
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
31.Bölüm
Güneş ışınları odayı doldururken gözlerimi belli belirsiz araladım. Bedenimde tatlı bir sızı vardı. Ensemde hissettiğim nefes, belime sarılmış kol, çıplak sırtımı yasladığım sıcacık beden zihnine dün geceyi düşürürken yüzümde istemsizce bir tebessüm oluştu. Elimi kaldırıp yüzük parmağımdaki tektaşa bakarken içim bir kez daha heyecanla doldu.
O heyecanının müsebbibi olan adamı görme isteği kalbimi doldurduğunda kollarının arasında geriye doğru dönüp yüzümü ona çevirdim. Uyuduğunu görmeyi beklerken gözlerinin açık olduğunu ve hatta beni izlediğini görmek şaşırmama neden olurken onun gözleri yüzümde dolaştı birkaç saniye.
“Günaydın…” diye mırıldandığımda yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Elini uzatarak saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra yüzümü sevdi baş parmağıyla. “Günaydın güzel karım…” Derinden gelen sesi içime işlerken gülüşümü engelleyemedim. Yeni hitabımı çok sevmiştim. Güzelimden sonra güzel karım…
Gözlerimi kapatıp yanağımdaki dokunuşların keyfini çıkartırken sesini işittim. “Rahat uyuyabildin mi?” Meraklı sesine karşılık gözlerimi aralayıp cevap verdim. “Hayatımdaki en huzurlu uykuydu.” Dedikten sonra ekledim merakla. “Sen peki?”
Başını iki yana salladığında kaşlarımı çattım. Neden olduğunu düşünürken neyi yanlış yapmış olma ihtimalim zihnime doldu. Boran ise sorularıma cevap olurcasına konuştu. “Dünün rüya olmasından korktum, bir süre uyuyamadım. Seni izledim. Sonra bir an uyumuşum ama çok uzun sürmedi.”
O sözleri duyduğumda kalbim birden hızla çarptı. Elleri hala saçımda, parmakları nazikçe saç diplerime masaj yaparken yüzüme bakıyor ve gözlerindeki sıcaklığı saklamaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Yaklaşarak göğsüne başımı yasladım ve sıkıca sarıldım ona. “Rüya değildi, her şeyiyle gerçekti.” Derken dudaklarımı boynuna bastırdım. Hamlemle Boran’ın göğsü hafifçe yükselip alçaldı derin nefesiyle. Elleri belimi sıkıca kavrarken ben bir kez daha öptüm boynunu yanında olduğumu hissettirmek için.
“Devam edersen tüm günü odada geçirebiliriz.” Alçak ve hırıltılı bir sesle konuşurken elleri kalçama doğru kaydı ve vücudunu bana daha da yaklaştırdı. İçimden bir gülümseme yükseldi, başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Benim için fark etmez, yanımda olduğun her an benim kabulümdür.”
Aslında neyi kastettiğini de biliyordum ama utanmıyordum. Boran gözlerimi uzun uzun süzerken dudaklarında hafif bir gülümseme, bakışlarında ise kararlılık ve arzu vardı. Elleri saçlarımda ve ara ara sırtımda dolaşırken fısıldadı. “Bu sadece İtalya’ya özel değildir umarım.”
İçimden hafif bir titreme geçerken gözlerimi kısarak ona baktım ve dudaklarımın kenarı iki yana kıvrıldı. “Hiç sanmıyorum… Artık benden kurtulamazsın.” Derken bu sefer dudaklarımı kalbinin üzerine bastırdım. Boran yan durmaktan vazgeçmiş olacak ki sırtını tamamen yatağa yaslarken başını yastığa bastırdı ve boğuk bir sesle mırıldandı. “Kurtulmak isteyen kim?”
Aldığım cevapla tatmin olurken sırıtarak dudaklarımı göğsünde gezdirmeye devam ettim. Ardından uzanıp âdem elmasına dudaklarımı bastırdığımda hırıltılı bir nefes verdi. “Çok fena bir kadınsın.”
Dudaklarım hâlâ âdem elmasında, nefesinin titremesi tenime değdiğinde içimde usulca büyüyen o his artık saklanamaz hâle gelmişti.
Gülerek başımı hafifçe kaldırıp gözlerinin içine baktım. Gözlerinde o tanıdık tutku parıldıyordu. “Niye dokunuşlarımdan hoşlanmıyor musun?” diyerek elimi kaslarına doğru götürdüm. Parmaklarımı yavaşça gezdirirken avuç içimle hafifçe bastırarak kaslarının her kıvrımını hissettim. Sert ve güçlü kaslar, parmaklarımın altında titreyerek karşılık veriyordu; dokunuşumla ritmini hissedebiliyordum.
İnce ve kararlı hareketlerle avuçlarımı yukarı ve aşağı kaydırırken her temasımda Boran’ın nefesinin hızlandığını ve vücudunun bana doğru hafifçe gerildiğini fark ettim. Başımı boynuna yaslarken bir yandan da parmak uçlarım karın kaslarını okşayıp her sert hat, kas çizgisini keşfetmeye devam ediyordum.
Burnundan sesli bir nefes alırken alaylı bir tonda konuştu. “Hoşlanmamak… Senden hoşlanmamak lügatimde yok. Aksine her dokunuşun aklımı kaybettiriyor.”
Parmaklarımla onu keşfetmeye devam ederken dudaklarımı göğsünden başlatarak karın kaslarına ilerlettim. Boran’ın saçlarımda duran eli bir an dururken aldığı nefesle göğsü inip kalktı ve hırıltılı bir sesle mırıldandı. “İnci…”
Dayanamadığını belirtircesine belimden kavrayıp beni yatağa doğru iterken yatağın sertliği ve sıcaklığı arasında, Boran’ın vücudu benim üzerime tam olarak yerleşti. Ellerini başımın kenarına yerleştirirken bacakları da bacaklarımın arasındaydı. Buğulanmış gözleriyle gözlerime bakıp dudaklarımızı birleştirdi anında. İstediğimi almanın mutluluğu ile ona karşılık verirken ellerimi ensesine sarıp onu kendime daha da çektim.
Dudakları boynuma doğru kaydığı sırada boşluğundan yararlanarak onu geriye ittim ve üzerine çıktım. “Kontrol bende…” diye fısıldarken spor yaparken ki gibi imalı ve kararlı bir biçimde baktım gözlerine. Vücudumu onun üzerine yerleştirirken ellerim boynuna ve omuzlarına kaydı; her dokunuşum onun nefesini kesiyor, hırıltılı bir karşılık yaratıyordu.
Boran bir an şaşkın bakışlarla bana baksa da yatakta doğrularak dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve elleri hâlâ belimde dolaşırken hafifçe teslim oldu. Bu an, sabahın sıcak ve tutkulu havasında artık tamamen benim kontrolümdeydi. Boran’ın teslimiyeti ve nefesinin sıcaklığı, içimde beklenmedik bir huzur ve heyecan karışımı uyandırdı. Her hırıltılı nefesi, her titreyen kası, bana olan arzuyu ve teslimiyeti anlatıyordu. İçimde bir gurur dalgası yükseldi ama en çok da derin bir sevgi ve bağlılık hissi kapladı yüreğimi.
Bu sabah, güneş ışığının odada dans ettiği bu an, yalnızca bir tutkuyu değil bizim için yeni bir başlangıcı simgeliyordu…
*****
Saatler sonra duş alıp kremlerimi sürdükten sonra banyodan çıktım. Bakışlarım odanın içinde gezinirken yerdeki kıyafetlerin çoktan toplandığını gördüm. Muhtemelen ben duştayken halletmişti Boran. Dün gece hiç umurumuza getirmemiştik ikimizde. Nerede olduğunu anlamak için etrafıma bakınırken balkonda olduğunu görerek yanına ilerledim. Ellerini demire koymuş dışarıyı seyrediyordu.
Arkasından sarılıp başımı sırtına yaslarken anında ellerimi tuttu. “Sıhhatler olsun güzelim.” Deyip bana doğru dönerken ben cevap verdim. “Teşekkür ederim, çıkıyor muyuz?”
“Hazırsan çıkalım.” Boran’ı onaylarken odaya girdim tekrardan. Zaten sabah 12’ye doğru uyanmıştık ve sonra saati üç etmiştik. Hafif bir şeyler yiyerek biraz daha gezecektik. Zaten son bir günümüz kalmıştı. Yarın dönecektik. Ama ondan önce yapmam gereken bir şey vardı.
“Ama çıkmadan önce…” deyip bavulumun köşesine yerleştirdiğim siyah kutuyu çıkardım. “Yeni yıl hediyeni vereyim.” Boran buraya geleceğimizi ve bir hafta burada kalacağımızı söylediğinde yılbaşını burada geçireceğimizi anlayarak Güney’den hediyeyi göndermesini istemiştim.
Mert sağ olsun hediyeyi almış ve gizlice bana vermişti. Dün otele döndüğümüzde vermeyi planlarken bugün vermek nasip olmuştu.
Boran’da benim gibi odaya girmiş karşımda dikilirken elimdeki kutuyu uzattım. “Yeni yılımız kutlu olsun aşkım, hep birlikte olduğumuz nice nice senelerimiz olsun. Her günümüz dünkü, bugünkü gibi güzel geçsin.” Uzanıp yanağını eş zamanlı olarak öperken Boran hafif bir şaşkınlıkla aldı kutuyu. “Ne zahmet ettin.” Dediğinde içtenlikle gülümsedim. “Zahmet olur mu hiç.”
Boran kutuyu açarken dikkatlice izledim onu. Eski model bir saatti kutunun içindeki. Dedemin saatiydi ve kıymeti benim için çok büyüktü. Hafifçe kaşlarını çatmış aşina gelen saati hatırlamaya çalışırken ona yardımcı olmak adına konuştum. “Benim için çok değerli olan insandan kalan hatırayı benim hayatım olan, dünyam olan, her şeyim olan eşime vermek hatıranın kıymetini artıracak diye düşündüm. Hatta bundan eminim, güle güle kullan sevgilim.”

Boran başını kaldırıp gözlerimin içine baktığında dudaklarında hafif bir tebessüm, gözlerinde ise içten bir sıcaklık vardı. “Bu çok değerli bir şey, beni buna layık görmen…” deyip duraksadığında hafifçe kaşlarımı çattım. “Layık olmak ne demek, senden başka layık olan birisi daha yok.”
Minnettar bir biçimde gözlerime bakarken gözlerinin içinin güldüğüne yemin edebilirdim. “Çok teşekkür ederim.” Saati kutunun içinden çıkartırken kutunun kapağını kapattı ve saati bana uzattı takmam için. Hızlıca saati alıp bileğine geçirdikten sonra bileğine oturacak şekilde taktım. Boran teşekkür mahiyetinde uzanarak dudaklarımı öptükten sonra geri çekildi. “Madem hediyeleri şimdi veriyoruz, bende vereyim.”
“Sen zaten dün verdin hediyeni.” Diyerek tektaşın takılı olduğu elimi kaldırdığımda Boran gülümseyerek baktı elime. “O olması gerekendi zaten, her şeyin yerli yerinde olması için atılan ilk adımdı.”
Ardından çıkardığı küçük kutuyu bana uzatırken dikkatle yüzüme baktı tepkimi izlemek için. Kutunun kapağını açtığımda karşıma bir yüzük daha çıktı. Eski ama bir o kadar zarifti. İnce, sade bir bant ve üzerinde karmaşık olmayan ama ustaca işlenmiş minimal bir desen vardı. Çok nahifti.

“Aslında aynı hediyeyi düşünmüşüz bilmeden, bu yüzük annemden bana kalan bir emanetti.” Dediği anda gözlerimi yüzükten çekerek Boran’a çevirdim. Gözlerim anında doldu. Annesinin Boran için ne demek olduğunu bilmek hediyenin kıymetini öyle artırıyordu ki bir an dilim tutulmuş gibi oldu.
“Babam, annemle nişanlandıklarında vermiş ona nişan hediyesi olarak. Ölene kadar asla parmağından çıkarmadı onu annem. Eşyaları dağıtılırken ben almak istedim bu yüzüğü, sakladım. Yalnız kaldığımda fotoğrafların yanında onun hiç parmağından çıkarmadığı bu yüzüğe sarıldım belki de. Ama şimdi yalnızlığımın bir merhemi var, evet yine anneme sığındığım anlar var ama artık sende varsın ve bu yüzük sende anlam bulacak.”
Bakışları yüzükteyken dile getirdiği cümlelerin sonunda bana doğru baktı sımsıcak. O anda içimde bir sıcaklık dalgası yükseldi ve adeta bütün hücrelerimi sardı. Yüzüğü elimde tutarken onun gözlerindeki o derin anlamı, hem minnettarlığı hem de sevgi dolu güveni hissettim. Bu sadece bir takı değildi artık; geçmişin izlerini, hatıraları ve aynı zamanda bizim ortak geleceğimizi taşıyan bir semboldü.
“Boran…” diye başladım hafif titrek bir sesle. “Bu o kadar kıymetli ki…” deyip durdum. Nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Boran yüzüğü kutusundan çıkartırken küçük bir tebessüm etti. “Kıymetini artıracak olan senin parmakların…” Yanağıma doğru akan gözyaşını hızla temizleyerek elimi ona doğru uzattım. Boran parmağıma yüzüğü geçirirken tebessümü büyüdü. “Çok yakıştı.”
“Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.” Diyerek boynuna sarıldığımda anında sardı beni. Çenesini omzuma yaslayarak mırıldandı. “Güle güle kullan.”
Hafifçe gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ben çok şanslı bir kadındım.
Boran kollarını hafifçe geri çekerken mırıldandı. “Hadi çıkalım, acıkmadın mı?” diyerek bana baktığında başımı belli belirsiz salladım. Aç hissetmiyordum pek. Boran cevabımla kaşlarını çattı. “Ne demek acıkmadım? Dün daha da emin oldum, sana biraz yemek yedirmemiz gerekiyor.”
“Ben halimden memnunum.” Diye karşılık verdiğimde ters bir biçimde baktı suratıma. “Ama ben değilim, hadi.” Derken kabanımı alarak giymem için bana doğru tuttu. Hızlıca giydiğimde kendisi de kabanını giyerek elimden tutup beni odadan çıkardı.
Otelden çıktığımızda hava hafifçe serindi. Boran elimi tutarak beni kalabalığın arasından geçirdikten sonra sokak boyunca yürümeye başladık. Küçük ve samimi bir kafeler sokak boyunca dizilmişken eş zamanlı olarak içeriden kahve ve taze pişmiş tatlıların kokusu geliyordu. Kafelerden hoşumuza giden birine girdikten sonra masaya geçerek oturduk.
“Burası güzel görünüyor,” dedi Boran gülümseyerek. “Hem küçük hem de keyifli bir yer gibi. Aperatif bir şeyler yiyip biraz oturalım, sonra ne yapmak istersek… Yarın son günümüz.”
İç çekerek baktım ona. “Maalesef…”
Çok güzel bir hafta geçirmiştim ve bitmesi üzüyordu beni. Boran elini uzatıp masanın üzerinde duran elimi tutarken karşılık verdi. “Hemen asma suratını, yine geliriz. Başka yerlere gideriz, günler bizim sonuçta. Şöyle düşün, kendi işimizin patronuyuz ve izin derdi yok.” Göz kırparak bana baktığında güldüm. “Orası öyle.”
Bir şeylere başka bir taraftan bakmayı seviyordu ve ne yalan söyleyeyim böyle düşününce doğruydu. Boran gülmemle birlikte elini çekerken gelen garsona İtalyanca bir şekilde siparişlerimizi verdi. Sandviç tarzı bir yiyecek ve yanında kahveyle birlikte karnımızı doyurduktan sonra kafeden çıktık.
Rotamız Pisa’ydı. Trene binip kısa bir yolculuğun ardından Pisa’ya vardığımızda kule hemen bizi selamladı; eğik duruşu, güneşin altında altın sarısına dönmüş taşlarıyla hem komik hem de büyüleyiciydi. Meydan, turistlerle doluydu ama kule etrafındaki hareketliliğe rağmen kendi karakterini koruyordu.

Boran elimi tuttu ve beni kulenin önüne çekti. “Hazır mısın? Dünyanın en klasik ama eğlenceli pozunu veriyoruz!” dediğinde gülerek ona baktım. “Harbiden yapacak mısın bunu?”
Boran omuz silkti. “Yapacağım, sonuçta bir defalık bir şey. Hadi.” Derken orada bulunan bir turistin yanına gidip İngilizce konuşarak bizim fotoğraflarımızı çekmesini istedi. Turist kadın seve seve onaylarken kuleye doğru ilerledik Boran ile.
Boran kuleyi itiyormuş gibi poz verirken bende benim üzerime düşüyormuşçasına rollenerek yüz ifademi takındım. Öyle ciddi yapıyorduk ki bunu. Ancak o rollenmenin içinde göz göze geldiğimizde ikimizde tutamayarak gülmeye başladık. Turist kadın her anımızı fotoğraflarken minnetle baktım ona. Ardından teşekkür ederek telefonu aldığımızda ön kamerayı açarak fotoğraflar çekindik.
Fotoğrafın ardından Boran’la meydanın diğer tarafına doğru yürüdük. Meydanın taşları ayağımızın altında hafifçe titreşiyordu; turistlerin ayak sesleri, satıcıların “Souvenir!” diye bağırmalarıyla karışıyordu. Kuleye olan hayranlık hâlâ içimizde taptazeydi ama çevredeki küçük detaylar da dikkatimizi çekiyordu: rengârenk çiçeklerle süslenmiş pencereler, eski taş binaların arasındaki dar sokaklar ve yavaş yavaş hafifleyen güneşin gölgeleri…
Boran, elimi sıkıca tutarken mırıldandı. “Buraya kadar gelmişken biraz da sokakları gezelim.” Sokaklar dar, taşlı ve hafifçe eğimliydi; sanki her adımda geçmişten bir parça var gibiydi. Küçük kafelerin önünden geçerken taze ekmek ve kahve kokuları burnumuza doluyordu. Buna dayanamayarak bir kafeye oturduğumuzda masaya konmuş mini kurabiyeler ve sıcak kahveler bize eşlik etti.
Kafenin penceresinden kuleyi görebiliyorduk; hâlâ eğik, hâlâ kendi karakteriyle meydanı domine ediyordu. Kahvelerimizi içtikten sonra sokaklarda dolaşmaya devam ettik. Küçük sanat galerileri ve antikacılar dikkat çekiyordu; vitrinlerde eski kitaplar, minik heykeller ve eski haritalar sergileniyordu.
Bir ara, dar bir sokakta bir grup sokak müzisyeni çalmaya başladı. Akordeon ve kemanın sesi öyle sıcak ve canlıydı ki durup dinleyip huzurun keyfini çıkardık. Akşamüstüne doğru meydana geri döndük. Kule hâlâ bizi izler gibi, sabırlı ve eğik duruyordu. Turist kalabalığı yavaşlamış, gölgeler uzunlaşmıştı. Boran cebinden telefonu çıkarıp bir fotoğraf daha çekmek istediğinde bu sefer sadece biz ve kule vardı. Yüzlerimizde küçük tebessümlerle son anımızı da fotoğraflayarak günümüze devam ettik…
*****
Pisa’da gezdikten sonra tekrardan Roma’ya dönerek odaya çıkmıştık. Üzerimizi değiştirip akşam yemeği için hazırlandıktan sonra otelin restoranına inip yemek yemeye koyulmuştuk. Ne yalan söyleyeyim yorulsam da çok güzel anlar geçirmiştim ve biteceği için üzgündüm.
“Ne çabuk geçti değil mi?” Boran düşüncelerime tercüman olurcasına konuşurken gözlerimi ona çevirerek onayladım. “Evet, daha dün gibiydi gelişimiz. Şimdi dönüyoruz.” Derin bir iç çekerken Boran’da durgunca onayladı beni.
Birkaç saniye aramızda sessizlik olurken Boran’ın bakışlarının parmağımdaki tektaşa takıldığını gördüm. Şakayla karışık bir biçimde konuştum. “Ne o çok yakıştığını mı düşünüyorsun yoksa?” Boran cümlemle gülerken cevap verdi. “Çok yakıştığını düşünmeme gerek yok, belli zaten. Sadece kız isteme merasimini düşünüyordum.”
Aldığım cevapla kaşlarım havalandı. “Ne?”
“Her şeyi usulüne göre yapmayalım mı şimdi?” Boran kendini açıklarken devam etti sözlerine. “Sade bir nikah kıydık, kimsenin gönlü olmadı. Açıkçası benim de öyle. Seni telli duvaklı gelin görmek benim de hakkım diye düşünüyorum.”
Parmağımdaki tektaş bir anlığına ağırlaştı sanki Boran’ın sözleri taşınması gereken bir yük gibi üzerine binmişti. Gözlerimi kısarken dudaklarım istemsiz bir tebessümle kıvrıldı. “Sen… ciddisin yani?” diye sorarken sesimde hem şaşkınlık hem de küçük bir heyecan vardı.
Boran başını hafifçe yana eğdi, gözlerindeki ciddiyet ve sıcaklık birleşince yutkunmak zorunda kaldım. “Ciddiyim, İnci’m. Her heyecanı yaşamak bizim de hakkımız. Düğünü henüz yapamasak da en azından abinden isterim seni.” Dediğinde gülüşüme engel olamadım. “Ya vermezse?”
Boran cümlemle afalladı bir an için. Ardından kaşlarını çattı. “O zaman kaçırırım.”
“O zaman yine usulüne uymamış olur, kaçtıktan sonra ne manası var?” diye gülerken Boran sırıtarak baktı bana. “Ne o kaçmaz mısın benimle?”
Gülüşüm istemsizce büyüdü, gözlerim parladı. “Kaçarım tabii ki. Seninle her yere, her şeye razıyım ben.” Dediğimde Boran gülerek suyundan içtikten sonra karşılık verdi. “O zaman abinin vermeyeceği ihtimalini düşünmüyoruz güzelim, B planımız hazır.”
“Sen cidden delisin var ya, bunu mu düşündün?” diye gülümserken Boran masanın üzerindeki elimi tuttu. “Sana deliyim, bunu hala anlamadın mı sen?” Cümlesiyle içim sıcacık olurken Boran elimi tutmaya devam etti. Ardından ekledi. “Ha belki her şey usulüne göre olmamış olabilir.” Deyip gözlerime bakarken kastettiği şeyi anlayarak utangaç bir tebessümle baktım.
Dün geceyi düşünmek… Rüya gibiydi her şey. Boran’ın kollarında, gözlerimizin birbirine kilitlendiği o anlar, sıcaklığı ve yakınlığı hâlâ içimde yankılanıyordu. Yüzümde istemsiz bir gülümseme oluşurken gözlerim hafifçe parladı.
“O da öyleydi, düğün gecesi değildi belki ama biz zaten her iki şekilde de evliyiz. Birbirimizi sevdikten sonra zamanın önemi yok. Ki zamanlama bile muhteşemdi temin ederim.” Dedim yumuşak bir sesle. İkimizde istemiştik ve olmuştu. Hem de çok güzel olmuştu.
Boran hafifçe başını yana eğdi, gözlerindeki o sıcak bakışla gülümsedi. “Böyle düşünmen rahatlattı.” Hâlâ elimde parmaklarını gezdirirken, gözlerimdeki o utangaç ama mutluluk dolu bakışı görünce hafifçe gülümsedi. “İşte bunu hak ediyoruz, güzelim.” dedi. “Her anımızı, her dakikamızı… hak ettiği şekilde yaşamak istiyorum. Dün geceyi de bundan sonraki her şeyi de.”
“Sen gerçekten sahip olabileceğim en mükemmel adamsın.” Dedim içten bir şekilde gözlerine bakarken. Boran cümlemle gülümserken elimi dudaklarına götürüp avuç içimi öptü. “Sende benim sahip olabileceğim en mükemmel kadınsın. Birbirimize sahip olduğumuz için de en mükemmel karı-koca biziz.”
Boran’ın sözleri, içimde tarifsiz bir sıcaklık yarattı. Avuç içimi öptüğünde kalbim bir anlığına hızla çarptı, sonra yavaşlayıp derin bir huzurla doldu. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti, kelimeler neredeyse gereksizdi; her bakış, her dokunuş kendi içinde bir bütün hikâyeyi anlatıyordu.
Daha şimdiden içimi o kadar büyük bir heyecan kaplamıştı ki anlatamazdım. Evet normal başlamamıştı hiçbir şey. Tanışıp, flört edip, aşık olup evlenmemiştik. İlk önce evlenmiş, sonra flört etmiş, sonra aşık olmuştuk ve en sonda tamamen birbirimize ait olarak evliliğimizi ikimiz içinde özel kılmıştık. Hiçbirinden pişman değildim. Aslında tam tersine, her şeyin bu sıra ve hızla yaşanması, evliliğimizi daha da özel kılmıştı.
Bazen düşünüyorum da her şeyin böyle yaşanması belki de en doğru yoldu. Hiçbir adımı atlamamıştık; her deneyim, her duygu, her an, bizi birbirimize daha da yaklaştırmıştı ve ben, Boran’la birlikte olduğum her anı tüm kalbimle, tüm heyecanımla kucaklamaya hazırdım. Buna bugünden itibaren yaşayacağımız her an dahildi.
Sohbet eşliğinde yemeğimizi yerken ikimizin heyecanı da gözlerimizden bile belli oluyordu. Yemeğin sonuna geldiğimizde lavaboya gitmek üzere yerimden kalktıktan sonra yavaş adımlarla lavaboya ilerledim. İşlerimi hallettikten sonra lavabodan çıkıp yemek salonuna ilerlerken morali bozuk bir biçimde kenarda bekleyen Mert’i gördüm.
Yanına doğru ilerlerken telefonu kulağına doğru götürdü. Adımlarım bu hamleyle duraksadığında Mert’in sesini işittim. “Derin, yapma böyle güzelim. Geleceğim yarın, ben mutlu muyum sanıyorsun yanında olamamaktan?”
Cümleleriyle hafiften kaşlarım çatılırken Derin karşıdan bir şeyler demiş olacak ki Mert sıkıntılı bir nefes aldı. “Abine nasıl söylerim ben gelmiyorum diye, neden dediğinde nasıl açıklayacağım?” Kendini açıklamaya çalışırcasına konuşurken birden telefonu kulağından indirdi. Muhtemelen yüzüne kapatmıştı Derin.
Bizle konuşmadığı kadar Mert’le de arası iyi değildi belli ki. Ama Mert’in ona iyi geldiğini gözlemliyordum ben. Babası vefat ettiğinde ona sığınması bile bariz belli ediyordu. Olduğum yerden kıpırdayarak Mert’e doğru ilerlediğimde bakışları beni buldu ve bariz bir şekilde paniğini hissettim o an. “Yenge?” Duyup duymadığımı sorgularcasına bana bakarken soramıyordu ama gözlerindeki korku yeterliydi onu anlamama. Tabii bildiğimi bilmiyordu.
“Mert…” diyerek tamamen yanına ilerlediğimde sessizce fısıldadım. “Derin ile mi konuşuyordun?” Cümlemle gözlerini kocaman aralarken başını iki yana salladı. “Hayır yani o Derin değil.” Kendi kendini korumak istercesine zırvalasa da sesinin tonundan bile anlaşılıyordu ki ben kendi gözlerimle görmüştüm.
Panik halini gidermek için elimi koluna yasladım. “Sakin ol, her şeyi biliyorum.” Mert hafifçe kaşlarını çatarken mırıldandı. “Nasıl yani?”
“Cenaze günü sizi sarılırken gördüm, iyi ki Boran yanımda değildi.” Dediğimde Mert mahcup bir şekilde baktı bana. Ne diyeceğini bilemiyordu muhtemelen. Bakışlarını kaçırdığında sözlerime devam ettim. “Ben aşktan anlamayan biri değilim, sizin işinize de burnumu sokmam. Tek söyleyeceğim Boran bunu öğrenirse çok kızar.”
“Biliyorum yenge, bilmez miyim? Ben onun yanında büyüdüm, 15 yaşındaydım Boran abi ile tanıştığımda. Tanıyorum onu. O sahip çıktı bana. Abilik yaptı. Kardeşime nasıl yan gözle baktın dese hakkı ama kalp laf dinlemiyor ki.” Utanarak söylediği cümlelerle iç çektim. Boran tüm bunların yanında anlayışlı da biriydi, aşka saygısı vardı. Onları da anlardı emindim bundan.
İç çekerek onayladığımda aklıma gelen meseleyle konuştum. “Siz kavga mı ediyordunuz?” Merakla ona bakarken Mert derin bir nefes verdi. “Onun yanında olmadığım için beni suçluyor ama nasıl derdim Boran Abiye ben gelemem diye, yenge sen söyle. Ben senin korumanım, sen buradayken ben nasıl İstanbul’da kalayım? Önceden bu hiç sorun olmazdı ama şimdi…”
Mert doğru kelimeleri seçmeye çalışırken onun sözlerini tamamladım. “Şimdi Derin daha farklı bir yerden bakıyor dünyaya. Kayıp verdi, bu yaşadığı hiç kolay değil. Seni gerçekten seviyor ki yanında olmanı istiyor. Sende haklısın tabii ki ama şu an Derin bir buhran içinde Mert. Herkesi kaybetmekten korkuyor muhtemelen. Sende dahilsin. O yüzden anlayışla karşılayacağını biliyorum.”
“Bende onun yanında olmak istiyorum zaten.” Dedi düşünceli bir biçimde. Ardından bana baktı tekrar. “Sen konuşamaz mısın onunla? Terapi yapsanız kaygıları sona ermez mi?” Umut dolu gözlerle bana bakarken tebessüm ettim. “Ben konuşmaya çalışıyorum ama benimle konuşmak istemiyor, daha doğrusu kimseyle konuşmuyor. Eve döndüğümüzde Boran’a konuyu açacağım bir psikoloğa gitmesinin doğru olduğunu söyleyeceğim. Arkadaşımı da ayarlarım. Muhtemelen yavaştan toparlar.”
“Allah razı olsun yenge.” Cümlesine küçük bir tebessüm ederken karşılık verdim. “Senden de.”
“İnci, neredesin Allah aşkına sen?” Boran’ın sitemli sesine karşılık irkilirken Mert hızla önünü ilikleyerek hazır ola doğru geçti. Bense geriye doğru dönerek kocama baktım. “Buradayım hayatım, ayak üstü Mert ile laflıyorduk. Yarın dönüyoruz ya, onunla ilgili konuşuyoruz.”
“Döner dönmez Pazar günü ofise gitmeyeceksin herhalde.” Boran yanıma gelirken güldüm. “Özledim ofisimi, gideyim diyorum.” Dediğimde Boran başını omzuna eğip gözlerime baktı ciddi misin dercesine. Bense tekrar konuştum. “Şaka şaka.”
Boran elini belime koyarken bakışlarını Mert’e çevirdi. “Yarın akşam uçak hazır olacak, Fatih’e de söyledim. Sende ona göre hazırlanırsın. 10 gibi çıkarız.”
“Tabii abi.” Mert hızla başını sallayıp onu onaylarken Boran bana baktı. “Odaya çıkalım mı?” Başımı sallayarak onayladığımda Mert’e baktım. “İyi geceler.”
“İyi geceler yenge.”
Boran ile yan yana asansöre ilerlerken belli etmeden nefesimi verdim. Bu gerçeği burada öğrenmesini istemiyordum. Kaldı ki Derin bu psikolojideyken de öğrenmesi iyi olmazdı. Boran’ın sesini yükselttiği her an, kızdığı, laf söylediği her an Derin farklı algılayabilirdi ve bu kendini daha da yalnız hissetmesine neden olurdu.
Kaldı ki Derin bizle bile konuşmayıp Mert ile konuşuyorsa bunu onun elinden alamazdık. Boran öğrendiğinde görüşemeyeceklerdi. Bunu bildiğim için şimdilik sesimi çıkartamazdım ama Derin iyileşmeye başladığı ilk an bu konu gündeme gelecekti…
◔◔◔
Yazarın anlatımından – Pazar, 01.30 (İtalya Dönüşü)
Depo soğuk ve rutubetliydi, lambalar zayıf bir sarı ışık saçıyor, kutuların ve paketlerin üstünde gölgeler oynuyordu. Boran ağır adımlarla ilerledi; her adımı zemindeki tahta çıtırdamalarıyla yankılanıyordu. Masanın başında Şeref duruyordu, elleriyle konteyner planlarını, paket numaralarını ve sevkiyat listelerini işaret ediyordu. Boran bir adım önde, gözleri masadaki her detayı tarıyordu.
“Başlayalım,” dedi Boran sert ve kontrollü bir şekilde. “Hangi paketler, hangi konteynerde, hangi sırayla yüklenecek?”
Şeref işaret parmağıyla çizelgeyi takip ederek anlattı. “İlk konteyner Karadeniz hattından geliyor. Yükler numaralandırılmış. Paletler A’dan Z’ye sıralı. İlk gelen konteyner, ilk boşaltılacak. Ara depolarda aynı sıra korunacak. Her paletin üstünde hem paket kodu hem gizli renk kodu var.”
Boran kafasını hafifçe salladı ve sessizce not aldı; zihninde rotayı çizmeye başladı. “Ara depolar? Duraklar, süreler, güvenlik?”
Şeref derin bir nefes aldı. “Kocaeli’de ilk ara depo. Bekleme süresi yaklaşık iki saat. iki kişi görevli ve kapılar çift kilitli. Tekirdağ’daki ara depoda maksimum dört saat bekleme süresi var. İstanbul’daki ana depomuzda teslimat tamamlanacak. Her durakta hem kapak hem paket kodları kontrol edilecek. Şüpheli bir hareket olursa anında rapor gelecek.”
Boran ağır ağır yürüyerek masanın etrafında dönmeye başladı, gözleri her kutuya takılıyor, zihninde rotayı yeniden kuruyordu. “Şoförler kimler? Acil durum planı hazır mı?”
“Şoför Burak.” dedi Şeref “Deneyimli ama yeni rotayı bilmiyor. Ara duraklarda iki takipçi olacak. Yedek şoför hazır bekliyor. Her durak için alternatif rota belirlendi. Gecikme olursa mal güvenliği birinci öncelik. Kameralar ve iletişim hatları çalışıyor; sinyal kesilirse özel kodla durum raporlanacak. Ben her adımını takip edeceğim.”
Boran sessizce başını salladı, ardından masadaki kutulara doğru eğildi, etiketleri ve numaraları tek tek inceledi. Parmağıyla bir paleti işaret etti, gözlerini Şeref’in yüzüne çevirdi. “Bu palet hangi durakta açılacak?”
“İstanbul’daki ana depoda,” dedi Şeref. “Ara depolarda sadece geçici bekleme. Kontrol yine bizde. Her paletin yedeği ve kaydı var. Hiçbir şey eksik olmayacak.”
Boran derin bir nefes aldı, ağır ağır masanın etrafında yürüyerek bir yandan kafasında tüm rotayı bir kez daha tasarladı. Zihninde sadece rotalar değil, riskler, güvenlik açıkları, alternatif senaryolar ve beklenmedik durumlar da vardı. Her bir paket, her bir durak, her bir güvenlik önlemi; tüm bunlar Boran’ın otoritesinin altını daha da sağlamlaştırıyordu.
Ardından sessizce durdu, gözlerini Şeref’in üzerine dikti. “Rotayı, güvenliği ve paketleri eksiksiz takip edeceksin. Şüphe yok, gecikme yok, hata yok.”
Şeref başını salladı, sessizce onay verdi. Boran ellerini arkasında birleştirerek depo kapısına doğru yöneldi. İçeri girdikten sonra sandıklara doğru ilerledi. Her biri standart dışı ölçülerdeydi, köşeleri kaynakla güçlendirilmiş, vidaları dışarıdan sökülemeyecek şekilde kapatılmıştı. Boran, en üstteki sandığın üzerine eğildi. Kapakta küçük, ama belli belirsiz bir gravür vardı: X47-R. Gözleri o işarete takılı kaldı.
Boran metal sandığın yan tarafını parmaklarıyla yokladı, ardından minik bir manyetik okuyucu çıkardı ve kapağın kenarına tuttu. Ufak bir bip sesiyle birlikte manyetik kilit çözüldü. Sandığın kapağı yavaşça açıldığında içeriden buram buram kimyasal bir koku yayıldı.
İçerisi, vakumlu torbalara sarılmış beyaz paketlerle doluydu. Her biri sıkıca preslenmiş, üstüne şeffaf mühürler basılmıştı. Paketlerin üzerinde herhangi bir yazı yoktu, sadece farklı renkte küçük nokta işaretleri: kırmızı, yeşil ve mavi.
Boran bir paketi eline aldı, tarttı. Gözlerini kısmıştı, zihni işlemlerden çok bir tehlikeyi süzüyordu. “Bunların saflık oranı nedir?” Şeref hemen cevapladı. “Yüzde 91. En son test Kolombiya çıkışında yapıldı. İstanbul’da tekrar analiz yapılacak. Her şey dosyada.”
Boran torbayı tekrar sandığa bıraktı. Gözleri çevreyi taradı. Diğer sandıklar da benzerdi — hepsi aynı dikkatle kapatılmış, aynı düzenle istiflenmişti. Masanın hemen arkasında duran siyah metal çantaya yöneldi. Şifreli kilidini hızlıca çevirdi ve açtı. İçinde bir doz analiz kiti, bir adet taşınabilir test cihazı ve bir çift lateks eldiven vardı.
“Fatih eldiveni ver.” Diye başıyla işaret ederken arkasında dikilen Fatih, Mert’in yanından geçerek eldivene uzandı ve alarak Boran’a verdi. Boran eldivenleri alıp eline geçirdikten sonra test kitinden bir miktar madde aldı, cihazın haznesine yerleştirdi.
Ekranda birkaç saniye süren bir analiz sonrası sonuç belirdi:
> Saflık: %91.4 — Tip: Kokain Hidroklorür — Risk: Yüksek Dağılım.
Boran cihazı kapattı, gözlerini Şeref'e dikti. “Bu partide hata olmayacak. Paketler doğru adrese, doğru zamanlamayla varacak.” Dedikten sonra başıyla Mert’e işaret verdi. “Bu sandıktakileri masaya döküp tek tek kontrol edin.”
“Emredersin abi.” Mert onaylayıp sandığı Fatih ile kaldırdıktan sonra deponun içindeki masaya ilerledi. Beyaz toz bulunan paketleri masanın üzerine boşalttıktan sonra Boran’ın dediği gibi tek tek kontrol etmeye başladılar.
Boran ise sert bakışlarını bu sefer Sadık Ağa’ya çevirdi. “Malları teslim ettikten sonrasıyla sen ilgileniyorsun, temizlik işleri sende. Depolar, araçlar, temas edilen her nokta... Ne iz kalacak ne de isim. Bu iş bittiğinde kimse ne taşıdığımızı ne de nereden geçtiğimizi hatırlamayacak. Anladın mı?”
Sadık Ağa gözlerini kısarak başını yavaşça salladı. “Anlaşıldı. Teslimatlar tamamlandıktan sonra arkada iz kalmayacak. Benim yerim bellidir Boran. Temizlik dediğin işi kimse bizden iyi yapmaz. Geriye dönüp bakan olursa, ancak boşluk görür.”
Boran tavrından taviz vermeden onayladı. “Güzel. Çünkü bu işten sonra sistemimizi büyüteceğiz. Kimse bize mal verip de gerisini merak etmeyecek. Herkes bilecek ki... bizim üstümüzden geçen mal hem ulaşır hem unutulur.”
O sırada masanın başında Mert seslendi. “Abi, hepsi temiz. Bir tanesi dışında paketler birbirine denk. Şüpheli olanı ayırdık.” Boran dönüp kontrol masasındaki pakete bir kez daha göz attı. Ardından Şeref’e seslendi. “O paketi ayrı kayda geç. Numunesini al. Gerekirse analiz için Almanya’ya yollayacağız.”
Şeref başını salladı. “Hemen ayırıyorum.” Boran tekrar Sadık Ağa’ya döndü. “Senin hattındaki araçlar yarım saat erken çıkacak. İlk temizlik oradan başlasın. İkinci ekibi Tekirdağ’a yolluyorum. İstanbul teslimi bitmeden hepsi tertemiz olacak.”
Sadık Ağa, cebinden çıkardığı küçük not defterine birkaç şey karaladı. “Adamlarım hazır. Ne kadar temas varsa, hepsi silinir.”
Depodaki sessizlik, Sadık Ağa’nın kaleminin deftere çıkardığı cılız sesle bozuldu. Notlarını bitirdikten sonra başını kaldırdı, Boran’a son bir kez baktı. Aralarındaki bakış, ne dostluktu ne tehdit; bu kirli bir iş birliğinin sessiz onayıydı.
Boran hiçbir şey söylemeden gözlerini ayırdı. Masadaki test cihazı kapanmış, poşetler yeniden mühürlenmişti. Mert ve Fatih malzemeleri dikkatlice yerine yerleştiriyor, Şeref numuneyi dikkatlice özel kutuya yerleştiriyordu. Herkes işinin başındaydı. Herkes görevini biliyordu.
Kapının önünde hafif bir esintiyle depo kapısı aralık kaldı. İçeriye şehirden uzakta, kimsenin görmediği bir gece karanlığı sızıyordu. Gürültü yoktu, acele yoktu. Ama içerideki hava, yaklaşan bir operasyonun keskinliğiyle yüklüydü…
◔◔◔
İnci Aral Demirhanlı’nın anlatımından,
Dün gece gelmiştik İstanbul’a. Uçaktan indiğimiz anı hatırlıyordum ama sonrası tam bir muammaydı. Kesik kesik vardı her şey. Arabada başımı Boran’ın omzuna yaslamış ve uyumuştum. Sonrasında Boran’ın kucağında odaya çıkışım vardı. Üzerimi bile değiştiremeyecek kadar yorgun hissettiğim için Boran halletmişti. En son beni giydirdiğini hatırlıyordum sonrası yoktu. Son günümüz olduğu için ayaklarımıza karasular inene kadar gezmiştik ve bu da yorgunluk olarak geri dönmüştü bize.
Sabah gözlerimi araladığımda Boran’ın kolları arasında bulmuştum kendimi. Bir süre uyanmasını beklemiştim. O uyandıktan sonra birlikte kahvaltıya inmiştik. Uzun bir kahvaltı keyfinin ardından Boran şirkete uğraması gerektiğini söyleyerek çıkmıştı. Biz yokken birkaç imza birikmişti. Bende bir süre odamda oyalanmıştım.
Şimdiyse aldığımız hediyeleri sahiplerine ulaştırmak için çıkmıştım odamdan. İlk işim Defne’nin yanına gitmek olmuştu. Kapıyı tıklatarak ondan cevap aldığımda hafifçe kapıyı aralayarak içeri girdim. Defne benim geldiğimi görerek Yavuz Ata’nın beşiğinin yanından kalkarken gülümsedi. “Gel canım.”
“Nasılsınız?” İçeri tamamen girerek beşiğe yaklaşırken Yavuz Ata’nın uyumadığını, etrafına anlamsız bakışlar attığını gördüm. “İyiyiz nasıl olalım, beyefendiyle uğraşıyoruz.”
“Bir hafta görmedim ama büyümüş.” Dedim hayranlıkla bakarken. Defne benim gibi oğluna bakıp dudak büzdü. “Öyle mi diyorsun, bize aynı geliyor hep.” Gülerek Defne’yi onaylarken elimdeki paketleri ona doğru uzattım. “Bunlar sizin için, umarım beğenirsiniz.”
“Ay İnci neden zahmet ettiniz?” Defne mahcup bir şekilde paketleri alırken bana doğru uzandı ve sarıldı. Bende ona sarılırken cevap verdim. “Ne zahmeti, çam sakızı çoban armağanı.”
Birbirimizden ayrılırken beşiğe birazcık daha yaklaşarak bebeğin yanağını sevdim. Uyumak üzere sayılırdı o yüzden kucağıma almayacaktım. Nasılsa uyanınca severdik. “Otursana lütfen, ayakta kaldın böyle.” Defne eliyle koltuğu işaret ederken beklemeden oturdum. Defne ise devam etti sözlerine. “Tatiliniz nasıldı? İtalya güzeldir, eminim sende sevmişsindir.”
“Çok güzeldi.” Dedim iç çekerek. Gezdiğimiz yerler aklıma geldikçe hayranlık duyuyordum. Ama beni asıl heyecanlandıran şey farklıydı. Orada ilk kez yaşadıklarımız tatilin güzel olması için ayrı bir sebepti. “Değişiklik iyi geldi.” Diye devam ettirdim sözlerimi. Defne onayladı. “Haklısın, bazen insan istiyor öyle değişiklikleri.”
“Siz naptınız biz yokken?” Merakla ona bakarken Defne omuz silkti. “Pek bir şey yapmadık, çoğunlukla Ata ile ilgilendim ben. Doktor kontrolleri vardı, şükür her şey yolunda. Onun dışında aynıydı. Yılbaşında evden çıkıp biraz dışarıda dolaştık. Artık çocukla yapılabilecek max aktivitemiz bu.” Dediğinde güldüm. Öyleydi. Bebek olduğunda istedikleri gibi gezmek biraz zordu. Belki biraz büyüdüğünde daha rahat ederlerdi.
Yaklaşık bir saat kadar Defne ile sohbet ederek vakit geçirmiştim. Onunla konuşmayı özlemiştim ne yalan söyleyeyim. İyi anlaştığımız için sohbet etmekte çok daha rahat oluyordu, birbirimizi anlıyorduk. Yavuz Ata ağlamaya başladığında emzireceğini tahmin ederek odadan çıkmıştım ve şimdi sıra Derin’deydi.
Biraz çekiniyordum ondan. Odasına ulaştığımda kapıyı tıklatarak usulca araladım. Bu sefer diğer günlerin aksine çalışma masasında oturup bir şeyler çiziyordu. “Gelebilir miyim?” diye usulca sorduğumda bana bakıp başını salladı. Derin bir nefes alarak içeri girdikten sonra kapıyı kapatarak yanına doğru ilerledim.
“Ne yapıyorsun?” Sohbet başlatmak istercesine konuşurken Derin cevap verdi. “Ödevim var, onu çiziyorum.” Bakışlarım masanın üzerindeki kâğıda kaydığında gördüğüm yapıyla etkilenerek konuştum. “Çok güzel olmuş, çizim yeteneğin olduğunu bilmiyordum.”
“Öyle çok yok aslında ama öğrenmeye çalışıyorum.” Diye mütevazi bir şekilde konuşurken karşılık verdim. “Yok yok bayağı iyisin bu işte, bir gün benim portremi çizmeye ne dersin?” Çizim yeteneği iyi olan her insana söylenen o cümleyi kurduğumda amacım biraz olsun yüzünü güldürmekti ve başarmıştım da. Dudakları ufacık kıvrılırken omuz silkti. “Belki bir gün.”
Bir süre aramızda sessizlik oluştuğunda elimdeki kâğıt poşetleri uzattım ona doğru. “Senin için, umarım beğenirsin.” Dediğimde Derin şaşırdı. “Benim için mi?” Başımı sallarken karşılık verdim. “Evet, abinle seçtik umarım beğenirsin.”
Derin hiç beklemeden poşetin birini açarken ilkinden şık bir elbise çıktı. Bunu çok beğenerek almıştım, tarzına uygun olduğunu düşünüyordum. Ayrıca artık üniversiteye başlamıştı ve bu tarz kıyafetler giyebileceğini düşünmüştüm. “Çok güzelmiş.” Derin hayranca elbiseye baktıktan sonra diğer poşete geçip içinden kutuyu çıkardı.
Hiç beklemeden onu da açtığında bu sefer içinden iki tane kar küresi çıktı. Şaşkınlıkla kürelere bakarken açıklama yapma gereksinimi duyarak konuştum. “Koleksiyon yapıyorsun diye düşündüm, görünce sen geldin aklıma.” Deyip bakışlarımla rafı işaret ettiğimde Derin’in gülüşü büyüdü. “En güzel köşeye yerleştireceğim bunu.”
Oturduğu yerden ayağa kalkıp küreleri diğerlerinin yanına yerleştirdikten sonra yanıma doğru geldi. Samimi bir şekilde bana bakarken konuştu. “Teşekkür ederim yenge.” Beklemediğim anda bana sarılırken bende sardım onu sıkıca. “Rica ederim canım benim, güle güle kullan.”
Derin benden ayrılırken meraklı bir şekilde konuştu. “İtalya nasıldı, merak ediyorum bende ama gidemedim.” Dediğinde gülümsedim. “Güzeldi, çok beğendim ben. Yaz tatilinde gidersin belki.” Dediğimde cevap vermedi bir süre. Sonra tekrar konuştu. “Fotoğraf çekindiniz mi? Eğer özel değilse bakabilir miyim?”
“Tabii.” Diyerek telefonumu cebimden çıkardım. İlk önce Pisa kulesinde çekindiğimiz fotoğraf açılırken Derin güldü. “Abimi buna nasıl ikna ettin?” Omuz silktim sorusuna karşılık. “O teklif etti.”
Sırayla diğer fotoğraflara bakarken hayranlığını belli etmeden durmadı. “Çok güzel çıkmışsınız, tam romanlardaki gibi bir hayat.” Buruk bir şekilde dile getirdiği cümlelerle göz ucuyla baktım ona. “Sende bir gün öyle bir hayat yaşayacaksın.” Derin bir şey demeden fotoğraflara bakarken mırıldandı. “Bazen o kadar uzun yaşayacağımı düşünmüyorum, mesela senin yaşına gelecek miyim? Belirsiz. Garip bir şey.”
Sesindeki hafiflik biraz rahatsız ediciydi. Derin’in kelimeleri hep böyleydi; gündelik bir cümlenin içine saklanmış keskin bir gerçeği vardı. İnsan dinlemese, kolayca gözden kaçırırdı ama anlamları büyüktü.
O an kalbim istemsizce sıkıştı ama bunu belli etmedim. Psikolog yanım sessizce not aldı içimde ama yenge yanım bir adım geri çekilip onu incitmemek için nefesini tuttu. Yalnızca gülümser gibi yaptım, fotoğrafı kaydırmaya devam ederek konuştum.
“Herkes böyle düşünür bazen, Derin,” dedim yumuşak bir sesle. “Geleceği kestirmek hepimize garip gelir. Ama bakarsın bir gün sen de İtalya’da çekilmiş fotoğraflarını gösterirsin birilerine. Yanında sevdiğin adam olur.” Dedim imayla. Derin, gözlerini ekrandan ayırmadan omuz silkti. Bu sefer gülümsemedi. Dudaklarını birbirine bastırdı, sanki sustuğu bir şey vardı ama söylemek istemiyordu.
Onu izlerken içimden aslında sustuğu bir şeyler olduğunu fark etmemek imkansızdı. Ama işte o noktada, fazlasını kurcalamak istemedim. Her açılmayan kapının ardında henüz hazır olunmamış bir sır vardı. Zorlarsam kırılırdı. Derin’in gözlerindeki gölgeyi fark etmiştim ama onun seçtiği suskunluğa saygı duydum. Çünkü biliyordum son cümlem belki de onun üzerinde etki yaratmıştı. Mert ile araları hala limoni olabilirdi, belki de henüz görüşememişlerdi.
Fotoğraflara bakarken bir noktada telefonu dizine bıraktı, parmaklarını ekranın kenarında gezdirdi. İncecik, kemikli eller… o ellerdeki tedirginlik, gözlerindeki dalgınlıkla birleşince beni ürpertti. Fakat yine de şefkatle baktım ona. Belki o an benim yanımda olduğu için, belki kendi kalbine sığamadığı için, böyle sözler sarf ediyordu.
“Elbet yaşayacaksın, Derin,” dedim hafif bir gülümsemeyle. “Hatta düşündüğünden çok daha fazlasını. Hayat sana hiç ummadığın şeyler verecek. İnan bana, senin hikâyen daha yeni başlıyor.” Bu sözlerim üzerine gözlerini bana çevirdi. Bir anlığına, derinlerde bir şey kıpırdadı sanki ama hemen ardından, o tanıdık çekingen bakış geldi. Kendini açmaya yanaşmayan, duvarların ardında duran bakış.
Derin başını yana eğip yeniden telefona döndü. Dudaklarının kıyısında belirsiz bir kıvrım vardı. Belki acı, belki alay, belki de ikisinin ortasında bir şey. “Bakalım,” dedi sadece neredeyse duyulmaz bir sesle.
O an içimden geçen tek şey şuydu: Onun bu karanlık cümlesinin ağırlığını anlamalıydım. Ama daha fazlasını dile getirmediği için, şimdilik yalnızca yanında kalmam gerekiyordu. Kendi acısını açmak için güvenli bir zemin arıyordu ve ben, o zemini sabırla kurmalıydım.
Bir süre daha onunla fotoğraflara baktıktan sonra yanından ayrıldım. Ödevini yetiştirmesi gerektiği için meşgul etmek istemiyordum onu. Adımlarımı odama atarak Zümra babaannenin hediyesini alarak çıktım odadan. Ondan sonra Gülsüm hanımın, Gamze’nin hediyesini verirdim. Abimlerin hediyelerini muhtemelen yarın falan onlara uğrayarak verirdik. Güney’in ve Bilge’nin hediyesini de şirkette verirdim.
Zümra babaannenin odasına ulaştığımızda kapısını çalarak ondan cevap geldikten sonra yavaşça kapıyı araladım. Beni gördüğünde gülümserken eliyle oturduğu kanepenin üzerine elini vurdu. “Gel yavrum.” Çekingen adımlarla yanına ilerleyerek söylediği yere oturduğumda konuştum. “Nasılsınız?”
“Nasıl olayım, günleri geçiriyoruz öyle veya böyle.” Cümlesiyle burukça ona bakarken Zümra babaanne tebessümle karşılık verdi. “Sen nasılsın, tatiliniz nasıldı?”
“Güzeldi, dinlendik, gezdik. İyi geldi.” Diye karşılık verdiğimde Zümra babaanne memnunca başını salladı. “Sevindim, ihtiyacınız vardı.”
Fazla beklemeden elimde getirdiğim poşeti uzattım. “Bu sizin için. Gördüğümde aklıma siz geldiniz. Umarım seversiniz.” Zümra babaanne şaşkınca kaşlarını kaldırdı ve dudaklarının kenarında tatlı bir tebessüm belirdi. Hediyeyi aldığında titreyen parmaklarıyla kâğıdı yavaşça açarken ben de heyecandan nefesimi tuttum.
Kutunun içinden işlemeli bir şal vardı. İnce, zarif bir dokusu, kenarlarında el emeği gibi duran küçük desenler vardı. Daha önce böyle şeyler taktığını gördüğüm için direkt aklıma o gelmişti.
“Ne kadar güzel işlemeleri var.” Derken beğeniyle şalı eline alıp parmaklarının arasında gezdirdi. “Ne kadar da incesin, çok mutlu ettin beni.” Onun gözlerindeki minnet dolu ışıltıyı görünce içim ısındı. “Sizin için küçük bir şey sadece. Görür görmez sizi hatırladım.”
Zümra babaanne şalı hemen omuzlarına aldı, aynaya dönüp bakar gibi başını biraz yana eğdi. İnce bedeni, o zarif şalın altında daha da kırılgan görünüyordu ama aynı zamanda vakur bir duruş da vardı üzerinde. Eliyle şalın ucunu düzelterek bana döndü.
“Biliyor musun.” derken sesi biraz duygulanmış gibi titriyordu. “İnsanı hatırlamak, değer vermek dünyanın en büyük hediyesi aslında. Sen bana onu verdin. Sağ ol, yavrum.” Ben de gülümsedim içimde hafif bir mahcubiyetle. O an anladım ki bu küçük armağan, aslında bir bağ kurmanın bahanesiydi. Zaten ben o bağı Zümra babaanne ile ilk andan kurmaya başlamıştım.
“Boran çok şanslı.” diye ekledi Zümra babaanne, gözlerini bana dikerken. “Sana sahip olduğu için…”
Sözleri içimde yankılandı, kalbimin içinde ince bir titreşim gibi dolaştı. Küçük bir gülümsemeyle ona bakarken utanarak cevap verdim. “Asıl ben şanslıyım… bana bir aile verdi.” O an, farkında olmadan sesim titredi. “Aile” kelimesi dilimden çıkarken içimde bir şeyler sarsıldı. Çünkü benim için aile, uzun zamandır yarım kalmış bir kavramdı. O boşluğu Boran doldurmuştu, hiç beklemediğim bir anda.
Zümra babaanne gözlerimi inceledi, sanki kalbimin en gizli köşelerine bakıyordu. Parmaklarıyla elimi okşarken yumuşak bir sesle konuştu. “Sen o aileye daha önce sahip olmayı hak ediyordun zaten yavrum ama bazen güzel şeyler zorluklardan sonra gelir.”
O kadar haklıydı ki. Boran, onca zorluğun üstesinden bana bir armağan gibi gelmişti.
Zümra babaanne ellerimi tutarken birden bakışlarının parmağıma kaydığını hissettim. Gözbebekleri, yüzüğün üzerinde uzun uzun gezindi. Işığın yansımasıyla taşın üzerinde beliren parıltı, onun için bir işaret, bir hatıra kapısı gibiydi. “Bu yüzük Nergis’in değil mi?”
O an boğazıma bir şey düğümlendi. Gözlerimi yüzüğe indirdim, içimde hem bir huzur hem de ağır bir sorumluluk hissederek yavaşça başımı salladım. “Evet… Annesinin hatırası.”
Zümra babaanne derin bir iç çekerken gözleri hafiften dolar gibi oldu. Yüzünde derin bir acının gölgesi belirdi. Titreyen elleriyle yüzüğün üzerine dokundu sanki yıllar öncesinden bir parçaya dokunuyormuş gibi. “Yüzük takılırken ki hali hala aklımda. Gelin olurken gözleri ışıl ışıldı. Mutluluk doluydu. Yüzüğü parmağına geçirirken ki o gülüşü hâlâ gözlerimin önünde.”
Gözleri uzaklara dalmıştı. Derin bir sessizlik sardı odayı. Yalnızca duvardaki saatin tik takları ve onun zorlanarak aldığı nefesler duyuluyordu. Benimse boğazım düğüm düğüm olmuştu.
Sonra gözlerini yeniden bana çevirdi. Artık gözyaşlarını saklamıyordu. “Sonra hastalık geldi… sinsice, yavaş yavaş. Önce gücünü aldı, sonra sesini, en sonunda da gülüşünü… Öyle gençti ki. Biz elimizden hiçbir şey gelmeden izledik. Boran oğlum çok küçüktü. O acıyı kalbinin en derinine gömdü. Sonra Cihan… Derin.”
Sözleri içime işledi. Yüzüğe baktım; artık sadece bir takı değildi. Bir ömrün, yarım kalmış bir hikâyenin, bir annenin suskun feryadının ağırlığı vardı onda.
“Ve şimdi…” dedi parmağımı okşarken. “O yüzüğü senin parmağında görmek benim için…” Sesini toparlayamadı, ağlamamak için gözlerini sıkıca kapattı. “Bu benim için annesinin hâlâ aramızda olduğunu hissetmek gibi. Sen, onun nefesini taşıyorsun sanki. Boran sana annesinin yüzüğünü vermişse… bu sana olan sevgisinin ötesinde bir şeydir. O yüzük onun kalbinin en derin yerinden çıkıp sana emanet edilmiş. Annesinin en kıymetli yadigârıydı. O emaneti sana verdiğinde, aslında kalbinin kapılarını da sana açtı. Sen onun hem geçmişini hem geleceğini taşıyorsun.”
Sözleriyle ben de artık tutamadım gözyaşlarımı.. “Biliyorum…” dedim kısık bir sesle. “Her baktığımda hatırlıyorum bunu. O yüzük sadece bir hatıra değil, bir bağ. Onun annesinin sevgisini, kokusunu, dualarını taşıyor. Ben bu yüzüğü takarken sadece Boran’ın sevgisini değil, onun annesinin emanetini de taşıdığımı biliyorum. Ona gözüm gibi bakacağım. Onu asla yalnız bırakmayacağım.”
“Biliyor musun Nergis seni görsün çok isterdim.” Zümra babaannenin yüzü titredi. Dudaklarının kenarında buruk bir gülümseme belirdi. Gözlerini uzaklara, sanki geçmişin sisli perdesine dalmıştı. “Vefat etmeden önce son kez konuşma fırsatımız olmuştu. Evlatlarını bırakacağı için çok üzgündü, nasıl üzgün olmasın?”
Cümleleri içime otururken devam etti sözlerine. “‘Anne,’ dedi. Evlatlarım daha çok küçük. Onların yanında olamayacağım. Büyürken düştüklerinde elinden tutamayacağım. Başarılarını göremeyeceğim. En çok da bir gün âşık olduğunda, gözleri ışıldadığında yanında olamayacağım için yanıyorum…”
Zümra babaannenin sesi titredi, nefesi kesildi. O an boğazıma kocaman bir düğüm oturdu, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. “Sonra bana döndü,” dedi, sesini toparlamaya çalışarak, “Ve şunu söyledi: ‘Ne olur, onların hayatına girecek kişileri görürsen, onlara sarıl. Onu kendi çocuğun gibi kabul et. Çünkü onlar, benim göremediğim mutluluğu çocuklarıma yaşatacak.”
Zümra babaanne gibi benim gözyaşlarım da artık durmuyordu. Sanki onun sesini, o vedayı kulaklarımda duyuyordum. O yüzük parmağımda yanıyor gibiydi.
“İlk Defne’yi bağrıma bastım. Cihan’ın yüzünü öyle bir güldürdü ki oğlumun acısını dindirdi. Şimdi bir de bebek verdi ona. Kendi ailelerini kurdular Nergis’in hayal ettiği gibi.” Dedikten sonra bana baktı ve gülümsedi.
“Cihan evlenince Boran’ın üzerine gittim biraz. Çünkü Boran ona verilen yüklerin altında kendi hayatını yaşamıyordu. Babasını biliyorsun, hiçbir zaman şirketle ilgili olmadı. Boran okurken göstermelik oradaydı. Erdal Deden de biliyordu. Direkt Boran’a emanet etti şirketi bu yüzden. Çocuğa bunu istiyor musun diye sormadı bile. Lise de biraz tembeldi, daha doğrusu biz öyle sanıyormuşuz ama dersleri dinliyormuş meğer. Son sınıfta köpek gibi ders çalıştı, tıp geliyordu. Oxford’a başvuru yaptırdı dedesi şirket için.”
Bunları hiç bilmediğim için ilgiyle dinledim. Dedesinin isteğiyle geçtiğini biliyordum da aslında ne hayal ettiğini hiç öğrenmemiştim. Boran sadece bir şirketin başına geçirilmek için yetiştirilmişti.
“Sonra kabul aldı, gitti. Okudu. Geldi ve şirketin başına geçti bodoslama. Şirketi büyütmek, yönetmek için kendi hayatını yaşamadı açıkçası. Ama kardeşleri hayallerini yaşasın diye uğraştı. Dedesi Cihan’ı da şirkete geçirecekti ama Cihan istemedi, Boran karşı geldi dedesine. Zaten Derin daha küçüktü. Aslına bakarsan benim oğlumdan daha iyi bir baba oldu o kardeşlerine. O yüzden ailenin reisi derken hiç gocunmadım. Çünkü Boran’dı zaten 20’li yaşlarından beri.”
Zümra babaanne tane tane anlatırken iç geçirdim. Boran’ın yaşamını gölgelerle ve sorumluluklarla nasıl ördüğünü gözlerimin önüne seriyordu. İçimde tuhaf bir karışım hissettim: hayranlık, endişe ve minnet. Boran’ı hep güçlü, bazen biraz kapalı bir genç olarak görmüştüm ama arka plandaki bu gerçekler, ona karşı hissettiğim duyguları daha derin ve korunaklı hâle getirdi.
“Cihan evlenince dediğim gibi o da evlensin diye baskı kurdum üzerine. Fotoğraflar gösterdim, düğünlerde kızları işaret ettim ama hiçbirine göz ucuyla bile bakmadı. İstemiyorum dedi.” Dediğinde istemsizce gülümsedim. Anlaşmayı yaparken söylediği cümleler geldi aklıma. O zaman böyle bir bahanenin arkasına saklandığını sanmıştım ama belli ki gerçekti.
“Seni beklemiş belli ki.” Derken elimi tuttu Zümra babaanne. Gözlerimin içine bakarken devam etti sözlerine. “Nergis’in dediği gibi şimdi de seni bağrıma basıyorum güzel kızım. Eğer yaşasaydı öyle sevinirdi ki. Oğlunun yanında gözleri gülümseyen, kalbi sevgiyle dolu birini görseydi… içi rahat ederdi. Ve ben şimdi oğlumun yanında Nergis’in vasiyetini, onun yarım kalmış dileğini görüyorum.”
Bu sözler içimde derin bir yankı uyandırdı. O an odanın havası bile ağırlaştı, sessizlik kutsal bir örtü gibi üzerimize serildi. Birkaç saniye boyunca sadece saat tik takları duyuldu. İçimde hem minnet hem hüzün hem de tarifsiz bir bağlılık vardı.
Zümra babaanne gözlerimin içine baktı. İçindeki hüzün, bir anlığına yerini huzura bıraktı. “Ah İnci…” dedi, elini kalbinin üzerine bastırarak. “Bir kadının ardında bırakabileceği en kıymetli şey, evladıdır. Sen şimdi, annesinin bıraktığı en değerli emanete yoldaş oldun. Allah sizi birbirinize bağlasın, bağışlasın.”
“Âmin.” Dedim kalbimden gelen içtenlikle. O an odada zaman dondu. Sessizlik ağırdı ama aynı zamanda kutsal bir bağ gibiydi. Yüzüğe dokunurken onun sıcaklığında bir anne sevgisini, bir babaannenin dualarını ve Boran’ın kalbinde gizlenmiş yaraları hissettim.
Başımı eğerek mırıldandım. “Keşke annesi de görebilseydi… Keşke yanında olabilseydi…”
Zümra babaanne küçük bir tebessüm ederek karşılık verdi. “Belki gözlerimizle göremiyoruz ama inan bana, ruhu bizimle. Senin parmağındaki yüzükte, Boran’ın gözlerinde, kalbinde. Ve ben şimdi görüyorum ki, o emaneti en doğru kişiye teslim etmiş. Sen ona yoldaş olacaksın hem onun acısını hem de mutluluğunu paylaşacaksın. İşte aile budur.”
O an gözlerim kapanacak gibi oldu. İçim sıcacık bir minnetle doldu. Kendi kendime söz verdim: Boran’ın yanında olacaktım, yalnızca sevgilisi veya eşi değil, ruhunu sarmalayan yaralarını iyileştiren kişisi olacaktım.
Zümra babaanne ile sohbetimiz sona erdiğinde odama ilerledim. Öyle ağır duygular çökmüştü ki içime. Odamın kapısını kapattığımda, kalbimde hâlâ Zümra babaannenin sözlerinin yankısı vardı. Yavaşça koltuğa oturdum, ellerim hâlâ parmağımdaki yüzüğü yokluyordu. Her bakışımda Boran’ın annesinin sevgisini ve Boran’ın yüklerini hissediyordum. Bu küçük taş, sadece bir mücevher değil, bir hikâyenin, bir ailenin, sevginin ve sorumluluğun sembolüydü artık.
Pencereden dışarıya baktım; güneş yavaş yavaş akşamın turuncu tonlarına karışıyordu. Odama çöken sessizlik, içimdeki duyguların büyüklüğünü daha da belirgin kılıyordu. Minnet, sorumluluk ve sevgi… hepsi birbirine karışmış, kalbimi hem ağır hem de hafif hissettirmişti.
Boran’ı düşündüm. Hayatının ne kadar zor, ne kadar derin bir yolculuk olduğunu artık daha iyi anlıyordum ve o yolculuğunda yanında duracak kişi olmak… sadece bir sevgili değil, aynı zamanda güven veren, yüreğini anlayan ve yaralarını saran birisi olmak demekti.
O an, kalbimde hem bir huzur hem de hafif bir heyecan dalgası yükseldi. Bu sadece bir söz değil, hayatımızı birbirimizle örme sözüydü ve biliyordum ki, bu yolculukta birbirimizi iyileştirecek, birbirimize güç verecektik.
Bir süre odamda düşündükten sonra Gülsüm Hanım ve Gamze’nin de hediyesini vermek üzere odamdan çıktım. Merdivenlerden inerek salona girdiğimde Gülsüm Hanım ve Gamze’nin orada olduğunu gördüm. Gülsüm hanım her zamanki gibi memnuniyetsiz bir surat ifadesiyle bana bakarken umursamayarak Gamze’ye baktım.
“Bu senin için, umarım beğenirsin.” Elimdeki renkli kağıt çantayı uzattığımda Gamze gülümseyerek elimden aldı. “Çok teşekkür ederim, ne gerek vardı?” Utangaç bir biçimde bana bakarken tebessüm ettim. “Güle güle kullan.”
Gamze hediyesini açarken Gülsüm Hanım’a baktım. “Bu da sizin için.” Gülsüm Hanım bana bakıp elimdeki poşeti alırken yarım ağızla mırıldandı. “Yeğenimin kesesine bereket.” Göz devirmemek için kendimi zorlarken salon kapısına doğru ilerledim tekrar.
Tam o sırada Gülsüm Hanım tekrar konuştu. “Gelin Hanım bir dur hele.” Ne olduğunu anlamak için ona baktığımda bakışlarıyla parmağımdaki tektaşı işaret etti. “Ne o Boran kendini affettirmek için mi aldı bu hediyeyi?”
“Ne affettirmesi Gülsüm Hanım?” dedim bıkkın bir tonda. Üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokmakta gerçekten bir numaraydı. Gülsüm hanım sorumla alayla güldü. “Garibim hiçbir şeyden haberin yok, bir de küçük dağları ben yarattım, her şeyi bilirim havalarında dolaşıyorsun.”
Kaşlarım iyice çatılırken Gamze mırıldandı. “Anne yapma.” Gülsüm Hanım susması için ona bakış atarken öfkeme engel olamayarak konuştum. “Neyden bahsediyorsunuz siz? Lafı dolandırmadan açık açık söyleyin.”
“Boran diyorum, Boran. Gece gece senin koynundan çıkıp gidiyor. Sonra gece yarıları geliyor. Dün bile siz geldikten sonra çıkıp gitti. Artık ne yapıyorsan çocuk geceleri bile evinde duramıyor. Artık başka kadınlara mı gidiyor, yoksa başka bir şey mi Allah bilir?”
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi donakaldım o an. Kulaklarım uğuldarken mideme sert bir yumruk yemişim gibi nefesim kesildi. Ellerim istemsizce titrerken parmağımdaki yüzüğe baktım, sanki o küçücük taş, bir anda tonlarca ağırlık yüklenmişti.
“Ne saçmalıyorsunuz siz?” dedim sert bir sesle. Ardından ekledim. “Kimin girip çıktığını gözetlemek size mi kaldı, size ne?”
Gülsüm Hanım’ın kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının kenarı alaycı bir gülüşle kıvrıldı. “Ben bir şey demiyorum kızım, sadece gördüğümü söylüyorum. İster inan, ister inanma.”
Gamze hemen annesine dönüp “Anne, yeter artık!” diye çıkıştı. Ama belli ki Gülsüm Hanım lafını bitirmeye niyetli değildi.
Benimse içimde ince ince büyüyen bir öfke vardı. Sanki söyledikleri mideme saplanmış bir bıçak gibi dönüp duruyor, her sözcük kanatıyordu. Kendime tekrar ettim: Boran böyle bir şey yapmaz. Ama zihnimin arka köşesinde, sessizce, rahatsız edici bir şüphe kıpırdanmaya başlamıştı.
“Bakın,” dedim, sesimi sabit tutmaya çalışarak. “Boran’la ilgili imalarınızı, uydurmalarınızı dinlemeyeceğim. Ben kocamı tanırım.” Gülsüm Hanım omuz silkti. “Tanırsın tabii, hem de çok iyi tanırsın. Ama sana tavsiye en çok tanıdıklarını sandığın seni sırtından vurur, bunu unutma.” Cümleyi öyle bir vurguyla söyledi ki, altına gizlediği ima yüzüme çarpan soğuk bir rüzgâr gibi hissettirdi.
O an fark ettim ki ne kadar sert karşılık verirsem vereyim, sözleri aklıma çoktan yerleşmişti. Sanki zihnimde görünmez bir kapı aralanmış, istemediğim görüntüler, ihtimaller içeri dolmuştu. Boran’ın gidişini bilmiyordum ama sabaha karşı gözlerindeki o yorgun bakış… Hepsi bir anda, sanki daha önce fark etmişim de görmezden gelmişim gibi, netleşmeye başladı.
Boğazımda bir düğüm oluştu, yutkunmakta zorlandım. Yüzümde soğukkanlı bir maske tutmaya çalışsam da, kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu. Hayır, dedim kendi kendime, Boran bana bunu yapmaz. Yapamaz. Ama “yapamaz” kelimesi bile içimde güven yerine garip bir tedirginlik uyandırdı.
Gamze’nin bakışları üzerimdeydi, sanki “Boş ver, takılma anneme” demek ister gibiydi. Ama bu artık sadece Gülsüm Hanım’ın lafı olmaktan çıkmış, içime ekilmiş zehirli bir tohuma dönüşmüştü.
Başka hiçbir şey söylemeden salondan çıkarken o merdivenleri nasıl çıktığımı anlayamadım. Yapmazdı, illa ki bir açıklaması vardı. Toplantısı olabilirdi.
“Gecenin o saatinde mi? Hadi ama İnci kendini kandırma…” İç sesim bile zihnimdeki düşüncelere çanak tutarken nefes alamadığımı hissettim. Dün bile… Baş başa geçirdiğimiz, birbirimize tamamen açıldığımız o güzel tatilin ardından gitmişti hem de. Ruhum bile duymamıştı. İnanmamam gerekiyordu belki de o kadına. Yalan söylüyordu.
Odaya ulaşıp kendimi direkt balkona attım ve ciğerlerime derin bir nefes çektim. Kafamda bir yandan onu savunmaya çalışan bir ses, diğer yandan şüphe tohumlarını büyüten başka bir ses kavga ediyordu. Ve ben, ikisinin arasında sıkışmış, hangi tarafa çekileceğimi bilemeden, sadece derin derin nefes almaya çalışıyordum.
Telefonuma gelen bildirim sesiyle cebimden telefonu çıkartıp ekrana baktım. Yine bilinmeyen bir numaradan gelen mesaj tedirgin ederken merakıma yenik düşerek telefonu açtım. Bir fotoğraf vardı ekranda.
Fotoğraf açılır açılmaz gözlerim kocaman açıldı. Boğazımdaki düğüm, yerini keskin bir yanmaya bıraktı. Loş bir odada çekilmişti; duvarlar kirli beton, tavandan sarkan tek ampulün ışığı etrafı sarı bir sis gibi dolduruyordu. Boran üzerinde siyah bir deri mont, yüzünde buz gibi bir ifadeyle masanın yanındaydı. Kıyafeti dün eve dönerken giydiğinin birebir aynısıydı. Yanında Mert ve Fatih vardı.
Masanın üzerinde ise yığınlarca paketlenmiş beyaz toz dolu poşetler ve parlak metal bir tabanca vardı. Poşetlerin üzerindeki işaretleri tanımasam da ne olduklarını anlamak için uzman olmaya gerek yoktu ve en önemlisi o gün başsağlığı için buraya gelen o adamlardan birkaçı da o masanın başındaydı.
Kalbim bir anlığına durdu sanki. Fotoğrafın altına hiçbir şey yazmamışlardı. Ama tek başına bu görüntü bile beynimi paramparça etmeye yetmişti…

(Temsili)
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz?
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı, hoşunuza gitti mi;)
‣‣‣ Yazarın anlatımından olan kısım hakkında ne düşünüyorsunuz?
‣‣‣ Zümra babaanneyle İnci’nin konuşması nasıldı?
‣‣‣ Bölümün son sahnesi… Sizce neler olacak, İnci ne tepki verecek?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.29k Okunma |
4.63k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |