
🖇️Herkese selamlar:)
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
🌟Bölüm sorularının altında duyuru diye bir kısım var, oraya bakmadan geçmeyin lütfen.
32. Bölüm
Telefonuma gelen bildirim sesiyle cebimden telefonu çıkartıp ekrana baktım. Yine bilinmeyen bir numaradan gelen mesaj tedirgin ederken merakıma yenik düşerek telefonu açtım. Bir fotoğraf vardı ekranda.
Fotoğraf açılır açılmaz gözlerim kocaman açıldı. Boğazımdaki düğüm, yerini keskin bir yanmaya bıraktı. Loş bir odada çekilmişti; duvarlar kirli, beton tavandan sarkan tek ampulün ışığı etrafı sarı bir sis gibi dolduruyordu. Boran üzerinde siyah bir deri mont, yüzünde buz gibi bir ifadeyle masanın yanındaydı. Kıyafeti dün eve dönerken giydiğinin birebir aynısıydı. Yanında Mert ve Fatih vardı.
Masanın üzerinde ise yığınlarca para, paketlenmiş beyaz toz dolu poşetler ve parlak metal bir tabanca vardı. Poşetlerin üzerindeki işaretleri tanımasam da, ne olduklarını anlamak için uzman olmaya gerek yoktu ve en önemlisi o gün başsağlığı için buraya gelen o adamlardan birkaçı da o masanın başındaydı.
Kalbim bir anlığına durdu sanki. Fotoğrafın altına hiçbir şey yazmamışlardı. Ama tek başına bu görüntü bile beynimi paramparça etmeye yetmişti.
Telefona dikkatle bakarken odaya girdim sanki yanlış görmüşçesine. Işık yanılsaması olmuşçasına tekrar tekrar baktım fotoğrafa, Boran’dı. Gerçekten Boran’dı. Olmamalıydı ama Boran’dı işte.
Zamanında polise şikâyet ettim demişti, babamın hayatını mahvettiği insanlara destek oldum demişti. Şimdi söylediklerine tezat bir şekilde o adamların yanındaydı. Uyuşturucu dolu masanın başındaydı. Nasıl giderdi yanlarına? Gülsüm Hanım’ın bahsettiği gece çıkmaları da bu yüzdendi muhtemelen. Bana açıklayamayacağı için gizli gizli gitmeyi tercih ediyordu. Nefret ettiği bu ortama nasıl girerdi?
Gözlerimden yaşlar süzülüp süzülmeyeceğini bile anlayamayacak kadar donmuştum. İçimdeki öfke, şaşkınlık ve inkâr birbirine dolanıp beynimde uğultuya dönüşmüştü. Telefonu hâlâ avucumda sıkı sıkı tutarken parmaklarım titriyordu.
Bu nasıl olur, Boran? dedim içimden, dudaklarım kıpırdamadan. Sen bana kendin anlattın. O adamları sevmiyorsun, onlardan nefret ediyorsun. Peki ya şimdi? Onlarlasın. Hem de… hem de uyuşturucu paketlerinin arasında…
Başımı iki yana salladım sanki bu hareketle gördüklerimi silip atabilirmişim gibi. Ama fotoğraf orada, ekranın soğuk ışığında beni boğmaya devam ediyordu.
Derin bir nefes almaya çalıştım ama ciğerlerim hava almıyordu. İçimde bir yer, hâlâ çaresizce onu savunuyordu. Belki bir oyunun içindedir… Belki gizlice polise yardım ediyordur, bu bir görevdir… Ama öte yandan içimde yükselen başka bir ses, çok daha güçlüydü: Ya gerçekten onlardan biri olduysa, İnci? Ya seni de yalanlarla kandırıyorsa? Yapmazdı bunu. Ona olan güvenimi yerle bir etmezdi.
Birden kendimi yapayalnız hissettim. Ev koca bir boşluğa dönüştü, odanın sessizliği kulaklarımı sağır ediyordu. Telefonu elimden atıp parçalamak istedim ama bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Çünkü ne kadar korksam da, gerçekliğin kanıtı oradaydı.
Telefona bakarken içimdeki boşluk giderek büyüyordu. Ayaklarımın altında sanki yer çekimi kaybolmuştu; bedenim hafif ama aynı zamanda taş gibi ağırdı. Telefon hâlâ elimdeydi, parmaklarım ekrana dokunmaya devam ediyordu ama görüntüye bakacak cesaretim kalmamıştı. O fotoğraf artık sadece bir kare değildi; zihnimde defalarca büyüyen, her ayrıntısı ruhumu kanatan bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Boran’ın yüzü… O soğuk, ifadesiz bakışı. Yanında duran iri yapılı adamlar, gözlerindeki sertlik. Masanın üzerindeki o düzenli dizilmiş poşetler… Paranın ve silahın varlığı… Bunların hepsi birbirini tamamlayan parçalar gibiydi. Bir araya geldiğinde ortaya çıkan tabloyu inkâr etmek imkânsızdı.
Her bir cümle zihnimde yankılanıyor, ardından fotoğraftaki görüntüyle çarpışıp dağılıyordu. Sanki her söz, kendi elleriyle kurduğu yalanların maskesiymiş de ben şimdi o maskenin altındaki yüzü görmeye başlamış gibiydim.
Göğsümde keskin bir sancı hissettim. Elimi kalbime yaslayarak bu sancının geçmesini sağlamaya çalıştım ama nafileydi. Yapmazdı, Boran öyle bir insan değildi. Acımasız, psikopat, ruhunu şeytana satmış adamlardan olamazdı. Benim tanıdığım Boran değildi o fotoğraftaki. O, sokakta gördüğümde bile yolumu değiştirdiğim tiplerden nefret ederdi. Nasıl olurdu da aynı adamların arasında olabilirdi?
Elimi kalbimden çekip yüzüme götürdüm. Parmaklarım titreyerek şakağıma bastırdım. Başım zonkluyordu. Ya ben yanılıyorsam? diye düşündüm. Ya gözlerim bana oyun oynuyorsa? Ama ekranda donmuş halde duran kare, gerçeğin soğuk yüzüydü. Ne ışık oyunu, ne yanlış anlamaydı. Fotoğrafın merkezinde Boran vardı ve o, bana bambaşka bir kimliğini gösteriyordu.
Nefesim hızlandı, ciğerlerim sanki küçülmüş, hava yetmez olmuştu. Ayaklarım beni taşımıyor gibiydi. Birkaç adım attım ama başımda dönen uğultu, ciğerlerime sığmayan nefesimle birleşince dengesizleştim. Dayanacak bir şey arar gibi etrafıma baktım, sonra olduğum yere çöküp kaldım. Telefon hâlâ elimdeydi. Ekrandaki fotoğraf, gözlerime adeta mıh gibi çakılmıştı. Gözlerimi kapatsam da karanlığın içinde yeniden beliriyordu: Boran’ın sert yüzü, masadaki beyaz toz dolu poşetler, paranın yığılı hali, yanındaki adamların tehditkâr bakışları…
Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, göğsümden dışarı fırlayacak sandım. Elimi kalbime bastırdım ama sancı geçmiyordu. Tam tersine, daha da büyüyordu. Zorlukla yere otururken bacaklarımı kendime çektim ve gözlerimi kapattım. En azından başımın zonklaması azalır sandım ama geçmiyordu.
Boğazımda bir düğüm vardı, nefes almaya çalıştıkça daha çok sıkışıyordu. Kulaklarım uğulduyor, sanki odanın içi giderek daralıyordu. Kendimi küçücük bir kutuya sıkıştırılmış gibi hissettim. Ellerimi kulaklarıma kapatıp bastırdım, uğultu dursun, içimdeki sesler sussun istedim.
Ama zihnimde aynı cümle dönüp duruyordu: Boran onlarla aynı yerde, uyuşturucunun başında.
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken gücüm ancak buna yetiyordu. Gözlerimi açtığımda odanın karanlığı üzerime çökmüş gibiydi. Sanki nefes aldığım her an bu karanlığı daha çok içime çekiyordum.
Kalbim acıyordu. Öyle ki, bu sancı fiziksel bir yaradan daha yakıcıydı. Çünkü bu acının sebebi, en çok güvendiğim insanın artık tanıyamadığım biri olmasıydı. “Neden Boran, neden, neden, neden?” kendi kendime mırıldandım. Bir sebebi olmalıydı bunun, bir sebebi vardı. Her şey göründüğü gibi değildi belki. Bir kere yanılmıştım, belki yine yanılıyordum.
Kendimi sakinleştirmeye çalışıp teselli versem de bir şeylerin olma ihtimali içimi yakıp geçiyordu. Gözyaşlarım benden bağımsız akıyordu.
Aynı anda fotoğraf gözümün önünde yeniden canlandı. Yüzündeki o buz gibi ifade, yanındaki adamların rahatlığı… Onun bana bakarken ki yumuşak bakışlarıyla, o karedeki taş kesilmiş yüzü birbirinden öylesine farklıydı ki… Sanki iki farklı adam vardı. Biri benim kocam, diğeri hiç tanımadığım bir yabancı.
Boğazımda bir çığlık düğümlendi. Çıkarmaya çalıştım ama sesim sadece inlemeye dönüştü. İçimden geçen tek şey, bu acının bir rüya olmasıydı…
Dakikalar birbirini kovalarken batan güneş, odanın tüm aydınlığını alıp götürmüştü. Işığı açacak takatim bile yoktu. Boran gelmemişti. Şirkete gidiyorum diye çıkmıştı. Ama ben onun şirkete gidip gitmediğini bile bilmiyordum. Belki de o adamların yanına gitmişti.
Odanın kapısının açılmasıyla birlikte düşüncelerimden sıyrılırken eş zamanlı olarak oda aydınlandı. Gözlerim hem ağlamanın etkisiyle hem de uzun süre karanlıkta kalmanın etkisiyle kamaşırken tanıdık o sesi duydum. “İnci?”
Başımı kaldırdığımda, Boran’ın silüetini gördüm; her zamanki güven veren duruşu…ek olarak şimdi yüzünde beliren endişe çizgileri vardı.… Benim içimde fırtınalar koparken, onun yüzündeki kaygı bile beni biraz olsun yumuşatmaya yetiyordu.
Adımlarını bana doğru attıktan sonra direkt olarak önüme doğru dizlerinin üzerine çöktü tereddüt etmeden. “Saatlerdir odadaymışsın, neyin var İnci’m?” Kaygılı bir biçimde yüzüme bakarken kaşlarını hafifçe çattı. Muhtemelen gözlerim kızarmıştı, ondandı endişesi. Ellerini yüzüme getirip yüzümü avuçlarının arasına aldı.
Boran’ın elleri yanaklarıma değdiğinde içimde kopan fırtınalar bir anlığına da olsa hafifledi sanki. Parmak uçlarının sıcaklığı, bana ait olduğunu bildiğim o tanıdık dokunuş, yüreğime sızmış şüphelerin üzerine ince bir örtü serdi. Ama gözyaşlarım kurumuş olsa da izleri hâlâ oradaydı, göz kapaklarımın şişliği ve yanaklarımın kızarıklığı saklanamayacak kadar belliydi.
“Ağlamışsın, kim üzdü seni? Halam değil mi yine. Ulan benim sözümün hiç mi önemi yok bu evde!” Öfkeli bir biçimde diz çöktüğü yerden kalkacağı sırada bileğinden tutarak gidişini engelledim. Bileğini kavradığım anda Boran’ın vücudu hafifçe gerildi. Gitmek üzere doğrulmuştu ama dokunuşum onu yerinde sabitledi. Avuçlarımın arasından yükselen nabzı, sanki benim kalbimle yarışıyordu. Başımı kaldırıp gözlerimin içine bakmasını sağladım.
“Halan değil…” dedim kısık bir sesle. Kaşları anlamaya çalışırcasına çatılmış bana bakarken yanımda duran telefonun ekranını açarak ona uzattım. “Beni üzen hayal kırıklığım…” Telefonun ekranı açıldığında, o lanet fotoğraf bir kez daha gözlerimin önüne geldi. Kalbim bir kez daha sıkıştı. Bakışlarım ondan kaçıyordu; göz göze gelmeye cesaretim yoktu.
Boran, yüzümdeki ifadeden anladığı bir şeyle telefonu aldı. Önce kaşları çatıldı, ardından ekranı görünce gözlerindeki ifade değişti. Sanki bir anlığına nefesi kesildi. Dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Bakışları sertleşti, çenesindeki damar belirginleşti. “Sikeyim.”
Boran’ın dudaklarından dökülen o tek kelime, beynimde uğuldayan seslerin önüne geçti. Kelimede öfke vardı, panik vardı ama en çok da gerçeklikle yüzleşmenin acısı… Ellerindeki telefon titrerken bir anlığına olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Bakışları hâlâ ekranın donmuş görüntüsüne sabitlenmişti. Sanki bir bomba infilak etmişti de onun parçaları, göz bebeklerine kadar dağılmıştı. “Bu sana nasıl ulaşır?”
Telefonun fotoğraf kısmından çıkıp muhtemelen kimin gönderdiğine baktıktan sonra çenesinin kasıldığını gördüm. Muhtemelen kendine fotoğrafı atarken aynı anda kendi telefonundan da birine mesaj attı. İnkâr etmiyordu, bu çok güzel bir cevaptı.
Dudaklarım alayla kıvrıldı. Oturduğum yerden zorlukla ayağa kalkarken konuştum. “Gerçek bu değil mi, gerçek…” Zorlukla yatağa tutunurken kendimi avuttuğum, dizginlediğim her şeyin yalan olduğunu öğrenmek beynimi kavuruyordu.
Benim gibi diz çöktüğü yerden kalktı. Bana doğru bir adım atmaya yeltendi ama elimi kaldırdım, dur demek ister gibi. “O adamlarla iş yapıyorsun… Doğru.” dedim hayal kırıklığı ile. Boran hızla itiraz etmeye çalıştı. “İnci…”
“Yapmam dedin, o insanlardan nefret ediyorum dedin, onların bozduklarını düzeltmeye çalışıyorum dedin bana. Sana onlarla iş birliği mi yapıyorsun dediğimde kızdın bana. Ama şimdi görüyorum ki onlarla bir aradasın, görüyorum ki gençleri zehirlemeleri için kurdukları tezgâhta onlarlasın!” Son cümlemle sesimi yükseltirken bir yandan da vücudumun titremesini engellemeye çalıştım.
Boran, sözlerimle irkilmiş gibi başını eğdi. Omuzları çöktü, dudaklarının kenarı kasıldı. O güçlü, her zaman dimdik duran adamın yüzünde ilk defa böylesine ağır bir yenilmişlik ifadesi gördüm. “Elimde olsa… İnci, yemin ederim elimde olsa sana bunu yaşatmazdım.” dedi kısık bir sesle. Gözleri, boğulmak üzere olan birinin nefes arayışı gibi çaresizce benimkine tutunmaya çalışıyordu.
Ama ben… içimde kabaran öfkeyle, kırılmış kalbimin çırpınışı arasında sıkışmıştım. Gözlerimden süzülen yaşlar yanaklarımı yakarken fısıldadım. “Doğru yani.” Dedim bir kez daha umutla.
Boran’ın dudaklarından çıkan o tek kelime içime hançer gibi saplandı. “Doğru…”
Göğsümdeki sancı bir anlığına daha da keskinleşti, gözlerim bulanıklaştı. Başımdaki zonklama ise sanki kafatasımı ikiye ayıracak kadar güçlüydü. Nefes almakta zorlanıyordum. Düşüncelerim, panik içinde savruluyordu. Elimi kalbime yaslayarak nefes almaya çalışırken dizlerimin bağı çözülmeye başladı.
Gözlerim bulanıklaşmaya, başım dönmeye başlamıştı. Son cümlesi kulaklarımda çınlamaya devam ediyordu: “Doğru…”
Dünya bir anda sessizleşti.
Ve sonra… her şey karardı.
Vücudum bir anda gevşedi. Ayaklarım beni taşımayı reddederken dizlerim titredi. Gözlerim açık olmasına rağmen gördüğüm tek şey karanlık bir boşluktu. Sanki içimdeki her şey aynı anda pes etmişti.
Yere düşerken hissettiğim tek şey Boran’ın kolları ve çok sevdiğim kokusuydu.
Anında beni havada yakaladığında kolları titriyordu ama beni yere değdirmemişti. Kalbim kadar başım da ağrıyordu. Yüzüm onun göğsüne yaslanmışken, kalp atışlarını duyabiliyordum. Ritmi hızlanmış, tıpkı benim gibi kontrolsüzce çarpıyordu.
“İnci!” Panik dolu bir sesle, can havliyle konuşmasını sürdürdü. “İnci, bak bana!”
Gözlerimi kısmaya çalıştım ama görüşüm hâlâ bulanıktı. Sadece yüz hatlarının siluetini seçebiliyordum. Bilincim tamamen gitmemişti ama hissettiğim acıdan olsa gerek vücudum tepki vermişti. Kalbimdeki sancı devam etse de içimdeki öfke çok daha büyüktü.
“Bırak…” dedim kısık bir sesle. “Bana dokunma…”
Boran dondu. Kolları beni hâlâ sımsıkı tutuyordu ama o an… bir şey oldu. Sanki kolları beni değil de, geçmişini tutuyordu ve ben o geçmişin içinde kaybolmak üzereydim. Beni bırakmasını beklemeden kollarının arasından çıkarken sertçe baktım gözlerine.
“Ben… seni tanıyamıyorum artık.” Sözlerim, onun kalbine çarpıp kırılacak kadar keskindi. “Yüzüne bakınca, gördüğüm kişi kocam değil… bir yabancı.” O söz üzerine, Boran'ın omuzları bir kez daha çöktü. Gözlerimin içine bakmaya devam ederken sözlerimin canını yaktığını anlatıyordu bakışları.
Bu saatten sonra yapabileceğim şeyler aklıma usul usul, acımasız bir netlikle düşmeye başladı. Eğer gerçekten onlarla iş birliği içindeyse… eğer o masada, paraların ve uyuşturucunun arasında bir parçası olarak bulunuyorsa, mafya dünyasına adımını attıysa asla yanında duramazdım. Kocam olması, bana verdiği tüm sözler, birlikte kurduğumuz hayaller… hiçbirinin anlamı kalmazdı.
Hayır. Kabullenemezdim. Bu, kaldırabileceğim bir yük değildi. Çocukların gözlerindeki ışığın nasıl söndüğünü kendi gözlerimle görmüştüm, bu mafya belası yüzünden kaybedilen hayatlar, yapılan silah sevkiyatları yüzünden belki de terörü destekleme ihtimalleri vardı işin ucunda ve ben bunu hazmedemezdim. Şimdi karşıma çıkıp da Boran’ın, aynı karanlığın parçası olduğunu söyleyen bir tablo vardı.
Kalbim acıya acıya dahi olsa… polise giderdim. İhanet gibi görünse de, benim vicdanım bunu görmezden gelemezdi. Kocam olması, soyadını taşıyor olmam, aynı yastığa baş koymam… hiçbiri fark etmezdi. Yanımda taşıdığım adam, eğer o kirin içine girmişse desteği değil, hesap vermeyi hak ederdi.
Tam bu düşünceler beynimde çığlık çığlığa yankılanırken, Boran’ın telefonuna bir mesaj düştü. Sessizliğin içinde çalan o bildirim sesi, adeta ruhumun orta yerine saplanan bir hançer gibiydi. Başımı hızla kaldırıp yüzüne baktım; Boran’ın gözleri bir an için ekrana kaydı.
Ekrandaki yazıları görünce yüzündeki ifade buz gibi çökmüş hâlimin içine incecik bir ışık gibi sızdı. Önce çenesindeki kaslar gevşedi ardından omuzları titreyerek derin bir nefes aldı. Birkaç saniye boyunca sanki dünyayı unutmuş gibi sadece o mesajı okudu. Sonra ağır ağır bana baktı. Gözlerimdeki şüpheyi, yüreğimdeki fırtınayı görüyordu.
“Senden bu sözleri duymaktansa, gözlerindeki nefreti görmektense ölmeyi tercih ederdim…”sesi çatladı. Sanki boğazına bir şey takılmış da konuşurken yutkunamıyormuş gibiydi. Gözlerini benden kaçırmadan, soluk bile almadan konuşmaya devam etti.
“Her şey doğru, o fotoğraftaki kişi benim. O insanlar burada gördüğün kişiler. Adnan Aral’ında Yavuz Demirhanlı’nında içinde bulunduğu dünyadaki insanlar… Ve bende o masanın başında, onların lideriyim.”
Boran’ın dudaklarından dökülen o kelimeler, sanki içime erimiş kurşun gibi aktı. Her harf, kalbimin üzerine bir bıçak daha sapladı. “O masanın başında, onların lideriyim.” Gözlerim büyüdü. Göğsümden bir nefes değil, bir çığlık kopacak sandım ama sesim çıkmadı. Boğazım düğüm düğümdü.
Boran… benim kocam, hayatımı adadığım adam, geceleri başımı koyduğum omuz, şimdi bana o kirli dünyanın lideri olduğunu söylüyordu.
Birkaç adım geri çekildim. Ellerim titriyordu. Kalbim… artık yalnızca hızlı atmıyordu; çırpınıyor, parçalanıyor, yok oluyordu. Gözlerim doldu ama bu sefer düşmedi yaşlar. Gözyaşlarım bile inatla içimde kalıyordu, tıpkı içimde tutmaya çalıştığım öfke gibi. Ama yapamadım.
“Sen…” dedim boğuk bir sesle. “Sen ne dediğinin farkında mısın?” Boran başını kaldırıp gözlerime baktı. Yutkundu ama tek kelime etmedi. Sanki, kendini savunmayı bile hak etmiyor gibi bir ifadeyle duruyordu karşımda.
Bir adım daha geri attım. Artık aramızda hem mesafe hem kırılmış bir dünya vardı. “Lidersin yani?” dedim alayla, gözlerim parlıyordu. “Demek o fotoğrafta sadece suç ortağı değildin, emreden sendin.” Ellerimi başıma yaslarken delirecek gibi hissediyordum.
Omuzlarım titredi. “Her gece koynuma girerken kaç canın kanını ellerinde taşıyordun?” Gözlerim gözlerine saplandı. Kaçamazdı artık. “Kaç çocuk öldü senin geçit verdiğin yollarda? Kaç aile dağıldı senin açtığın savaşlarda?”
Boran elini kaldırmak istedi, sanki bir şey diyecekti ama elimle onu durdurdum. “Sus.” dedim. “Artık hiçbir sözün kalbime değemez.” O an içimde bir parça daha koptu. Sadece kırgın değildim artık… tiksinti sınırındaydım. “Ben seninle savaşmayı bile göze alırdım ama bir katille aynı evde nefes alamam.”
O cümle ağzımdan döküldüğü anda, Boran’ın gözlerindeki yıkım, kelimelerimin gücünü bile aşıp içime saplandı. Sanki bir anda ayakta kalmasını sağlayan tüm direnç, tüm umut silinip gitmişti. Göz bebekleri küçüldü, kirpiklerinin arkasındaki o tanıdık sıcaklık yok oldu. Yerine tarifsiz bir çöküş geldi.
Alt çenesi hafif titredi, dudakları birbirine bastırıldı. Bir şey söylemeye kalksa da kelimeler ağzında ezildi.
Çünkü ne söylese, “katil” kelimesinin ağırlığını kaldıramazdı. O güçlü adam, o her şeyin üstesinden gelir sanılan Boran... Artık gözlerimin önünde yalnızca dağılmış bir enkazdı ve o enkazın altında kalan şey, ikimizin de hayaliydi.
Başka bir şey söylemeden gardırobuma doğru yöneldiğimde fısıltısını duydum. “Beni dinlemeden gidemezsin.” Benim bir şey söylememe izin vermeden devam etti sözlerine. “Katil değilim ben. Devletin içine sızmamı istediği, çürümüş sistemi açığa çıkarmakla görevli muhbirim sadece.”
O an dünya aniden durdu sanki. Kulaklarıma inanamadım, beynimse aldığı mesajlarla adeta savaşıyordu. Gözlerim büyüdü, bir anlığına nefesim kesildi. “Ne?” diye fısıldadım, sesim titreyerek. Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde Boran konuşmayı sürdürdü.
“İçlerine sızıp yaptıkları her şeyi rapor tutuyorum, kanıt topluyorum. Başında durduğum her şey planın bir parçası. O uyuşturucular, silahlar hiçbir zaman istenilen yere gitmiyor. Hepsi alıkonuluyor. Eğer başarabilirsem o karanlık çarkı kıracağım ve sonunu getireceğim.”
Sözleri havada ağır ağır süzülürken, içimde karmaşık bir fırtına koptu. Öfke, şüphe, umutsuzluk ve bir parça da umut birbirine karışıyordu. Gözlerimden yaşlar süzülürken, nefesimi kontrol etmeye çalıştım ama boğazımda bir düğüm vardı.
“Neden bana söylemedin?” diye fısıldadım, sesim neredeyse kırılacak gibiydi. “Neden sakladın bütün bunları? Neden ben her şeyi ya bir ses kaydından ya da bir fotoğraftan öğrenmek zorundayım Boran?” dedim acıyla. En çok da bu koyuyordu. Her şeyi sonradan öğrenmem. Çünkü ben her zaman ilk önce Boran’a söylüyordum.
Boran iç çekti gözlerimin içine bakarken. “Gizli bir bilgi çünkü. Devletin sırrı. O fotoğraf gelmeseydi de ömrünün sonuna kadar bilmeyecektin. Ama o fotoğraf benden gidişinin biletiyken saklayamazdım, Ömer’in izniyle anlattım.”
Boran’ın söyledikleri beynimde yankılanırken kalbimdeki o ağır yükün biraz olsun hafiflediğini hissettim. “Yani... sen gerçekten onların yanında değil, onlara karşı savaşıyorsun,” derken sesim yorgun ama artık biraz da anlama isteğiyle doluydu.
Boran gözlerime baktı kırgın ve çaresiz bir biçimde. Söylediğime karşılık başını sallarken fısıldadı. “Sana söylenmediği için kırgınsın, haklısında. Beni katil olarak görmekte de.” Derken buruk bir tebessüm etti. “Ama asla İnci. Asla. Hani çocuklar anne babalarına özenir ya, ben babamın yaptığı şeyden her zaman nefret ettim. Asla nefret ettiğim bir işe girmem.” Dedi üstüne bastıra bastıra. Bir anda gözleri sertleşti. “Ama işin ucunda sevdiklerim varsa… elime gelen fırsatı da geri çevirmem.”
“Bu ne demek?” dedim korkarak. Alacağım cevabı zihnim söylüyordu ama Boran’dan duymak bambaşkaydı. “Şu hayatta canımdan çok sevdiğim tek bir kişi var ailemden sonra, onun içinde canımı veririm.” Dediğinde başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bahsettiği kişinin ben olduğunu bilmek içimde kocaman bir acı yarattı.
“Benim için…” dedim, kelimeler boğazımdan güçlükle çıkıyordu, sesim kesik kesik titriyordu. “Benim için mi girdin bu işe?”
Boran’ın gözleri derin bir hüzünle doldu, o an içindeki kırılganlığı, çaresizliği daha iyi anladım. Sakladığı o ağırlığın altında ezildiğini gördüm. Kalbinde taşıdığı yükün, benim için ne kadar büyük olduğunu, sözcüklerin ötesinde hissettim.
“Senin için her şeyi yaparım. Hayatımı, canımı, onurumu… Hepsini hiçe sayarım. Çünkü sen benim sonum ve başlangıcımsın.” Derken yüzümü avuçlarının arasına aldı ve gözlerimin içine baktı. Cümlesiyle birden yerde donup kalmış gibi oldum. İçimde büyüyen o öfke, kırgınlık ve şaşkınlık dalgası yerini tarifsiz bir çaresizliğe bıraktı.
Başımı iki yana salladım korkuyla. “İstemiyorum.” Dedim sesim titreyerek, kelimeler boğazımdan güçlükle çıktı. “Kabul etmiyorum, istemiyorum ben böyle bir şeyi!” Geriye çekilirken korku tüm bedenimi sarmıştı. Böyle bir şey istemiyordum, kimsenin benim yüzümden canını hiçe saymasını istemiyordum. Eziliyordum bu fedakarlığın altında.
“İstemiyorum,” dedim fısıltıyla. “Seni kaybetmeyi göze alamam. Bana bunu yapma. Bana bunu yapamazsın. Öğrenirlerse…” tek kelime boğazımı yumruk gibi sıkarken içimdeki çaresizlik ve korku gözyaşı olarak yanaklarımdan süzülmeye başladı. “Çok tehlikeli bu. En ufak hatanda öldürürler seni.”
“Şşt,şşt, şşt bir şey olmayacak, bana bir şey olmayacak.” Derken yüzümü avuçladı hızla Boran. Gözleriyle beni telkin etmek istercesine bakarken konuşmaya devam etti. “Her şey kontrol altında, bir şey olmayacak bana. Sakin ol güzelim, nefes al.”
Başımı iki yana sallayarak reddederken aklımı kaybetmiş gibi hissediyordum. Nefesim kesiliyor, kelimeler boğazımda sıkışıyordu. “Seni kaybetmeyi göze alamam” diye fısıldadım ama bu fısıltı bile çığlık gibi yankılandı içimde. “Sen benim için her şeyi feda edebilirsin ama ben… ben bu yükü taşıyamam!”
Boran ellerini uzatıp beni tutmaya çalıştı ama ben deli gibi başımı sallayarak geri çekildim. “Neden canını bu kadar hiçe sayıyorsun? Neden kendini yok etmeye çalışıyorsun?!”
Sözlerim havada ağır ağır süzülürken gözlerim yaşlarla doldu, yüreğim paramparça olmuştu. İçimdeki o fırtına, yıllardır biriktirdiğim tüm kırgınlıkların ve korkuların patlaması gibiydi. “Beni bu kadar çaresiz bırakmanı hak etmiyorum ben!”
Boran derin bir nefes alarak bana doğru yaklaştı. “Biliyorum, korkuyorsun. Haklısın, öfkelisin. Anlıyorum seni.” Sakinleştirmeye çalışır bir tonda söylediği cümlelerle başımı iki yana salladım. “Anlamıyorsun!” derken sesim titreyerek yükseldi. “Neden kendine bunu yapıyorsun!”
“Seni korumak zorundayım çünkü.” Sakin ama sakinliğinin sınırında olduğunu belirten bir tonda karşılık verirken bana doğru bir adım attı. Bense geri çekildim. “Ben beni korumanı istemiyorum! Beni korurken kendini hiçe saymanı, canını tehlikeye atmanı, feda etmeni istemiyorum Boran! İstemiyorum. Sana bir şey olursa ben iyi mi olacağım? Yaşayacağım ama iyi mi olacağım, öyle yaşayacaksam şimdi kafama sıksınlar.”
Boran’ın gözleri aniden daraldı, bedeninde bir gerginlik belirdi. Sanki tüm dünyası dar bir noktaya sıkışmış gibiydi. “Ne… ne saçmalıyorsun sen.” Dişlerinin arasından sert bir biçimde söylediği şeyle tekrar ettim cümlemi. “Sana zarar gelecekse benim yaşamamın ne anlamı var diyorum. Gelsinler şimdi sıksınlar kafama, ölümden korkmuyorum ben.”
“Sen korkmuyorsun ama ben korkuyorum! Ben seni kaybetmekten köpek gibi korkuyorum, deliriyorum! Sen bunu nasıl kolay dile getiriyorsun böyle? Ölmekten korkmuyormuş, şimdi sen kendini hiçe saymıyor musun!?” Boran öfkesini kontrol edemeyerek sesini yükseltirken yutkundum.
Ben de geri çekilirken onun gözlerindeki o çaresizliği gördüm, kendi yüreğimde hissettiğim korkunun aynısını… Bizim korkumuz aynıydı. En büyük korkumuz birbirimizi kaybetmekti.
Boran’ın gözleri öfke ve korku arasında yanıp sönerken birkaç adım geriye çekildi, elleri istemsizce sıkıldı. “Ne yapmam gerektiğini sanıyorsun? Sen böyle şeyler söylerken deliriyorum! Deliriyorum, İnci!” Sesindeki titreme, sertliğinin ardında bir çaresizlik sakladığını ele veriyordu.
Bir an duraksarken nefesini kontrol etmeye çalıştı. “Ben sana bir şey olursa kendimi affedemem. Hiçbir şekilde affetmem! Sen gelmiş bana bunu söylüyorsun sanki kolaymış gibi!”
Nefesimi düzenlemeye çalışırken Boran elini saçlarından geçirdi. “Lan adamlar seni bitirmek için an kolluyor, arkadaşlarının intikamını almak istiyorlar. Sen gelmişsin bana kafama sıksınlar diyorsun!”
Cümlesi içime başka bir titreme yayılmasına neden olurken yutkunamadım. Adnan Aral’dan bahsediyordu. Onu hapse tıktırdığım için intikamını almak istiyorlardı. O gün bana laf atarken bile akıllarında bu vardı. Onları durduran Yavuz Bey’di belli ki. Onun gelini olmam onları engelliyordu ama masada ailemden kimse kalmamıştı. O yüzden engelde yoktu.
Boran biliyordu bunu. Hem bu yüzden hem de masanın planlarını suya düşürmek için girmişti. O sabah bana yöneltilen bakışlardan ve sözlerden meydan okumayı anlamıştı, olacakları öngörmüştü ve kendini tehlikeye atmak pahasına bu işe girmişti. Nereden baksan çok büyük fedakarlıktı.
Öte yandan anlıyordum ki ikimizin de çıldırması için geçilmesi gereken sınır birbirimizi kaybetme korkusuydu. Bu korku öyle bir şeydi ki kelimelerle tarif edilemezdi, sadece içten içe sarsıyor, kalbimizi sıkıştırıyor, nefesimizi kesiyordu. Boran’ın gözlerine baktığımda gördüğüm şey sadece öfke ya da kontrolsüzlük değildi; orada bir çaresizlik vardı, beni kaybetme korkusunun altındaki en kırılgan hali.
İkimiz de deliriyorduk ama delirmenin kaynağı aynıydı. Benimki onun için, onunki benim için… birbirimizi koruma ihtiyacımız öylesine yoğun ve çılgınca bir hal almıştı ki, dünyadaki hiçbir tehlike bu kadar yakıcı olamazdı.
“Ben sadece…” deyip durdum. Boran gözlerini kapatmış, sakinleşmeye çalışıyordu. “Ben de seni kaybetmekten korkuyorum. Her saniye. Ama senin kendini feda etmeni, yok olmanı görmektense, seni sağlıklı görmek istiyorum. İyi olduğunu bilmek istiyorum. Yaşayarak, benimle, yanımda olmanı istiyorum.”
Gözlerimi kaçırmadan ona baktım, yüreğim paramparça olmuştu ama kelimelerimden güç almaya çalışıyordum. “Birlikte yaşayalım istiyorum, birbirimize sarılarak, korkarak değil. Senin savaştığın o karanlık dünyada değil, benimle, hayatın içinde, umutla.”
Boran bir an durdu, derin bir nefes çekti ciğerlerine. “İstemez miyim sanıyorsun? Senin için her şeyi bırakmak isterim ama adını bile anmak istemediğim bu karanlık dünyadan kaçmak kolay değil İnci.” Dedi sıkıntıyla. “Adnan’dan, Yavuz’dan, tüm o pislikten nefret ediyorum. Beni buralara sürükleyen, bizi birbirimize düşüren, bu korkuyla yaşamak zorunda bırakan herkesten nefret ediyorum.”
Gözlerinde hem öfke hem de çaresizlik vardı. “Seninle birlikte olmak istiyorum ama onları da yenmeden, bu karanlık sona ermeden bunu yapamam. Ne olursun anla beni…” dedi yalvarırcasına.
O anda içimde öfke, korku ve sevgi birbirine karıştı. Boran’ın bu yükün altında ezildiğini görmek, beni hem acıtıyor hem de ona olan sevgimi daha da derinleştiriyordu. Kalbim onunla aynı korkuyu paylaşıyordu. “Başka bir yolu yok yani…” dedim bir umutla.
Boran gözlerini yere dikti, ellerini ovuştururken derin bir iç çekişle cevap verdi. “Keşke olsa... Ama bu savaş bitmeden, o pislikler hesap verip temizlenmeden hiçbir şey bitmeyecek.”
Sesi kırılgandı, her kelimesi ağır bir yük taşıyordu. “Sana zarar gelmemesi için her şeyi göze aldım ama bu yükü taşımak kolay değil. Biliyorum, seni de yıpratıyor bu...” Bir an durdu, gözlerimi aradı. “Ama bunu yapmazsam, seni koruyamazsam, kendime asla affedemem.”
Yüreğimde bir şeyler çökerken, gözlerim doldu. “O zaman… beraber savaşacağız,” dedim sesim titreyerek ama aynı zamanda da kararlıydım. “Birlikte, her ne olursa olsun.”
Hiç beklemeden yanına ilerleyerek kollarımı sardım bedenine. Başımı kalbine dayadım, onun nefesini hissetmek, kalp atışını duymak içimdeki çığlığı biraz olsun susturdu. O da anında beni sımsıkı sararken başını omzuma yaslayıp burnunu saçlarımın arasına gömdü ve derin bir nefes aldı. Biz ancak birbirimizde sakinleşebilirdik.
“Özür dilerim…” dedim usulca. Onun korkularını tetiklemeyi istememiştim. Özellikle babasını yeni kaybetmişken sözlerim onda tokat etkisi yaratmıştı muhtemelen. Boran kollarını daha sıkı sararken boğukça karşılık verdi. “Bende özür dilerim, kendimi kaybettim.”
Başımı kaldırarak gözlerine doğru bakarken içimdeki endişe yerini koruyordu. “Ömer her şeyi ayarladı değil mi, herhangi bir tehlike anında seni kurtarırlar, yanında olurlar.” Teyit etmek istercesine ona bakarken Boran elini yanağıma yaslayarak elmacık kemiklerimi sevdi. “Her toplantıda onların göremeyeceği küçüklükte bir kulaklık oluyor kulağımda, dinliyorlar bizi. Mert ve Fatih’te yanımda gördün. Bir şey olmayacak.”
Başını hafifçe yana eğip nefesimi derinleştirirken gözlerimi ondan ayırmadım. İçimdeki tedirginlik hâlâ tam olarak yok olmamıştı ama Boran’ın sözleri biraz olsun içimi rahatlatmıştı. O tedirginlik, korku hiçbir zaman tam anlamıyla bitmeyecekti.
“Yani… her ihtimale karşı hazırlar,” dedim hâlâ titrek bir sesle. Başını salladı hızla. “Evet, hazırlar.”
“Lütfen onlarla buluşacağın zaman bana da haber ver.” Dedim ufak bir sitemle. Boran derin bir nefes aldığında itiraz edeceğini çoktan anladım. “Endişelenmenden başka bir işe yaramaz bu. Tedirgin hissetmene gerek yok.”
“Bırak hissedeyim, sen benim için böyle risk alırken ben bırak sadece endişelenmekle, korkmakla zamanlarımı geçireyim Boran.” Dedim itiraz kabul etmeyeceğimi belli eden bir tonda. Ardından alaylı bir şekilde güldüm. “Gerçi senin gece vakitlerinde koynumdan çıkıp gitmen birilerini çok sevindirmiş, orası ayrı mesele.”
“Ne?” Boran anlamadığını belli eden bir şekilde kaşlarını çatmış bana bakarken iç çektim. “Halan sağ olsun senin gece gece gittiğini görmüş, uyardı beni. Herhalde bunu tahmin edememiştir ama beni aldattığını düşünüyor muhtemelen.”
Boran cümlemle gözlerini kapatırken burnundan sert ve sesli bir nefes verdi. “Allah’ım nelerle uğraşıyorum?” diye yakarışta bulunurken gözlerini aralayarak bana baktı. Sen ne düşünüyorsun dercesine. Bense cevap verdim. “Halan ilk söylediğinde aklıma takıldı ne yalan söyleyeyim, özellikle dün gece de çıkıp gittiğini söylediğinde hayal kırıklığı ile doldu içim. Ama sağ olsun fotoğraf geldiğinde anladım nereye gittiğini.”
“Ah hala ah, ne yapmaya çalışıyorsun sen…” Boran kendince mırıldanırken sessiz kaldım. Ne yapmaya çalıştığını biliyordum ben. Boran ile evli olmamı hala sindirememişti ve bizi ayırmadan da vazgeçmeyecekti. Tek bilmediği ise bizi ayıramayacağıydı.
Konuyu dağıtmak adına aklımdaki bir diğer soruyu sordum. “Fotoğraf peki? Kim atmış olabilir?” dediğimde Boran dişlerini dudaklarına bastırdı. “Bilmiyorum ama öğreneceğim.” Başımı belli belirsiz salladığımda tekrar konuştum. “Peki o masa… Yani başındayım dedin. Emirleri sen veriyorsun, onlar da yapıyorlar.”
Boran başını sallayarak onayladı. “Evet.” Sadece bu kadardı. Detayları anlatmasını istiyordum ama belli ki anlatmayacaktı. Kendine saklayacaktı, belki de böyle olması gerekiyordu. Zorlamak istemiyordum onu. Çünkü biliyordum ki Boran anlatması gerekeni anlatırdı. Ama merak da ediyordum.
Her şeyi anlatmasının yükü omuzlarından kalkarken üzerindeki ceketi çıkartarak kanepenin kenarına bıraktı. Eliyle alnını sıvazlarken derin bir nefes çekti ciğerlerine. “İyisin değil mi? Çok korkuttun biraz önce beni.” Hala daha endişeyle bana bakarken tebessüm ettim. “İyiyim. Duyduklarımı sindiremedim bir an için. Çok korktum.”
“Haklıydın, kim olsa öyle düşünürdü. Kabullenemezdi.” Dedi Boran sıkıntıyla. Ardından ekledi. “Çok şükür iyisin ama şimdi. Hadi daha fazla ayakta durma, otur şöyle.” Diyerek başıyla kanepeyi işaret etti. Başımı sallayarak kanepeye ilerlerken o da gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. Sonra sanki biraz önce hiçbir şey konuşmamışız gibi konuyu değiştirdi.
“Sen naptın bugün?” Boran merakla bir tınıda konuşurken bir yandan da gömleğini tamamen çıkartarak pantolonuna yöneldi. “Ne yapayım evdeydim işte, aldığımız hediyeleri verdim. Öyle.” Dediğimde Boran başını salladı belli belirsiz. Sonra gardıroba ilerleyerek kendine kıyafet çıkardı. “Anladım, yengeni ara istersen. Onların hediyelerini de verelim bu akşam.”
“Hayırdır kayınçonu özledin herhalde.” Diye alaylı bir tonda konuşurken Boran polo yaka tişörtünü giyerek bana doğru baktı. Yüzündeki alaylı sırıtışla onayladı. “Çok özledim, burnumda tüttü şu bir haftada.”
“İyi madem arayayım da hasret giderin, o da çok özlemiştir seni.” Dedim bende alayla gülerek.
“Kesin.” Dedi Boran göz devirip. O pantolonunu giyerken bende telefonumu alarak yengemi aradım. Telefon birkaç çalışta açılırken hal hatıl faslından sonra geleceğimizi söyleyerek ve ondan olumlu cevap aldıktan sonra telefonu kapattım.
Boran’da ben telefonla konuşurken işini halledip kanepeye benim biraz önce kalktığım yere oturdu. Telefonu kapatıp yatağa bırakırken Boran’ın bana doğru elini uzattığını gördüm. “Gel bakayım şöyle bir yamacıma, özledim seni.”
Elini tutup istediği gibi yanına giderken başımı göğsüne yasladım. Boran elini omzuma sararken sitemle konuştum. “Şu tatil gününde beni bırakıp işe gidersen özlersin tabii.” Boran cümlemle burnundan güler gibi bir ses çıkartırken elini yanağıma yaslayıp başımı kaldırdı ve gözlerine bakmamı sağladı. “Hmm öyle mi olurmuş?”
“Evet, öyle olur.” Diye gözlerine bakarken gülümsedi Boran içi gidermiş gibi. “O zaman ben karımın gönlünü alayım.” Diye bana yaklaşırken sırıttım. “Al bakalım.” Boran dudaklarımı dudaklarının arasına aldığında bende elimi yanağına yaslayarak karşılık verdim.
Öpücüğün ardından alınlarımız birbirine yaslanırken dudaklarına doğru mırıldandım. “Bu iş hiç hoşuma gitmedi haberin olsun, zaten şirket yoğundu. Şimdi bir de geceleri yanımda olmayacaksın. Yüzünüzü gören cennetlik Boran Bey.”
“Sen yeter ki yanında olmamı iste, benim tüm zamanlarım, gecelerim, gündüzlerim, her saatim sana güzelim benim.” Derken yanağımı sevmeye devam etti. Ağva’da konuşurken bu cümleyi geçmiş zamanlı kullandığında içime oturmuştu ama şimdi kullandığı geniş zaman içimi sıcacık etmeye yetmişti.
“Anlaştık o zaman.” Diye fısıldadığımda dudaklarıma tekrar öpücük bıraktı. “Anlaştık.”
Sonra anlaşmış gibi tekrar birbirimizin dudaklarında kaybolmaya başladı. Dudaklarımız birbirine kenetlenmişken dillerimizde işin içine girdiğinde Boran’a daha da sokuldum. Ellerim boynuna dolayıp parmaklarımı saçlarının arasına geçirdim
Boran’ın eli yanağımdan boynuma kaymışken duyduğumuz kapı tıklanma sesi ikimizin de irkilmesine yol açtı. Sanki yakalanmışçasına dudaklarımız birbirinden ayrılırken aynı anda gözlerimizi araladık. “Koskoca evde rahat yok anasını satayım.” Boran mırıldanırken gözlerimi belerterek baktım ona. Ardından da kapıya seslendim. “Girin.”
Derin’in usulca başını uzattığını gördüğümde tebessümle baktım. “Babaannem yemeğe çağırıyor.” Dediğinde Boran onayladı. “Tamam fıstığım, geliyoruz.” Derin kapıyı kapatırken Boran oturduğu yerden kalktı. “Daha fazla rahatsız edilmeden inelim bari.” Kapıya doğru ilerlerken aklıma gelen şeyle bileğini tutarak durdurdum. “Boran, bir dakika.”
Ciddi bir tonda söylediğim şeyle Boran’ın bakışları bana döndü merakla. Bense tekrar konuştum. “Sana bir şey söyleyeceğim ama beni yanlış anlamanı istemiyorum.” Dediğimde Boran başını salladı. “Söyle güzelim.” Hafifçe kaşlarını çatmış ne söyleyeceğimi beklerken konuştum.
“Derin pek iyi değil Boran, profesyonel bir yardım alması doğru olur bence. Ben yardımcı olmayı çok isterim ama aileden olduğum için etik sayılmıyor, arkadaşlarım var ama size yardımcı olabilecek.” Tepkisini ölçmek istercesine gözlerine bakarken Boran iç çekti. “Durum vahim diyorsun yani.”
“Hayır, Derin sizin kadar kolay atlatamayabilir bu süreci diyorum. Sen anneni kaybettiğin için acı ne demek biliyorsun ama Derin belki de ilk defa acı ne demek tadıyor ve bu hayattaki en önemli kişiyi kaybetti kendince.” Boran beni dikkatle dinlerken söylediklerime hak verircesine onayladı. “Haklısın. Ben konuşacağım onunla, gerekirse ikna edeceğim. Sen bizim için bir randevu ayarlarsın.”
“Seve seve yaparım.” Dedim gülümseyerek. Boran’da burukça gülümserken beni kendine çekerek şakağıma öptü. “Teşekkür ederim. Bazen herkese yetişmekte zorlanıyorum ama şimdi gözüm arkada değil çünkü kardeşlerimle kendi kardeşinmiş gibi ilgileniyorsun.”
Cümlesi içime işlerken elimi göğsüne yaslayarak ona baktım. “Çünkü onlar da benim kardeşim. Özellikle Derin. Onun yanında olmak için elimden gelen her şeyi yaparım.” Çünkü Derin’in eksik tarafı benimkiyle aynıydı, çünkü kayıplarımız aynıydı. Onu en iyi ben anlardım.
Boran içten bir tebessümle yüzüme baktıktan sonra kolunu omzuma dolayarak beni kapıya yönlendirdi. Birlikte odadan çıkıp merdivenlere doğru yöneldik. Ardından da aşağı indikten sonra salona girdik aynı şekilde. Bizim bu halimizi özellikle Gülsüm Hanım görsün istiyordum, istediğine ulaşamamıştı çünkü.
Bizim gelmemizle herkes ayaklanırken Boran sandalyemi benim için çekti. Gülümseyerek ona teşekkür ederken yerime geçtim. Boran’da benim ardımdan masanın başındaki yerine geçerken herkes sırayla yerlerine oturdu.
Çorba servisi başlarken Gülsüm Hanım’ın alttan alttan bakışlarının bende olduğunu görebiliyordum. Daha doğrusu bizde. Söylediği şeylerin bizde etki yaratıp yaratmadığını sorguluyordu. “Güzelim tuzluğu uzatır mısın?” Boran’ın bana seslenişiyle tuzluğu alarak ona doğru uzattım. Parmaklarımız birbirine dokunurken Boran tek gözünü kırpıp flörtöz bir biçimde bana bakarken bende tebessüm ettim.
Sessizlik içinde çorbamızı içerken Boran’ın sesini işittim. “Birileri geceleri dışarı çıkıp bir yerlere gittiğimi görmüş, başka kadınların yanına gidiyormuşum…”
Kaşığım elimde havada asılı kaldı. Başımı yavaşça kaldırdım, şaşkınlıkla baktım. Asla böyle bir çıkışı beklememiştim ondan. Boran, sözlerini öyle sakin, öyle kendinden emin bir tonda söylemişti ki sanki masadaki herkesin yüreğine bir taş bırakmıştı.
Cihan’ın içtiği su boğazına kaçıp öksürük tutarken bu cümle bize hiç bakmayan Derin’i bile şaşırtmıştı. Defne’de şaşkınlıkla bana bakarken Gamze başını kaldırmadı suçluymuşçasına. Zümra babaanne anında kaşlarını çatıp başını yanındaki kadına çevirirken herkes şok olmuş gibiydi.
“Diyelim çıktım… İş için değil, şirket için değil, hava almak için değil, belki İnci’nin bir ihtiyacını almak için değil de bir kadına gideceğimi düşünen kişinin ailemden biri olması…” Sözlerini bilerek havada bırakmıştı. Masanın üzerinde öyle bir sessizlik çöktü ki, neredeyse herkesin nefesi duyuluyordu.
Boran, bakışlarını tek tek masadakilerin üzerinden geçirip en son Gülsüm Hala’da sabitledi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı, ama o gülümseme buz gibiydi. “İnsanın en çok güvendiğinden şüphe duyması ağır gelir,” dedi sonunda, sesi öyle tok ve kesindi ki. “Ama ben ağır gelmesini umursamam. Çünkü bana yeten tek şey, İnci’nin gözlerime bakıp gerçeği görmesidir.”
Masada bir uğultu bile olmadı o an. Boran’ın sözleri hem üstü kapalı bir tokat gibi Gülsüm Hala’ya çarpmıştı, hem de bana öyle bir sahipleniş vermişti ki hissettiklerimin tarifi yoktu. İçimde tarifsiz bir gurur yükselirken Boran, kaşığını yeniden eline aldı.
Dudaklarının kenarı bu kez daha yumuşak bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bana dönüp alaycı ama sevgi dolu bir bakışla sordu. “Sen de böyle sözleri duyunca güler geçersin, değil mi güzelim?”
Sözleri masadaki ağır havayı bir anda dağıttı. Ben de dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle başımı salladım. Masanın gerilimi kırılmıştı ama Boran’ın mesajı çoktan yerini bulmuştu. “Aynen öyle.”
Zümra Babaanne önce sitemli sitemli kızına, yani Gülsüm Halaya baktı, sonra mahcupça bana döndü. Gözlerinde hafif bir suçluluk, bir “Üzgünüm İnci” bakışı vardı. Ona sorun olmadığını belirtircesine gülümserken o da bana küçük bir tebessüm etti.
“Abi söze öyle başladığında kalbim duruyor zannettim. Zaten evlenmen mucizeyken bir de aldattığını düşünmek… Evlerden ırak.” Cihan kendince şakacı bir şekilde konuşurken istemsizce gülerek Boran’a baktım. Düz bir surat ifadesiyle kardeşine bakarken konuştu. “Mucizeymiş, şunun dediğine bak.”
İkisi birbirlerine bakarlarken Boran güler gibi olduğunda Cihan’ın gülüşü de büyüdü. Sofradaki gerginlik biraz olsun azalırken hepimiz yemeğimize devam ettik.
Yemeğin ardından ben hazırlanmak üzere odaya çıktım. Günlük rahat bir şeyler giydikten sonra odadan çıktım. Salona Boran’ın yanına ilerlediğimde Zümra babaanne ile ikisinin sohbet ettiğini gördüm. Boran’ın bakışları bana kayarken oturduğu yerden ayaklandı. “Bize müsaade Zümra Sultan, hadi görüşürüz.”
“Görüşürüz oğlum, selam söyleyin.” Tebessüm ederek onayladım. “Baş üstüne. İyi geceler.”
Arkalı önlü bir biçimde evden çıktığımızda bahçede yürüyen Derin’i görmek ikimize de sürpriz olmuştu. Aslında benim için pek sürpriz sayılmazdı çünkü Mert için indiğini biliyordum. Zaten birbirlerine bakıyorlardı. Önemli olan Boran’ın bu konuya zihnini yormamasıydı.
“Derin!” diye seslendiğinde yanında olsam dahi bende irkildiğimde Derin daha da korkmuştu. Bakışları geriye doğru kaymış abisini gördüğünde panik olurken yanımıza doğru gelmeye başladı. “Efendim abi?” Korka korka sorduğu soruyla tereddütle ona bakarken Boran hafifçe kaşlarını çattı. “Hayırdır, gerildin bir?”
“Yok abi, senin sesini duymayı beklemediğimden.” Diye cevap verirken Boran belli belirsiz başını salladı. “İki saate kadar geliriz muhtemelen, beni bekle. Konuşacağız tamam mı?” dediğinde Derin tedirgince baktı abisine. “Ne hakkında abi?”
Sesindeki korkuyu o kadar net anlıyordum ki. Abisinin bir şeyler öğrenmesinden korkuyordu.
“Önemli bir mesele hakkında.” Diye karşılık veren Boran ile Derin yutkundu. “Şimdi konuşalım, ben erken yatağım yarın okul var biliyorsun. Dokuz dersine yetişeceğim.” Dişlerini kemirmeye başladığında Boran çatık kaşlarla süzdü onu.
Ardından derin bir nefes alarak kardeşine baktığında konuşmaya başladı. “Biliyorsun zor şeyler yaşadık, bazı kayıplar verdik…” diye söze başladığında Derin’in gözleri dolmaya başladı. Boran uzanarak onun elini tutarken devam etti sözlerine. “Bazen insanlar bu acılarla tek başına başa çıkamayabilir abicim. Bu normal bir şeydir. Bunu kabul etmek güçsüzlük değildir.”
Derin bunun arkasından neyin geleceğini anlamış gibi kaşlarını çatarken Boran devam etti sözlerine. “Biriyle konuşup rahatlamak, birinin desteğini almak belki bu süreçte sana daha iyi gelir. O yüzden bir psikoloğa gitmek seni daha da iyi hissettirir diye düşünüyorum.”
“Ben deliyim yani, deliriyorum. Bunu mu söylemeye çalışıyorsun!” Derin sesini yükselterek hırsla konuşurken yüzü kızarmaya başladı. Buna karşılık Boran hızla başını iki yana salladı. “Hayır abicim, olur mu öyle şey. Tabii ki değilsin deli falan.” Derin abisinin sözlerine alayla güldü. “Acımı yaşarken bile müdahale ediyorsun ama bu aklı sana kimin verdiğini biliyorum ben.” Derken bakışları bana kaydı acımasızca.
Ardından bana bakarak devam ettirdi sözlerini. “Sırf psikologsun diye herkesin üzerinde mesleğinle hakimiyet kuramazsın, sen anlamıyorsun ki beni. Abimin aklına fikir sokuyorsun, benim hislerime karışıyorsun, kendini ne zannediyorsun sen?”
Sözleri ağır ağır içime işledi. Her kelimesi kalbime saplanan birer diken gibiydi. Yutkunmak istedim ama boğazım düğümlendi. Bunların aslında onun kendi düşünceleri olmadığını, öfkesinin acısından taştığını bilsem de… yine de üzerime oturmuştu. Kalbim göğsümde taş gibi ağırlaştı...
“Derin ne saçmalıyorsun sen. Kendine gel!” Boran’ın sesi daha yüksek hal alırken korumaların bakışları bizim üzerimizdeydi. Elimi Boran’ın koluna yaslayarak tutarken sakin bir sesle karşılık verdim. “Sana yardımcı olmaya çalışıyorum sadece…”
“İstemiyorum senin yardımını falan! Deli değilim ben!” Hırsla bağırırken gözleri doldu eş zamanlı olarak. Başımı salladım ve sakinleşmesi adına yumuşak bir tonda karşılık verdim. “Derin, seni deli olarak görmüyorum. Sadece… yaşadıkların ağır. Senin acını küçümsemiyorum. Ama tek başına taşıyamayacağın kadar büyük bir yük var üzerinde. Yardım istemek, senin zayıflığın değil.”
Derin başını öne eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı. Yanağına doğru gözyaşı akarken fısıldadı. “Yardım istemek…” Ardından gözlerini bana dikti. “Ama senden değil! Sen beni anlamıyorsun. Senin sesin bile… bazen boğuyor beni. Kimseyi istemiyorum, hiç kimseyi sende dahil!”
O an biliyordum: Onun hissettiği benim sesim değildi. Benim varlığım da değildi. Asıl boğucu olan, içinde biriktirdiği öfke, acı ve yalnızlıktı. Ama bunu bana yöneltmesi, bütün duvarlarını bana yaslayıp nefretle ayakta kalmaya çalışması… kelimelerle anlatılamayacak kadar yakıcıydı.
Gözlerim bulanıklaştı. Onun acısını anlıyordum, evet… ama acısının şekil değiştirmiş hâli, üzerime düşen bir suçlama olarak bıçak gibi işliyordu. İçimden ona sarılmak, “Beni itme, sana zarar vermek istemiyorum” demek geçiyordu. Ama dudaklarım kilitlenmişti.
Boran, ikimizin arasında sıkışmış gibiydi. Derin’in kırgınlığını yumuşatmak istercesine bir adım attı, ama Derin geri çekildi. Sanki dokunulsa daha da dağılacak, yere paramparça dökülecek bir cam parçası gibiydi. Hiç beklemeden yanımızdan uzaklaşırken Boran arkasından bağırdı. “Derin!”
“Peşinden git Boran.” Dedim hızlıca. Boran, Derin’in arkasından bakarken tekrarladım. “Sen güzelce konuşursun onunla, benim yanımda konuşman hoşuna gitmedi belli ki.” Diye hüzünle mırıldandım.
Tam o sırada balkondan gelen sesi duydum. “Abi, siz gidin. Şimdi yanına gidersen daha da sinirlenir. Ben gidiyorum Derin’in yanına, sakinleştiririm onu. İkna etmeye çalışırım.” Cihan muhtemelen konuşmaları duymuştu. Boran derin bir nefes alırken onayladı. O da biliyordu belki de giderse daha beter kavga edeceklerini. “Tamam, bir şey olursa bana haber ver.”
“Merak etme.” Cihan son kez konuşup balkondan çıkarken birkaç saniye ikimiz de oraya baktık. Boran’ın sesiyle bakışlarımı ona doğru çevirdim. “İnci… Ben ne diyeceğimi bilmiyorum. Özür dilerim onun adına.” Boran mahcup bir şekilde bana bakarken küçük bir tebessüm ettim.
Elimi yanağına yaslayıp sakalını severken karşılık verdim. “Özür dileme, ben hiç kırılmadım. Çünkü biliyorum öfkesi bana değil aslında kendine. Böyle durumlarla sık sık karşılaştım ve üzerime alınmadım.” Söyledikleri canımı sıkmıştı evet ama ona alınmazdım.
Boran’ın gözleri minnetle parladı. Yanağında duran elimi alıp avuç içimi öptükten sonra elimi tuttu. “Hadi gidelim.”
Onaylayarak arabaya ilerlerken Mert ile göz göze geldim aynı anda. Onda da Boran’da olan bakışın aynısı vardı. Mahcup, bir yandan da Derin için endişeli bir bakış. Sorun yok dercesine gülümserken Mert gülümsemedi ama gözlerini kapatıp açtı minnetle.
Arabaya bindiğimde Boran ile yola çıktık. Aslında içimdeki endişe henüz dinmemişti. Derin’in böyle hırçınlaşması pek sağlıklı değildi ve durumun daha vahim olduğunu gösteriyordu aslında. Bir psikolog olarak zihnimde kırmızı ışıklar yanıyordu; ama bir insan olarak, bir kadın olarak kalbimde kocaman bir sızı vardı.
Boran direksiyon başında sessizdi. Parmakları direksiyona sıkıca kenetlenmişti, çenesindeki kaslar gerilmiş. Onun sessizliğinde binlerce kelime gizliydi: suçluluk, kaygı, çaresizlik.
“Nasıl ikna edeceğiz?” Boran’ın çaresizlikle bana bakmasıyla birlikte bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerini bir anlığına yoldan ayırıp bana çevirdiğinde, bakışlarında çaresizliğin en saf hâlini gördüm. Sanki dünyanın bütün yükü onun omuzlarına yığılmıştı ve tek bir hamleyle ezilebilecek gibiydi.
Derin’in öfkesi, Boran’ın vicdanında bir yara açmıştı. Onun bu hâlini görmek içimi daha da burktu.
“Onu zorlayamayız Boran… Ne kadar istesek de, kendi istemeden hiçbir yere gitmez. Yapabileceğimiz tek şey, yanında olduğumuzu hissettirmek.” Sözlerimi söylerken sesimde kararlılık vardı ama içimdeki endişe çok daha büyük bir dalga hâlinde kabarıyordu. Çünkü biliyordum, Derin’in kendi iradesi olmadan atacağı hiçbir adım, kalıcı bir iyileşme getirmeyecekti.
Boran derin bir nefes aldı, gözlerini yeniden yola çevirdi. Fısıltıyla mırıldandı. “Ya yanında olmamız yetmezse?”
Bakışlarımı ona çevirdim. Çenesindeki kas hâlâ gergindi, direksiyonun üzerindeki elleri hâlâ titrek bir kararlılıkla sıkılıyordu. Onun bu çaresizliği, Derin’in yükünü tek başına taşımaya çalışmasının işaretiydi. Derin için endişeliydim ama o an Boran’ın omuzlarındaki ağırlığı da bütün çıplaklığıyla görüyordum. Derin’in yükü kadar Boran’ın yükü de vardı masada.
Derin bir nefes aldım, olabildiğince sakin bir şekilde karşılık verdim. “Yetmezse, o zaman yollarını açarız Boran. Yanında olmak sadece aynı evde bulunmak değil… Yanında olduğumuzu hissettirmek. Onun korkularını küçümsememek. Önce güven inşa etmek gerekiyor. Güven olmadan hiçbir ikna çabası sonuç vermez.”
Boran başını öne eğdi, kaşlarının arasındaki çizgiler derinleşti. “Ama ya hiç güvenmezse? Ya bizi tamamen iterse?”
Elimi usulca onun koluna koydum ve parmak uçlarımı koluna sardım. “O zaman biz sabırla bekleriz. Bazen insanlar yardım istemeden önce dibe vururlar. Derin de acısıyla kavga ediyor şu anda. Bizim görevimiz onu o kavgada yalnız bırakmamak. Israr etmek değil ama vazgeçmediğimizi hissettirmek.” Boran’ın gözleri bir anlık bana kaydı. İçinde hem umutsuzluk hem de bir kıvılcım arayışı vardı. “Somut olarak ne yapabiliriz peki?”
Bir an düşündüm, sonra aklıma gelen düşünceleri bir bir aktardım Boran’a. “Öncelikle konuşurken onu sıkıştırmamalıyız. Savunmaya geçtiği anda saldırganlaşıyor. Ona alan tanımamız gerekiyor. İkincisi, öfkesini bize yönelttiğinde kişisel algılamamalıyız çünkü hedefi biz değiliz, kendi çaresizliği. Ve üçüncüsü…” Duraksadım, gözlerimi yola çevirdim ve ardından tekrar Boran’a baktım.
“Üçüncüsü, küçük adımlar. Büyük bir iyileşme sözü değil. Sadece bir görüşme, sadece bir deneme. ‘Bir kere git, sonra istemezsen bırak’ demek. Onu ikna edecek olan, bizim sözlerimiz değil; orada yaşadığı deneyim olacak.” Boran sessiz kaldı. Gözleri yolda ama zihni sözlerimdeydi biliyordum. Parmaklarının direksiyonun üzerinde gevşediğini fark ettim. Bir an için omuzları da düşmüş gibiydi.
Sonra neredeyse duyulmaz bir sesle mırıldandı. “Umarım halledebiliriz…”
Benim de isteğim bu yöndeydi. Halletmek.
Yolculuğumuz sona erdiğinde görüş açıma Güney’in girmesiyle yüzümde küçük bir tebessüm oluştu. Güney, Mert ve Fatih’ten önce kapımı açarken güldü. “Vay vay vay kimler gelmiş?” Araçtan inerken direkt olarak ona sarıldım. Özlemiştim.
Güney’de sıkıca bana sarılırken bir süre sarılıp ayrıldık. “Naber kaçak?” Güney tebessümle yüzüme bakarken omuz silktim. “Ne olsun? Öyle uğraşıyoruz. Senden naber? Ne bu yüzündeki gülüş?” dedim imalı bir biçimde. Tanıyordum çünkü bu gülüşü, bir şeyler vardı.
Güney gülüşünü engellemeye çalışırken telefonuna gelen bildirim sesiyle telefonunu çıkartıp ekrana baktı. Gülümsemesi büyür gibi olduğunda şaşkınca koluna dokundum. “Şşt ne oluyor?” Güney telefonu kapatıp bana dönerken göz kırptı. “Uzun hikaye ama sen anladın biliyorum.”
“Baş harfi Bilge gibi, ne dersin?” dediğimde Güney dudak büzdü. “Hiç eğlenceli değilsin var ya, niye psikolog oldun kızım sen?” diye sitem ederken güldüm. “Psikologlukla alakalı değil, kardeşinim ben senin. Tek hareketinle her şeyi anlarım. Dökül.”
“Sonra anlatırım.” Dedi Güney gülümseyerek. Heyecandan içi içine sığmıyordu belli. “Şimdi çıkmam lazım, randevum var.” Dediğinde gözlerim şaşkınlıkla aralandı. “Öyleli diyorsun.” Dediğimde başını salladı. “Öyle diyorum. Hadi size iyi oturmalar.”
Bakışları bagajdan hediyeleri çıkartan kocama doğru kaydığında konuştu. “Hoş geldin enişte.” Elini Boran’a doğru uzattığında Boran’da hiç beklemeden elini tutup sıktı. “Hoş buldum.” Bakışları bana döndüğünde yanına ilerleyerek bagajdaki poşeti aldım ve Güney’e uzattım. “Buyurunuz efendim.”
“Teşekkür ederim, ne zahmet ettiğiniz.” Güney hem mahcup hem memnun bir biçimde bize bakıp gülümserken bende ona baktım. Ardından konuştum. “Hadi git sen, bekletme kızı.” Güney önce bana ardından Boran’a bakarak onayladı. “O zaman bana müsaade, sonra görüşürüz.”
Bizim bir şey dememizi beklemeden uzaklaşırken arkasından baktık birkaç saniye. Ardından da evin kapısına doğru ilerlemeye başladık. “Güney ve Bilge he? Birbirlerine kötü bakışlarını yakalamıştım birkaç kere, vay be.” Dediğinde güldüm. En güzel aşklar nefretle başlar derlerdi sonuçta.
Kapıyı çalar çalmaz kapı açıldığında güler yüzüyle yengem karşıladı bizi. “Hoş geldiniz.” İçeri girdiğimizde hızlıca birbirimize sarıldık. “Hoş bulduk.”
Yengemden ayrılıp abimle sarılırken Boran’da yengemle tokalaştı. Sonra da benim ardından abimle de tokalaştığında başıyla selam verdi. Karşılama faslı sona erdiğinde salona doğru ilerledik. Bakışlarım direkt olarak yeğenimi ararken abim düşüncelerime tercüman olurcasına konuştu.
“Göktuğ bey uyuyor, saatlerdir mızıldanıyordu yeni daldı.” Dediğinde dudaklarımı büzdüm. “Tüh ya, kaçırdım desene.”
Boranla yan yana kanepeye otururken abimle yengemden karşımıza geçerek oturdular. Yengem tebessümle bize bakarken konuştu. “Eee nasıl geçti tatiliniz, yüzleriniz güldüğüne göre çok güzeldi.” Dediğinde Boran’a doğru baktım. Çok güzel ve çok özel geçmişti.
“Güzeldi gerçekten. Roma’da başladık, sonra Floransa, Venedik, en son da Milano’ya geçtik. Her yeri adım adım gezdik. Doya doya yaşadık…” Her bir sokakta ayrı bir anımız olmuştu.
“Floransa çok güzel, bizde gitmiştik.” Dedi yengem o anlar aklına gelmiş gibi. Haberim vardı elbette. İtalya dönüşünde bana da uğramışlardı ve çok mutlu olmuştum.
Aklıma gelen şeyle yanımızda getirdiğimiz kağıt poşetleri elime alarak ayağa kalktım ve yengeme doğru ilerledim. “Bunlar sizin için, umarım beğenirsiniz.” Yengem elimden alırken mahcupça baktı gözlerime. “Ay canım benim ne zahmet ettiniz, sizin güzel vakit geçirmeniz bizim için hediye zaten.”
Yengem itinayla poşetleri açarken abimin sesini duydum. “Teşekkür ederiz, kesenize bereket.” Hem mahcup hem mutlu bir şekilde bize bakarken aklına hinlik gelmiş gibi Boran’a çevirdi bakışlarını. “Ee Boran Bey, işi bırakıp nasıl gittiniz ta oralara?” dedikten sonra bana döndü. “Sen bilmiyorsun tabii İnci, bu adam biraz işkolikti. Çoğunlukla toplantı için gittiğini biliyoruz, yazın bile tatile gitmiyordu.”
Boran, abime bakarken içten içe gülümsedi, sonra başını hafifçe yana eğdi. “Sen de anlat anlat bitiremiyorsun eski halimi. Yeni versiyonumu fark etmedin mi hâlâ?” derken bana dönerek göz kırptı. Abim alayla güldü. “Yok, ben hâlâ güncelleme geldiğine tam ikna olmuş değilim. Tatil için İtalya’ya gitmiş ama kesin sabahın yedisinde mail kontrol etmiştir bu.”
“İki sabah sadece!” dedi Boran hemen, ellerini kaldırarak. “Üçüncü gün bıraktım. Floransa sokaklarında telefon çekmiyordu, mecbur kaldım.” Diye alayla konuşurken gülüşünü engelleyemedi. Ben de kahkahamı zor tuttum. “Yoksa asla kopamazdı.” dedim, abime dönerek.
O sırada yengemin ayaklandığını gördüm. Mutfağa doğru gittiğini anlayarak peşinden ilerledim. “Ya ben sana uğraşma demedim mi, uğraştın yine değil mi?” diye sitemle konuşurken yengem güldü. “Kırkta yılda bir geliyorsunuz tabii ki uğraşacağım. Hem ben yapmasam içim rahat etmez ki.”
Mutfağa girdiğimizde tabakların hazır olduğunu gördüm. “Bol limonlu kısır.” Dediğinde ona doğru baktım. Yengemse göz kırptı. “En sevdiğin.”
“Bir tanesin sen.” Diye içten bir tebessüm ettiğimde hafifçe kaşlarını çattı. “E öyleyim tabii, başka abin yok sonuçta.” Dediğinde sesli bir şekilde güldüm. Çok tatlıydı.
“Hadi sen tabakları götür madem buraya kadar geldin, bende çayları getiriyorum.” Dedikten sonra gözlerini kısarak konuştu. “Boran şeker atıyor muydu?” Başımı iki yana salladım hızlıca. “Hayır, şeker kullanmıyor.”
“Tamamdır.” Yengem beni onaylarken bende iki tane servis tabağı alarak mutfaktan çıktım. Tam o sırada salonda hummalı bir biçimde konuşan iki adamın sözleri kulaklarıma doldu.
“Sen onu diyorsun ama Fener’in bu seneki kadrosu ezber bozar.” dedi Boran iddialı ama kendine has o sakin tonda. Tam köşeyi dönerken abimin sesini duydum, sesi yarım oktav yükselmişti bile. “Bozsun bozsun, önce Avrupa’da kalabilsinler de sonra kadro konuşuruz. Sizin yıldızlar genelde temmuzda parlıyor, ekimde sönüyor.”
Salona girip yanlarına ilerlerken Boran alayla konuştu. “Senin şu Beşiktaş özgüvenini ciddi ciddi merak ediyorum. Sanki her sene şampiyon oluyorsunuz da biz anlamıyoruz.” Tabakları tam önlerindeki sehpalara yerleştirirken Boran’a doğru baktım. Göz göze geldiğimizde bana göz kırparken tebessüm ettim.
Abim karşılık verdi. “Bizim işimiz her zaman karakterdi kardeşim. Ruhtu. O formayı giyenin alnı terler, yeri geldi mi çamura yatar. Sizin takımda ise…” Duraksayıp sırıtarak devam etti. “…Saç bozulmasın diye mücadele etmeyen yıldızlar var.”
Boran hiç bozulmadan başını salladı. “Çünkü bizim yıldızlarımız yedek kulübesinde bile yıldız gibi oturuyor. Kime ne anlatıyoruz ki... O formayı Messi giyse ‘ama karakter yok’ diyeceksiniz.”
Abim güldü. “Messi bile sizde oynasa, ‘Bu adam da bozuldu, Fener’e geldi’ deriz biz. Kusura bakma.”
Ben ikisinin arasındaki bu tatlı çekişmeye gülümseyerek tanık olurken, Boran bana dönerek konuştu. “Bak gördün mü, adam yenilmeden psikolojik üstünlüğe oynuyor.”
“Beşiktaşlı olmanın şartı o zaten,” dedim gülerek. “Biraz mağduriyet, biraz hikâye, bolca efsane.” Abim başını iki yana salladı. “Alacağın olsun İnci, kardeşimsin dedik. Kocanın tarafını tut zaten.”
Tam o anda mutfaktan yengemin sesi geldi. “Çaylar geliyor, savaş baltalarınızı indirin!”
Kahkahalarımız salonun duvarlarında yankılanırken yengem içeri girdi ve tepsiyi ortaya koydu. “Vallahi Göktuğ’u uyandıracaksınız,” dedi ama sesi yumuşaktı, içinde gülümsemeler gizliydi.
Yengem çayları tek tek dağıtırken ortam yavaş yavaş yumuşadı. Abim, hala Boran’a laf yetiştirmenin yollarını arıyor ama artık daha çok gülerek yapıyordu. Boran da sakinliğini bozmadan, her lafın altına kendi imzasını atıyordu.
Ben bir an durup salona göz gezdirdim. Sehpanın üzerinde dizi dizi tabaklar, cam bardaklarda dumanı tüten çaylar…Her şey bir tablo gibiydi. Yanımda Boran, karşımda abim ve yengem. Mutfaktan gelen kısırın kokusu, kahkahalar, arada yükselen futbol atışmaları…
Bazen mutluluk bir valize sığmazdı. Bazen bir ülkeye, bir şehre, bir tatil fotoğrafına değil de bir akşam çayı eşliğinde edilen kahkahaya sığardı…
◔◔◔
Dün gece eve geldiğimizde Boran direkt olarak Derin’in yanına gitmişti. Ancak daha birkaç dakika geçmeden geri dönmüştü Derin uyuduğu için. Sabah kahvaltıda da konuşamamışlardı. Aklımız onda kalmıştı ama yine de sesimizi çıkarmamıştık. Boran’da bende Derin’in arkasından şirketlerimize gitmek üzere evden ayrılmıştık.
Şirkette birkaç evrakı inceleyip gerekli evrakları atmıştım sonrasında da Güney’in gelmesiyle hummalı bir sohbete dalmıştık.
“Bilge ve sen ha?” gülümseyerek Güney’e baktığımda başını salladı belli belirsiz. “Evet ama çok yeni.” Meraklı bir biçimde onu dinlerken aklımda olan soruyu sordum. “Ne zaman itiraf ettin?”
Güney’in yüzünde yakalanmış bir çocuğun ifadesi belirdi. Utangaçça başını eğip sonra hafifçe salladı. “Evet,” dedi, sesi o koca odada neredeyse bir sır gibi yankılandı. “Ama çok yeni…”
Sanki zamanın ipleri bir an elimden kaymıştı. Kalbim hızla atıyordu. Onun sesindeki çekingenlik, yüzündeki mahcupluk beni daha da meraka sürükledi. Dayanamayarak sordum. “Ne zaman itiraf ettin?” İşte o an, gözlerindeki kıvılcımı gördüm. Dudaklarının kenarında buruk ama içten bir tebessüm belirdi. Birkaç saniye düşündü, sanki o geceyi yeniden yaşıyormuş gibi. “Yılbaşı gecesi…” dedi sonunda.
Gözlerim irileşti. O gece herkes için çok özel olmuştu belli ki.
“Birlikteydik,” dedi yavaşça. “Herkes kalabalığın ve kutlamaların içindeydi ama benim için zaman durmuş gibiydi. İçimde günlerdir taşıdığım bir heyecan, bir yük vardı. Onu görüyordum, yanımdaydı… ama söylemediğim her dakika daha da büyüyordu.”
Gözlerini yere indirdi, derin bir nefes aldı. “Tam on ikiye saymaya başladıklarında, kalabalık bağırırken ben sadece onun yüzüne bakıyordum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sesimi bastıracak sandım. Sonra… cesaretimi topladım. Saati on iki vurduğunda herkes birbirine sarılırken ben de Bilge’ye eğildim ve ‘Sana söylemem gereken bir şey var,’ dedim.”
Sustu. Ben ise nefesimi tutmuş halde onu dinliyordum.
“Onun gözleri şaşkınlıkla bana döndü. Ellerim buz gibiydi ama dudaklarım sanki kendiliğinden konuştu. ‘Ben… uzun zamandır sana bir şeyler hissediyorum,’ dedim. O an kalabalığın sesi, havai fişeklerin patlaması, hepsi sustu benim için. Sadece ikimiz vardık. İçimden geçen tek şey, artık geri dönemeyeceğimdi.”
Bir anlığına göz göze geldik. Onun anlattığı heyecanı, o çocuksu telaşı içimde hissettim. Güney, çocukluğundan beri yanında olduğum, süt kardeşim sayılan o adam, bana şimdi bir başkasına hissettiklerini açıyordu. Ama bana açılma biçimi, o güvenli sesi, hâlâ bana ne kadar güvendiğini gösteriyordu.
Devam etti. “Bilge önce donakaldı, sonra gülümsedi. O gülümsemeyi unutamam. Sanki dünyanın bütün yükü omuzlarımdan kalktı. Yılın ilk dakikalarında ona içimi dökmek… hayatımda aldığım en büyük riskti belki de. Ama şimdi buradayım ve o riski aldığım için mutluyum.”
Güney’in yüzüne bakarken, yıllardır paylaştığımız geçmişin, aynı evin kokusunun, çocukluğumuzun tüm anılarının üzerime doğru aktığını hissettim. O benim süt kardeşim, sırdaşım, güvenim olmuştu hep. Şimdi ise başka birine duyduğu heyecanı bana anlatıyordu. İçimde garip bir sıcaklık vardı hem onun mutluluğuna seviniyor hem de biraz hüzünleniyordum. Çünkü büyüyorduk, hayat değişiyordu.
Güney’in sözleri odada yankılanırken, gözlerim istemsizce ona kilitlenmişti. Sanki bir film şeridi gibi o anı yeniden yaşıyordu. Dudaklarının kenarındaki o mahcup gülümseme daha da belirginleşti, bakışları ise uzaklara daldı.
“Biliyor musun,” dedi derin bir nefes alarak. “Biz başlarda hiç anlaşamıyorduk. Hatta… Bilge’yle ilk tanıştığımız gün kavga etmiştik. Küçücük bir şeydi aslında, saçma bir yanlış anlaşılma. Ama o inat etti, ben de geri adım atmadım. İkimiz de birbirimizin damarına basmayı çok iyi biliyorduk. Sürekli didişiyor, laf sokuyor, kavga ediyorduk.”
“Bilmez miyim?” dedim gülerek. Birkaç kez bende şahit olmuştum bu duruma. Ardından ekledim. “Zaten o zamandan biliyordum. En güzel aşklar kavgayla başlar neticede.” Dediğimde Güney tek kaşını kaldırdı. “Tabii kişi kendinden bilir işi.” Dediğinde istemsizce güldüm. “Hadi devam et. Konu biz değiliz, sizsiniz.”
Güney gülümsedi. “Sanırım kavga ede ede birbirimizi tanıdık. Onun sinirlenirken gözlerini nasıl kıstığını, sustuğunda aslında binlerce şey düşündüğünü, kırıldığında ise sesinin nasıl titrediğini gördüm. Ve ne kadar kavga etsek de, ne kadar birbirimizi hırpalasak da… günün sonunda hep aynı masada oturuyorduk. Hep yeniden konuşacak, yeniden tartışacak bir şey buluyorduk. Onunla kavga etmek bile güzeldi. Çünkü o anlarda bile yanımda oluyordu.”
Kalbim bir anlığına burkuldu. O anlatırken sesine sinen mutluluk ve yüzüne yayılan huzur bana dokundu.
“Yılbaşı gecesi işte,” diye devam etti, sesi titrek ama heyecanlıydı, “O kalabalığın içinde anladım. Biz kavga ederek başlamıştık ama şimdi… ben onunla her şeyi paylaşmak istiyorum. Kavgasını da, kahkahasını da. Onunla olmak bana iyi geliyor, İnci. Kendimi olduğum gibi hissediyorum.”
Bir an sustu, gözlerimin içine baktı. “Mutluyum,” dedi sonra. “Onunla gerçekten mutluyum.”
Başımı salladım. Boğazıma bir düğüm oturmuştu ama gülümsemeye çalıştım. Onun mutluluğunu görebiliyordum; bu, içten ve sahici bir mutluluktu. İçimde kıpırdayan garip duygulara rağmen, gözlerimin içiyle ona karşılık verdim. “Belli oluyor,” dedim yumuşak bir sesle. “Sana iyi geldiği her halinden belli.”
O an sessizlik çöktü aramıza. Ama bu sessizlik yabancı değildi; çocukluğumuzdan beri alışkın olduğumuz, içinde binlerce şey saklı duran bir sessizlikti. Güney mutluluğunu paylaşıyor, ben de dinliyordum. Belki biraz buruk, belki biraz içim sıkışık ama en çok da onun adına sevinç dolu.
Onlar adına çok mutluydum. Bilge’yi çok uzun zamandır tanıyordum, Güney zaten kardeşimdi. İkisinin de mutlu olmak hakkıydı.
Güneyle konuşmamız bittiğinde onu uğurlamak için kapıya onunla ilerledim. Kapıyı araladığımızda Bilge’nin bakışları bize kaydı. Güney’in bana anlattığını tahmin etmiş olmalı ki utanarak bana baktığında içten bir tebessüm ettim. Utanmasına gerek yoktu.
Güney onun aksine rahattı doğal olarak. Kapıdan çıkıp direkt onun yanına ilerlediğinde konuştu. “Ben Egemen Abi’nin yanına gidiyorum.” Dedikten sonra uzanarak Bilge’nin yanağını öptü. Bu hareketle Bilge gözlerini kocaman aralarken Güney’in çekilmesiyle birlikte mahcupça bana baktı. Çok tatlılardı.
“Görüşürüz…” diye mırıldanarak karşılık verdiğinde Güney göz kırparak yanımızdan uzaklaştı.
Güney uzaklaşırken aklıma gelen şeyle odaya girerek yanımda getirdiğim hediye poşetini elime alarak geri çıktım odadan. Bilge’nin ellerini önünde birleştirmiş, yüzünde mahcup ama huzurlu bir ifadeyle bana baktığını gördüm.
İlk adımı atarak yavaşça yanına ilerledim. Elimdeki poşeti uzattım. “Bu senin için, umarım beğenirsin.” Bilge elimdeki poşeti alırken içten bir tebessüm etti. “Ne gerek vardı İnci Hanım, çok teşekkür ederim.”
“Güle güle kullan.” Derken Bilge’de elindeki paketi aldı. Özel taşlardan yapılmış kolye, bileklik, küpe seti almıştım. Taşlara ilgisini biliyordum çünkü. Birkaç kez fark etmiştim ve sormuştum. Seti çıkartıp üzerini okuduktan sonra hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi. “İnanamıyorum size, çok güzel bu.”
“Labradorit taşı, koleksiyonunda yoktu değil mi?” dedim merakla. Başını iki yana salladı hızlıca. “Yoktu. Çok mahcup oldum şimdi. Teşekkür ederim.” Dediğinde uzanarak elini tuttum. “Güle güle kullan canım benim.”
Güneyle olan ilişkileriyle ilgili bir şeyler söylemek istiyordum, tebrik etmek istiyordum ama ne demem gerektiğini bilemiyordum. Bilge biraz çekingen bir yapıya sahipti ve söylediğim şeyden utanmasını, rahatsız olmasını hiç istemezdim.
Kararsız bir biçimde bakarken konuşmaya karar vererek genzimi temizledim. “Güney bir şeylerden bahsetti. Tebrik ederim, çok mutlu oldum sizin adınıza. Umarım sizde çok mutlu olursunuz.” İçten bir şekilde gözlerine bakarken gözleri parladı Bilge’nin. “Ben… yani teşekkür ederim.” Dedi utangaç bir biçimde. Ardından başını eğerek birkaç saniye sessiz kaldı. Sanki aklını kurcalayan bir şey vardı da söylemeye çekiniyordu.
Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra gözlerime bakarak derin bir nefes aldı. “Ben aslında çekiniyordum biraz yani sizden.” Dediğinde duraksadım. Yüzüme ince bir şaşkınlık yerleşti. “Benden mi?”
Başını salladı. “Siz onun her şeyiydiniz. Hep öyle anlattı sizi. Çocukluk arkadaşı, kardeşi, sırdaşı… Ne kadar anlatmasa da, aranızdaki bağ o kadar güçlüydü ki, yanında sizi düşünmeden bir adım atmak istemedim. Sizi incitmekten korktum. Yanlış anlaşılmaktan korktum.”
Gülümsedim içten bir şekilde. O kadar nahif düşünüyordu ki. Uzanarak elini tuttum samimiyetimi hissetmesi için. “Bilge,” dedim yumuşak bir sesle. “Önemli olan kalbinizin ne söylediği. Güney mutluysa, ben de mutluyum. Sen de mutlu görünüyorsun. O zaman benim mutsuz olmam gibi bir şey söz konusu değil. İkiniz mutluluğu birbirinizde bulduysanız, benim buna diyecek hiçbir şeyim olamaz ki. Hatta sizin adınıza daha da sevinirim. Biriniz kardeşim, birinizde yıllarca yanımda durmuş bana destek olmuş bir insan. İkiniz de benim için çok kıymetlisiniz.”
Sözlerim bitince Bilge’nin gözleri doldu. Elimi hâlâ bırakmamıştı, ama sıkıca da tutmuyordu; sanki bir an tereddüt etse geri çekecek gibiydi. Yüzünde, yıllardır taşınıp da yeni serbest bırakılmış bir duygunun izleri vardı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan konuştu. “Böyle söylemeniz… bilmiyorum, içimde bir yük varmış da siz onu hafifletmişsiniz gibi. Gerçekten çok teşekkür ederim.”
Elini biraz daha sıkıca tuttum. “Bilge, hayat dediğimiz şey bazen bizi hiç beklemediğimiz yollara çıkarıyor. Önemli olan o yollarda kalbimizi dinleyebilmek ve vicdanımızla barış içinde kalmak. Sen de bunu yapmışsın. Bu da saygı duyulacak bir şey.”
Gülümsedi. “Ben ilk başta anlamadım bile… Yani, Güney’le konuşurken, gülüşürken, zaman geçtikçe farklı bir şey oluştu. Sonra korktum. Sizinle yüz yüze gelmekten bile çekinir hale geldim. Halbuki siz… öyle biri değilsiniz.”
Kafamı hafifçe sallayarak başımı yana eğdim. “Haklısın. Ben öyle biri değilim. Ama sen de öyle düşünmekte haksız değilsin. İnsan değer verdiği bağları sarsmak istemez, hele ki ortada geçmişten gelen böyle derin dostluklar, kardeşlikler varsa. Ama bak, artık konuştuk. Her şey yerli yerinde.”
Bilge’nin yüzünde bu kez mahcubiyetten çok bir sıcaklık vardı. Sanki içinde bir yerde kendi kendine verdiği izin, şimdi dış dünyada onaylanmış gibiydi.
“Ama iş dışında kaldığımızda görümcelik yapabilirim şimdiden haberin olsun.” Şakacı bir şekilde aradaki sıcaklığı pekiştirmek için konuştuğumda Bilge önce ne dediğimi tam anlamaya çalışır gibi yüzüme baktı. Ardından kısa bir kahkaha attı. “Görümcelik mi?” dedi gülerek. Yanaklarına hafif bir kızarıklık yayıldı. “O zaman ben de ona göre pozisyon alayım. İş dışında bir bir görümceyle uğraşmak zor olabilir.”
İkimiz de aynı anda güldük. Aramızdaki o gergin çizgi iyice silinmişti artık. Sadece iki kadın kalmıştık orada; biri kardeşi kadar değer verdiği bir adama hatta kardeşe, diğeri ise o adamın kalbine sahipti.
“İş dışında seni biraz yoklayabilirim,” dedim alaycı bir ciddiyetle. “Bakalım Güney’i hak edecek misin?”
Bilge kaşlarını kaldırarak oynadı. “Zaten torpilim var sanıyordum ama sanırım bu iş öyle kolay olmayacak.”
“Yok canım, öyle torpilli işler bizde yürümez,” dedim hafif bir baş hareketiyle. “Ama dürüst olayım… Sana güveniyorum. Belki bunu açık açık söylemedim hiç ama Güney’in hayatına dahil olman beni tedirgin etmedi. Sadece… bu konuşmayı yapmadan içim tam rahat etmiyordu.”
“Ben de öyleydim.” dedi Bilge sessizce. “Bugün bu konuşmayı yapmasaydık içimde bir şey hep eksik kalacaktı. Desteğiniz bizim için çok önemliydi.”
“Hep mutlu olun.” dedim gözlerinin içine bakarak.
Bilge’nin gözleri buğulandı ama bu seferki yaşlar hüzünden değil; anlaşılmış olmanın, kabul görmenin verdiği tarifsiz bir rahatlıktandı. Dudaklarıyla hafifçe bir “Teşekkür ederim” fısıldadı. İçinde tuttuğu duygular, o an sessizlikle dökülüyordu.
Bir an duraksadım. Sonra içimdeki bir dürtüyle, yavaşça ona doğru eğildim ve kollarımı açarak sarıldım.
İlk başta bir anlık tereddüt etti Bilge, ama sonra kollarını belime doladı. Sessizce, sıkıca sarıldık. Ne ben bir şey söyledim ne o. Ama o sarılışın içinde her şey vardı; güven, kabulleniş ve yepyeni bir bağın başlangıcı…
*****
Güneyle ve Bilgeyle olan sohbetimizin ardından odama geçip birkaç evrağa daha göz atmıştım. İşler birikiyordu ne yazık ki. Mesai henüz bitmeden de şirketten çıkarak direkt eve doğru yola koyulmuştum Mert ile. Mert dün gece nedeniyle mahcup olacak ki ağzını bıçak açmıyordu. Ama ben merak ediyordum. “Mert?”
“Efendim yenge?” dikiz aynasından bana bakarken merakla konuştum.” Derin ile konuştun mu?” Mert sorumla birlikte sıkıntılı bir nefes verdiğinde aslında cevabı anlamıştım. “Mesaj attım birkaç kere, zoraki döndü sanki. Onun dışında konuşmadık. Dün eve geldiğimizde uyumuştu.”
Başımı belli belirsiz sallarken içimdeki sıkıntı büyüdü. Eve vardığımızda ilk işim Derin’in odasına ilerlemek oldu. Kapısını çalıp ses gelmesini beklerken sesin gelmemesiyle birlikte kapıyı aralayıp içeri baktım. Tam o sırada Boran’ın sesini duymak irkilmeme neden oldu. “Daha gelmedi, okuldan sonra kütüphaneye gideceğim. Akşam yemeğine gelirim dedi.”
Anladım dercesine ona bakarken merakla konuştum. “Erken gelmişsin.” Boran başını salladı. “Evet, Derin ile konuşayım diye geldim. Ama yolda aradı.”
“İyi yapmışsın.” Diyerek yanına doğru ilerledim ve uzanarak yanağını öptüm. Anında belimi kavrayarak yüzümü uzaklaştırmadan o da yanağımı öptüğünde küçük bir tebessüm ettim. “Üzerimi değiştireyim.” Diyerek kollarından çıkarken Boran onayladı. “Bende çalışma odasına geçiyorum, evrağın birini yanımda getirmiştim.”
“Tamam aşkım.” Dediğimde Boran gülümsedi. “Bir daha söyle bakayım?” İsteğini yerine getirip gözlerine bakarak tekrar konuştum. “Aşkım…” Boran burunlarımızı birbirine değdirirken fısıldadı. “Aşkım diyen ağzını sevsinler senin.” O an içimden geçen şey kelimelere sığmazdı. Yüzüm ateş gibi yanmaya başlamıştı; utancın tatlı sıcaklığı, mutluluğun deli dolu telaşıyla karışmaya başlamıştı.
Beklemeden dudaklarımızı birleştirdiğinde bende karşılık verdim. Ancak çok uzun tutmadan dudaklarımızı ayırdım. “Birisi görecek.” Diye mırıldandığımda Boran iç çekti ve gözlerini araladı usulca. “Bu evden gitme vaktimiz geldi de geçiyor.” Şikayetçi bir şekilde söylediği cümleyle güldüm. Ardından koluna dokunarak konuştum. “Hadi gidiyorum ben.”
“Hadi git bakalım.” Dedi Boran arkamdan sırıtarak. Merdivenlere doğru ilerlerken ona doğru baktığımda hala arkamdan baktığını görerek gülümsedim. Ardından hiç beklemeden merdivenlerden çıkarak odamıza ilerledim.
Üzerime rahat bir şeyler giyerek balkona çıktım. Hava karlıydı bugün. Hava durumunda kar yağacağından bahsetmişti. İzlemeyi severdim. Hele ki Boran yanımda olursa onunla izlemek daha da güzel olurdu. O yüzden hevesle bekliyordum. Fazla üşümemek adına tekrar içeri girdikten sonra yatağa ilerledim.
Laptopumu çıkartarak yatağın üzerine oturduktan sonra son çıkan makaleleri taramaya başladım. Saat bu şekilde ilerlediğinde akşam yemeği saatinin gelişiyle odamızdan çıktım ve çalışma odasına ilerledim.
Kapıyı tıklattığım sırada Boran’dan gelen komutla birlikte kapıyı araladım. Tam beklediğim gibi hala buradaydı. Kapıyı aralayarak başımı uzattığımda bana bakarak gülümsedi. “Hadi aşağı inelim.” Diyerek elimi uzattığımda dosyanın kapağını kapatıp yanıma adımladı ve uzattığım elimi tuttu.
Birlikte aşağı indiğimizde Derin’in henüz gelmediğini gördük. Muhtemelen eli kulağındaydı. Masaya geçerken Boran tekrar arayarak yolda olduğunun bilgisini aldığında içimiz rahatlayarak yerlerimize geçtik. Çorbalarımızı içmeye başladığımızda dış kapının açıldığını duyduk.
Hepimizin bakışları salonun kapısına kaydı. Derin içeri girdiğinde, yüzündeki yorgunluk ilk göze çarpan şeydi. Omuzları düşük, adımları isteksizdi. Hiç selam vermeden, masaya uğramadan merdivenlere yöneldi. Boran’ın dudakları aralandı. “Derin gelsene yemeğe.”
Derin adımlarını durdurup tekrar bize baktı. “Aç değilim, kütüphanede atıştırdım. Afiyet olsun size. İyi geceler, uyuyacağım ben.” Başka bir şey söylemeden çıkarken Boran iç geçirdi. Masadan kalkmak için hamle yaptığında Zümra babaanne konuştu. “Üzerine gitme oğlum, belli ki gerçekten yorgun. Dersler ağır gelmiş, öyle söylemişti.”
Boran içine sinmese de yerinde kalmaya devam ederken masadaki su bardağını eline alıp birkaç yudum içti. Benimse aklım Derin’de kalmıştı. Göz kapaklarının altında mor halkalar vardı, adımlarında bitkinlik gizlenmiyordu. Bedeniyle odadaydı belki ama ruhunun çok daha uzaklarda olduğunu hissedebiliyordum. İçeri girdiği andan itibaren bize değil, kendi içine kapanmıştı. Sessizliği, öfkesinden daha ürkütücüydü.
Yemek sessizlik içinde geçerken sanki hepimizin aklı ondaydı. Yemekten sonra beni kovsa dahi konuşacaktım çünkü bu hali hiç hoşuma gitmemişti. Gerekirse bağırsındı, kızsındı ama bir şeyler yapılması gerekiyordu. Düne göre daha kötü görünüyordu.
Yemek bitiminde Boran’ın telefonu çaldığında anlık olarak göz göze geldik. Bu bakıştan kimin aradığını tahmin etmek zor değildi. Masadan biriydi. Boran salondan çıkarken iç geçirerek baktım arkasından. İçimdeki korku bir an olsun dinmiyordu.
Bende beklemeden salondan çıkarak Derin’in odasına ilerledim. Kapıyı çalarak içeriden bir ses gelmesini bekledim. Bu kadar çabuk uyumazdı biliyordum. İçeriden ses gelmediğinde kapıyı araladım. Burada değildi ancak banyosundan su sesi geliyordu. Odasına geçerek koltuğa oturdum. Biliyordum yanlıştı bu. Ama içimde bir şeyin ters gittiğini anlatan bir his vardı. Belki de mesleğimin getirisiydi bu bilmiyordum ama bir şeyler vardı.
Banyodan gelen su sesi sabit, ritmik bir şekilde akıyordu. Başta kendimi “belki sadece yüzünü yıkıyordur” diye telkin etmeye çalıştım. Ama zaman geçtikçe içimdeki huzursuzluk büyüdü. Dakikalar ağır ağır ilerliyordu; suyun akışında değişmeyen o tekdüzelik, bir yerden sonra içimi kemirmeye başladı.
Ayağa kalktım. Bütün hücrelerimde kırmızı ışıklar yanıyordu. Kalbim boğazıma tırmanmıştı sanki. “Derin?” Seslendim kapının önünde. Cevap gelmedi. Suyun sesi dışında hiçbir şey yoktu. Biraz daha bekledim, sesim titreyerek tekrar seslendim. “Derin, iyi misin?”
Yine sessizlik. Normalde olsa rahatsız edildiği için bağırırdı. Bundan emindim. Kapıyı yumruğumla tıklattım. “Derin, açar mısın? Lütfen cevap ver.” Sesim giderek yükseliyordu, içimdeki panik artık susturulamaz haldeydi. Ama içeriden hâlâ tek bir ses yoktu.
Ses gelmemesiyle kapının kolunu indirdiğim anda gördüğüm manzara, kalbimi paramparça etti. Banyoda, soğuk fayansların ortasında Derin vardı. Bileklerinden süzülen kırmızı, suyla birleşip giderek koyulaşan bir göl oluşturuyordu.
Gözlerim dondu, nefesim kesildi. Zaman sanki o an durmuştu. Çığlık atmak istedim ama boğazımdan tek bir ses çıkmadı. Ve işte o anda, dünya bütün ağırlığıyla üzerime çökerken, içimde tek bir şey yankılandı: Geç kaldım.
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü beğendiniz mi?
‣‣‣ İnci ve Boran yüzleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
‣‣‣ Boran’ın neden bu işe girdiğini zaten az çok tahmin etmiştiniz, şimdi içiniz iyice rahatlamıştır diye umuyorum…
‣‣‣ Güney ve Bilge hakkında ne düşünüyorsunuz? İnci-Bilge konuşması, İnci-Güney konuşması hoşunuza gitti mi?
‣‣‣ Son sahne… Sizce Derin iyileşecek mi?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum….
Duyuru;
22 Eylül itibarıyla üniversitem açılacak. Bu yıl son senemdeyim. Staj, tez, bitirme sınavı ve KPSS hepsi üst üste gelmiş durumda. Bu yüzden bölümler 10 gün arayla gelecektir. Bazen sapmalarda olabilir, şimdiden haber vermek istedim… Anlayışla karşılayacağınız için teşekkürler.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |