roma’da geçirdiğimiz gümler o kadar hızlı geçiyordu ki hâlâ rüya gibi bir yorgunluk ve heyecan içindeydim. Her sabah uyandığımda, güneşin taş sokaklara vurduğu ışıkla birlikte yeni bir macera başlıyordu. Boran yanımda, sessiz ama hep hazırdı, her adımda benimle keşfetmeye istekliydi. İkimizin de gezmeyi sevmesi işleri kolaylaştırıyordu.
Sabah kahvaltılarının ardından ellerimizde küçük bir harita ve bolca merakla sokaklara atıyorduk kendimizi. Roma’nın dar taş sokaklarında yürürken, kafelerden yayılan kahve kokusu ve taze kruvasanların mis gibi aroması bizi karşılıyordu. Sokak sanatçıları, kafelerde oturan yaşlılar ve pencerelerden sarkan çiçekler, her köşede şehrin canlılığını hissettiriyordu.
İlk günün ardından Piazza Navona’ya gitmiştik. Meydana vardığımızda, barok heykeller, çeşmeler ve sanatçıların renkli tezgahları gözlerimizi kamaştırmıştı. İnce işçilikle yapılmış taş heykellerin etrafında dolaşırken, kendimi tarihin içinde, bir tabloya adım atmış gibi hissetmiştim. Sonra öğleye doğru bir pizzacıya oturmuştuk.

Boran’dan da birkaç kişiden de duyduğum bir sözün haklılığını - İtalya’da pizza yemek, burayı gerçekten anlamanın bir yolu - domatesin tatlılığı, taze mozzarella ve fesleğenle birleştiğinde ortaya çıkan tatla anlamıştım.
Yemekten sonra, Via del Corso sokağı boyunca yürümüştük. Sokaklar, mağaza vitrinleri, renkli panolar ve tarihi binalarla doluydu. İnsanlar acele etmiyordu; herkes adeta şehrin ritmine uyum sağlamış gibiydi. Birkaç mağazaya girerek alışveriş yapmayı da unutmamıştık. Aile üyelerimize hediyelikler almıştık.

Akşamüstü, İspanyol Merdivenleri’ne çıkmış merdivenlerin üzerinde oturup güneşin altın ışıklarını binaların üzerinde dans ettirmesini izlemiştik. Gün batımından sonra otelimize dönmüş ve dinlenmiştik. Birkaç günümüz bu şekilde geçmişti.
Şimdiyse Venedik’te gondolun içindeydik. Gondol yavaşça kanal boyunca süzülüyordu, Venedik’in renkli evlerinin yansımaları suya serilmiş bir tablo gibi önümüzde uzanıyordu. Boran yanımda oturuyordu. Elimi hafifçe tutmuş ve parmaklarını parmaklarımın arasına geçirmişti.

Etrafına bakarken düşünceli görünüyordu. Dikkatini çekmek adına konuştum. “Ne düşünüyorsun?” Boran düşüncelerinden sıyrılıp bana doğru döndüğünde gözlerimin içine baktı. “Bu gondolun yarattığı manzaranın mı yoksa senin ve gözlerinin mi daha büyüleyici olduğunu düşünüyorum.”
Elini yanağıma getirip gözlerimin kenarını okşarken ekledi. “Ben tercihimi ikinciden yana kullanıyorum ve gözlerinde kaybolmayı seçiyorum.” Eliyle saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken kalbim hem cümleleriyle hem dokunuşlarıyla çırpınmaya başladı. Boran’ın eli saçımda dolaşırken, nefesim hafifçe kesildi. Gözlerime bakarken dudaklarını bana yaklaştırdı ama tam değmeden durdu, sanki bu anın tüm büyüsünü bir sonraki saniyeye saklamak ister gibi.
Gondolun hafif sallantısı, kalbimin atışıyla uyumlu bir ritim oluşturuyordu. Parmakları hala ellerimle iç içeydi bir bütün olmuş gibi, birbirimizden ayrılmak istemez bir şekilde kenetlenmişti. “Biliyor musun,” dedi, dudakları neredeyse kulağımdayken, “Gözlerindeki o ışık, Venedik’in tüm kanallarındaki yansımaları sönük bırakıyor.”
Kalbim onun sözleriyle daha da hızlı çarparken, başımı hafifçe yana eğip dudaklarının kenarına dokundum. Boran gülümsedi, o gülümseme hem sakinleştiriyor hem de içimdeki heyecanı alevlendiriyordu. Eli çenemden yanağıma, boynuma doğru kaydı; dokunuşları hafif ama etkisi sarsıcıydı. Diğer eliyse bacağıma yasladığında ve hareket ettiğinde, vücudum istemsizce onun varlığına doğru eğildi. Her dokunuşu, her hareketi içimde bir elektrik dalgası gibi yayıldı; kalbim ritmini tamamen kaybetmiş gibiydi. Bayılacak gibi hissediyordum.
“Şu an yanlış sularda yüzdüğünün farkındasın değil mi?” diye fısıldarken Boran burnundan sesli bir nefes verip güldü. “Yüzeyim ne olmuş?” derken elinin temasını sürdürdü. Gözlerimi aralarken gözlerindeki o derin bakış, tüm arzusunu açığa vuruyordu. “Hatta daha derine ineyim, ne olur?”
Boran’ın sözleri, dudaklarımda titreyen nefesle birleşti ve içimdeki heyecan dalgasını daha da büyüttü. Elinin bacağımdaki temasını sürdürmesi, parmak uçlarının hafifçe dolaşması vücudumun her hücresini uyarıyordu.
Boran dudaklarının kenarına hafif bir gülümseme kondurdu ve boynuma doğru hafifçe eğildi. Ellerinin hareketi, dokunuşlarının ritmi… hepsi beni tamamen ele geçiriyordu. Elleri, belime dolanırken diğer eli bacağımdaki temasını yavaşça yoğunlaştırdı; her dokunuşu bir elektrik çarpması gibi yayılıyordu.
Gondolun hafif sallantısı, suyun yansımaları, arka plandaki sessizlik… hepsi bu arzuyu daha da yoğunlaştırıyordu. O an, ikimiz de ilk kez birbirimizin karşısında bu kadar açık, bu kadar istekliydik. Her nefes alışımız, her dokunuşumuz, birbirimize duyduğumuz arzunun sessiz ama yakıcı bir ifadesi olmuştu.
Sanki bir şeyi teyit ediyordu ve cevabını almıştı Boran. İkimizde biliyorduk bu tatilin aramızdaki sınırları azaltacağını ve yeni başlangıçlar yaratacağını. Sadece şu anda bulunduğumuz yer doğru değildi, onun dışında hiçbir sorun yoktu.
O da bunu biliyormuşçasına dudaklarını tenimden ayırdığında gözlerimiz hâlâ birbirine kilitlenmişti. Ellerimiz yavaşça çözüldü ama parmak uçlarımız hâlâ birbirine dokunuyor, küçük bir bağ bırakıyordu; sanki “daha sonra” diye sessiz bir sözleşme imzalamış gibiydik.
Boran hafifçe geriye yaslandı, nefesini toparlarken dudaklarının kenarında hâlâ o gülümseme vardı; hem arzusunu hem de sabrını taşıyordu.
Venedik’teki gondol macerasından sonra hiç beklemeden trenle Floransa’ya doğru yola çıktık. Pencereden geçen yeşil tepeler, zeytinlikler ve kıvrılan nehirler, yol boyunca gözlerimi alamayacağım bir manzara sunuyordu.
Floransa’ya vardığımızda, şehir hemen etkisini hissettirdi. Dar taş sokaklar, renkli pencereler ve küçük kafeler… Her köşe, tarihî dokusuyla adeta bir tablo gibiydi. Havanın hafif rüzgârıyla çiçek kokuları karışıyor, taşların arasından geçen güneş ışığıyla büyülü bir atmosfer yaratıyordu.
İlk durağımız Duomo – Santa Maria del Fiore Katedrali oldu. Kubbesi gökyüzüne doğru yükseliyor, detaylı taş işçiliği ve mozaiklerle kaplı yüzeyi gözlerimi kamaştırıyordu. Her bir detayını fotoğraflandırsak da gerçekten görmek apayrı bir duyguydu.

Gülümseyerek başımı Boran’ın omzuna yasladım. Koluyla beni anında sararken şakağımı öptü. Ardından hafifçe kaşlarını çatarak yüzüme baktı. “Üşümüşsün güzelim.” Kolunu belimden çekerken bakışları etrafta gezindi. Hava güneşli diye şapka almamıştım ama aralık ayındaydık, güneş çok ısıtmıyordu. Bugün diğer günlere nazaran da biraz daha soğuktu.
Elimi tutarak beni gözüne kestirdiği bir mağazaya doğru çekerken onu takip ettim. İçeri girdiğimizde direkt olarak mağazadaki kadının yanına ilerledi benimle. “Buongiorno, possiamo dare un'occhiata ai set di cappello e sciarpa?” (Günaydın, şapka ve atkı takımlarına bakabilir miyiz?)
En şaşırdığım şeylerden biri bu olmuştu, Boran’ın İtalyanca konuşabilmesi. İlk gün bir restorana girdiğimizde öğrenmiştim bunu ve nutkum tutulmuştu. İngilizce zaten biliyordu ama başka bir dil bildiğini tahmin etmemiştim.
Kadın bizi atkı ve şapkaların olduğu kısma getirdiğinde Boran eliyle bana işaret verdi. Dikkatle hepsine bakarken kararsızca baktım Boran’a. O da karar veremediğimi anlayarak zümrüt yeşili, örme bir atkı ve şapkayı eline aldı. “Gözlerinin rengini ortaya çıkartır.” Dediğinde onayladım. “O zaman bu olsun.”
Boran tekrar İtalyanca bir şekilde kadına istediğimizi söylediğinde kadın şapka ve atkıyı alarak paketledi. Boran ödeyerek paketi aldıktan sonra mağazadan dışarı çıktık. Kapının önündeyken Boran hızlıca paketten şapka ve atkıyı çıkarttı.
“Aslında çok üşümedim.” Dediğimde Boran itiraz kabul etmeyecek şekilde bana baktı ve şapkayı başıma geçirdi. “Hasta olmanı istemeyiz değil mi?” derken atkıyı da boynuma doladı. Saçlarımı atkıdan çıkartıp düzgünce sırtımdan dökülmelerini sağlarken bir anlaşma yapıyormuşçasına dikkatliydi.
Gülümseyerek onu izlerken bir kez daha hayran oldum ona.
“Hasta olsam sen bakmaz mısın bana?” diye mırıldandığımda Boran yamuk bir gülümsemeyle baktı yüzüme. “Bakarım, hem de bebekler gibi bakarım bir tanem.” Derken yanağımı okşadı. Ardından gözlerimin içine bakarken ekledi. “Ama şu bir haftalık tatilimizde hasta olmak istemezsin diye düşünüyorum, hele ki yarınki sürprizim için.”
Kaşlarımı çatarak onu anlamaya çalışırken Boran geçen sefer ki gibi cebinden iki bilet çıkardı. Önce elinde ne olduğunu fark edemedim; sonra parmağını biletlerin üzerinden kaydırarak gösterdi. İki parlak bilet… 31 Aralık’ta yapılacak özel bir etkinliğe aitti.
“DJ partisi mi?” diye şaşkınlıkla bakarken başını salladı. “Bu, şehrin en ünlü DJ’lerinin performans göstereceği, ışıklar, lazerler, sahne şovları, havai fişeklerle dolu bir gece. Hem yeni yılı kutlayacağız hem de birlikte dans edeceğiz.”
Bir an durdum; gözlerim biletlerden Boran’a, Boran’dan etrafa kaydı. Hayal edebiliyordum: dans eden kalabalık, renkli ışıklar, yükselen müzik ve biz, tam ortasında, birbirimizde kaybolmuş bir halde anın tadını çıkartan bir çift. Şimdiden bile çok heyecan vericiydi.
“Boran…” diyebildim sonunda, sesim hem şaşkın hem de mutlulukla titriyordu. Elleriyle yüzümü avuçlarken bana doğru eğildi gözlerime daha yakından bakabilmek için. “Seninle her anımızı özel kılmak istiyorum, birlikte geçireceğimiz ilk yılbaşının unutamayacağımız bir şekilde olmasını istiyorum İnci’m…”
O kelime… İçimde derin bir yankı uyandırdı. Sanki zaman bir anlığına durdu, etrafımızdaki tüm sesler silindi. "İnci’m"… Yalnızca dedem öyle seslenirdi bana. Babamın yokluğunda, dedem benim en sağlam dayanağım, sığınılacak limanım olmuştu. Onun sesiyle söylenen o kelime, çocukluğumun en güvenli anılarını taşırdı: soğuk kış gecelerinde dizlerine yaslanıp hikâye dinlediğim o sıcak salon, bana sarılışı, sahip çıkışı…
Ve şimdi, Boran’ın dudaklarından dökülüyordu o kelime. İçimde yıllardır sakladığım, kimseye göstermediğim o yumuşak, hassas tarafıma dokunmuştu. Sanki kalbimin en derin odasına girmiş, orada tozlu bir rafın üzerinde duran kutuyu bulmuştu. Kutunun içinde hem özlem hem sevgi vardı… Hem de kaybetme korkusu.
Boran’ın gözlerindeki ciddiyet ve şefkat, o kelimeyi bilerek seçtiğini hissettiriyordu. Rastgele değildi, sıradan bir hitap değildi; bana ait, bana özel bir sözdü. Yutkunmakta zorlandım. Gözlerim hafifçe nemlendi ama gülümsememi engelleyemedim. O an ona daha da yakın hissettim; sanki aramızda görünmez, ama güçlü bir bağ kurulmuştu.
“Çok seviyorum seni, öyle çok seviyorum ki.” Diye fısıldarken kollarına doğru atıldım. “Şu hayatta sahip olduğum en gerçek şey sensin. Sen benim her şeyimsin.” Kolları bedenimi sararken bir an durdum, nefesimi topladım ve yavaşça geri çekilip gözlerine baktım. “Mutluluğum, ailem, güvenim, huzurum… Anlatamıyorum belki ama bilmeni istiyorum, seninle her anım en değerli anım benim.”
O cümleleri kurarken gözyaşlarım birer birer yanaklarımdan süzüldü. Sanki yıllardır içimde biriken bütün duygu, bütün özlem, bütün kırılganlık bu anla birlikte dışarı akıyordu. Boran’ın bakışları bir an bile gözlerimden ayrılmadı. O da kelimelerimin ağırlığını, anlamını hissediyordu; hafiften gözleri dolmuştu.
Elini yanağıma uzatıp hafifçe gözyaşımı silerken fısıldadı. “Ağlamak yok.” Yanağımdaki elini sıkıca tutarken aradaki duygusallığı bozmak adına cevap verdim. “Sana olan aşkımdan ağlıyorum.” Boran cümlemle gülerken beni kendine çekti ve göğsüne sokmak istercesine sıkıca sarıldı. “Onun için de ağlama, sadece gül.”
Gözlerimi kapattım, sarılmasının verdiği huzuru derin derin içime çektim. Yüzümde hafif bir gülümseme belirdi, gözyaşlarım artık sevinçle karışık, hafif bir ışıltıya dönüşmüştü.
Duygusallığımızı atarak gezimize devam ederken öğle yemeği için küçük bir trattoriaya (daha az resmi bir İtalyan lokantası) girmiştik. Masamız pencereden ışık alıyor, sokaktaki insan kalabalığını izliyorduk rahatlıkla. Floransa’nın meşhur bistecca alla fiorentina’sını ve taze makarnalarını deneyerek mekandan çıktıktan sonra Uffizi Galerisi olmuştu yeni rotamız.

Rönesans tabloları, Michelangelo’nun heykelleri ve fresklerle dolu salonlar sanki zamanın içinde yolculuk yapmamızı sağlamıştı. Boran hayranlıkla izlediğim tablolarla beni çekmişti bir fotoğrafçı edasıyla. Her anımı yakalamıştı.
Günün sonunda, Arno Nehri boyunca yürümeye karar vermiştik.. Ponte Vecchio’nun taş köprülerinden geçerken ellerimiz birbirine kenetlenmişti. Hem etrafı seyredip hem de günbatımının tadını çıkartıyorduk.

“Sen buraya daha önce gelmiş miydin?” Meraklı bir biçimde Boran’a baktığımda başını salladı. Dudaklarımı birbirine bastırarak onayladım. Yine de içimdeki merak duygusu ağır bastığı için konuştum. “Kendin mi geldin? Yoksa Derya ile mi?”
Boran sorumla birlikte bana döndüğünde şaşkınlığını sezdim bakışlarında. “Öyle bir sordun ki sanki alacağın cevaptan sonra trip yiyeceğim gibi hissettim.” Şakayla karışık söylediği şeyle gözlerine baktım sakince. “Yani Derya ile geldin.” Cümlem, dudaklarımın arasından çıkarken kendimi bir an bile durduramadım. Sanki farkında olmadan içimde bir volkanın fitilini ateşlemiş gibiydim.
Boran, yüzünde hafif bir şaşkınlıkla bana baktı, sanki sözcüklerimi tartıyor, ne yanıt vereceğini düşünüyor gibiydi. “Toplantımız vardı, gelmesi gerekiyordu.” Aldığım cevap içimdeki duyguyu daha da harlarken yutkundum. “Ama böyle gezmedik tabii ki, sadece Roma’da iş yaptığımız adamlarla buluşup geri döndük.”
“Bir de gezseydiniz.” Kendi kendime mırıldanırken kaşlarım çatıldı. Cümlem sessizdi ama içimdeki kıskançlık neredeyse gürültülü bir şekilde bağırıyordu. Boran cümleme karşılık güler gibi bir sesle karşılık verdi. “Efendim?”
“Bir şey yok, Derya biraz hayal kırıklığına uğramıştır diyorum.” Boran’ın kaşları hafifçe kalktı, sanki hem ne demek istediğimi anlamış hem de konuyu nasıl ele alacağını bilememiş gibiydi. O an içimde garip bir tatmin duygusu yükseldi; söylediklerim, tam olarak bir itham değildi ama hedefini bulmuştu.
“Derya mı?” diye tekrarladı, bakışlarını üzerimden ayırmadan. “Evet,” dedim, gözlerimi kısarak. “Roma’ya gidip de sadece toplantıyla dönmek… onun için biraz… şey olmuştur. Yani, sonuçta fırsat bu fırsat. Biraz gezmek istemiştir.”
Sözcüklerim, sanki masum bir tahminmiş gibi çıkıyordu ağzımdan ama aslında içinde ince, keskin bir kıskançlık saklıydı. Boran, başını hafifçe yana eğdi, dudaklarında belirsiz bir gülümseme belirdi. Adımları durdurduğunda yönünü bana çevirdi.
“Yaklaşık bir buçuk yıl önce geldik biz buraya ve emin ol gezmek aklımın ucundan geçmedi. Neden biliyor musun?” diye gözlerime baktı Boran. Başımı iki yana sallarken elimi tutup kalbine yasladı ve sorusuna cevap verdi. “Çünkü kalbim hiç tanımadığım o kadını tanıma isteğiyle yanıp tutuşuyordu, çünkü bir tek o vardı.”
İçimde tuhaf bir sıcaklık yükseldi; bir yandan gurur ve mutluluk, diğer yandan hâlâ kıskançlıkla karışık bir sızı. Kalbim istemsizce hızlı atarken, ellerim onun ellerinde sımsıkı kenetlendi. İçimde birdenbire karışık duygular patladı: mutlu bir heyecan, hafif bir utanma ve yılların biriktirdiği kıskançlık… Derya’yı düşündüm ve bir an için kıskançlık hissettim. Ama sonra, Boran’ın gözlerindeki bana ait olan o bakışı gördüğümde, her şey sanki yerli yerine oturdu.
Bir an utandım imalarımla. Bakışlarımı kaçırırken konuştum. “Özür dilerim, ben birden anlamadığım şekilde kıskandım. Yoksa…” cümleme devam edemeden Boran çenemden tutarak başımı kaldırdı ve bakışlarımızın buluşmasını sağladı. “Özür dileme, bu çok normal bir duygu. Sadece...” diye başladı Boran yumuşacık bir ses tonuyla. “Sadece bil ki, benim için başka kimse yok. Olmadı da. Bunca zaman ne yaşarsam yaşayayım, aklımın bir köşesinde hep sen vardın.” Diye devam ettirdi.
Bir an için zaman durmuş gibiydi. Boran’ın gözlerindeki kararlılık, sesiyle birleşince içimdeki bütün o kıskançlık, yerini tarifsiz bir huzura bıraktı. Ama yine de, içinde bulunduğum anın ağırlığını hissediyor, dudaklarımı aralayacak cesareti bulmakta zorlanıyordum.
“Ne kadar zaman geçti, kaç şehir gördüm… Londra’da seni gördüğüm o ilk an hâlâ dün gibi aklımda. Henüz adını bile bilmezken, hayatımın geri kalanında görmek isteyeceğim yüz sendin. İşte o yüzden, aradan ne kadar yıl geçerse geçsin başka kimse o yeri dolduramaz.”
Sözleri boğazımda düğümlendi. Yutkundum, kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Onun bana bakarken yüzünde beliren o hafif gülümseme, gözlerindeki o derinlik… sanki tüm kıskançlığımı, tüm huzursuzluğumu silip atıyordu.
Boran, elini yavaşça yanağıma kaydırdı, başparmağıyla hafifçe dokundu. “O yüzden, kıskandığında bile bil ki… kıskandığın tek kişi sensin. Çünkü ben zaten seninim.”
Sanki bu söz, içimde yıllardır sessizce bekleyen bir kapıyı açtı. Yavaşça gülümsedim ama gözlerimdeki nemi saklayamadım. Çok kıymetliydi, çok değerliydi bu cümle.
Kalbim hâlâ deli gibi atıyordu, ellerim onun ellerinde sıkıca kenetlenmişti. “Biliyor musun,” dedim biraz nefesimi toparlayarak, “bazen kendimi o anlarda buluyorum… keşke diyorum, o anda karşılaşmış olsaydık, tanışmış olsaydık. Ben hayatımdaki ilk keşkemi yaşıyorum bunu düşündükçe. Kendimi biraz suçlu hissediyorum. Ama sen öyle bir şey diyorsun ki… hissettirdiklerini anlatamam.”
Boran sözlerimi sessizce dinlerken başını hafif yana eğdi, gözlerinde derin bir yumuşama vardı. Parmaklarını avuçlarımın arasındaki ellerime daha sıkı kenetledi. “İnci…Keşkeler hayatın bize oynadığı en eski oyunlardan biri. Ama sen farkında bile değilsin… biz zaten tanışmamız gereken anda tanıştık. Belki daha önce karşılaşsaydık, bu kadar güçlü olmazdı.”
Sözleri içime işledi. Dudaklarımı araladım ama bir şey söyleyemedim. İçimde bir yer, onun haklı olabileceğini fısıldıyordu. Çünkü onun her zaman haklılık payı vardı.
Boran, başparmağıyla yanağımı okşarken devam etti. “Suçlu hissetme. Ben seni o zamandan beri tanıyor gibiyim zaten. O yüzden bugün buradayız. Çünkü o zaman kalbim seni seçti, sen fark etmesen de.”
Sanki boğazıma bir düğüm oturdu. Gözlerim daha da dolduğunda mırıldandım. “Sen… böyle şeyler söyleyince… kendimi dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum,” dedim, sesim titreyerek. Ardından başımı iki yana salladım. “Gibi fazla, dünyanın en şanslı kadınıyım ben zaten.”
Boran gülümsedi, öyle bir gülümsemeydi ki hem sakinleştiriyor hem de içimdeki tüm fırtınaları durduruyordu. “Ve ben de seni sevdiğim için şanslıyım,” dedi. O an, kelimeler anlamsızlaştı. Sadece ellerimizin birbirine kenetlenişi, bakışlarımızdaki o yoğunluk ve aramızdaki sessiz bağ kaldı.
O an anladım ki, Floransa sadece bir şehir değildi; her taşında, her köşesinde, her ışığında bizim hikayemizi taşıyan bir sahneydi. Gökyüzü turuncu ve pembe tonlarına bürünmüş, Arno Nehri’nin üzerinde yavaş yavaş akıyordu.
*****
Dün konuştuğumuz gibi akşam DJ partisine hazırlanıp partinin yapılacağı mekâna gelmiştik. Üzerime siyah renkte straplez, deri bir tulum giymiştim. Makyajımı ona uygun olarak siyah tonlarında yapmıştım. Boran zaten her zamanki gibi siyah gömleğini ve pantolonunu giymişti. Tabii havaya uygun olarak da üzerimizde kabanlarımız vardı.

İçeri girdiğimizde kabanlarımızı kapıda teslim etmiş direkt partinin yapılacağı mekâna giriş yapmıştık. Tavana asılmış devasa LED ekranlar, müziğin ritmine uyumlu olarak renk değiştiriyor, kırmızıdan mora, maviden neon yeşiline kadar dans eden ışık dalgaları mekânın her köşesini boyuyordu. Duvarlardan tavana uzanan lazer ışıkları kalabalığın üzerinde keskin çizgiler halinde dolaşıyor, duman makinelerinin yaydığı pusun içinde ışık huzmeleri sanki dokunulabilir hale geliyordu.
Ortada dev bir dans pisti vardı; kalabalık ritme kapılmış, kollarını havaya kaldırmış, müziğin her vuruşunda adeta tek bir beden gibi hareket ediyordu. DJ kabini pistin tam karşısında, yüksek bir platformun üzerindeydi. Arkasında dev hoparlörler ve sürekli değişen dijital görseller vardı; bazen yıldırım efekti, bazen dalgalanan ateşler, bazen de hızlıca akan şehir görüntüleri…
Bar kısmı sağ tarafta uzanıyordu; neon tabelalar ve raflarda dizili parlak şişeler göz alıcıydı. Barmenler hızlı, ritimli hareketlerle içkiler hazırlıyor, bardaklara renkli sıvılar dolduruyordu. Kalabalık uğultusu ile müziğin birleşimi, insanın göğsüne işleyen bir titreşim yaratıyordu.
Ritim çoktan içime işlemeye başlarken yerimde hareketlenmeye başladım. Çok uzun süredir gelmemiştim böyle bir yere. Londra’dayken sık sık takılırdım arkadaşlarımla ama şimdi Türkiye’deyken pek mümkün olmuyordu. Dans etmeyi severdim.
“Önce bir şeyler içmek ister misin?” Boran kulağıma doğru eğildiğinde başımı iki yana salladım. “Belki danstan sonra.” Diye cevap verdiğimde Boran güldü. “Peki o halde.”
Ancak gülüşü yarım sürdü. Telefonu titremiş olacak ki elini cebine götürerek çıkardı ve ekrana baktı. Gördüğü isim canını sıkmış olacak ki gözlerini devirir gibi yapıp küfretti. Bakışlarını bana doğru çevirirken konuştu. “Bunu açmam gerekiyor. Sen bekle beni burada.” Başımı sallayarak onu onaylarken Boran mekândan çıktı.
Bakışlarım dans eden insanlara kaydığında adımlarımı onlara doğru attım. Boran’ın içeri girdiğinde beni görebileceği bir yere geçerek kendimi dansın ritmine bıraktım. Önce yavaşça omuzlarımı hareket ettirdim, sonra belimi ritimle kıvırmaya başladım. Tulumun parlak derisi, ışık vurdukça kırmızı ve mor yansımalarla parlıyordu. Yavaş yavaş kendimi ritme kaptırırken gözlerimi kapattım. Daha şimdiden iyi hissediyordum, özlemiştim.
Bir an üzerimde hissettiğim bakışlarla gözlerimi aralama isteği duyduğumda yanılmadığımı anladım. Göz kapaklarımın arasından hafifçe baktığımda, kalabalığın biraz gerisinde, loş ışıkların altında Boran’ı gördüm. Elinde viski bardağı, bir eli cebinde, o tanıdık sert duruşuyla oradaydı. Ancak bakışları… onlar yumuşak, yoğun ve tehlikeliydi.
Gözlerimiz buluştuğunda, içerideki bütün ışıklar, müzik, insanlar arka planda eriyip gitti. Sanki sadece ikimiz vardık. O, hiç kımıldamadan beni izliyordu; ben ise onun bu sabit bakışlarıyla dans ediyordum.
Omuzlarımı biraz daha belirgin hareket ettirdim, belimi yavaşça kıvırdım. Kalabalığın içinde adımlarımı onun görebileceği şekilde attım. Tulumun parlak derisi her lazer vuruşunda farklı bir renge bürünürken, Boran’ın bakışları üzerimde dolaşıyor, sanki her kıvrımımı hafızasına kazıyordu.
Bardağı dudaklarına götürüp yudumu içerken bile beni seyrediyordu. Bu, sadece bakmak değildi; sanki üzerimde dolaşan görünmez bir dokunuş gibiydi. Her adımımda, her dönüşümde, kalçamın her kıvrılışında o bakış daha da derinleşiyordu.
Ellerimi havaya kaldırıp başımın üzerinde bir daire çizdim, bileklerim müziğin ritmine uydu. Işıklar üzerime vururken Boran gözlerini… bir an bile kırpmıyordu. Sanki her hareketimi ezberliyordu. O an fark ettim ki, sadece dans etmiyordum; onun nefesini, onun suskunluğunu, onun bana olan açlığını besliyordum. Ve bu, müzikten bile daha sarhoş ediciydi.
Elimi ona doğru uzattığım anda elindeki bardağı bırakıp yanıma doğru adımladı. Kalabalığın arasından beni kendine doğru çekerken eli belimi kavradı ve kulağıma doğru eğildi. “Beni beklememişsin ama karşılaştığım manzara beklediğime değmiş,” dedi, sesi müziğin gürültüsüne rağmen kulaklarımın içinde net bir yankı bırakarak.
Sıcak nefesi boynuma dokunduğunda, bedenim istemsizce titredi. Belimdeki kavrayışı sıkıydı; beni kendine çekiyor, aramızdaki mesafeyi sıfıra indiriyordu. Kalabalığın dalgaları etrafımızda hareket ediyor, ışıklar üzerimize vurdukça tulumumun parlak derisi ve onun siyah gömleğinin kumaşı birbiriyle kontrast oluşturuyordu.
Gülümseyerek yüzüne baktıktan sonra mırıldandım. “Beni buraya getirmekle hata yaptın, gece boyu inmeyebilirim.” Boran hafifçe gülümseyerek gözlerime baktı, o bakışta hem eğlence hem de kararlılık vardı. “Bunun için buradayız, eğlenmene bak.”
Cümlesi benim için bir start olmuşçasına kolumu boynuna doladım. Kalbim, müziğin baslarıyla birlikte hızlı bir şekilde çarpıyor, ritim ile Boran’ın varlığı iç içe geçiyordu.
Gözlerimi kapattım ve anında müziğin içinde kayboldum Bir yandan kalabalığın enerjisi üzerimizde bir dalga gibi yükseliyor, bir yandan Boran’ın sessiz ama keskin bakışları her hareketimi adeta kaydediyordu.
Omuzlarımı ritme göre hafifçe salladım, belimi onun yönlendirdiği gibi kıvırdım. Bazen başımı kaldırıp göz göze geldiğimizde gülümsemesi tüm geceyi kendi lehimize çeviriyordu. Dudaklarının kenarındaki o hafif kıvrım, hem oyun hem de kararlılık içeriyordu; bana sessiz bir meydan okuma sunuyordu.
Kalabalığın, müziğin içinde kaybolmuş gibi görünsek de, her adımımız birbirimize doğru bir çekim yaratıyordu. Bir yandan ritme uyuyor, bir yandan birbirimizin nefesini, tenini, küçük titremelerini keşfediyorduk. Ellerimizi birbirimizden ayırmadan, adeta tek bir bedenmişiz gibi hareket ediyorduk.
Müziğin temposu hızlandıkça, biz de hızlandık. Adımlarımız birbirine karıştı; ben onun göğsüne yaklaştıkça kolları etrafımı sarıyor, sanki kalabalıktaki herkes siliniyordu. Lazer ışıkları bazen yüzümüze, bazen sırtımıza vuruyor, gölgelerimizi birbirinin içine karıştırıyordu.
Saatler boyu orada öyle dans ettikten sonra birkaç kadeh bir şeyler içtikten sonra DJ’in temposu yavaşladığında kendimizi daha yumuşak, duygusal şarkılara kaptırdık. Ben, Boran’ın kollarında hafifçe sallanıyor, belimi onun ritmine bırakıyordum. Ellerimiz birbirini sıkıca tutuyor, başımızı hafifçe yana eğip birbirimize bakıyor, kalabalığın arasında bile birbirimizi tüm dikkatimizle hissediyorduk.
DJ partisi yavaş yavaş sona yaklaşırken mekânın yetkilileri herkesi havai fişekleri izleyebilecekleri dış alanlara yönlendirmişti. Boran, elimi sıkıca tutarak beni kalabalığın arasından çekip dışarı çıkarttığında şehir ışıkları ve karanlık gökyüzü arasında binlerce renkli havai fişek patlıyordu. Gökyüzünde patlayan ışıklar, yıldız gibi parlıyor, etrafımızı büyülü bir atmosferle sarıyordu.
Henüz yeni yıla girmemize dakikalar olsa da havai fişek gösterileri şimdiden başlamıştı. Gökyüzü bir anda binlerce renk ve ışıkla doluyor, patlayan ışıklar karanlığı parçalayarak etrafı büyülü bir atmosfere bürüyordu. Kırmızı, mor, altın sarısı ve elektrik mavisi tonları gökyüzünde dans ediyor, birbirine karışarak geçici bir tablo oluşturuyordu. Her patlama, anlık bir güneş gibi parlıyor, karanlıkta kalan binaların siluetlerini aydınlatıyor, sokakları ve insanları renklerin ritmine dahil ediyordu.
Havai fişeklerin çıkardığı hafif çıtırtılar, basınç dalgalarıyla birlikte kulaklarımıza ulaşıyor, kalbimizin ritmini adeta gökyüzüyle senkronize ediyordu. Duman ve ışık bulutları, havada asılı kalmış gibi yavaşça hareket ediyor; patlayan her ışık, bulutların arasından yeni bir renk fışkırmasına yol açıyordu.
Boran kolunu belime sarmış gökyüzüne bakarken mırıldandım. “Bugünü asla unutmayacağım.” Boran, gözlerini gökyüzünden ayırmadan hafifçe gülümsedi. “Ne kadar istersek o kadar unutulmaz olur ve ben bugünü senin için daha da unutulmaz kılmak istiyorum.” dedi, sesi patlayan havai fişeklerin uğultusuna karışsa da kulağımda net bir fısıltı gibi yankılandı.
Ne söylediğini anlamak için ona döneceğim sırada belimdeki elinin yeri soğukluğa bıraktı. Ona tamamen döndüğümde elimle ağzımı kapattım. Boran tek dizinin üzerine çökmüştü. Elinde siyah, ışıklı, kadife kutu vardı ve içinde de tektaş bir yüzük.
Kalbim deli gibi atarken nefesimin kesildiğini hissettim. Bir yandan şaşkınlık bir yandan hissettiğim mutluluk dalgası bedenimi sarmıştı.
“Sen hayatıma girdiğin günden beri hayatımın her anı daha anlamlı, her nefes daha değerli. Seninle gülmek, seninle üzüntüyü paylaşmak, her sabah seninle uyanmak…” diye söze girdiğinde sesinin titrediğini hissettim. Gözlerindeki derin bakış, kelimelerin ardındaki samimiyet ve heyecan, kalbimi adeta sarstı. “Ve ben hayatımın geri kalanında da bunun böyle devam etmesini istiyorum, her anımı seninle geçirmek, kendi ailemizi, yuvamızı kurmak, birlikte gülmek, birlikte ağlamak istiyorum...”
Gözbebekleri titreyerek yüzümde dolaşırken o cümleyi duymayı beklemek nefes kesiciydi. “İnci’m… Gerçekten hayat arkadaşım olup her anımızda birlikte olmaya var mısın?”
O an dünya sustu; nefeslerimiz birbirine karıştı, gözlerimiz birbirine kilitlendi. Kalbimin ritmi hızlandı, ellerim titredi, dudaklarım istemsizce aralandı. Şaşkınlığın ve tarifsiz mutluluğun birleştiği bir dalga bedenimi sardı; sanki gökyüzündeki tüm havai fişekler bizim için patlıyordu.
“Evet! Varım, her anımızı birlikte geçirmeye varım.” Dedim ağlamaklı bir tonda. Boran’ın yüzünde önce bir şaşkınlık, sonra tarifsiz bir sevinç belirdi. Diz çöktüğü yerden kalkarken elimi tuttu.
Tektaş yüzüğü nazikçe parmağıma takarken ellerimiz birbirine sıkıca kenetlendi. Havai fişeklerin patladığı gökyüzü, etrafımızı bir renk cümbüşüne boğuyor, her ışık parıltısı kalplerimizin ritmiyle uyumluymuş gibi titriyordu.
Ellerimiz birbirinden ayrılmadan, kalbimiz aynı hızda atarken etrafımızdaki insanların alkış seslerini duyduk. Birbirimize duygu dolu gözlerle bakarken dayanamayarak kollarımı sardım Boran’a. İnanamıyordum. Gerçekten inanamıyordum. Şu an anlıyordum ki buraya gelmemiz planlıydı.
Boran da karşılık vererek beni sımsıkı sardı. Etrafımızdaki alkışlar, kahkahalar ve patlayan havai fişekler bir araya gelerek bu anı daha da büyülü kılıyordu. Kalbim hâlâ deli gibi atıyor, vücudumu saran mutluluk dalgası neredeyse nefesimi kesiyordu.
Gözlerimi onun gözlerine kenetlediğimde orada gördüğüm sadece aşk ve kararlılıktı. Bir an için dünya tamamen durmuş, zaman sadece bizim için akıyormuş gibi hissettim. Dudaklarımı ona yaklaştırdım, titreyen ellerimle ensesindeki saçlarını okşadım. Boran, hafifçe gülümseyerek dudaklarını bana değdirdi; sıcaklığımız birbirine karıştı, tüm endişeler ve şüpheler bu tek dokunuşta eriyip gitti.
Ve o anda anladım ki, ne geçmişin gölgeleri ne de geleceğin belirsizlikleri önemliydi; sadece şu an, sadece biz vardık. Bu, hayatımızın en güzel başlangıcıydı.
*****
Otele vardığımızda, lobiye adım attığımız anda bile kalbim hâlâ Boran’ın sıcak bakışlarıyla çarpıyordu. Asansörde sessiz bir elektrik vardı; ellerimiz birbirine kenetlenmiş, nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Aynı elektrikle koridorda ilerlerken odanın kapısının önünde durduğumuzda Fatih ve Mert baş selamı vererek kendi odalarına ilerlediler. Boran ise bizim odanın kapısını açtı. Hiç beklemeden odaya girdiğim anda karşımda gördüğüm manzarayla tekrar bir şaşkınlık dalgası sardı bedenimi.
Mumlar odanın her köşesini sıcak bir ışıkla dolduruyordu, kırmızı güller zarifçe yatağa ve etrafa serpiştirilmişti. Hafif bir lavanta ve vanilya kokusu havayı dolduruyordu; sanki her şey bizim için hazırlanmıştı.
Büyülenmiş bir biçimde odaya bakarken belime sarılan kollarla tüm vücudumu sıcaklık sardı. Boran çenesini omzuma yaslarken sıcak nefesi boynumdaydı. “Günler hatta aylar önce ikimizde bazı şeylerin vakti olmadığını, yerin veya zamanın doğru olmadığını düşünüyorduk.” Cümleleriyle nefesim hızlanırken kollarında ona doğru döndüm.
Gözlerimiz buluşurken bakışlarındaki tereddüdü gördüm. Hala daha bir şeylerden emin değil gibi bakıyordu, nabzımı ölçüyordu. Gözlerindeki o kararsız ışık içime dokundu. Bir yanıyla bana yaklaşmak istiyor, bir yanıyla hâlâ duruyordu. Elimi ensesine doğru sararak gözlerinin içine baktım. “Ama şimdi doğru zaman…”
Cümlemle birlikte gözlerinde bariz bir rahatlama meydana geldi. Elini yanağıma yaslarken avuç içinin sıcaklığı bütün düşüncelerimi susturdu. Parmaklarının hafif titrediğini fark ettim; sanki uzun süredir beklediği ama adım atmaya cesaret edemediği bir eşikteydi.
“İnci’m…” dedi kısık bir sesle, ismim dudaklarından dökülürken kalbimde yankılandı. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. O an ne geçmişin yükü vardı aramızda ne de geleceğin bilinmezliği. Sadece ikimiz ve bu an…
Başını biraz eğdiğinde alnı benim alnıma değdi. Nefeslerimiz birbirine karışırken dudaklarımda hissettiğim hafif tebessümü, gözlerindeki huzur tamamlıyordu. “Gözlerin her şeyi anlatıyor ama sesinden de duymak istiyorum, bunu sende istiyorsun değil mi?”
Sözü, kalbimin en derin yerinde yankılandı. Hayatımda hiç böyle ince düşünen birine rastlamamıştım. Çoğu insan, kendi isteğini önceler, kendi anını kovalardı ama o…tam tersiydi. Belki de bu yüzden içimdeki bütün kapılar sessizce açılıyordu. Yıllardır alıştığım o tetikte durma hâli, yavaşça çözülüyordu üzerimden. Bu, sadece bir yakınlık anı değildi. Bu, bana değer verildiğinin, düşüncelerimin önemsendiğinin sessiz bir ilanıydı.
UYARI (Bu paragraftan sonrası rahatsız edici unsurlar içerebilir…)
Cevabımı dudaklarımı dudaklarına bastırarak verdim. Kalbim daha hızlı çarpmaya başladı ve bir yandan heyecan, bir yandan tarifsiz bir güven hissi bedenimi sardı. Bizim hikâyemiz bir anlaşmayla başlamıştı; resmi ve mesafeli bir düzenle… Ama şimdi burada, mum ışığının altında, her şeye rağmen birbirimize tamamen teslim olduğumuzu hissediyordum.
Dudaklarımız birbirine değdiğinde bir kıvılcım daha büyüdü; her dokunuşu, her bakışı önceki günlerin bütün mesafelerini ve anlaşmalarını silip götürüyordu. Artık sadece aşk vardı, sadece ikimizin dünyası… Ve o an, ikimizin de birbirine olan ihtiyacı, arzusu ve sevgisi tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı.
Boran’ın dudakları, başta temkinli bir dokunuşla benimkilerdeydi; sanki bu anın ağırlığını yavaşça hissetmek istiyordu. Ama saniyeler geçtikçe öyle bir yakınlık oluştu ki artık ikimiz de geri duramıyorduk. Nefeslerimiz hızlanmış, dokunuşlarımız daha derin, daha kararlı hâle gelmişti.
Parmaklarım, saçlarının arasına gömülürken o da belimi kavramıştı; avuç içleri, beni kendine daha da yaklaştırmak ister gibi sırtımda gezinirken aramızdaki mesafe tamamen yok olmuştu.
Mum ışığı etrafımızdaki gölgeleri titreştiriyor, odanın sıcak havası adımlarımızı yavaşlatıyor ama birbirimize daha sıkı sarılmamızı sağlıyordu. Boran, başını hafifçe yana eğerek öpücüğünü derinleştirdiğinde, kalbim göğüs kafesime sığmaz oldu.
Yavaşça ama emin adımlarla yatağa doğru ilerlediğimizde sırtım çarşafla buluştu. Boran üzerime doğru eğilmiş dirseklerinin üzerinde dururken temasımızı hiç kesmedi. Dudakları dudaklarımla dans ederken bende ensesindeki saçlarıyla oynuyordum.
Dudakları, boynuma doğru geçiş yaptığında derin bir nefes aldım. Sıcak nefesini ara ara tenime verirken her hareketiyle içimdeki istek daha da büyüyordu. İtinayla boynumun her bir noktasını öperken dudakları boynumdan çeneme, oradan da kulağıma doğru ilerledi. “Bu hayatta hiçbir şeyi istemediğim kadar seni istedim.” Fısıltıyla söylediği cümle tüyleri ürpertirken Boran’ın öpücükleri devam etti.
Elleri sırtıma doğru yönelirken başını boynumdan kaldırıp gözlerime baktı arzuyla. Üzerimdeki tulumun fermuarını indirmek için gözlerime izin alırcasına bakarken belli belirsiz başımı salladım ve düzensiz nefeslerimden verdiğim izni anlamasını sağladım. Boran fermuarı indirirken artık eli sırtımda daha rahat dolanıyordu.
Tulumun üzerimden düşmesine izin vermeden ellerim onun gömleğinin düğmelerine ulaştığında hiç itiraz etmedi ama her bir düğmede gözlerime daha bir istekle baktığını hissettim. Parmak uçlarım her tenine dokunduğunda onun derin bir iç çekişini yakalıyordum, gözlerime baktığında arzusunun büyüklüğünü görüyordum.
Nihayet düğmeler tamamen açıldığında üzerimden hafifçe doğrulup gömleği üzerinden çıkartıp odanın bir köşesine doğru attıktan sonra tekrar üzerime eğildi. Bu sefer dudaklarımı daha yoğun bir şekilde öperken dilinin temasıyla nefesim kesildi. Ellerim saçlarında sıkıca dolaşırken titremem giderek arttı. Boynuma kaydırdığı öpücükleri hissederken, tenimde bir elektrik dalgası yayıldı; her dokunuşu, her nefesi bedenimi daha da ateşli hale getiriyordu.
Dudakları tekrardan boynuma kayarken bu sefer orada çok oyalanmayıp omzuma oradan da gerdanıma doğru kaydırdı dudaklarını. Tulumun straplez kısmını sıyırıp göğsümden aşağıya kaydırırken elleri göğsüme dokundu; parmak uçlarının sıcaklığı ve hafif baskısı tüm dikkatimi ona yöneltti. Utanç duygusu bedenimi sarsa da bedenimin verdiği karşılık bambaşkaydı. Kalbim deli gibi atıyor, her nefes alışımda Boran’ın varlığını daha yoğun hissediyordum.
Dudaklarını boynumdan gerdanıma ve göğsüme doğru indirirken öpücükleri artık kısa değildi; her temas uzun, derin ve tutkuluydu. Ben ellerimle onu kendime daha yakına çekiyor, parmak uçlarımı omuzlarına ve boynuna dolaştırıyordum. Her öpücük, her temas, içimdeki ateşi körüklüyor, bedenimi daha da yanmaya zorluyordu.
Boran ellerini göğsümde gezdirirken, elleri hafifçe tulumun kenarlarına tutundu ve üzerimden daha da sıyırdı. Dudakları göğsümden karnıma doğru ilerlediğinde bedenim her dokunuşuna karşılık veriyordu. Ellerim omuzlarında ve sırtında dolaşırken, Boran’ın parmak uçlarının sıcaklığı her hareketinde daha da yoğunlaşıyordu. Tulumu tamamen aşağı çekerken vücudumun her kıvrımıyla temas eden elleri ve dudakları, bedenimdeki bütün gerilimi ve arzuyu açığa çıkarıyordu.
Tulum bedenimi tamamen terk ederken Boran bu sefer üzerimden kalkarak dizlerime uzanan uzun botun fermuarını indirdi. Botumun fermuarı aşağı kayarken dizlerime değen soğuk metalin ardından Boran’ın sıcak dudakları temas ettiğinde sesli bir nefes aldım. Dudakları önce dizlerime, sonra bacaklarımın iç kısmına doğru yavaşça kaydı. Her temasında içimde bir elektrik dalgası yayıldığını hissediyordum; nefesim kesiliyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. Ellerim onun omuzlarına, boynuna ve saçlarına dolanırken, bedenim tamamen onun dokunuşlarına teslim olmuştu.
Dudakları tekrar karnıma ve göğüslerime yönelirken bacaklarımı Boran’ın bedenine doladım. Elleri sırtımda dolaşırken, bir yandan da kalçama hafifçe bastırıyor, beni kendine daha da yaslıyordu. Artık vücudumun isteğine karşı gelemeyip ellerimi Boran’ın pantolonunun kemerine götürdüğümde üzerimde doğruldu. Ellerim titreyerek kemerin kopçasını çözmeye çalışırken Boran gözlerini kapatıp başını geriye doğru attı. Nefesi giderek daha hızlanmış, düzensizleşmişti.
Kemeri çözdüğümde elim fermuara doğru gitti. Fermuarı yavaşça aşağı indirirken Boran’ın her hareketimle birlikte vücudunun tepkisini hissediyor, omuzlarındaki, göğsündeki kasların gerildiğini, nefesinin kesildiğini fark ediyordum. Fermuar tamamen açıldığında Boran derin bir nefes aldı, gözlerini açıp bana baktı.
Gözlerini gözlerimden çekmeden pantolonunu çıkartıp tekrar üzerime uzandığında o an kalbim değil, bütün ruhum teslim olmuştu sanki. Her nefesimde, bedenimde gezinen ellerinin ısısını hissediyor, içimde büyüyen bir fırtınayı engelleyemiyordum. Artık sadece düşüncelerim değil, tüm benliğim ona aitti. Dudaklarımız yeniden buluştuğunda, aramızdaki mesafe tamamen ortadan kalktı. Bedenlerimiz, kalplerimizin attığı ritme uyum sağladı; her hareketimiz, birbirimize daha çok bağlanmamızı sağlıyordu.
Zamanın akışı yok olmuştu. Sadece mumların ışığı, güllerin kokusu ve birbirimizin nefesi vardı. Dokunuşlarımız daha hızlanıp öpücüklerimiz daha derinleşti. İçimizdeki ateş, artık kontrol edilemez bir şekilde büyüyordu. O an, sadece tutku değil; güven, aşk ve teslimiyetin en yoğun hali vardı.
Ve sabaha kadar sürecek olan bu gecede, her nefes, her dokunuş, her bakış… Sonsuza kadar hatırlanacak bir anı olacaktı.
Bölüm Sonu
‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur, biraz gezi tarzında bir bölüm oldu…
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı? Belki de bölümlerdir beklenen an geldi hoşunuza gitmiştir umarım.
‣‣‣ Bundan sonra neler olacak var mı tahmininiz?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |