
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
33. Bölüm
Banyodan gelen su sesi sabit, ritmik bir şekilde akıyordu. Başta kendimi “belki sadece yüzünü yıkıyordur” diye telkin etmeye çalıştım. Ama zaman geçtikçe içimdeki huzursuzluk büyüdü. Dakikalar ağır ağır ilerliyordu; suyun akışında değişmeyen o tekdüzelik, bir yerden sonra içimi kemirmeye başladı.
Ayağa kalktım. Bütün hücrelerimde kırmızı ışıklar yanıyordu. Kalbim boğazıma tırmanmıştı sanki. “Derin?” Seslendim kapının önünde. Cevap gelmedi. Suyun sesi dışında hiçbir şey yoktu. Biraz daha bekledim, sesim titreyerek tekrar seslendim. “Derin, iyi misin?”
Ses gelmemesiyle kapının kolunu indirdiğim anda gördüğüm manzara, kalbimi paramparça etti. Banyoda, soğuk fayansların ortasında Derin vardı. Bileklerinden süzülen kırmızı, suyla birleşip giderek koyulaşan bir göl oluşturuyordu.
Gözlerim dondu, nefesim kesildi. Zaman sanki o an durmuştu. Çığlık atmak istedim ama boğazımdan tek bir ses çıkmadı. Ve işte o anda, dünya bütün ağırlığıyla üzerime çökerken, içimde tek bir şey yankılandı: Geç kaldım.
Kapının eşiğinde nefesim kesilmiş halde donup kalmışken bağırdım. “Boran…” Boğazımdan çıkan ilk çığlık boğuk, yarım kalmış bir nefes gibiydi. Sanki ses tellerim acıyı kaldıramıyordu. Ama sonra, içimdeki panik öyle büyüdü ki, ikinci çığlık ciğerlerimi parçalayarak yükseldi. “Boran! Yardım edin!”
Çığlığım öyle keskin, öyle çaresizdi ki evin sessizliğini yarıp geçti. Birkaç saniye sonra hızlı adım sesleri duyuldu. Boran’ın nerede olduğumu ararcasına koşuşu, kapıları tutarken çıkardığı sesler kulağımı doldururken hiç beklemeden banyoya girip havlu buldum.
Hızlıca Derin’in yanına eğilip titreyen ellerimle bileklerine havluyu bastırdım. Derin baygın gibi başını yana düşürmüştü. Dudakları neredeyse bembeyazdı. Onun öyle hâlsiz, güçsüz hâlini görmek, kalbimi yerinden söküyor gibiydi. Gözlerimden yaşlar süzülürken daha sıkı bastırdım havluyu. “Dayan Derin, dayan…”
“İnci!” Boran’ın endişeli sesi odada yankılanırken banyonun kapısında göründü. O an yüzündeki ifadeyi tarif edemezdim. Renginin an be an solduğuna yemin dahi edebilirdim. “Derin!” diye haykırarak bize doğru koşarken titreyen sesini işittim. “Ne yaptın sen!?”
“Boran hastaneye götürmemiz lazım!” Şok olmuş halinden uzaklaştırmak adına kontrolümü kaybetmeden konuşmaya çalıştım. “Ambulansı beklersek daha çok kan kaybeder!”
Boran sanki benden komut almışçasına anında Derin’i kucaklarken banyodan çıktı. “Dayan abicim, ne olur dayan!” Koşarak merdivenlere ilerlerken bende peşinden ilerledim. Ellerim, kollarım, üzerim, banyo kan gölü olmuştu.
İşin en kötüsü, nabzına bile bakamamıştım. Aklıma gelmemişti. Kapıya doğru ilerlerken ilk ses Zümra babaanneden geldi. Bir anda karşısına kanlar içindeki torununu kucağında taşıyan Boran’ı görünce, gözleri yuvalarından fırladı. “Allah’ım! Derin!” diye inledi, sesi ağlamakla dua etmek arasında sıkışmıştı.
Onun bağırtısıyla salondan Gülsüm Hanım çıkarken elini ağzına kapadı, gözleri dehşetle açıldı. Defne, mutfaktan hızlı adımlarla yanımıza geldiğinde yüzündeki renk yok olmuştu. Bir süre hiçbir şey söyleyemedi; gözleri sadece bileklerindeki kanla dolan havluya odaklandı.
Tam o sırada Cihan yukarıdan koşarak indi. Gözleri kardeşinin kanlar içinde hâlini görür görmez karardı. “Derin!” diye bağırarak Boran’a yönelirken elleriyle destek olmak istedi ama nereden tutacağını bilemedi sanki. Öfkesiyle ve paniği bir aradaydı. “Derin, ne yaptın sen! Naptın!”
Boran daha fazla beklemeyip evin kapısına ilerledi. Evden çıktığımız anda tüm korumaların bakışları bize dönerken gözlerinde bariz bir şaşkınlık meydana geldi. Koşarak başımıza üşüşürlerken Boran bağırdı. “Fatih araba! Çabuk!”
“Derin…” O an Mert’in dudaklarından tek bir kelime döküldü. Yanımıza doğru koşarken sesini işittim. “Abi ne oldu?!” Aslında biliyordu ne olduğunu ama konduramıyordu işte. Dudakları titremeye başlamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına bize koşarken nefesi hızlı ve düzensizdi; her adımında sanki kendi kalbi parçalanıyor gibiydi.
Araba anında geldiğinde Boran, Derin’i yatırdı arka koltuğa. Ben hemen yanına otururken Boran ön koltuğa geçti. Araba komut beklemeden Fatih’in kontrolünde ilerlerken Boran’ın panikle karşılık korku dolu sesini işittim. “Bas Fatih! Hızlı sür şu arabayı!”
Fatih gazı köklerken Derin’in saçını okşadım titreyen ellerimle. “Dayan Derin…Dayan” dedim sesim titreyerek ama aynı zamanda sakin olmaya çalışıyordum. Onun nefes alışlarını, vücut ısısını, her küçük tepkisini hissetmeye çalışıyordum. Ama teni buz gibi olmuştu bile. Kaybettiği kandan teni bembeyaz olmuştu.
Boran arada bir bana dönüp bakıyorken gözlerinde suçluluk ve korku birbirine karışıyordu. Araba ilerledikçe zaman sanki daha da yavaşlıyordu. Derin’in bileklerindeki kesiklere havlu bastırmaya devam ederken akan kanın hızını hissediyordum sanki.
Araç hastaneye vardığında Boran araçtan inerek bağırdı. “Sedye! Sedye getirin!” Arka kapıyı açıp yine kardeşini kucaklarken getirilen sedyeye yatırdı onu. Sedye acil servise ilerlerken peşlerinden ilerlemeye başladı. Bende arkalarından koşarak ilerledim.
Sedyeyle birlikte acil servisin kapısından içeri girdiğimizde, Boran kapının önünde adeta donakalmıştı. Omuzları çökmüş, koca gövdesi küçülmüş gibi görünüyordu; sanki tüm ağırlığı suçluluk ve çaresizlik yükünden geliyordu. Gözleri boşluğa dalmışken nefesi düzensiz ve hızlıydı. İçinde hem korku hem de kendini suçlama vardı ve bunu kelimelere dökmeye ihtiyacı yoktu; bakışları her şeyi anlatıyordu.
Bense kanlı ellerime baktım. O kan, sadece Derin’in değil; hepimizin aklının, kalbinin, geçmişimizin kanıydı sanki ve havlularla ne kadar bastırsam da, ne kadar sıkı sarsam da zaman akıp geçmişti işte. O anın geri dönüşü yoktu. Bedenim hareket ediyor ama ruhum hâlâ o banyonun eşiğinde donup kalmış gibiydi. İnsan bir şeyleri kendisi yaşamadığında zorluğunu anlayamıyordu.
Bakışlarımı ellerimden çekip kocama doğru çevirdim. Duruşu içimi acıtıyordu. Dizlerim titreye titreye yanına yürürken kalbim sanki göğsümün içinde değil, boğazımda atıyordu. Nefes almak… Çok basit bir eylemdi. Ama o an ciğerlerime hava bile dolmuyordu sanki. Elimi Boran’ın koluna koyamadan geldiğimi hissedip bana döndü. Gözleri… Her şeyi anlatıyordu. “Ben koruyamadım,” diyordu bakışları. “Ben geç kaldım. Ben sustum. Ben fark etmedim…”
“Boran…” dedim usulca. Bakışlarını kaçırıp gözlerini yere dikti. Nefesi düzensizdi, omuzları ritimsiz inip kalkıyordu. Ellerini saçlarının arasına geçirdi ve yüzünü kapattı. “Ben… ben nasıl anlamadım İnci?” dedi. “Her gün gözümün önündeydi. Her gün yanımdaydı. Ama ben…anlamadım onu. Fark edemedim. Hayatından vazgeçeceğini düşünemedim.”
Gözlerim anında dolarken mırıldandım. “Kendini suçlama ne olursun…” Yalvarmaksa yalvarmaktı. Onun hiçbir suçu yoktu. Kendini suçlamasına izin veremezdim. Yüzüne kapattığı ellerini tutup indirirken oluşan gözyaşlarını gördüm. Akmamıştı henüz ama akmak için zaman kolluyordu. Gözyaşlarını kimseye göstermek istemezdi. Ondandı kapatışı biliyordum.
Hiç beklemeden kendime doğru çektiğimde bu anı bekliyormuşçasına alnını omzuma yasladı. Kolları belime sarılırken içimde tarifsiz bir sızı yükseldi. Güçlü adam, dağ gibi Boran… şimdi omzumda bir çocuk gibi titriyordu. Sessizdi ama sarsılıyordu. Her nefesi içime işliyor, omuz başımda yankılanıyordu. Kalbini koymuş gibiydi göğsüme, yükünü bana bırakmıştı usulca.
“İyi olacak canımın içi… İyi olacak…” Ellerim sırtında ona destek olmaya çalışırken koridordan gelen koşuşma sesleriyle Boran başını kaldırdı omzumdan. Cihan ve Defne koşarak gelirken ikisinin korkusu da gözlerinden okunuyordu.
“Nasıl, bir şey söylediler mi?” Defne elimi tutarken başımı iki yana salladım. “Hayır, henüz içeride.” Ağlamaklı bir şekilde bana bakarken Cihan’ın sesini işittim. Gözleri doluydu ama aynı zamanda kızgındı. “Abi… nasıl yapar böyle bir şeyi?” dedi. Sesi çatallıydı, öfkesinin arkasında kocaman bir suçluluk vardı. “Ne yaşadı da bu noktaya geldi? Biz neyi kaçırdık?”
Boran bir şey diyemedi. Başını iki yana salladı sanki “Ben de bilmiyorum,” der gibi. Cihan’ın gözlerinde patlamaya hazır bir yangın vardı. Tam olarak öfkesini nereye yönelteceğini bilmiyordu. Boran’ın kendini suçladığını biliyordum, daha fazla suçlamaması için konuşmam gerektiğini hissederek araya girdim.
“Cihan,” dedim sesimi yumuşak ama net tutarak. “Bu soru şu an seni içten içe yiyor biliyorum. ‘Biz neyi göremedik?’ demek kolay geliyor. Kendimizi suçlamak, tepki göstermek… ama şu an bu tepkiler değil, sakinlik kurtarır bizi. Sakin kalmamız gerek.”
“Nasıl sakin kalayım İnci?” diye çıkıştı. “Az daha… az daha onu kaybediyorduk. Hala da böyle bir ihtimal var, geçmiş değil hiçbir şey. Biz gözümüzün içine baka baka düştüğünü görememişiz!”
Bir adım daha atarak elimi omzuna yasladım. “Haklısın. Göremedik. Ama şu an yapmamız gereken şey suçlu aramak değil. Suç değil bu bir çığlık. Sessiz atılmış, görülmeyen, duyulmayan bir çığlık.” Gözlerini kaçırırken çenesinin titrediğini gördüm. “Ne kadar yalnız kaldı kim bilir…”
Kolunu sıkarak gözlerine baktım. “Tam da bu yüzden şimdi yanında olacaksın. Onu suçlamadan, sorgulamadan… sadece yanında durarak. Çünkü iyileşme böyle başlar, Cihan. Kızarak değil. Anlamaya çalışarak. Bekleyerek. Sabırla…” derken tekrar Boran’a baktım. Can kulağıyla dinliyordu beni.
Defne yavaşça araya girdi. Başını eğdi, gözleri dolu doluydu “Yani yardım çağrısıydı. Belki tamamen gitmek istememiştir. Öyle değil mi?” Gözlerim Defne’ninkilerle buluştu. “Belki... Bazen insanlar ne kadar acı çektiklerini ancak bu şekilde duyurabiliyorlar. Bu, kendini öldürmekten çok… artık yaşamakta zorlandığını haykırmak gibi.”
Sessizlik çöktü hepimize cümlemle. Hastane koridorunun beyaz duvarları, kelimelerin ağırlığını yansıtıyordu sanki. Cihan eliyle yüzünü sıvazlarken Boran’a doğru baktım tekrar. Konuşmadan her kelimemi içine çekercesine dinliyordu. Elini pantolonunun cebine sıkıca sokmuştu. Kontrolünü kaybetmemek için çabalıyordu.
Yanına doğru adımlayarak koluna doğru dokundum. Sırtını duvara yaslamışken bende yanında dikilmeye başladım. Bana doğru bakmadı ama gerek de yoktu. Varlığım yeterdi yanında olduğumu anlatmaya.
Boran’ın da Cihan’ın da bir suçu yoktu, anlayamazlardı. Ama ben anlayabilirdim, bir şeylerin yanlış gittiğini fark etmiştim ama belli ki gerekli reaksiyonu alamamıştım. Bu konuda kendimi asla affetmeyecektim.
Kendi düşüncelerim içinde boğuşurken bakışlarım tekrar Boran’a kaydı. Bir an için bakışlarını kaldırdığında hemen karşı çaprazında duran Mert’e baktı. Fatih yoktu, herhangi bir koruma yoktu. Sadece Mert vardı ve hali olanları haykırıyordu resmen. Duvara yaslanmıştı, elini saçlarının arasından geçirmişti, korkusu, endişesi gözlerinden okunuyordu. Boran gibi, Cihan gibi perişan duruyordu. Neredeyse ağladı ağlayacaktı.
Boran gözlerini kısmış Mert’e bakarken hafifçe kaşlarını çattı. Bu bakışı biliyordum. Bir şeylerden şüphelenmeye başlamıştı ve haklıydı da. Boran dikkatle bakmayı sürdürürken sanki bakışları arasında görünmez bir hat çizilmişti sanki. O hat, giderek kalınlaşıyor, kıvılcımlar çıkarıyordu ve bu Boran’ın yüzünün her geçen saniye daha da sertleşmesine neden oluyordu.
Kalbim hızlandı. Bu, Boran’ın şüphelendiğini bariz olarak gösteriyordu. Gerçeklerle yalanlar arasındaki çizgi, kırmızıya dönmüştü ve Boran o çizgiyi geçmek üzereydi.
“İnci,” dedi usulca. Sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi ama bana tokat gibi çarptı. “Mert’in burada, bu halde bulunmasının bir sebebi var, değil mi?”
İçime çektiğim nefes boğazımda düğümlendi. Bir an konuşamayacağımı sandım. Boran’ın gözleri gözlerime kilitlenmişti sanki içimde ne var ne yok görmek ister gibi. Kaçamadım. Yutkundum. O an her şeyin ağırlığı omuzlarıma çöktü.
Boran her hareketimi itinayla izlerken başını salladı belli belirsiz. “Ve sende bu sebebi biliyorsun.” Kelimeler içimde dönüp durdu ama bir türlü dışarı çıkamadılar. Ağzım kurumuştu. Kalbim öyle sert atıyordu ki sanki göğüs kafesimi kırıp çıkacaktı. “Boran…” dedim kısık, neredeyse boğuk bir sesle. “Ben…”
“Yalan söylemeyeceğini biliyorum…” diye tamamladı sözümü. Bunu söylerken inançla bakmıştı bana. “Ama daha ne kadar susacaksın bilmiyorum. Cevapları alana kadar susmanı da izlemeyeceğim. Sadece Derin’den iyi haber alalım, sonra uzun uzun dinleyeceğim seni.”
Başımı salladım hızlıca. Onun güvenini kaybetmeyi hiç istemiyordum. Zaten bundan korkuyordum. Bir gün onlar söylemeden öğrenmesinden. Sezgileri o kadar kuvvetliydi ki. Gerçi Mert’in hali de anlaşılmayacak gibi değildi.
Tam o anda, kapının ötesinden konuşma sesleri geldiğinde hepimiz kapıya yaklaştık. Kalbim, az önceki konuşmanın ağırlığı yetmiyormuş gibi bir kez daha çarpmaya başladı. Boran bir an bana baktı, sonra başını kapıya çevirdi.
Kapı açıldığında, beyaz önlüğüyle doktor çıktı içeriden. Yüzündeki ifadeyi okumak zordu. Ne mutlu, ne yıkılmış görünüyordu. Sadece... yorgundu ve fazlasıyla ciddi. Kalbim hızla atarken ağzından çıkacak iyi sözlere ihtiyacımız vardı hepimizin. Bu insanlar, bu koridorda alınacak tek kötü habere daha dayanamazlardı. Buna bende dahildim.
“Derin Hanım’ın vücudunda ciddi kesikler vardı, çok fazla kan kaybetmiş… ama zamanında müdahale edebildik. Şu an durumu iyi. Ancak bir süre müşahede altında kalacak.”
O an, ciğerlerim sanki yeniden hava ile doldu. Dizlerim çözülmek üzereydi ama Boran’a baktığımda, o bir taş gibi sapasağlam duruyordu. Sadece gözleri anlatıyordu duygularını. Yutkundu sadece. Ağlamadı. O, hayata yeniden tutunan bir kardeşin ağırlığını taşıyordu şimdi.
Doktor devam etti. “Güçlü bir genç kız Derin. Biz elimizden geleni yapacağız. Psikolojik destek de şart olacak tabii.” Dediğinde onayladım hızlıca. En önemli mesele buydu zaten. Buradan iyileşip çıktıktan sonra tekrar aynı şeyi tekrarlamaması için destek almalıydı.
Boran başını yavaşça salladı. “Yanına girebilir miyim?”
“Şu an değil. Sabaha kadar gözlem altında kalacak. Stabil kalırsa, kısa süreli ziyaret mümkün olabilir. Geçmiş olsun.” Doktor yanımızdan ayrılırken sessizlik yine üzerimize çöktü. Ama bu kez o sessizlikte bir umut vardı.
“Çok şükür.” Defne ağlamaklı bir biçimde kendince şükrederken bende derin bir nefes verdim. Defne ile göz göze geldiğimiz anda birbirimize sarılırken sanki gerçekliği şimdi algılamış gibiydik. Hepimiz o kadar korkmuş, o kadar gerilmiştik ki şimdi rahatlamak zor olmuştu.
Bizim gibi Cihan ve Boran’da sarılırken ikisinin yüzünde de gülümseme meydana gelmişti. Birbirlerine sıkıca sarılıp şükrederlerken bakışlarım koridorda arkasını dönmüş ilerleyen Mert’e takıldı. İyi haberi almıştı ve gidiyordu. Ancak olan olmuştu çoktan, Boran anlamıştı bir şeyleri.
Defne’den ayrılırken Boran’ın sesini işittim. “Sabaha kadar kalırım ben burada, siz gidin eve. Cihan, Defne. Ata sizi bekler.” Özellikle onlara doğru baktıktan sonra bana doğru döndü. “Sende git onlarla güzelim, sabah erkenden gelirsin.”
“Defneler gitsin ama ben seninleyim.” Dedim anında. Bu gece Boran’ı asla yalnız bırakmazdım. Boran bana doğru bakarken itiraz kabul etmeyeceğimi belirtircesine baktım ona. Cihan ise konuştu. “Ben Defne’yi bırakıp gelirim abi.”
“Karının, oğlunun yanında ol oğlum. Belli mi olur gece bir şeye ihtiyaçları olur. Ben buradayım. Baksana zaten yanına da almıyorlar. Durumu da iyi çok şükür. Sabah gelirsiniz, muhtemelen odaya alırlar o zaman.” Boran kendince doğru olan açıklamayı yaparken Cihan duraksayarak Defne’ye baktı. Sonra abisine hak vermiş olacak ki belli belirsiz başını salladı. “Tamam o zaman. Bu kadarla geçmiş olsun hepimize.”
Tebessümle ona bakarken Cihan elini karısına doğru uzattı. “Biz gidelim o zaman ama abi her an beni ara. Ben zaten seni sık sık arayacağım. Gidiyorum ama kurtuluşun yok.” Derken Boran onayladı. “İstediğin zaman ara, kurtulmak isteyen kim?”
İkisi birbirlerine bakarlarken içlerindeki acıyı, hüznü hissetmemek imkansızdı. Bu olay üçünü birbirine daha da bağlayacaktı.
“Bende sizinle geleyim, ellerimi yıkamam lazım.” Dediğimde üçünün bakışları da ellerime kaydı. Derin’in bileklerine havlu bastırırken kan olmuştu. Ondan haber almadan gitmek istememiştim. Ancak şimdi kanın kokusu rahatsız etmeye başlamıştı.
Bir de Mert vardı, onu merak ediyordum. Bu bahaneyle onu da görmek istiyordum. Burada herkes birbiriyle sarılırken bir köşede kalmıştı, sevincini paylaşamamıştı.
“Tamam, ben buradayım.” Dedi Boran. Onu onaylarken üçümüz birlikte ilerledik. Defne ve Cihanla lavabonun önünde vedalaştıktan sonra ben lavaboya girip işlerimi hallettim. Ardından da hiç beklemeden hastanenin kapısından çıktım.
Çıkar çıkmaz Fatih ile karşılaştığımda merakla konuştum. “Mert nerede?” Bakışlarıyla hastanenin köşesini işaret ettiğinde iç çektim. “Ben yanına gidiyorum.” Dediğimde Fatih onayladı. “Tamam yenge.” Fatih hiçbir şey çaktırmıyordu ama Mert ile Derin’i bildiğini düşünüyordum.
Mert’in Fatih’ten başka kimseyle yakın olduğunu görmemiştim bu zamana kadar. Onu abisi gibi saydığından emindim. Zaten yaşı o evdeki tüm korumalardan da küçüktü. Hiç sormamıştım ama benden de küçük olduğunu biliyordum.
Köşeyi döndüğümde Mert’i gördüm. Hastane bahçesinin en tenha yerinde, ağaçların gölgelediği bir bankın ucuna çökmüştü. Başını öne eğmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, ellerini kenetlemişti. Omuzları ağır bir yük taşır gibiydi. O güçlü, sessiz duran koruma hali gitmişti; karşımda sadece yorgun, çaresiz bir genç vardı.
Yavaş adımlarla yanına ilerledim. Beni görünce toparlandı, ayağa kalkacak gibi oldu ama elimi kaldırıp onu durdurdum. “Kalkma.”
Gözlerimin içine bakmaya çekinir gibiydi. Utançla suçluluk birbirine karışmıştı yüzünde. Yanına oturdum. Bir süre konuşmadım. Sessizlik bazen en iyi merhemdi. Sadece ikimizin nefesi, uzaktan gelen ambulans sirenleri duyuluyordu.
“Her şey yoluna girecek.” dedim sonunda. “Derin iyi. Yaşıyor. Şükür ki yetişebildik ve iyileşecek.”
Mert başını ellerinin arasına aldı. Çenesini avuçlarının kenarına yaslayıp boğuk bir sesle mırıldandı. “Ben… onu anlayamadım. Yanındaydım, her gün gözümün önündeydi ama engel olamadım. Hatta… belki ben sebep oldum.”
Kalbim sıkışır gibi oldu cümleleriyle. Elimi omzuna yaslayarak konuştum. “Olur mu öyle şey, saçmalama. Hiçbir şey senin suçun değil. Bu Derin’in içindeki acının sonucu. Sen olmasaydın belki çoktan yalnızlığında kaybolurdu.”
Gerçekten de böyleydi. Derin’in o karanlık günlerinde yüzüne bir gülümseme kondurabilen tek kişiydi Mert. Bunu en başından beri görüyordum. Aralarındaki bağı, o sessiz ama derin bağın nasıl büyüdüğünü fark etmemek imkânsızdı.
Mert başını kaldırmadı ama sesi titredi. “Ben… onunla olduğumda başka biriydi. Daha yumuşak, daha güvende… Bazen göz göze geldiğimizde hiç konuşmasak bile, sanki yüreğimiz konuşuyordu. Ama sonra… döndüğümüz gün bir baktım, yüzünde hiçbir şey kalmamış. Ne ışık, ne gülümseme… O gün korktum. Ama yine de bu kadarını düşünemedim.”
Sustum. Çünkü onun bu itirafı, içimde ağır bir sızı gibi yayılıyordu. Psikolog İnci bana kırmızı alarmlar vermişti bu konuda ama konduramamıştım Derin’e. İyi olacağına inanmıştım.
“Abla…” dedi sonra. İlk defa bana böyle hitap ettiğini fark ettiğimde gülümsememe engel olamadım. Ben onun için hep yengeydim ama şimdi ilk defa sesinde hem bir güven hem bir çocukluk vardı. “Ben ona iyi geldim mi gerçekten? Yoksa sadece zaman kazandıran bir oyalama mıydım?”
Bu sorunun cevabı çok netti benim için. Tereddütsüz konuştum. “Sen onun nefesiydin, Mert. Bunu sakın unutma. Derin sana tutunuyordu. Belki söyleyemedi, belki açıkça gösteremedi ama… sen onun için hayatta hâlâ iyi bir şeyler olduğunu hatırlatan kişiydin. Aranızdakileri bilmiyorum, sadece gördüğümü söylüyorum. Herkese kendini kapatmışken senin kollarına sığınması bile bunu gösteriyordu.”
Başını yavaşça kaldırdı. Gözleri kızarmıştı, altları morarmaya başlamıştı bile. Ama bakışlarında ilk kez bir parça ışık gördüm. “Gerçekten mi?” diye sorduğunda esindeki kırılganlık yüreğimi parçaladı.
“Gerçekten.” dedim gülümsemeye çalışarak. “O yüzden kendine yüklenmeyi bırak. Şimdi onun yanında olman gerek… usulca, sessizce ama hep orada olarak.”
Mert burukça baktı bana. “Onun yanında olmak… Onu asla yalnız bırakmak istemem ki ben. Hele bu saatten sonra ama biliyorum… Boran abi öğrenecek bir gün. Ve o zaman beni affetmez. Beni bu evde bile tutmaz.”
İçim burkuldu. Haklıydı. Boran’ın duyguları sertti, ilk tepkisi hep fırtına olurdu. “Doğru.” dedim dürüstçe. “Boran kolay affetmez. Ama Mert… biz ne yaşıyoruz biliyor musun? Korkunun değil, gerçeğin zamanını. Zamanı geldiğinde, her şey daha açık olur. Ama şimdilik… en büyük sevgin onun iyileşmesini izlemek.”
Mert bir süre sustu. Gözleri uzaklara, hastanenin duvarlarına kilitlendi. Sonra fısıltıyla mırıldandı. “Ben onun ellerini tutmadan yaşayamam İnci abla. Ama şimdi… elini bile tutamıyorum. Yanına bile giremiyorum. Sadece uzaktan bakıyorum. Bu… bu çok acıtıyor.”
Elini tuttum o an tıpkı bir kardeşin elini tutar gibi. “Bazen en büyük sevgi, sessiz durmaktır. Elini tutmadan da yanında olduğunu hissettirebilirsin. Derin bunu hissediyor. Senin kalbinin onunla olduğunu biliyor. Sen onun yanında olmayı seçtiğin sürece, o da yalnız hissetmeyecek.”
Bir damla yaş yanaklarından süzüldü. Sildi ama ben çoktan görmüştüm. O damla, içindeki bütün yükün gözlerinden dökülmesiydi sanki. “Ben buradayım Mert.” dedim. “Senin de Derin’in de yanındayım. Yalnız değilsin.” Dediğimde başını eğdi. Elimi daha sıkı tutarken omzunu sıvazladım.
Aramızda bir süre sessizlik oluştuğunda Mert mırıldandı. “15 yaşında o eve geldim demiştim ya sana…” sözlerine başladığında can kulağıyla dinledim. “Çocuktum daha…Sokakta mendil satıyordum. Şirketin oralarda. Boran abi orada gördü beni. Fatih abi engellemeye çalışırdı, camı açmazdı.” Deyip kendi kendine güldüğünde gözlerim doldu.
Mert ise devam etti. “Ama ben inadına koşar, cama vururdum. Bir gün Boran abi indirdi camı. ‘Ne yapıyorsun oğlum sen?’ dedi bana. O an… sanki başka bir dünyanın kapısı açıldı benim için. Fatih abi arabadan inip uzaklaştırmak istedi ama Boran abi beni bırakmadı. Bir daha da bırakamadı zaten. Eve getirdi. ‘Artık burası senin yuvan’ dedi. O gün… sokakta üşüyen bir çocuktum, birden koca bir ailenin ortasında buldum kendimi.”
Mert kısa bir an sustu nefesini toplamak için. Sonra sesi daha derinden gelmeye başladı. “O evde ilk gün… herkes yabancıydı. Her şey bana ağır geldi. Ama sonra Derin’i gördüm. Küçücük bir kızdı, gözleri kocaman… Bana bakıyordu ama korkuyla değil. Merakla, hatta biraz da şefkatle. Tabii çekingendi birazda. O an ben kim olduğumu unuttum. Sanki onun gözleri bana ‘yalnız değilsin’ diyordu. O bakış… hâlâ aklımdan çıkmaz.”
“İşte o günden sonra hep onu izledim. Gülüşünü, adımlarını, sessizliğini. İçimde bir yer ısınıyordu. Ama hiç belli etmedim. Kimdim ki ben? Boran abinin kanadı altına aldığı bir sokak çocuğu… Onun kız kardeşine yan gözle bakmaya hakkım var mıydı? Yoktu. Ama kalbime engel olamadım, İnci abla.”
Elini yüzüne kapattı, gözlerinden yaş sızdı. Kalbim sıkıştı o an. Yıllardır içinde tuttuğu o ilk duyguyu öyle saf bir şekilde anlatıyordu ki duygulanmamak elde değildi.
“Yıllarca sustum. Yalnızca yanında oldum, onu korudum. Bana bakmadığında bile ben ona baktım. Sonra… o büyüdü. On altı yaşına geldiğinde bir şey değişti. Bakışları... İlk kez bana gerçekten gördüğünü hissettirdi. Sözsüz bir şey vardı aramızda. Anladım ki, sadece ben değilmişim. O da kalbinde bir yer vermiş bana. O gün bütün korkularıma rağmen, sustuğum her şeyi ona fısıldadım. Derin… sustu, dinledi, sonra… gülümsedi. O gülüşle… ben bu dünyada yerim olduğunu hissettim.”
“Bilmiyorum, doğru mu yaptım… belki yanlış, belki yasak. Ama onunla aramızdaki şey… benim hayatta sahip olduğum tek gerçek, İnci abla. O yüzden… Derin’e ne olursa olsun kendimi suçluyorum. Çünkü ben onun ışığı olmalıydım. Ama işte… bugün ellerimden kayıp gidiyordu.”
Başını iki yana salladı, gözlerinden yaşlar süzüldü. “Biz birbirimize hiçbir zaman zarar vermek istemedik. Gizledik, sakladık. Çünkü biliyorduk, duyulursa yıkım olurdu. Ama bilmeni istiyorum… o gün bugündür kalbim sadece ona ait. Ve ben… ben bu sevgiyi asla yanlış görmedim. Çünkü onun kalbinde de aynı şey vardı.”
Sözleri boğazımda bir yumruya dönüştü. Karşımda oturan o genç adamın gözlerinde bir çocuğun ilk kez güven bulduğu, ilk kez sevilmeye cesaret ettiği anların izlerini görüyordum. Kalbini öyle saf, öyle çıplak bırakmıştı ki karşısında, elimde olmadan ben de gözyaşlarımı tuttum.
“Mert… bu anlattıkların yanlış değil. Çünkü sevgi yanlış olmaz. Hele ki böylesine derinden, böylesine temiz yaşanıyorsa… Ne kadar gizleseniz de görüyorum, anlıyorum. Derin’in gözlerindeki ışık sensin. O seninle gülüyor, seninle nefes alıyor.”
Başını eğdi, dudakları titriyordu. “Ama biz saklandıkça… sanki günah işliyormuşuz gibi hissediyorum. Boran abi bilse, paramparça olur. Ben ona hem evlat oldum hem kardeş… Onun güvenini kırmak, ona ihanet etmek gibi geliyor. Ama diğer tarafta… Derin var. Onsuz nefes alamıyorum. İki ateşin arasında kalmış gibiyim.”
Yüreğim sıkıştı. “Zor biliyorum,” dedim. “Ama sakın kendini suçlama. Boran’a duyduğun saygı, bağlılık başka bir şey. Derin’e duyduğun sevgi bambaşka. İkisi birbirini gölgelemiyor, sadece seni boğuyor. Ama kalbin… yanlış yapmıyor Mert. Çünkü Derin de seni seviyor. Eğer tek taraflı olsaydı, belki evet daha kolay olurdu. Ama onun da kalbi senin için atıyor. Bu yüzden bu yük daha ağır.”
Gözleri bana döndü, çaresizlikle ama içinde ince bir umutla dolu dolu bakıyordu. “Bazen kaçıp gitmek geliyor içimden. Derin’le uzaklara… kimsenin bilmediği bir yere. Orada özgürce sevmek. Ama sonra bakıyorum… Boran abi, Fatih abi, bu aile… Hepsine borçluyum. O yüzden kıpırdayamıyorum bile. Sanki zincirlerle bağlıyım. Ama kalbim… kalbim de her an kopacak gibi.”
O an Mert’in yüzünde gördüğüm şey, çaresizlikten çok daha büyüktü: bir çocukken bulunmuş, büyümüş ama hâlâ içinde o sokağın yalnızlığını taşıyan bir adamın haykırışıydı.
Elini iki avucumun arasına aldım, gözlerine kararlılıkla baktım. “Mert, bilmen gereken tek şey şu: Sen yalnız değilsin. Derin’in yanında sen varsın, senin yanında da ben varım. Çünkü sizin sevginizden utanılacak hiçbir şey yok. Ne olur kendini tüketme.” Dedikten sonra dayanamayarak ekledim. “Sadece bunu daha fazla saklayamazsın bunu bil lütfen.”
Boran’ın bir şeyler sezdiğini söylemem daha da panik olmasını sağlardı bunu biliyordum. Ben zaten Boran’ı yumuşatmaya çalışacaktım.
Mert ne yapacağını bilemeyerek çaresizce yüzünü elleri arasına alırken tekrar konuştum. “Boran zor bir adam. Sert. Ama korktuğun gibi biri değil. Onun öfkesi zamanla geçer. Senin niyetini, Derin’e olan sevginin doğruluğunu görecektir. Yeter ki sen niyetini hissettir.”
“O bir şeyleri sezdi değil mi?” Sorduğu soru ile dudaklarımı birbirine bastırdım. Mert kısa bir an bana baktığında zaten cevabımı anlamıştı. O yüzden fazla beklemeden konuştu. “Eğer kabul etmeyecek gibiyse araya çok girme olur mu… Sana kıyamaz biliyorum. Ama aranızın tekrar bozulmasını istemiyorum ben, en azından bizim yüzümüzden.” Olgunca sarf ettiği cümleler içime işlerken omzunu sıvazladım. “Merak etme sen.”
“Ben…” deyip duraksadı birden. Utanarak bakışlarını yere çevirirken konuştu. “Hiç ablam veya kardeşim olmamıştı. Sonra Fatih abi, Boran abi, yeri geldiğince Cihan abi… Hepsi bana abi oldular. Ama sen geldikten sonra ablam var gibi hissettim. Hiç koruman değil de sanki kardeşinmiş, yakınınmış gibi yaklaştın bana. Ben birden öyle hitap ettim, biliyorum yanlış. Sen abimin eşisin, yengemizsin. Ama böyle düşündüğümü bilmeni istiyorum ve bana destek olduğun için ayrı teşekkür etmek istiyorum sana.”
Mert’in sözleri dudaklarından döküldükçe, içimde tuhaf bir sıcaklık yayıldı. O küçücük cümlelerde, yıllardır içinde biriktirdiği yalnızlığı, korkuyu ve güven ihtiyacını görüyordum. Sanki yıllarca kendine sakladığı bir yükü, sessizce bana bırakıyordu.
Omzunu sıvazlarken kalbim hızla çarptı. “Abla gibi hissettim” dediğinde içim istemsizce bir sızıyla doldu. Yalnız bir çocuğun, bir anda güven bulduğu bir kadına ne kadar ihtiyaç duyduğunu hissetmek… anlatılmaz bir şeydi. O kelimelerle hem kendisine hem de bana dokundu.
“Beni bir ablan gibi görüyorsan teşekkür etmemen gerektiğini de biliyor olmalısın, ablalar bugünler içindir.” Dediğimde Mert’in gözlerinden geçen ifadeyi tarif edemezdim. İlk anda şaşkınlık, ardından hafif bir rahatlama ve minnettarlık bir aradaydı. Gözlerinde bir sıcaklık, yüzünde kırılgan bir gülümseme belirmişti.
Onu rahatlattığımı düşünerek oturduğum yerden ayağa kalktım. Boran muhtemelen beni merak etmişti. “İhtiyacın olduğunda buradayım.” Dediğimde anında onayladı. “Biliyorum… ve bende buradayım. Ne zaman ihtiyacın olursa yapmaya hazırım.”
Başımı salladıktan sonra fazla beklemeden hastanenin merdivenlerine ilerledim. Merdivenlerden çıkarken Fatih ile göz göze geldiğimizde sesini işittim. “Ona umut vermemeliydin…” Cümlesiyle kaşlarım hafiften çatılırken Fatih tekrar konuştu. “Koskoca Demirhanlı ailesi, tek kızlarının bir korumayla olmasını kabul etmezler.”
“Senin haberin vardı yani…” dedim söylediklerini es geçerek. Cümleleri hiç hoş değildi.
Başını salladı usul usul. “Vardı tabii ki, Mert benim kardeşim. Çok uyardım onu ama dinlemedi. Gerçi haklı, kalp söz dinlemez.” Derken iç geçirdi. Ardından ekledi. “Sonumuz hayır olsun.”
Sessiz kaldığımda mırıldandı. “Boran abim geldi, seni merak etmiş. Sizi konuşurken gördü haberin olsun. Sanırım yolun sonuna geldiler bugün ikisi.” Diyerek Mert ve Derin’i kastettiğinde gözlerimi kapadım. Telefonum evde olduğu için arayamamıştı muhtemelen. Sonra da soluğu burada almıştı.
“Sağ ol söylediğin için Fatih.” Diyerek koluna dokundum minnettarca. Fatih gözlerini kapatıp açıp ufak bir tebessümle teşekkürümü kabul ederken fazla beklemeden içeri girdim ve Boran’ın yanına doğru ilerlemeye başladım.
Koridora ulaştığımda Boran’ın bekleme koltuğuna oturup sırtını koltuğun arkasına ve başını da duvara yasladığını gördüm. Kollarını göğsünde birleştirmiş karşısındaki duvara boş boş bakarken adımlarımı duysa da bana doğru dönmedi. Birkaç adım ilerisinde adımlarımı duraksatıp yüzüne doğru bakarken yutkundu.
“Bitti sanırım konuşmanız, artık biz konuşabilir miyiz?” Sesinin tonundaki gerginliği, tahammülsüzlüğü anlarken yutkundum. “Konuşalım…” derken adımlarımı onun yanına doğru attım. Tam yanına ulaştığımda oturduğu koltuğun kenarındaki boş yere oturarak ona baktım.
Birkaç saniye sessizlik hâkim olurken Boran bozdu sessizliğimizi. “Aralarında ne var?” dedikten sonra sıkıntılı bir iç çekerek ekledi. “Daha doğrusu Mert’in duyguları karşılıklı mı?” Boran bana doğru döndüğünde gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Saklamayacaktım. Güvenini kırmak en son isteyeceğim şeydi çünkü.
“Karşılıklı.” Dedim kendimden emin bir ses tonuyla. Dudaklarımdan çıkan kelime havada ağırlaştı, sanki koridorun soğuk duvarlarına çarpıp geri bana döndü. Boran’ın yüzünde bir anlık donma oldu. Kaşları çatıldı, gözlerinin içindeki gölge koyulaştı.
“Karşılıklı… Ne güzel.” dedi dişlerinin arasından, alayla karışık ama aynı zamanda yaralı bir tonda. İçinde öfke vardı ama o öfkenin altında daha derin, daha sessiz bir şey: kırgınlık.
Onun her mimiğini, her nefesini ezberlemiş biriydim. Şimdi gördüğüm şey öfkesinden çok, kalbinin üzerine gelen ağırlıktı. Derin’in, onun gözünde hâlâ küçücük bir kız çocuğu olduğunu biliyordum. Mert ise sokaktan gelip bu ailenin içine yerleşmiş biriydi. İkisinin yan yana gelmesi Boran’ın tüm dengelerini altüst ediyordu.
“Boran…” dedim yavaşça. “Biliyorum, bunu duymak sana kolay gelmeyecek. Belki de dünyadaki en zor şey bu. Ama saklamak, görmezden gelmek… daha büyük bir yara açar. Sen gerçeği hissettin. Benim sana yapabileceğim en büyük kötülük, bunu senden saklamak olurdu.”
Başını bana çevirdi ve bakışlarını gözlerime dikti. O bakış öyle keskindi ki, içimdeki en ufak tereddüdü bile görse parçalayacak gibiydi. “Peki bana söyle, İnci… Sen nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun? Bu ailenin adı, ağırlığı, kuralları… bunların hepsi boşa mı gidecek?”
“Ailenin adı, kuralları kız kardeşinden daha mı önemli?” dedim kaşlarımı çatarak. Fatih’in söylediklerini söylüyordu. Gerçekten bu kadar önemli miydi bu mesele? Derin nefes aldım. Yutkunduğumu fark etmesini istemedim ama boğazımdaki düğüm çoktan görünür olmuştu. “Sen benimle evlenirken aileni karşına aldın Boran, kim ne der diye düşünmedin. Benimle bir ömür kurarken kimseden izin almadın. Şimdi bunların arkasına mı saklanacaksın?”
Boran’ın gözlerinde bir anlık şaşkınlık kıvılcımı gördüm, sonra yeniden sertleşti bakışları. Sanki söylediklerim tam kalbine dokunmuştu ama bunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Sözlerim dudaklarından çıkan nefesi sertleştirdi. Çenesini sıkıp bir süre sustu.
Sonra dayanamayarak bana doğru döndü. “İkimizin durumu çok farklı İnci. Ne sen benim yanımda büyüdün, ne ben sana abilik yaptım.”
Tamam, haklıydı bu konuda. Ama ortada da bir gerçek vardı sonuçta. Elimi dizine yaslarken yüzüne baktım. “Boran, evet dediğin gibi ne sen benim abimdin ne de ben senin yanında büyüdüm. Ama sevginin şekli her zaman aynıdır. Derin’in kalbi Mert’i seçmiş. Bunu değiştiremezsin. Yasaklarla, kurallarla kalbin önüne duvar öremezsin. Kendi yaşadığın şeyden biliyorsun sen bunu. O yüzden lütfen… bu kadar katı olma.”
Sıkıntıyla sesli bir nefes verirken başını iki yana salladı. İçinde öyle büyük bir çatışma vardı ki, onunla benim de yüreğimin ortasına saplanmıştı. “Ben Derin’i korumak için ömrümü verdim, İnci.” dedi. “Onun bir gözyaşına dünyayı yıkarım. Şimdi karşımda durup diyorsun ki kalbini birine vermiş… O kişi benim yanımda büyüyen çocuk. Senin korumam… Ben bunu nasıl sindireceğim?”
Sözleri kalbimi sıktı. Onu anlamamak mümkün değildi. Ama ben de onun gözlerine bakıp gerçeği söylemekten geri duramazdım. “Sindirmek için değil, anlamak için bak olaya,” dedim. “Derin mutluysa, senin bütün kaygıların küçülür. Çünkü onun mutluluğu senin de mutluluğun. Onu korumak, sadece onu kafeste tutmak değil. Ona güvenmek, seçimine saygı duymak. Ve ben biliyorum, Boran… senin kalbin buna gücü yetecek kadar büyük.”
Sözlerim havada asılı kalırken Boran derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Çenesindeki kaslar yavaş yavaş gevşemeye başladı. Henüz yumuşamış değildi ama ilk kez içindeki duvarlarda çatlak gördüm. O an kalbim Boran’ın yüzünde gördüğüm o çatışmayla burkuldu. Derin için ömrünü veren adam, şimdi onun kalbinin seçiminde en büyük sınavını yaşıyordu.
Elim dizinde durmaya devam ederken uzanarak elini tuttum. Parmakları bir refleks gibi parmaklarımı kavrarken küçük bir tebessüm ettim. “Mert’in kalbi temiz. Onun Derin’e bakışında kötü bir niyet yok, kir yok. Sen yıllardır onu yanından ayırmadın. Ona kardeşin gibi davrandın. Bugün o çocuk, senin ailenin kızı için canını verecek kadar gözü kara. Buna rağmen onun sevgisini yanlış mı sayacaksın?”
“İkna çabanı anlıyorum güzelim ama bu öyle kolay kabul edilecek bir durum değil.” dediğinde sesinde hâlâ sertlik vardı ama bu sefer bir duvar değil, çatlaklar taşıyordu.
Derin bir nefes alıp usulca konuştum. “Kolay değil, evet. Ama Boran… hayatın bize kolay olan hiçbir şeyi sunmadığını sen benden iyi biliyorsun. Bizde kolay yollardan geçmedik. Her şey zordu, her adımda mücadele ettik. Ama sonunda kazandık. Çünkü sevgimiz gerçekti. Mert ile Derin’inki de öyle.”
Kısa bir an duraksayarak gururla konuştum. “Kolay olsaydı sen Boran Demirhanlı olmazdın. Zoru göze almadığın tek bir an göster bana, ben susayım.” Bakışları bana dönerken dudaklarında kıvrılma meydana geldi. Hoşuna gitmişti. Dudaklarının kenarında beliren o hafif kıvrılma, içindeki sert kabuğun arkasında hâlâ yumuşak bir yer kaldığının kanıtıydı. Gururla bana bakıyor ama aynı zamanda sanki içinden, “Keşke her şey senin dediğin kadar kolay olsa,” der gibi susuyordu.
Başını hafifçe salladı. “Bana öyle bir laf ettin ki, şimdi geri adım atsam kendi inadıma yenilmiş gibi hissedeceğim.” Derken sesi bu kez daha alçak, daha samimiydi. Gülümseyerek ona doğru yaklaştım. “Kocamı çok iyi tanıyorum ben ve düşününce aslında sevdiklerimiz için bazen kalbinin sesini dinleyeceğini biliyorum, çünkü ben hep bu haliyle tanıdım onu.”
Boran’ın gözlerindeki sertlik bir an için çözüldü, yerine sıcak bir dikkat yerleşti. Sözlerim ona dokunmuştu bunu hissedebiliyordum. Kolunu omzuma doğru dolarken bedenimi kendi bedenine çekip göğsüne yaslanmamı sağladı. Hafifçe saçlarımın üzerine öperken huzurla gözlerimi kapadım.
“Bugün yaptığı şey o kadar ağır ki İnci…” Yanağını başımın üzerine yasladığı için sesi boğuk çıkarken gözlerimi araladım. Boran ise acı çeker bir tonda devam etti. “İçimdeki ateşi sana anlatamam. Onun hayatından vazgeçmesi… ve abisi olarak elimden hiçbir şey gelmemesi hala daha içimdeki ateşi harlıyor. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi, ona nasıl destek olacağımı bile bilmiyorum. Ben onlara destek olmak için aynı evde yaşamayı kabul ettim ama baksana, onu görememişim bile.”
Görse bile bir şey yapamazdı ne yazık ki. O yüzden araya girme gereksinimi hissettim. Başımı omzundan kaldırmadan gözlerimi buluşturmak için başımı kaldırdım. “Psikoloji öyle bir şey ki insanlar bazen en yakınındakilere bile neye ihtiyacı olduğunu söyleyemez, kendi içinde savaşır. Derin o savaşta mağlup olduğunu düşündü ve böyle bir şeye kalkıştı. Ama toparlanacak.” Dedim kararlılıkla.
Ardından devam ettim sözlerime. “Derin, uyanınca en çok kimi yanında görmek isteyecek biliyor musun? Seni, Cihan’ı. Ama onun kadar Mert’i de. Çünkü Derin abileri kadar Mert’in de gölgesinde büyüdü. Onu koruyan, kollayan sadece siz değildiniz. Bunu görmezden gelmen, Derin’in kalbini görmezden gelmen olur. O uyanınca Mert’i yanında bulmazsa, işte o zaman senin de yüreğin parçalanır. Derin’in bu süreçte size ihtiyacı var.”
Boran’ın gözlerinde kıvılcım gibi bir şey belirdi. Öfkenin arasına sıkışmış acı. İç çekti, başını hafifçe öne eğdi. “Şimdi bunları yaşarken bir adam yüzünden kardeşimle aramın bozulması asla kabul edebileceğim bir şey değil. Ama bu onları onaylayacağım anlamına da gelmiyor.”
Diyeceğim bir şey yoktu. Zamanla kabullenecekti, onaylayacaktı bunu biliyordum. Zaman her şeyin ilacıydı. Abim, Boran ile evlendiğim için bana tavır aldığında ölecek gibi hissetmiştim ama sonra zamanla her şey düzelmişti. Yine düzelecekti. Boran onların sevgisini anlayacaktı.
Sessizlik içinde onun göğsüne yaslı bir biçimde dururken Boran mırıldandı. “Senin ne zaman haberin oldu?” Sorusuyla birlikte dudaklarımı birbirine bastırdım. Boran benden hafifçe uzaklaşıp yüzüme bakarken suçlulukla baktım ona. “İnci?” Sorgularcasına suratıma bakarken yutkundum. Alacağım tepkiden korkmaya başlamıştım. Yine de korkunun ecele faydası yoktu. “Baban vefat ettiğinde.”
Boran anlamlandırmaya çalışırcasına kaşlarını çattığında gözlerimi kırpıştırdım. Boran burnundan sesli bir nefes vererek bakışlarını benden başka bir yere çevirdi. “Aferin sana, Mert ile gizli gizli konuşmalarının neden olduğu anlaşılmış oldu.”
Elini omzumdan çekerken hüzünle baktım ona. Sanki elini omzumdan çektiği an, içimde derin bir boşluk açılmıştı. “Ne olursun kızma bana, kendilerinden öğrenmedim. Tesadüfen oldu her şey. Öğrendiğim an ne olanlarla ne senle konuşmam için uygun bir andı. Detayları bilmeden kimseyi ayaklandırmak doğru olmazdı. Hem bu ikisi arasında bir şey. Benim karışmam doğru değildi ki. Derin zaten konuşacak durumda değildi, sen öğrendiğinde ya da aile üyeleri öğrendiğinde tepki verecektiniz. Derin daha da içine kapanır, yalnız kalır diye düşündüm.”
Kendimi açıklamaya çalışırken Boran başını salladı. “İyi niyetinden asla şüphem olmadı zaten… Derin’i korumak istemen de çok güzel. Anlıyorum seni ama bir daha benden bir şeyler saklama. Ailemle ilgili olanları özellikle.”
“Sen beni, aileni korumak için çoğu şeyi gizli yapıyorsun. Bende bunun böyle uygun olduğunu düşündüm.” Dedim imalı bir şekilde. Boran cümlemle kaşlarını çatarken dudaklarının kenarında belli belirsiz, acı bir tebessüm belirdi. “Misilleme yapıyorum diyorsun yani, güzel.” Sesinde öfke yoktu ama incinmişliğin sardığı bir alay vardı.
Başımı hafifçe öne eğdim. “Misilleme değil,” dedim usulca. “Sadece senin yöntemini sana uygulamış gibi oldum. Ama seni yaralayacağının farkında değildim. Sadece o an Derin benim için öncelikliydi. Çünkü hepimiz bir şekilde hayatımıza devam ettik ama o edemedi.”
Boran gözlerini kısıp sessizce bana baktı. Sözlerim odanın içinde yankılanmış gibi ağır bir sessizlik çöktü. Sonunda derin bir nefes aldı, dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. “İşte…” dedi kısık bir sesle. “Tam da bu yüzden sana kızamıyorum. Çünkü biliyorum, kalbinde hep doğruyu istedin. Benim değil, Derin’in yarasını düşündün. O kırılmasın, daha da yalnızlaşmasın diye sustun ve bu benim için çok kıymetli bir şey.”
Ellerini yüzüme uzatıp yanağımı okşarken içimin rahatladığını hissettim. Parmaklarının sıcaklığı, kalbimdeki fırtınayı biraz olsun dindiriyordu. Gözlerimin içine baktı, bakışları bu kez daha sakindi. Ama içinde hâlâ bir gölge vardı; o gölge, kardeşini kaybetme korkusunun iziydi.
“Artık gizlemek yok. Bundan sonrası için beraber karar vereceğiz. Anlaştık bu konuda.” Deyip derin bir nefes aldıktan sonra devam etti. “Peki ne yapacağız şimdi?”
Asıl meseleye döndüğümüzde yutkundum. “Onu yalnız bırakmayacağız. Ama bunun için önce onun içindeki boşluğu anlamamız gerek. Çünkü gördük… ne kadar kalabalık olursak olalım, Derin kendini yapayalnız hissetmiş.”
Boran başını öne eğdi, parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. “Ben gözümün önünde büyüyen kardeşimi tanıyamamışım.” Sesi titredi. “Bana en çok koyan bu. Her gün yanımdaydı ama kalbindeki yangını göremedim. Ben nasıl abiyim, İnci?”
Elimi onun dizine koyarak kararlı bir sesle konuştum. “Kendini suçlama. Bazen insanın acısı o kadar derine gömülür ki, en yakını bile fark edemez. Önemli olan artık fark etmiş olmamız. Bundan sonrası için adım atacağız.”
Gözlerini bana çevirdi. “Ne yapacağız peki? Onu eve kapatıp gözümüzün önünden ayırmayacak mıyız? Psikolog, doktor… ne gerekiyorsa yapacağız elbette ama… ya yine denerse?” korkuyla bana bakarken dizine daha sıkı tutundum ve kararlılıkla konuştum. “Yapmayacak” Sesimin titremesine izin vermedim. “Çünkü artık yalnız değil. İntihara teşebbüs eden birinin en çok ihtiyacı olan şey, yanında olduğunu hissettiği insanlar. Oysa bugüne kadar Derin, ne kadar kalabalık olursa olsun yalnız kaldığını düşündü. Görülmediğini, duyulmadığını hissetti. Şimdi biz ona bunun tam tersini göstereceğiz.”
Boran başını öne eğdi. Ben ise devam ettim, psikolog tarafımı da ortaya koyarak. “Onu sorgulamayacağız. ‘Neden yaptın, nasıl yaptın’ diye üzerine gitmeyeceğiz. Çünkü her ‘neden’ sorusu, suçlama gibi gelir ona. Yapacağımız şey, sadece yanında olduğumuzu hissettirmek. Sessiz de olsa, gözleri dolsa da, o an konuşmak istemese de… biz onun yanındayız. Bu, onun en büyük ilacı olacak.”
Boran bana bakarken gözlerindeki öfkenin yerini derin bir hüzün aldı. Dudaklarını araladı ama ben devam ettim. “Bir psikolog elbette sürecin profesyonel desteğini verecek. Ama unutma, biz onun en yakın çevresiyiz. Evde atacağı her adımda, hissedeceği her nefeste, en çok biz varız. Bizim tavrımız, bizim sabrımız, bizim sevgimiz… onun terapi sürecinin yarısı olacak. Yani iş doktorlarda değil sadece, Boran. Bizde.”
Boran uzun uzun sustu. Bakışlarını yüzümde gezdirdi, sonra dizimde duran elime kendi elini koydu. “Yani bizim sınavımız daha yeni başlıyor diyorsun.” Başımı salladım. “Evet. Onu yargılamadan, suçlamadan, sadece yanında durarak. Bazen tek bir sarılma, tek bir ‘buradayım’ sözü, en ağır ilaçtan bile daha etkilidir.”
Boran sessizce beni onaylarken yüzüne doğru bakıp ne zamandır içimi kemiren bir duyguyu dışarı vurmaya karar verdim. “Hiçbirimiz kolay şeyler yaşamadık. İnsanın bazen rahatlaması gerekiyor, dertlerinden arınması gerekiyor. Psikolojik olarak destek almak bu gibi durumlarda insana iyi gelebiliyor…” diye girizgâh yaptığımda Boran bana baktı. Bense sözlerime devam ettim. “Belki sende rahatlamak istersin…”
“Benim karım psikolog başkalarına ne hacet?” Boran’ın verdiği cevapla istemsizce güldüm. “Ben senin daimî psikoloğun, yol arkadaşınım. Seninle konuşmak, yüklerini paylaşmak, sana destek olmak benim en keyif aldığım görevlerden... Ama biliyorsun bahsettiğim farklı bir şey.”
Boran biliyorum dercesine başını salladı. “Biliyorum. Biliyorum ama başkasına içimi açmak kolay değil benim için. Açıkçası senden başka kimseyle rahatlıkla konuşabileceğimi düşünmüyorum ben. Bu zamana kadar her şeyi kendi içimde çözdüm, daha yeni yeni birine karşı kendimi tamamen açmışken başka birine açmak zor.”
Elini tutarak gözlerine baktım. “Belki bir gün istersin… O zamanda ben senin yanında olmaya devam ederim. Ama şimdilik Klinik Psikolog İnci Demirhanlı ile seanslarınıza devam edeceksiniz gibi duruyor Boran Bey.” Ciddi ciddi konuşurken asıl amacım yüzünü güldürmekti. Ki başarmıştım da. Dudaklarının kenarı kıvrılırken elindeki elimi kaldırıp üzerini öptü. “Bu bir şereftir.”
Kalbim göğsümde bir anlığına hızla çarpmaya başladı. Söylediği cümlenin ağırlığı, onun bakışları ve sıcak nefesi birleşince içimde bir huzur dalgası yayıldı. Dudaklarımda istemsiz bir tebessüm belirdi. “Öyleyse…” dedim hafif bir gülümsemeyle. “Sizi bir dahaki seansa not edelim, Boran Bey. Ücretini de gülümsemenizle ödersiniz.”
Cümlemle Boran kaşlarını kaldırdı. “Yok ben başka şekilde ödemeyi teklif ediyorum, gülümseme kurtarmaz bu kadar değerli birinden seans almayı.” Dediğinde sesindeki imalı tonu anlamamak imkansızdı.
Sözleriyle içimdeki sıcaklık daha da büyüdü. Gülümsesem de yanaklarımın kızardığını hissettim; bakışlarımı kaçırır gibi oldum, parmaklarımı avucunda kıpırdattım. Boran ise keyifle bana bakıyordu, sanki utanmamdan besleniyormuş gibi.
“Boran…” dedim kısık, azarlamakla utanmamı gizlemek arasında sıkışmış bir tonda. “Senin bu sözlerin yüzünden bir gün sana gerçekten fatura keseceğim.” O ise kahkaha atar gibi kısa bir nefes bıraktı, gözlerinde parıldayan o oyunbaz ışıkla başını yana eğdi. “Faturayı kes ama ödemeyi ben kendi yöntemimle yaparım. Sen de itiraz edemezsin.”
Bu kez gözlerimi kaçırmadım, ona doğrudan baktım. “Öyle mi?” dedim meydan okurcasına ama sesimdeki titrek tebessüm ciddiyetimi bozuyordu. Boran yaklaştı, sesini biraz alçalttı. “Öyle.” Dedikten sonra uzanıp saniyelik olarak öptü dudaklarımı.
“Ne yapıyorsun hastanedeyiz.” Diye geri çekilirken Boran omuz silkti. “Ben kimseyi görmüyorum.”
Gözlerine bakmaya devam ederken eliyle beni tekrar kendine çekti. “Gel bakayım gel, dinlenelim biraz.” Dediğinde itiraz etmeden ona yaslandım. Göğsünün ritmine karışırken dünyanın gürültüsü geride kaldı. Zaman, sadece bize aitmiş gibi ağır ağır akıyordu.
O an anladım ki, bazen en güvenli sığınak kelimeler değil, sadece yanında yaslanabildiğin bir insandı ve ben çoktan o sığınağı bulmuştum.
◔◔◔
Gece boyu Boran ile sohbet etmiştik. Özel hastanede olduğumuz için hastanenin sahibi burada olduğumuzun haberini almış, bize özel bir oda tahsis edilmesini sağlamıştı. Ancak biz gitmemiştik. O kapıda, koltukların üzerinde sarmaş dolaş oturmaya devam etmiştik Boran ile. Bir ara Fatih kahve getirmişti. Onu içmiştik. Sonra Cihan aramıştı, onunla konuşmuştu Boran. Böyle böyle tüm geceyi bitirmiştik.
Uyumamak için kendimi çok zorlasam da muhtemelen sabaha karşı dört gibi uyuyakalmıştım. En son Boran’ın saçlarımı okşadığını hissetmiştim. Sonrası benim için karanlıktı.
Şimdiyse gözlerimi araladığımda bir hastane odasında yatakta uzanıyor haldeydim. Anında doğrulup etrafıma bakınırken odanın boş olduğunu görerek ayaklandım. Duvardaki saate baktığımda saatin çoktan 7.30 olduğunu görerek odadaki banyoya ilerledim. Hızlıca yüzümü yıkayarak odadan çıktığımda Mert’i kapının önünde görmeyi asla beklemiyordum.
“Günaydın…” diye samimi bir tebessüm ederken Mert tebessüm etti. “Günaydın yenge.”
“Boran nerede?” diye merakla etrafıma bakındığımda eliyle Derin’in odasını işaret etti. “Derin’in yanında, henüz uyandı.” Aldığım haberle gülüşüm büyürken elimi koluna yasladım. “Hadi gözümüz aydın. Ben yanına gideyim. Sende yerine dönebilirsin.”
Mert beni onaylarken bir an duraksadı ve konuştu. “Boran abi… Her şeyi öğrendi değil mi? Yüzüme dahi bakmadı sabah.” Dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı sallarken Mert biliyordum dercesine baktı gözlerime. Bense konuştum. “Merak etme, her şey yoluna girecek.”
“İnşallah…” Sesindeki umutsuzluk içime işlerken Mert konuştu. “Ben gideyim Fatih abinin yanına.”
Başka bir şey söylemeden uzaklaşırken arkasından baktım birkaç saniye. Ardından beklemeden Derin’in odasına ilerlemeye başladım. Kapıya yaklaştığımda içerisi sessizdi. Muhtemelen yeni girmişti Boran içeri. İkisinin konuşması gereken özel şeyler vardı, o yüzden kapıda bekleyerek içeri girmedim.
İlk konuşan Derin oldu. “Özür dilerim…” Sesi öylesine titrekti ki görmeden gözlerinin dolu olduğuna yemin edebilirdim. Derin öyle bir özür dilemişti ki, sanki tek kelimeye bütün günahlarını, bütün yükünü sığdırmaya çalışmıştı.
Ardından Boran’ın derin nefesi duyuldu. Öyle ağırdı ki, sanki içindeki bütün öfkeyi, kırgınlığı ve çaresizliği aynı anda bastırmaya çalışıyordu. Birkaç saniye sustu, kelimeleri bulmaya çalıştı belki de. Sonra konuştu.
“Ne yaptığını biliyor musun sen? Beni… bizi… nelerle karşı karşıya bıraktığını?” Sesinde öfke vardı ama daha çok korku ve çaresizlik. Öfkeden çok, kaybetme korkusu.
Derin hıçkırarak cevap verdi. “Dayanamadım abi… İçim öyle karanlık ki… Nefes almak bile suç gibi geliyor. Ben… ben kimseye yük olmak istemedim artık.”
Boran’ın sandalyesini gıcırdatarak çektiğini duydum. Büyük ihtimalle ayağa kalkmıştı. Sesine hâkim olmaya çalışsa da boğazı düğümlenmiş gibiydi. “Sen benim kardeşimsin. Nasıl düşünürsün böyle şeyleri? Yük falan değilsin, duydun mu? Biz sensiz ne yaparız, düşündün mü hiç?”
Derin’in ağlaması iyice belirginleşti. İnce bir çocuk gibi, kırık dökük nefeslerle ağlıyordu. “Bu kadar güçsüz olmaktan çok yoruldum. Tüm yüklerimi size yıkmaktan, yalnız kalmaktan, geride kalmaktan çok yoruldum. Taşıyamıyorum abi…”
Sözleri öyle çıplaktı ki, duvarları delip kalbime saplandı. Kapının arkasında nefesimi tutmuş haldeyken Boran’ın titrek sesini işittim. “Yük diye düşündüğün her şey, senin içinde taşıdığın acılar… Hepimizin acısı bu. Annemizin de babamızın da kaybı üçümüzün, üçümüzün taşıması gerekiyor. Tek bir kişinin değil. Sen benim her şeyimsin Derin. Senin yokluğunu hayal bile edemem. Eğer o an… eğer İnci seni bulmasaydı…” Bir an sustu, nefesi titredi. “Benim hayatım da biterdi.”
“Ben…” deyip duraksadı Derin. Sözlerini toparlamaya çalışıyordu sanki. “Ben… O kadar aciz biriyim ki kendi acımı bile taşıyamıyorum. Yaptığım şeylerin bedelini size ödetiyorum hep… Hatırlıyor musun? Küçükken annemin en sevdiği vazoyu kırmıştım, babam sorduğunda ben yaptım diyememiştim. Cihan abim evde değildi o zaman, sen evdeydin ve babam senin yaptığını sanmıştı. Sana attığı tokadı hiç unutmuyorum. Ben o zaman bile yaptıklarımla size bedel ödetiyordum, şimdi gitmeyi isterken bile sizi ardımda nasıl bırakacağımı düşünmedim. Bencilim ben.”
O an koridordaki sessizlik öyle ağırlaştı ki nefes almakta zorlandım. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. İçeriden Boran’ın derin, titreyen nefesi geldi önce. Sonra sesi… hem kırık hem kararlıydı. “Derin… O tokadı ben çoktan unuttum. Ama neyi hatırlıyorum biliyor musun? Geceleri korktuğunda yanıma gelişini, yorganın altına kıvrılışını, o tokattan sonra beni mutlu etmek için yaptıklarını ve o küçücük gülüşünü hatırlıyorum. O an senin ne kadar cesur ve narin olduğunu fark etmiştim. İçindeki korkuya rağmen bana güç vermeye çalışmandı seni cesur kılan.”
Derin’in burnunu çektiğini işitirken Boran devam etti. “Asla bencil değilsin. Hiçbir zaman olmadın. Sen sadece küçük bir çocuk gibi korkularınla baş etmeye çalışıyordun. Vazoyu kırdığında da kendini suçladığında da tüm o yıllarda yaptığın her şey sadece seni sen yapan parçalar oldu. Bunu anlamalısın, Derin. Senin varlığın, tüm kırılganlığınla bana her zaman güç verdi. Hiçbir zaman yük olmadın. Bir abiye kardeşi yük olur mu hiç?”
Boran’ın cümlesinin bitişiyle Derin’in hıçkırıkları doldurdu odayı. İçi pişmanlıkla doluydu. Sanki yıllardır biriktirdiği bütün korkular, suçluluklar ve kırgınlıklar bir anda dışarı fırlıyordu. Her hıçkırıkta biraz hafifliyordu ama gözyaşları durmak bilmiyordu. “Özür dilerim… Çok özür dilerim.”
Birkaç kıpırdanma duyduğumda Boran’ın Derin’in yanına oturduğunu tahmin ettim. Sonra da Boran’ın sesini duydum. “Özür dilemeye gerek yok. Yaşadıkların, hissettiklerin sadece insan olmanın bir parçası. Ama bunu paylaşmak, bunu hissettirmek, seni daha güçlü yapan şeyler. Bundan sonra daha güçlü olacağını biliyorum. Çünkü bende, abinde, ailemizin diğer üyeleri de senin yanında olacaklar. İçindeki o karanlıktan el birliği ile çıkartacağız seni.”
Derin bir süre sessiz kaldı. Uzun bir sessizlik boyunca sadece Boran’ın nefesini duyabiliyordum, sonra Derin boğuk bir sesle kendinden utanır gibi fısıldadı. “İnci yengem mi buldu beni?”
“Evet…” dedi Boran sıkıntıyla. “Eğer o seni bulmasaydı, belki de şu an burada olmayacaktık.” Gerçekler yüzüne vurmuş gibi korkuyla karşılık verirken iç geçirdim. İyi ki diyordum. İyi ki Boran’dan önce davranıp gitmiştim Derin’in yanına. Yoksa her şey çok kötü olacaktı.
“Ben… ben ona hem özür hem de teşekkür borçluyum.” Sessizliğin içinde boğukça mırıldanmaya devam etti. “Bana yardım etmek istediğinde içimdeki ses onun yardımını istemedi, kızdım bende. Ona çattım. Hak etmedi. Eve gittiğimde ilk işim özür dilemek olacak.” Mahcup bir şekilde konuşurken küçük bir tebessüm ettim. Ben ona hiç kızmamıştım ki. Biliyordum çünkü.
“Eve gitmemizi beklemene gerek yok, burada zaten. Sabaha kadar yanımdaydı, sabaha karşı uykuya daldı. Muhtemelen birazdan uyanır.” Boran açıklama yaparken Derin mırıldandı. “Gerçekten mi?” dediğinde onayladı Boran. “Gerçekten tabii, herkes seni o kadar seviyor ki.”
“Bende sizi seviyorum.” Dedi utangaç bir şekilde.
Aralarında sessizlik oluştuğunda daha fazla kapı dinlememek adına yüzüme bir gülümseme kondurarak odaya girdim. “Güzelliğin uyandığını duydum…” İkisinin bakışları bana dönerken Boran’ın Derin’in yanına oturduğunu ve onu göğsüne doğru çektiğini gördüm. “Nasılsın?”
“İyiyim…” dedi Derin mahcupça. Yanına doğru yaklaşırken bakışlarım bileklerine kaydı. Beyaz bir bandaj sarılmıştı bileklerine. “İyisin, iyisin daha da iyi olacaksın.” Dedim samimi bir şekilde. Derin bana bakarken mırıldandı. “Umarım…”
Tam o sırada içeri giren doktorla birlikte Boran yerinde toparlanır gibi oldu. Doktor bey elini kaldırarak durdurdu onu. “Rahatsız olmayın, lütfen.” Dedikten sonra Derin’e baktı. “Nasıl hissediyorsun kendini, ağrın var mı?”
Derin bileklerine bakarken başını salladı belli belirsiz. “Birazcık.” Doktor onayladı. “Çok normal bir durum. Ağrı kesici yazacağım mutlaka. Kan değerlerinize baktım. Gayet iyi durumda, taburcu edelim diyoruz sizi. Fakat bileğinin iyileşmesinin yanı sıra psikolojik bir desteğin önemli olduğunu söylemek durumundayım. Çünkü durum çok ciddi.” Doktor bunu özellikle Derin’in yanında söylüyordu. Onu ikna etmek için.
Derin bakışlarını kaçırırken araya girdim. “Elbette, ne gerekiyorsa yapılması için elimizden geleni yapacağımıza temin ederim sizi.” Dediğimde doktor bey tebessümle baktı bana. Ardından cebinden bir kart çıkartarak bana doğru uzattı. “Bu size önerebileceğim bir psikiyatridir.”
Hiç beklemeden alırken üzerindeki ismi okudum. “Psikiyatri Nurşen Kayalar.” Tanıyordum kendisini. Bizim alanda çok önemli işler yapmış, kıymetli bir doktorumuzdu.
“Nurşen hanım bu işte bir numaradır.” Diyerek elimdeki kartı Boran’a uzattığımda doktor bey konuştu. “Tanıyor musunuz?” Şaşkın bir biçimde bana bakarken başımı salladım. “Tabii ki, kendisiyle birkaç makalesi hakkında sohbet etme fırsatı bulmuştum kongrede. Çok tatlı bir insandır, teşekkür ederiz.”
Doktor bey ciddi bir şekilde beni dinledikten sonra karşılık verdi. “Kongrede tanıştım dediniz, psikologsunuz o halde, hangi alanla çalışıyorsunuz?” Çıkarımını başımı sallayarak onayladım. “Klinik Psikoloğum.”
“Ne güzel.” Dedi doktor bey. Ardından Derin’e doğru döndü. “O halde zaten ablanız yardımcı olacaktır size. Şanslısınız Derin Hanım.” Derin çok küçük bir tebessüm ederken Boran onayladı. “Evet, eşim diye söylemiyorum çok şanslıyızdır.”
Özellikle eşim kelimesinin üzerine yaptığı vurgu bir uyarı gibiydi. Doktor Bey’de bu uyarıyı almış olacak ki küçük bir tebessüm etti. “O halde geçmiş olsun, çıkış işlemlerini halledebilirsiniz. Bende ilaçlarını yazıyorum.”
Boran onaylarken doktor odadan çıktı. Boran arkasından bakarken gözlerini devirerek Derin’in yanından kalktı ve yanağından makas alarak konuştu. “Hadi bakalım, Demirhanlı malikanesine giden yolcu kalmasın. Ben çıkış işlemlerini halledip geliyorum.”
Derin onu onaylarken bakışları bana doğru döndü. “Sen burada Derin ile kal olur mu?” dediğinde onayladım hızlıca. Boran göz kırparak odadan çıkarken küçük bir tebessüm ederek arkasından baktım birkaç saniye. Ardından da Derin’in yatağının kenarında bulunan sandalyeye oturdum.
Sessizce ona bakarken o bakışlarını benden kaçırmıştı. Onu rahatsız hissettirmemek için bakışlarımı çekerken kapının tıklanmasıyla başım o tarafa döndü. “Gelebilir miyim?” Mert’in geldiğini görmek istemsizce şaşırtırken Derin gözlerini kocaman araladı. “Mert abi?” Muhtemelen benim bildiğimi bilmediği için öyle söylüyordu. Mert biraz bozulsa da belli etmeden içeri girdiğinde oturduğum yerden ayaklandım.
“Gel Mert.” Dediğimde Derin anlamaz gözlerle baktı ikimize. Mert onun yanına yaklaşıp elini saçlarına yaklaşırken mırıldandı. “Çok korkuttun beni güzelim, öyle çok korkuttun ki…” Derin ağzı açık bir şekilde bana bakarken konuştum. “Kapının önündeyim.”
Hiç beklemeden odadan çıkarken kapıyı kapattım. Bekleme koltuklarına geçip otururken içimden Boran’ın işinin uzun sürmesini diledim. Her şey karışıkken ikisini baş başa görmesini istemiyordum asla.
Dakikalar geçtiğinde Mert usulca başını kapıdan uzattı. Boran’ın gelmediğini görüp çıkarken derin bir nefes verdim. Çok şükür yakalanmamışlardı. “Ben aşağı iniyorum yenge. Teşekkür ederim.” Bir şey söylememe izin vermeden koşar adımlarla uzaklaşırken arkasından başımı iki yana salladım. Gerçekten iyi cesaret isterdi yaptığı şey. Gerçi insan sevince tüm delilikleri yapabilirdi.
Beklemeden tekrardan odaya girdiğimde Derin’e baktım. Daha iyi görünüyordu. Yanılmıyordum, Mert ona iyi geliyordu. Yine de hiçbir düşüncemi belli etmeden camın kenarına ilerledim. Kendisini bir şey açıklamak zorunda bırakmak istemiyordum. Ne zaman konuşmak isterse o zaman konuşurdum.
Bakışlarımı cama çevirmeden önce küçük bir tebessümle konuştum. “Su vereyim mi, susamışsındır.” Dediğimde Derin usulca başını salladı. Yatağın kenarındaki komodine yaklaşıp küçük paketli suyu açarken ona uzattım. Kolunu kaldırıp suyu alsa da bileğini büktüğü anda yüzünü buruşturmasıyla hızlıca elinden aldım suyu.
Bilekleri dikişli olduğu için içemiyordu. Akıl edememiştim bunu. Suyu dudaklarına götürürken birkaç yudum içti. Bakışlarını gözlerime çevirdiğinde dolu dolu olduğunu gördüm. “Suyumu bile içemiyorum.” Gözyaşları yanaklarına akarken elimle temizledim hızlıca. “İçeceksin. Sadece biraz zaman gerekiyor canım benim.”
“Geçecek değil mi? Gerçekten geçecek…” diye ağlarken onayladım. “Tabii ki geçecek. Bugünleri bir anı olarak hatırlayacağız biz. Emin ol seanslara başladıktan birkaç hafta sonra bile daha iyi hissedeceksin.” Derin iç çeke çeke ağlarken dayanamayarak kendime doğru çekip başını omzuma yaslamasını sağladım.
Kollarını saramasa da başını omzuma gömerken sıkıca sarılarak saçlarını sevdim. Ağlayışı iç çekişlere dönüşürken başını usulca kaldırıp gözlerime baktı. “Özür dilerim, sen bana yardımcı olmak istedin. Ben seni ittim. Şimdi canımı sana borçluyum.” Elimle gözyaşlarını silerken içten bir şekilde baktım gözlerine. “Ben hiç kırılmadım sana, üzülme lütfen.”
Başını omzuna eğip içten bir şekilde gülümserken bende gülümsedim ona bakarak. O sırada Boran’ın sesini işittim. “İşlemler hazır, çıkabiliriz.”
Derin’in yanından kalkarken Derin’de ayaklarını yataktan aşağı doğru uzattı. Eğilerek ayakkabılarını giymesine yardımcı olduğumda minnettar bir biçimde baktı bana doğru. Ardından oturduğu yerden ayaklandığında koluna girdim.
“Kucağıma alayım.” Boran, Derin’e doğru yöneldiği sırada başını iki yana salladı Derin. “İyiyim, yürümek istiyorum biraz.” Boran onaylarken benim gibi koluna girdi Derin’in.
Birlikte odadan çıkıp hastanenin çıkışına ilerlediğimizde iki arabanında hazır olduğunu gördüm kapının önünde. Derin yavaş adımlarla merdivenlerden inerken Mert ile birbirlerine bakmadılar. Nasıl sakladıklarını daha iyi anlıyordum artık. Ancak Boran’ın bakışları Mert’in üzerindeydi.
Derin’i Boran’ın arabasına bindirdiğimizde Boran Fatih’e yönelerek konuştu. “Fatih siz arkamızdan gelin.” Fatih onu onaylarken Boran tekrar onlara bakmadan Derin’in kapısını kapattı. Bende onu beklemeden ön koltuğa geçtiğimde kendisi de hızla şoför koltuğuna geçti.
Sessizlik içinde geçen yolculuğumuzla beraber kısa sürede eve vardığımızda herkesi kapının önünde bulduk. Zümra babaanne kıpkırmızı gözlerle arabanın içine bakarken Boran arabadan indi. Arka arabadaki Mert’in kapılarımızı açmasına izin vermeden direkt kendisi açtı Derin’in kapısını. Yandan bir bakış atarken Derin’i yavaşça indirdi arabadan.
“Oy kuzum benim.” Zümra babaanne hızla Derin’in yanına gelirken sıkıca sardı onu. “Çok korkuttun bizi güzel kızım.” Saçlarını öperken Derin üzgünce mırıldandı. “Özür dilerim, hepinizden.” Zümra babaanne ondan ayrılırken gülümseyerek baktı ona. “Sen iyisin ya önemi yok.”
Zümra babaannenin ardından Cihan sarıldı. Hiçbir şey söylemedi. Belki de ağzını açarsa sert konuşacağından korktuğu için susuyordu. Zaten bakışları her şeyi anlatıyordu. Derin’den ayrılırken gözlerine baktı uzun uzun. “Sakın bir daha böyle korkutma bizi.” Diye fısıldarken Derin başını eğdi yere doğru.
Defne o ağır havayı dağıtırcasına konuştu. “Hoş geldin canım benim.” Diyerek sarılırken Derin mırıldandı. “Hoş buldum yenge.” Kimsenin sarılışına karşılık veremiyordu belki ama sevgi ile sarılıp sarmalandığını hissediyordu ve en önemlisi buydu.
Sonra halası sarıldı sıkı sıkı. Onlar da çok korkmuştu, hallerinden belliydi. Sonra da Gamze…
Hep birlikte içeri girdiğimizde Zümra babaanne konuştu. “Hadi yavrularım siz gidip kahvaltınızı yapın. Bende Derin’e yedireyim. Odasına çıkartalım onu.” Dediğinde Derin başını iki yana salladı. “Odama çıkmak istemiyorum.”
“O zaman burada yedirelim seninkini de.” Dedi Zümra babaanne anlayışla.
Derin salona doğru ilerlerken Zümra babaanne de peşinden ilerledi. Bizse girişte dikilmeye devam ediyorduk. Gülsüm hanım merakla Boran’a baktı. “Tekrar yapmaz değil mi öyle bir şeyi?” Boran başını iki yana salladı. “Psikiyatriye gitmeye başlayacak.” Dedikten sonra bana doğru baktı. “Sen randevuyu ayarlarsın değil mi güzelim?”
“Ayarlarım tabii ki, söyledim ya tanıyorum Nurşen hanımı. Özellikle getirip götürürüm Derin’i de. Ne yapılması gerektiğini de öğrenirim.” Diye karşılık verirken Gülsüm Hanım’ın dudaklarından “Hıh” diye bir ses duyuldu.
Bakışlarım istemsizce ona dönerken Gülsüm Hanım yüzümü süzerek konuştu. “Gelin Hanım’a kaldıysa yandık, psikoloğum diye ortalıkta geziniyor ama gördük. Evde, yanı başındaki kızın durumunu bile göremedi.” Cümlesi içime işlerken yutkunamadım bir an.
Sabaha kadar içimde bastırmaya çalıştığım o düşüncenin ortaya çıkmasını sağlamıştı cümlesi. Haklılık payı vardı. Derin’in yüzü belirdi zihnimde. Sessizliği, gözlerinde belli belirsiz gezinen o yorgunluk... Ne çok şeyi görüp de görmemeyi seçmişim. Belki de bir tür savunma mekanizmasıydı bu; profesyonel mesafeyi koruma bahanesiyle gözlerimi kapamak, kalbimi bir zırhla örtmek. Ama şimdi… o zırh delinmişti. Ve içeriye, ince ince sızan bir vicdan kırıntısı doluyordu.
Derin’in sessizliğini hatırladım. Konuşmaya çalıştığında titreyen sesini, çekinerek kaldırdığı bakışlarını… Acaba kaç kez yardım çığlığı olmuştu o bakışlar? Kaç kez duymazdan gelmiştim? Gelmemiştim aslında, konuşmak istemiştim.
“Sana para verip geliyorlarsa yazık…” diye kendi kendine mırıldandığında içim daha da acıdı.
“Yeter!” Boran’ın ani çıkışıyla irkilirken Gülsüm Hanım’da benim gibi irkildi. Yanımızda olan Defne koluma dokunurken Boran bağırmaya devam etti. “Yetti artık! Biz burada canımızla uğraşıyoruz, senin derdine bak! Derdin ne senin hala! Derdin ne!? Ne istiyorsun bu kızdan? Geldiği günden beridir söylemediğin söz kalmadı, daha iki gün önce yaptığın saygısızlığı görmezden geldim diye mi bu sözler!?”
Gülsüm hanım dudaklarını birbirine bastırırken mırıldandı. “Ben sadece Derin için endişeliyim…”
Boran tavrından ödün vermezken konuştu. “Endişelenmek başka, suçlamak bambaşka! Buradaki herkes söylediğin şeyin anlamının ne olduğunu biliyoruz. Endişeleniyorsan Derin’in yanında olursun, burada İnci’ye laf dokundurmazsın.” Dedikten sonra işaret parmağını kaldırdı. “Bu sondu hala, bu sondu. Bundan sonra İnci için tek bir şey söylediğini duyarsam halam olman umurumda bile olmaz haberin olsun!”
Boran başka bir şey söylemeden elimden tutup beni mutfağa doğru götürürken peşinden ilerledim. Geriye doğru bakıp Defne ile göz göze geldiğimizde gözlerini kırparak buradayım dercesine baktı gözlerime. Bende ona aynı şekilde bakarken bakışlarımız ayrıldı.
Mutfağa girdiğimizde Boran beni kendine çekip sarılırken burnunu saçlarımın arasına gömerek sakinleşmeye çalıştı. Ne zaman sinirlense, kontrolünü kaybettiğini düşünse böyle yapardı. Bana sığınırdı, bende sakinleşirdi. Kolları bedenimi sımsıkı sararken kalbinin hızlı atışını göğsümde hissettim. Sanki biraz önceki öfkesini, içindeki fırtınayı bu sarılışla bastırmaya çalışıyordu. Elimi sırtına koyup usulca okşadım. Saçlarımın arasına gömülmüş burnundan çıkan sıcak nefesler ensemi ürpertirken bir süre hiç konuşmadık.
“Sakin ol sevgilim…” diye sessizliğimi bozarken Boran daha sıkı sarıldı. “Dayanamıyorum İnci, suçsuz yere sana çatmasına dayanamıyorum.” Boğuk bir şekilde söylediği cümleyle iç geçirdim. “Haklılık payı var…” dediğimde Boran kaskatı kesildi. Sırtındaki kaslar elimde gerildi. Sarılışı gevşemedi ama nefes alışverişi değişti.
“Saçmalama.” Kelime, Boran’ın dudaklarından çıkarken hem öfkeliydi hem de ürkek. Gözlerine bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. “Üstelemeliydim, bana kızsa da bağırsa da üstelemeliydim Boran. Belki direkt sana söylemeyip onunla kendim konuşup ikna etmeliydim.”
Boran’ın gözleri, kelimelerimle birlikte biraz daha karardı. O an sadece yüzüme değil, içime de bakıyor gibiydi. Kırılmış, ürkmüş ama en çok da çaresiz bir adamın bakışı vardı o gözlerde. “Elinden geleni yaptın.” dedi kısık bir sesle. “Kendini bu kadar parçalama, ne olur.”
Ama ben, kendi iç sesime yenilmiştim çoktan. Gözlerimi kaçırdım ondan. “Yapmadım… En azından yapmam gerekeni yapmadım. Derin gözümün önündeydi Boran. Gözümün önünde parçalandı ve ben sadece… bekledim. Uygun zamanı, uygun şartları, onun istemesini, kabul etmesini... Oysa bazı acılar insanın dudaklarından dökülecek zamanı beklemez. O zaman geldiğinde ya tutarsın elinden ya da geç kalırsın.”
Boran başını iki yana salladı, iç çekti. “Sen onu incitmemek için bu kadar özen gösterirken, şimdi kendini incitiyorsun.” Sonra bir adım geri çekildi. Gözlerim onun gözlerine takıldı; öyle doluydu ki, sanki birkaç kelime daha duysa kırılacak gibiydi.
Yüzümü avuçlarının arasına alıp tam gözlerimin içine baktığında yutkundum. “Bana dedin ya hani psikoloji öyle bir şey ki insanlar bazen en yakınındakilere bile neye ihtiyacı olduğunu söyleyemez, kendi içinde savaşır diye.” Dediğinde belli belirsiz başımı salladım. Boran devam etti. “Sen süper kahraman değilsin İnci, kişinin kendi içinde savaştığı şeyi bilemezsin dile dökülmedikçe ve karşıdaki istemedikçe.”
Başımı önüne eğdim. Bir suçlunun değil, yük taşıyan birinin tavrıydı bu. “Biliyorum,” dedim neredeyse fısıltıyla. Boran elini saçlarıma götürdü, usulca geriye itti. Yüzüm açıkta kaldığında gözlerimiz yeniden buluştu. “Hep bil ve kendini suçlama. Halamın cümlelerini de kafana takma.”
Buruk bir tebessüm ettim cümlesine. “Bazen acıtıyor sözleri kabul ediyorum ama sonra geçiyor, sen yanımda olunca daha kolay atlatıyorum. Sen benim arkamda durdukça, kim ne söylerse söylesin umurumda değil.”
Başını kaldırıp gözlerimin içine baktığında, gözleri hâlâ öfkenin tortusunu taşıyordu ama içinde kırılgan bir sevgi de vardı. Elimi yanaklarına götürüp avuçladım. Boran ise konuştu. “Keşke senin kadar sakin kalabilsem ama konu sen olduğunda sakinleşemiyorum, kırılmana dayanamıyorum. Sana en kıymetlim demişken ailemden olan birinin en kıymetlime böyle davranmasına katlanamıyorum.”
Gözlerindeki yangını gördüğümde kalbim hem ürperdi hem de sıcacık oldu. Boran’ın öfkesi kırılganlığından, sevgisinden doğuyordu, bunu çok iyi biliyordum. Avuçlarım hâlâ yanaklarındayken baş parmağımla yanağını usulca okşadım. “Sen benim yanımda durduğun sürece ben zaten incinmiyorum. Halan, kuzenin kim olursa olsun… onların sözleri kalıcı değil. Ama senin sevgini her hücremde hissediyorum. İşte o, kalıcı olan tek şey.”
Elimi tutup avuç içimi öptüğünde tebessümle baktım gözlerine. O an gözlerinde ne öfke, ne kırgınlık, ne de gerginlik kalmıştı. Sadece sevgi… derin, ağır ve sığınılacak bir sevgi vardı.
“İyi ki varsın, İnci’m” dedi fısıltıyla. Gözlerimden taşan bir gülümsemeyle karşılık verdim. Kalbim sanki göğsümden taşacak kadar doluydu. “Sende iyi ki varsın canımın içi.” Boran tekrardan beni kendine çektiğinde kollarında tüm olanlara rağmen kendimi güvende hissettim.
O an anladım ki; ne olursa olsun, hangi söz söylenirse söylensin, hangi fırtına koparsa kopsun… yanımda Boran olduğu sürece hiçbir şeyden korkmamam gerekiyordu. Çünkü biz birbirimize yetiyorduk…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz?
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı?
‣‣‣ Derin iyi çok şükür, abisiyle konuşmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
‣‣‣ Boran, Mert ve Derin’i öğrendi. Bekliyor muydunuz bu tepkiyi? Sizce neler olacak bundan sonra?
‣‣‣ İnci ve Mert konuşması hakkında ne düşünüyorsunuz. Çift sahnesi okumuyoruz ama en azından onlar hakkında bilgi sahibi oluyoruz böylece. Umarım hoşunuza gitmiştir.
‣‣‣ Gülsüm hanımda her zamanki gibi formundaydı:)
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |