
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen.
35. Bölüm
İnci Aral Demirhanlı’nın anlatımından,
Duştan çıkıp saçlarımı havlu yardımıyla kuruttuktan sonra yatağın çarşaflarını değiştirerek kirli sepetine attım. Yeni çarşafların üzerine uzanarak telefonuma bakarken derin bir nefes aldım. İçimdeki sıkıntı bir türlü geçmek bilmiyordu.
Gönderilen: Mert
“Ne yaptınız?”
“Bekliyoruz yenge”
“Ne zaman geleceksiniz, daha bitmedi mi işiniz?”
“Henüz bitmedi işimiz ama bir saate biter.”
“Bir saat geçti Mert…”
“???”
“İyi misiniz? Merak etmeye başladım artık.”
Mert ile son konuşmamızın üzerinden bir saat geçmişti ve saat şu an tam 04.15 idi. Meraktan içim içimi kemirmeye başlamıştı. Boran’ın dikkatini dağıtmamak için yazamamıştım. Yazsam da iyi olduğunu söyleyip geleceğini ve uyumamı söylerdi. Bu yüzden Mert’e mesaj atmakta bulmuştum çözümü. Ancak bir saate yakındır haber alamamak çıldıracak gibi hissetmeme neden oluyordu.
Aklımdan bindir türlü ihtimal geçiyordu. Bir yanım deli gibi korkuyordu, diğer yanımda merakla kıvranıyordu. İkisi de birbirinden kötü duygulardı. Baş edemeyerek yattığım yerden doğruldum ve adımlarımı balkona attım. Tam kapıdan çıkmak üzereyken gelen bildirim sesiyle telaşla yatağın üzerine bıraktığım telefona yöneldim. Ekranda mesajın Mert’ten geldiği yazıyordu.
Merakla ekrana tıkladıktan sonra mesajı açtım.
“Yenge, hazırlanıp aşağı inebilir misin…”
Aldığım mesaj kaşlarımı çatmama neden olurken sorgulamadan Mert’in dediğini yaptım hızlıca. Üzerime siyah bir kazak ve siyah bir pantolon giydikten sonra çizmelerimi ve kabanımı da giyerek odadan çıktım. Sessizce merdivenlerden inerek evden çıktığımda içim içime sığmıyordu sanki. Bakışlarım kapının önündeki korumalara ve hemen yanlarındaki Mert’e takıldığında bir an duraksayarak bakışlarımı arabanın içine çevirdim. Amacım Boran’ı ve Fatih’i görmekti ama arabanın boş olması yüreğimdeki sıkıntının giderek artmasına neden oldu.
“Boran nerede?” Hem meraklı hem gergin bir biçimde Mert’e baktığımda Mert bana doğru yaklaştı. Sanki bir şey söyleyecekti de duyduğum şeyden kötü olacakmışım gibi hemen müdahale etmek için tam dibimde durdu. Bu hareketiyle daha da meraklanıp endişelenirken tekrar konuştum. “Mert, Boran nerede? Beni onun yanına mı götüreceksin?”
“Evet…” dedi Mert onaylayarak. Hafifçe kaşlarım çatıldı. “Kendisi neden gelmiyor? Saat kaç oldu? Nerede?” İçimden bir ses bu soruların cevabının en korktuğum şey olduğunu söylüyordu ama iç sesime kulak asmak istemiyordum. Şu an benim için en önemli ve gerçek şey Mert’in söyledikleriydi.
“Yenge bir şey söyleyeceğim ama sakin ol.” Dediği anda içimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Mert temkinli bir biçimde bana bakarken ben onun ağzının içine bakıyordum ne söyleyecek diye. “Abim yaralandı…”
İki kelime anında algılanıp yüreğime otururken nefes alamadım bir an. Elim kalbime doğru giderken Mert’in dudaklarından dökülen o iki kelime beynimde yankılanmaya devam etti. Zaman bir anlığına durmuştu, etrafımdaki sesler, rüzgârın ağaç yapraklarını titreten uğultusu, uzaktan gelen bir köpeğin havlaması... hepsi birden susmuştu. Sadece kalbimin göğsümde yankılanan hızlı çarpıntısını duyuyordum. Bir de mideme saplanan o soğuk, sivri sancıyı hissediyordum, o kadar büyüktü ki acısı boğazıma kadar gelmişti.
Gözlerim Mert’in gözlerine kilitlenmişti ama baktığım şey o değil gibiydi. “Ne... ne demek yaralandı?” sesim titreyerek fısıldarken ağzımdan çıkan kelimeleri ben bile tanıyamadım. Boğazıma düğümlenen endişeyle Mert’in kolundan tutarak ona bir adım daha yaklaştım. “Nerede… nasıl yaralandı?” derken yaşadığım şokun ağırlığı vardı sanki üzerimde.
Bir an için aklıma gelen düşüncelerle elimi alnıma doğru götürdüm. “Öğrendiler değil mi? Öğrendiler.” Kendi kendime fısıldarken Mert iki kolumdan tuttu. “Hayır, yok öyle bir şey. Durumu iyi, yemin ederim sana. Sadece omzundan yaralandı. Hemen müdahale ettiler. Şu an özel bir yerde, ameliyatı iyi geçti, doktor iyi olacağını söylüyor. Sakin olman lazım.”
Sakin olmak… şu an sakin olmak en yapamayacağım şeydi. İçimdeki fırtınayı durduracak gücü olamazdı kimsenin. Benim bile. İyi olduğunu duymak bile yetmiyordu çünkü.
Bir an dizlerimin bağı çözüldüğünde Mert anında kolumdan tutarak düşmemi engelledi. Gözlerim dolu doluydu ama ağlayamıyordum. “Ne olursun, bırakma kendini. Yemin ederim ki iyi.” Mert’in sesini duyuyordum ama algılayamıyordum sanki. Gözyaşlarım bile şaşkınlığa uğramış gibiydi. Kalbim, bedenimden bağımsız atıyordu. Bir elim göğsümde, diğer elimle alnımı tutarken derin bir nefes almaya çalıştım ama ciğerlerim o nefesi almayı reddetti. Boğuluyor gibiydim. Sanki içimde biri çığlık atıyor ama dışım sessiz ve hareketsizdi.
“Beni hemen onun yanına götür Mert... Lütfen...Ben burada duramam böyle... Götür beni Boran’a... Benim onu görmem lazım.” dedim, neredeyse fısıltıyla. Mert başını salladı. “Bu yüzden geldim yenge, götüreceğim seni. Hadi gel.” Kolumdan tutarak beni arka koltuğa oturttuğunda içime kocaman bir ürperti yayıldı. Koltuk sıcacıktı ama ben üşüyordum.
Dizlerimi kendime çekmek, küçülmek, yok olmak istiyordum şu an. Mert arabayı çalıştırdığında içimdeki sessiz dualar yükseldi göğe. “Ne olur, Allah’ım ne olur ona bir şey olmasın...” Bu cümleyi sayısız kez tekrarladım içimden. Dudaklarım kıpır kıpırdı ama ses çıkmıyordu. Gözlerim camdan dışarı baktı ama hiçbir şey görmüyordum. Bedenim buradaydı ama ruhum çoktan onun yanına gitmişti bile.
Biliyordum, en başından beri biliyordum. Korktuğum şey başıma gelmişti şimdi. Bir türlü kabul edemediğim, içimde derin bir korku olarak büyüyen o düşünce... Boran’a bir şey olacak diye hep içimde bir titreme vardı. Onu kaybetmek... Hayatımda bir tek o vardı ama şimdi belki de yoktu. Gözlerimle görmeden inanamazdım.
Her geçen saniye, her titreyen kalp atışım, her yeni nefesimde acı biraz daha büyüyordu. Bedenim hala arabada, Mert’in yanındaydı ama zihnim, Boran’ın yanında, elleri arasında, o soğuk ameliyat masasında hapsolmuştu. Hızla geçip giden şehir manzaraları, çirkin ışıklar, boş sokaklar, bunlar hepsi bir rüyadan farksızdı. Gözlerimdeki bulanıklık, hafızamdaki sis gibi, hiçbir şey netleşmiyordu. Yaşadığım gerçekliğin içinde sadece bir boşluk vardı.
Boran’ın hayatta olup olmadığı, beynimde dönen tek soru işaretiydi. "Hayatta mı?" Her saniye bu cümle kendi içinde bir milyon farklı anlam taşıyor, yüreğimi defalarca delip geçiyordu.
Mert’in arabası bahsettiği yere doğru hızla ilerlerken, bir an için gözlerimi kapattım. Şu an burada, kendimi kaybedecek kadar korktuğum bir noktadaydım. Karşımdaki her şey boş gibiydi, her şey bulanıktı. Her adımda adeta ölümün soğuk ellerini hissediyordum. Kalbim, içimdeki karanlıkla daha da hızlanıyor, bir nehrin akışına kapılmış bir yaprak gibi savruluyordu.
Kısa süren yolculuğun ardından arabanın durduğunu hissettim. Camdan dışarı baktığımda kendimi yüksek duvarlarla çevrili, etrafı ağaçlarla gizlenmiş, loş ışıklarla ışıklandırılmış bir malikanenin önünde buldum. Bir hastanenin steril kokusu yerine karanlık bir sırrın, gizli bir operasyonun mekanıydı.
Arabadan inerken Mert bana göz ucuyla baksa da ben bir an bile ona odaklanamadım. Hızla malikanenin kapısına yöneldim. Yürüyordum ama sanki yürüyen ben değildim. Kollarımın titremesi, bacaklarımın bana ait olmaması, hepsi bilinçaltımın yankılarıydı. Sadece bir tek şey vardı: Boran.
Her adımda kalbim biraz daha sızladı. Sanki Boran’ı o ameliyat masasında kanlar içinde hayal ettikçe nefesim kesiliyordu.
Evin önündeki adamlardan biri kapıyı açarken hızla içeri girdim. Hastaneye gidemeyecek kadar büyük işlere bulaşmıştı ve ben bundan iliğimle kemiğimle nefret ediyordum. Bu durumda olmasından, burada olmasından nefret ediyordum. Bunu kendine de bana da yaşattığı için nefret ediyordum.
Nereye gideceğimi bilemeden ilerlerken duyduğum tanıdık sesle adımlarımı oraya yönlendirdim. Adımlarım Ömer komiserin sesiyle duraksadı. “Nasıl oldu bilmiyoruz, kesinlikle vur emri verilmedi. Ama taşıma yapan adamlardan biri silahına yönelir gibi olduğunda keskin nişancı refleksle hareket etmiş. Henüz acemi olması nedeniyle böyle bir durum yaşandı.”
Ne olduğunu anlamak için onları dinlerken bakışlarım onların konuştuğu yere takıldı. Boran’ın yanındalardı. Boran öylece yatakta uzanıyordu. Göğsü çıplak, omzunda kocaman bir bandaj vardı. Vücuduna takılı olan kabloların bağlandığı monitörler hayati fonksiyonlarının düzgün olduğunu gösteriyordu. Sanki bütün gücü omuzundaki yarayla birlikte çekip gitmişti. Onu böyle savunmasız görmek içimdeki bütün kaleleri yıktı.
Benim için dağları devirecek, fırtınaları durduracak kadar güçlü olan adam, şimdi sessiz ve hareketsizdi. Boğazıma düğümlenen hıçkırık dudaklarımdan bir inilti olarak kaçtı. “Boran…” Elimle ağzımı kapatırken bir yandan da şükrettim. Hayattaydı. Ama çok yorgundu.
Yüzü çok solgundu. Alnındaki ter damlacıkları vardı. Benim güçlü, yenilmez sandığım adamın kırılabilir olduğunu görmek içimdeki acıyı dayanılmaz bir noktaya taşıdı. Yine de öyle derin bir rahatlama hissediyordum ki anlatamazdım. Sanki dünyadaki tüm ağırlık omuzlarımdan düşmüştü. Onu iyi gördüğüm anda bütün vücudumda hissedilen huzursuzluk bir anda kaybolmuştu. Yorgun, bitkin, halsiz olsa da iyi olduğunu görmek beynimdeki tüm korkuları yatıştırmıştı. İyiydi, çok şükür iyiydi.
Ancak zihnim yavaş yavaş konuşmaları algılamaya başlamıştı. “Kesinlikle vur emri verilmedi…” O adamlar yüzünden değil, polis yüzünden vurulmuştu yani. Bir ihmal yüzünden vurulmuştu benim sevdiğim adam. Cümleleri kendi içimde hazmetmeye çalıştığım sırada başka bir kadının sesini duydum. “Keskin nişancı için işlem başlatıldı merak etmeyin.”
Algıladığım cümle ile alayla güldüm. Bu kadar kolaydı yani. İçinde bulunulan karanlık dünya için bile çok fazlaydı bu. Bir an, o kadar derin bir öfke hissettim ki içimdeki her şey patlamak üzereydi. Boran o kadar derin bir tehlikenin içine girmişti ki hayatını riske atarak başkalarına yardım etmeye çalışıyordu. Ama şimdi, ona karşı yapılan bu adımı kabul edemezdim ben.
“Siz işinizi böyle mi yapıyorsunuz!” Öfkeli bir biçimde durduğum yerden yanlarına ilerlerken üçünün gözlerinde de büyük bir şaşkınlık ifadesi belirdi: Fatih, Ömer ve tanımadığım bir kadın. Muhtemelen o da polisti. Ancak polis olmaları şu an umurumda bile değildi.
“İnci Hanım.” Ömer bey sözlerine başladığında hızla sözünü kestim. “Siz Boran’ı korumak zorunda değil miydiniz? Nasıl böyle bir hataya izin verirsiniz!? Koskoca mafya dünyasını çökertmek istiyorsunuz ve oraya acemi bir polisle mi gidiyorsunuz! Bu nasıl bir sorumsuzluk!?”
Öfkem bir volkan gibi patlayıp üzerlerine akarken her kelime, içimdeki tüm öfkeyi ve hayal kırıklığını dışa vuruyordu. Ömer ilk başta şaşırsa bile sonra suçlulukla bana doğru baktı. Şu an bu suçluluk bile yeterli değildi. Boran, bu kadar büyük bir riske girmişken onlar bu kadar basit ve acemice hareket edemezlerdi. Boran, hayatını bu kadar tehlikeye atarken ona karşı bu kadar sorumsuzca bir yaklaşım, asla kabul edilemezdi.
“Lütfen biraz sakinleşin.” Kadın olan polis sert bir ifadeyle beni sakinleştirmeye çalışırken ona doğru döndüm. “Sakin falan olamam. Buraya gelirken aklımdan bin türlü düşünce geçti, ortaya mı çıktı? Planlarınız mı bozuldu?” dedim sertçe. Sonra alayla güldüm. “Ama bir öğreniyorum ki onu korumanız gerekirken zarar veren sizsiniz. Boran bana ilk anlattığında sorduğum tek şey polisin sürekli onunla olup olmadığıydı ve içim en azından rahatlamıştı aldığım cevapla. Ama şimdi görüyorum ki kimseye güvenmemek gerekiyor. Devletin polisine bile!”
Ömer bey başını yere doğru eğerken sıkıntılı bir nefes verdi dudaklarının arasından. Hırsla gözlerimden dökülen yaşları temizlerken kadın polis tekrar konuştu. “Biz onu koruyoruz tabii ki, sadece her şey bir anlık gelişti. Normalde hataya yer yok kesinlikle.”
Cümleleri duyduğumda başımı iki yana salladım alayla. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ama ne kadar dirensem de, içimdeki fırtına patlamak üzereydi. Onun hayatı tehlikeye girmişti ve bunu bu kadar basit bir şekilde geçiştiremeyeceklerdi. “O kurşun omzuna değil de başına girseydi mezarın başında mı bana bu bahaneleri söyleyecektiniz.”
Yüzümdeki alaycı ifadeyi zorla tutuyordum ama kalbimde her şey parçalanıyordu. Boran’ın başına bir kurşun gelseydi bugün burada bunları konuşamayacaktık. O zaman ne derlerdi? Hangi gerekçeyi öne sürerlerdi? Bu kadar basit bir bahane, Boran’ın hayatını alabilecek kadar kolay mıydı?
“Bu konuyu savcılığa siz bildirmezseniz ben bildiririm, her şeyi de detaylı bir şekilde anlatırım. Burada bana sunduğunuz bahanelerde dahil buna.” Dedim sinirli bir biçimde. “Boran’ı korumak, sizin işinizin bir parçasıydı. Ama onu bu kadar kolayca tehlikeye atmak, sizin için çok basit olmuş. Ama ben buna izin vermem. Ne gerekiyorsa yaparım ve bu işin peşini bırakmam, haberiniz olsun.”
Boran’a tekrar bir şey olmaması için elimden gelen ne varsa yapardım, gerekirse avukat ordusu tutardım. Ama bir daha zarar görmesine izin veremezdim. Artık olmazdı. Bu korkudan sonra kabul edemezdim.
“Bu işler sizin bildiğiniz gibi değil. Boran’ı düşündüğünüzü biliyorum ama bu alana girmek sadece Boran’a değil, size de zarar verir.” Ömer’in cümleleriyle bakışlarımı bir an için Boran’a çevirdim. Onun yaralı hali benim yapabileceklerimin fitilini ateşleyen tek şey olurdu. “Boran’ı zaten tehlikeye atan sizsiniz.” Dedim sert bir tonda. “Bu noktadan sonra benim kaybedeceğim bir şey olmaz, benim ne yapacağımı değil siz bu hatanın bedelini nasıl ödeyeceksiniz onu düşünün.”
Tehditkar bir biçimde söylediğim şeyle birlikte bir an için Fatih’in sesini duydum. “Yenge…” Müdahale edeceğini biliyordum. O yüzden ona doğru dönüp karışma dercesine gözlerine baktım. Fatih bakışlarını yere doğru eğerken tekrar Ömer Bey’in sesini duydum.
“Boran tüm tehlikeleri bilerek bu işin içine girdi İnci Hanım, emniyet teşkilatını sorguluyorsunuz ama Boran zaten işin ucunda masanın her şeyi öğrenmesini göze aldı. Başına gelebileceklerin de farkındaydı.” Ömer bey kendince açıklama yaparken kaşlarımı çattım. “Başına güvendiği kişiler tarafından bir şey geleceğinden habersizdi ama.” Dedim dişlerimin arasından.
Ömer bey sıkıntılı bir şekilde bana bakarken başımı salladım. “O halde üstlerinize durumu, Boran Demirhanlı her şeyi kabul etti diyerek açıklayıp kendinizi bu şekilde aklayacaksınız, doğru mu anladım?” diye sorarken sesim alaycıydı ama içimdeki öfkeyi zorla tutuyordum. Her kelime, her cümle, tüm bu karmaşanın sonucuydu.
Ömer bey cümlelerimle kaşlarını çattı. “Bir şeyi aklayan yok! Orada yatan benim arkadaşım, senin kadar önemliyse benim için de önemli! Tabii ki kimse aklanmayacak! Sadece bu bir görev ve ucunda her şey olabilir!”
“Siz onun güvenliğini sağlamıyorsanız ortada görev falan yok!” dedim karşılık olarak. Sesim titremesine rağmen kararlıydım. “Görev dediğiniz şey, bir insanın hayatını riske atmak değil, korumaktır. Boran’ı koruyamadınız, bunu kabul edin artık.”
Ömer Bey birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra derin bir nefes aldı. “İnci Hanım, biz elimizden geleni yaptık. Bu işin içinde kimse kazanmaz, sadece kayıplar olur. Boran da bu tehlikeyi bilerek girdi bu işe.”
“Boran’ın bilmesi, sizin hatalarınızı meşrulaştıramaz,” diye karşılık verdim, gözyaşlarımın sessizce yanaklarımda süzülmesine izin vererek. “Eğer koruma görevini yapamıyorsanız, en azından bunun hesabını verin. Ben bunu burada bırakmayacağım.”
Tam o anda Boran’ın sesi bıçak gibi tüm cümleleri yarıda kesti. “İnci…” Fısıltı şeklinde, sanki bir inleme gibi, sayıklama gibi duyulan sesle gözyaşlarım daha da arttı.
Hızlıca Boran’ın yanına ilerlerken elini tuttum sıkıca. Elimi saçlarına yaslayıp alnına düşen saçları uzaklaştırırken alnına küçük bir öpücük bıraktım. “Buradayım canımın içi…” derken sesim duyulmayacak kadar hafifti. “Yanındayım…”
“Buradasın…” Sanki kendini inandırmak istercesine cümlemi tekrarladığında gözlerini hafifçe araladı. Gözleri yarı kapalıydı ama o anki bakışı bütün yorgunluğunu ve acısını saklamaya çalışır gibiydi. Gözleri bulanmaya başlamıştı, derin bir suskunluğun ardından sessizce nefes aldı. Parmaklarım, elindeki güçsüz tutuşuyla birleşti, sanki o küçük temas dünyadaki tüm karmaşayı dondurmuştu.
“Buradayım… Hep yanındayım. Ne demiştin, başımı kaldırdığımda hep seni göreyim istiyorum. Şimdi de ben sana söylüyorum, gözlerini araladığın her anında yanında olacağım sevgilim…” Boran’ın dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıpırdanma oldu.
Nefesi düzensizdi ama o kırılgan bedenin içinden gelen o tanıdık sıcaklık, hâlâ oradaydı. Gözlerinin kenarındaki çizgiler, yaşadıklarının ağırlığını fısıldıyordu. Ama o an, o bakışlarda yalnızca bir şey vardı: bana tutunma çabası.
Parmaklarımı biraz daha sıktı, gücünün son kırıntısıyla. O anki o zayıf temas, bana sayısız kelimeden daha fazla şey anlattı. Diğer elimi yanağına yaslayıp sakallarını okşarken mırıldandım. “Gözlerini kapatsan bile varlığım hep yanında olacak. Söz veriyorum, seni bu karanlığın içinde yalnız bırakmayacağım.”
Gözleri tekrar yavaşça kapandı ama bu kez yorgunlukla değil, huzurlaydı. Bunu biliyordum.
Bakışlarım odanın içindeki Fatih dışındaki ikiliye kayarken ciddi bir şekilde konuştum. “İzninizle.” Bu sert tavrımdan ve sözümden ne istediğimi anlarlarken ikisi de bir şey söylemeden çıktı odadan. Fatih ile göz göze geldiğimizde konuştu. “Bende kapıdayım, bir ihtiyacın olursa ne yapacağını biliyorsun.” Başımı salladım cümlesine karşılık. “Sağ ol Fatih.”
Başını eğip kaldırarak selam verdikten sonra odadan çıktı. Onların çıkışıyla bakışlarım tekrardan Boran’a kaydı. Sedyenin yanındaki sandalyeye otururken parmaklarımla elini okşadım. Nefesini dinlemeye koyuldum. Her ritminde biraz daha rahatlıyor, biraz daha iyileşiyordu sanki.
“İyileşeceksin…” dedim usulca, gözümden akan yaşları durduramadan. “Birlikte bir sabaha uyanacağız. Hiç korkmadan, hiç kaçmadan. Artık sadece seninle ben kalacağız. O çeteler, görevler, kurşunlar… hepsi bitecek. Seni, bütün o karanlığın içinden çekip çıkaracağım. Gerekirse dünyayı karşımıza alırız. Ama bir daha asla… bir daha asla seni böyle görmeyeceğim.”
Kendimce verdiğim bir söz, bir yemindi bu. Yapabileceğimden emin değildim ama yapmak için her şeyi feda ederdim gerekirse.
Boran’ın dudaklarından sessizce bir kelime daha döküldü. “İnci…” Sadece ismimi söylemişti ama öyle derinden, öyle sade söylemişti ki sanki başka hiçbir kelimeye ihtiyaç kalmamıştı. Onun bu acı dolu, kısık inlemesi kalbimi bir kez daha deşerken elimle elini daha sıkı tuttum. “Buradayım…” dedim tekrardan yumuşak bir sesle.
Yanında olduğumu hissetmesi için başımı bandaj olmayan omzuna yaslamadan önce dudaklarımı tenine bastırdım. Ardından başımı yaslayarak elimle elini sıkıca tutmayı sürdürdüm. Kulağıma kalp atışlarının sesini geldiğinde derin bir nefes aldım. Zayıftı belki ama atıyordu. Hayatta olduğu her an, benim için sonsuz bir mucizeydi. Onun kokusu, teni, bedeninden yükselen ateş… tüm bunlar benim için sığınaktı.
Dakikalar birbirini kovalarken gözlerimi Boran’ın yüzünden ayıramadım. Kaşlarının arasındaki hafif gerginlik, huzursuzluğunu yansıtıyordu.
İçimdeki acı çığlık susmuş yerini hüzne bırakmıştı. Bu hayat, beni bu hayatta gerçekten seven inanları almak için çok ısrarcıydı ve bu beni hiç olmadığı kadar korkutuyordu. Gözlerimi kapatarak binlerce kez olduğu gibi yine sevdiklerimin acısını yaşamamak için dua ederken elimle Boran’ın elini sıkıca tutmayı sürdürdüm. Hem onun beni hissetmeye ihtiyacı vardı hem de benim.
Düzenli nefesini dinlemek benim için bir melodi olmuşken vücudumdaki bütün gerginlik, onun varlığıyla çözülmüş yerini yorgun ama huzurlu bir bekleyişe bıraktı…
*****
Saçlarımdaki temasla gözlerimi usulca aralarken nerede olduğumu sorguladım bir an. Sıcacık, yerimi asla yadırgamayacağım bir yerdeydim. Saçlarımdaki temas devam ederken görüş açımın netleşmesiyle olaylar bir bir doldu zihnime. Başımı hızla kaldırdığımda Boran’ın çoktan gözlerini araladığını gördüm. Bir an için afallarken birden oturduğum yerden ayağa kalktım.
“Uyanmışsın…” dedim hafif bir şaşkınlıkla. Ne zaman uyumuştum bilmiyordum. Boran ne zaman uyanmıştı, ne zamandır uyanmamı bekliyordu bilemiyordum. Yine de bunu umursamayarak tekrar konuştum. “Nasıl hissediyorsun kendini? Ağrın var mı? Doktoru çağırayım ben.”
Odadan çıkmak için hamle yaptığım sırada bileğime dolanan elle adımlarım duraksadı. Boran gücünden hiçbir şey kaybetmemişçesine beni kendine doğru çekerken yüzündeki küçük tebessümü gördüm. “İyiyim… seni tekrar gördüm ya çok iyiyim ben İnci’m…”
Cümlesiyle birlikte içimdeki tüm korkular bir anda boşaldı. Gözlerim öyle hızlı, öyle kontrolsüzce dolarken uzanıp yüzünü ellerimin arasına aldım. Sanki avuçlarıma sığdırabileceğim kadar küçülmüştü dünya. Dudaklarım titrerken kelimelerimi tutamadım. “Çok korkuttun beni… Çok korktum, seni kaybettim sandım.” Parmaklarım yüzünün hatlarında gezinirken gözlerini bana dikmiş, hiç kıpırdamadan bakıyordu. Zayıftı, evet… ama o bakışların gücü, bildiğim o güçlü adamdan hiçbir şey eksiltmiyordu.
“Elimi tuttun ya…” dedim, elini biraz daha kavrayarak. “O an anladım. Gitmemişsin. Hâlâ buradasın. Hâlâ benimlesin…” Bir şey demese bile gözleri hafiften buğulanmıştı. Elini usulca kaldırıp yanağıma getirirken akan gözyaşlarını temizledi nazikçe. “Buradayım…”
“İyi ki…” derken dudaklarımı alnına bastırdım usulca. Ardından dudaklarımın değdiği yere alınımı yasladım. “İyi ki benimlesin.”
Geniz temizleme sesiyle kapattığım gözlerimi aralarken alnımı Boran’ın alnından ayırdım. Bakışlarım sesin geldiği yere kayarken Boran’ın ameliyatını yapan doktorun geldiğini gördüm. Dün gece konuşmuştum onunla. Boran’ın durumunun iyi olduğunu teyit etmiştim.
Arkasında da Ömer Bey ve isminin Aylin olduğunu öğrendiğim kadın polis vardı. Onun ismini de dün Fatih’ten öğrenmiştim. Ömer ile birlikte bakıyordu Boran’ın yürüttüğü operasyona.
Bakışlarımı onlardan çekip doktora odaklanırken doktor elindeki tabletten muhtemelen Boran’ın kan değerlerine bakarak konuştu. “Kanlarda bir sıkıntı yok, her şey yolunda görünüyor Boran.” Ardından masanın kenarında duran eldiven kutusundan eldiven giyerek Boran’a yaklaştıktan sonra omzundaki bandajı açtı yavaşça.
Gözlerim yaraya kaydığında gördüğüm dikiş iziyle yüzümü buruşturdum. Çok acıyor olmalıydı. Doktor fazla müdahale etmeden yarayı kapattıktan sonra eldivenlerini çıkartıp çöpe attı. Ardından uzanarak Boran’ın sağ elini tuttu. “Elimi sıkabilir misin?” Boran, doktorun isteğini yaparak elini sıkarken derin bir nefes verdim ama konuşmadan da edemedim. “Bir sorun yok değil mi?”
“Hayır, genel kontrol. Kurşun sinirlere gelmemiş çok şükür ki.” Duyduğum cümleyle içim rahatlarken bu sefer Boran’ın kolunu tutup kaldırdı hafifçe. Bu hareketle Boran’ın yüzü buruşurken doktor fazla zorlamadan bıraktı tekrar. “Her şey yolunda görünüyor. Kolunu bir süre, en azından birkaç gün sabit tutman iyi olur. O yüzden askılık vereceğim.”
Boran sıkıntılı bir nefes verdi dudaklarının arasından. “Askılık mecbur mu?” Cümlesiyle kaşlarımı çattım ve konuştum. “Tabii ki mecbur, iyileşmesi için gerekiyorsa muhakkak takacaksın.” Boran cümlemle bana bakarken doktor bıyık altından güldü. “İnci Hanım’a katılıyorum tamamen.”
“Bekir amca…” diye yakındı Boran. Böyle samimi konuştuğuna göre tanıyordu. Bekir Bey elini Boran’ın omzuna doğru yaslarken konuştu. “Ucuz atlattın evlat, şimdi kahramanlık yapıp her şeyin yoluna girmesini bekleme. En azından iki gün tak askılığını.”
Boran mecburen başını salladı. “Emir büyük yerden” Deyip bana baktığında dudaklarımı birbirine bastırdım gülümsememek için. Formuna dönüyordu yavaş yavaş. Bakışlarını benden çekip Bekir Bey’e bakarken tekrar konuştu. “Çıkabilir miyim şimdi?” Aynı merakla bende Bekir Bey’e baktığımda Bekir Bey konuştu. “Akşam kan değerlerine tekrar bakalım, ondan sonra çıkartırız muhtemelen. Geçmiş olsun.”
“Sağ olun.” Dedim minnettar bir biçimde. Duyduklarımla için rahatlamıştı. Muhtemelen buradan çıkıp bizim eve geçerdik. Evdekilere askılığı anlatmak biraz zor olurdu. Kırıldı desek nasıl olduğunu sorgularlardı. Öylesi daha iyiydi, ben gözüm gibi bakardım Boran’a. Yanından bir saniye bile ayrılmazdım.
Bekir Bey odadan çıkarken Ömer’in sesini duydum. “Müsaade var mı?” Boran başını sallarken karşılık verdi. “Buyurun komiserim, müsaade sizin.” Bakışlarımı onlara çevirmeden direkt olarak monitöre bakarken ikisinin de yanımıza yaklaştığını işittim.
Sessizce yanlarında dururken Boran konuştu. “Ateşi kimin ettiği hakkında bir fikriniz var mı?” Sorusuyla birlikte bakışlarım Ömer Bey’e döndü. Bakışlarımız anlık olarak buluştuğunda Ömer cevap verdi. “Bizim ekipten, keskin nişancı.” Boran’ın tepkisini ölçercesine ona bakarken Boran’ın gözlerinde anlık bir şaşkınlık oluştu.
“Keskin nişancı mi?” dediğinde sesinde bir tür hayal kırıklığı, bir tür anlamlandıramama hâli vardı. O güçlü, her zaman kontrolü elinde tutan adamın yerini, bir anlığına da olsa gözleriyle cevabı arayan, zihninde olan biteni tartmaya çalışan bir adam almıştı.
Ömer Bey başını salladı. “Ne yazık ki.” Tam o anda Aylin Hanım girdi konuşmaya. “Her şey anlık gelişti. Sizden biri silahına davrandığı için refleksle hareket etti. O an siz, saniyelik bir zaman diliminde görüş hattına girdiniz. Sizi vurmak istemedi. Ama sonuç değişmedi. Kurşun sizi buldu.”
Boran başını hafifçe eğdi, bakışları bir noktaya sabitlendi. Sanki içindeki düşünceleri sıraya diziyor, her birini tartıyor gibiydi. Ne bağırdı, ne öfkelendi. Bu daha çok yorgun bir suskunluktu. “Anladım. Operasyonların bazen bu denli tehlikeli olabileceğini biliyordum zaten de bu kadar çabuk beklemiyordum bunu.”
Kabullenircesine söylediği cümleyle kaşlarım çatıldı. Bu kadar kolay mıydı her şey?
“Anlaşma yapılırken bu da vardı içinde, tehlikeyle her an burun buruna olma. Ama temin ederiz ki bir daha böyle bir hatayla karşı karşıya kalmayacaksın. En profesyonellerden oluşan bir ekibin kurulması için talimat verdi Savcı Bey.” Ömer Bey açıklama yaparken Boran başını salladı belli belirsiz. Bense mırıldandım. “Keşke en başında düşünseydiniz bunu.”
Üçünün bakışları da bana döndüğünde Aylin hanım imalı bir şekilde konuştu. “Boran Bey, anlayışınız bizim için çok önemliydi. Çünkü açıkça söylemek gerekirse anlayış, saygı ve bu işe girerken bir şeylerin farkında olmak bizim için önemliydi. Bu karşılığı alamadık ilk önce fakat şimdi görüyorum ki siz eşinizle farklı fikirdesiniz.”
Aylin’in kelimeleri odaya serildiğinde, içimde önce bir soğukluk yayıldı. Her ne kadar sesi ölçülü, kelimeleri özenli seçilmiş olsa da, sözcüklerin altındaki dokunuş pürüzsüz değildi. Bu kadar yoğun, bu kadar hassas bir anda, yaşanan bunca şeyin ardından hâlâ beni ölçmeye çalışıyor oluşu… mide bulandırıcı bir kibarlığın içindeki iğneydi.
Başımı bir anlık eğip gözlerimi yere indirdim. Sessizliğim, öfkemin ön sözleri gibiydi. Ardından gözlerimi onun gözlerine sabitledim. “Ben bu işe, Boran’la birlikte girmedim.” dedim. “Boran bu kararı alırken ben sadece yanında olmayı seçtim. Anlaşmayı yapan sizdiniz, ben değilim. Ama yaşanan olayın bedelini ben ödedim.”
Aylin’in bakışları, saniyelik bir kırılmayla çatladı. Dudakları arasına hafif bir soluk sıkıştı. Ama ben durmadım. “Siz buraya saygıdan, anlayıştan ve farkındalıktan bahsetmeye geldiniz. Ben ise sevdiğim adamın ölümle burun buruna geldiği anı izledim. Elini tutarken, vücudu soğurken dua ettim. Sadece hatanız için değil, bir daha görememekten korktuğum gözleri için... Şimdi hiç kimse bana saygıdan bahsetmesin.”
Sözlerim havaya dökülürken odada bir uğultu oluştu, sanki sessizliğin bile ağırlığı vardı artık. Gözlerimin içine bakamayan Aylin, sadece bir adım geriye çekildi. Omuzları hafifçe düştü ama yüzünde hâlâ o kurumsal ciddiyet maskesini taşıyordu. Ne var ki artık o maske çatlamıştı. Gözlerinin kıyısında, sözlerimin keskinliğiyle sarsılmış ama bir yandan da sindirilmiş bir gerçeklik vardı.
Ömer’in yüzüne kısa bir bakış attım. O da sessizdi. Ne diyeceğini ne zaman devreye girmesi gerektiğini kestiremeyen bir hâl içinde, dudaklarını birbirine bastırıp sadece Boran’ı izliyordu. Ama Boran bana bakıyordu. Her kelimemi, her kırılmamı, her kızgınlığımı sanki yıllardır bekliyormuş gibi... gözlerini gözlerimden bir an bile ayırmadan.
Ben nefes almaya bile çekinirken, sözlerimin bıraktığı izleri hâlâ içimde yankılanırken, onun bakışı yavaşça elimden tutup beni su yüzüne çıkarıyordu. Ama henüz oradan çıkmaya hazır değildim. İçimde öyle çok şey birikmişti ki…
“Ben ne askeri bir görevdeydim ne de operasyonun bir parçasıydım.” dedim sesimi biraz daha alçaltarak ama her kelimeyi keskinleştirerek. “Ama Boran’ın yaralandığını öğrendiğim an sanki kurşunu kalbime yiyen bendim, daha birkaç saat önce gözlerini açmadan yanında olacağım diye benimle vedalaşan adamın bu yatakta yaralı bir şekilde yattığını gören bendim.”
Aylin başını eğdi. Bu sefer ne bir cevabı ne bir savunması vardı. Sadece sessizlik... bu kez sığınılacak değil, yüzleşilecek bir şeydi onun için.
“Ben hâlâ o anın içindeyim,” diye devam ettim. Gözlerim yaşla değil, içimdeki yükle doluydu. “Siz belki o günü raporlarla kapatıp arşive kaldırırsınız. Ama ben her gece yeniden yaşayacağım. Her uykumun kıyısında Boran’ı kaybetme korkusuyla uyanacağım.”
O an Boran usulca başını eğip elimi tuttu. Başparmağını avuç içimde gezdirerek sanki beni buradayım diye ikna etmeye çalışıyordu. Sessizdi ama yıkılmıştı. Sözlerimi susturmak istemiyor ama acımın ona nasıl değdiğini hissediyordu.
Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde bir şey söylemedi ama gözlerinden içinden aslında ne geçtiğini anladım. “Seninle gurur duyuyorum. Hem kalbinin gücüyle, hem de bana sahip çıkışınla.”
Yutkundum. Gözlerim bu kez istemsizce doldu. Duygularımın kırılganlıkla değil, sahicilikle taşlaştığı o anda bile onun sesi beni iyileştiriyordu. Ama hâlâ söyleyeceklerim bitmemişti.
Bakışlarımı yeniden Aylin’e çevirdim. Artık ne öfke vardı gözlerimde ne de sitem. Sadece hakikatin sert, soğuk gerçeği vardı. “Saygı, karşılıklı olur,” dedim. “Ve ben saygıyı, kalbime saplanan bir kurşunun ardından değil... onun hiç saplanmaması için harcanan emekte ararım. Artık bunu sizden beklemiyorum.”
Aylin, dudaklarını aralamaya yeltenir gibi yaptı ama bir kelime bile dökülmedi. O an, söz hakkı artık ona ait değildi. Söz hakkı yaşanana, kalana, dayanmak zorunda kalana aitti.
Ömer, gerginliğin çözülmeye başladığını sezmiş olacak ki sessizce bir adım attı. Gözleri Boran’da sabitlendi. “Sana, size borçlandık.” Derken bakışlarını anlık olarak bana çevirdi. Ardından tekrar Boran’a dönüp sözlerine devam etti. “Ekibimiz, bu olaydan sadece bir yara değil, bir ders çıkardı. Dilerim bu son olur.”
“Son olacak zaten.” Dedim kararlı bir şekilde. “Bu böyle devam edemez. Masaysa masa, yeteri kadar delil toplamadınız mı zaten? Sevkiyat fotoğrafları elinizde değil mi? Daha neyi devam edecek?”
Sözlerim Ömer’e yönelmişti belki ama asıl hedefim orada, yatakta uzanan adamdı. Kalbimi hâlâ avuçlarında tutan ama onu tekrar riske atmaya hazır olan adam. Gözlerimi ona çevirdiğimde, bakışlarımız çarpıştı. Boran bir an sessiz kaldı. Ardından yorgun ama net bir sesle karşılık verdi. “Delil başka, çözülme başka İnci. Her şey göründüğü kadar basit değil.”
İçimde bir şey kıpırdadı. “Basit değil mi?” dedim neredeyse acıyla gülümseyerek. “Sana sıkan kurşunun hesabı daha sorulmamışken hâlâ bu masaya oturmak mı istiyorsun?” Başını kaldırdığında gözleri bir an için karardı ama öfkeden değildi inattandı. “Sadece kendimi düşünmüyorum. Bu masa çökerse sadece ben değil, ardımdan onlarca insan kurtulur. Onlar hâlâ tehlikede.”
“Ya sen?” derken sesim titredi. “Sen neredesin o tabloda? Seni o listeden kim çıkaracak Boran?”
Sessizlik…
Bu sefer uzunca sürdü o sessizlik. Boran gözlerini kaçırmadı ama cevap da vermedi. Bunun cevabı yoktu. O hep böyleydi. Kendini değil, başkalarını kurtarırdı. Ama ben... ben sadece onu istiyordum. Sağ salim. Hayatta. Yanımda.
“O kadar kolay mı ya?” diye fısıldadım. “Bir kurşunla hayatta kalıp sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etmek? Hiç düşündün mü, bu kez gitseydin ben ne yapacaktım?”
“Bunu düşünmesem burada oturmam zaten!” diye yükseldi sesi. Ardından başını iki yana sallayıp daha alçak bir tonda devam etti. “İnci, ben senin ne kadar yandığını biliyorum. Ama bu işi yarım bırakırsak bizim yaşadığımızın aynısını başkaları da yaşayacak. Kaldı ki bizde sınanmaya devam edeceğiz. Buna göz yumamam.”
“Göz yummuyorsun, kendini feda ediyorsun!” dedim bir adım geri çekilerek. “Ve ben artık buna katlanamıyorum!” O an boğazım düğümlendi. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Boran bir şey diyecek gibi oldu ama ben parmaklarımı kaldırıp susturdum onu. “Bir şey söyleme. Çünkü ne dersen de, beni yine haklı çıkaracaksın. Ve ben... ben haklı olmak istemiyorum Boran. Ben seni istiyorum. Hayatta, bizimle, benimle...”
İç çektiğimde göğsümün tam ortasında bir acı hissettim. “Senin doğru bildiğin her şeye saygı duydum Boran. Her kararına… her riskine. Çünkü seni sevdim. Korkularını bile sevdim. Ama sevdiklerimiz, kendini bile bile ateşe atarken sadece izlemek... bu, sevgi değil artık. Bu işkence.”
Boran’ın bakışları yerinden kıpırdamadı. Sessizliğinde öyle bir direnç vardı ki... neredeyse ona sarılıp her şeyi unutasım geliyordu. Ama yapamazdım. Bu kez gerçekten yapamazdım. “Ben seni gözümle izleyerek değil, elimle tutarak sevmek istiyorum Boran.” dedim. “Adını bir dosyada değil, adımın yanında duymak istiyorum. Her sabah uyanıp yanında olduğundan emin olarak nefes almak istiyorum. Hastane odalarında değil, kahvaltı sofralarında bulmak istiyorum seni…”
Boran başını yere doğru eğdiğinde bir süre bekledim. Sadece tamam diyecekti, daha fazla bu işkenceyi çekme diyecekti. Ama söylemedi. Sadece sessiz kaldı. Hayal kırıklığı ile yüzüne bakarken dudaklarımda acı bir tebessüm oluştu. “Ben ne söylersem söyleyeyim fark etmeyecek değil mi? Çünkü sen hep kendi bildiğini, kendi istediğini yaparsın.”
Sözlerim havada asılı kaldı; karşımda duran adamın gözleri hâlâ bana dönmemişti. İçimde hem bir aşk, hem bir öfke vardı. İkisi de birbirine karışmış, içimi kavuruyordu. O anda anladım ki ne kadar istesem de, bu savaşı birlikte bitiremeyecektik. O, kendi yüküyle savaşmaya devam edecekti ve ben de kendi kalbimi parçalayarak yanında olmaya çalışacaktım.
Bir adım geri çekildim. Ellerimi yumruk yaparak içimdeki acıyı bastırmaya çalışırken kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkarken Boran’ın sesi arkamdan yükseldi. “İnci…”
Ama ben dönmedim. O kelime, binlerce anlam taşıyordu; bir yalvarış mı, bir pişmanlık mı, yoksa sessiz bir “Lütfen kal” mıydı bilmiyordum. Ama kalmak istemiyordum. Çünkü biliyordum daha fazla kalırsam kırılacaktık. Ben bunu istemiyordum.
Kalbim sızlayarak odadan çıktıktan sonra evin dışına doğru ilerledim. Bahçeye çıktığımda tanıdık korumaları gördüm. “İnci hanım bir şey mi istemiştiniz?” Sordukları soruya başımı iki yana sallayarak cevap verdim. “Hayır.”
Karla kaplı taş yolda ilerlerken gözüm bahçenin kıyısında, biraz yukarıda duran büyükçe taş parçasına takıldı. Sert ve griydi… tıpkı hissettiklerim gibi. Onun üzerinden görülen manzara sonsuz gibi uzanan, dalgaların yavaşça kıyıya çarpıp geri çekildiği o koca boşluktu…
O taşa yöneldim. Üzerinde kar birikmişti ama umursamadım. Ellerimle hafifçe sıyırıp kenarına iliştim. Soğuk taş bedenimi titretse de hiç kıpırdamadım. Kollarımı kendime sardım. Nefesim, soğuk havada buğulanıyor, ciğerlerim her solukta biraz daha yanıyordu. Ama asıl acı, içimdeydi.
Başımı hafifçe kaldırdım. Önümde deniz vardı… sonsuz, puslu. Ufuk çizgisi, gökyüzüyle karışmış. Neresi su, neresi hava belli değildi. Aynı benim gibi… içimde neyin acı, neyin umut olduğu ayırt edilemiyordum artık. Her şey birbirine karışmıştı.
Sonunda kendimi bıraktım… İçimde kabaran, sessizce biriktirdiğim, yutkunduğum her şey dudaklarımdan değil ama gözlerimden dökülmeye başladı. Gözyaşlarım, soğuk tenime karışarak süzüldü yanaklarımdan. Bir anda değil… yavaş yavaş, usul usul… sanki kalbimden taşan bir hüzün gibi.
Omuzlarım titrediğinde, soğuktan mı yoksa içimdeki kırgınlıktan mı olduğunu ayırt edemedim. Dizlerimi kendime çektim ve başımı kollarıma gömdüm. Sessizlik öyle yoğundu ki, içimde kopan fırtına bile usul usul esiyordu artık.
Ama aslında bu… bu bir yalnızlık değildi. Ben yalnızlığa alışkındım. Sessizliğe, kenarda kalmaya, gölgede beklemeye. Benim canımı yakan şey yalnız kalmak değildi, onu kaybetme ihtimaliydi.
Kalbimin tam ortasında bir sızı… yavaş yavaş büyüyen, genişleyen, nefesimi kesen bir korku vardı. Boran’ı bir kez daha… ama bu kez geri dönüşsüz bir şekilde kaybetmek. Onunla geçireceğim yıllar varken, bir gecede sadece anılara mahkûm kalmak. O ihtimal… o korkunç ihtimal… içimi yakıyordu.
Ben bencil miydim?
Evet.
İçimde bir yer, sadece onu istiyordu. Ne operasyonlar ne görevler, ne savaşlar… Sadece sabah gözlerini açtığında bana gülümseyen o adamı istiyordu. Sadece “günaydın” deyişini, sadece kahvesini şekersiz içişini, sadece bana ait oluşunu…
Bunu istemek bencillikse ben… evet, sonuna kadar bencildim.
Ama bu bencillik, sevgiden doğuyordu. Sevgiden, korkudan, kaybetmenin içime işlediği o derin karanlıktan.
Boran bir kahramandı, evet. İnsanlara yardım etmek istiyordu. Mazlumun elinden tutmak, karanlığa ışık olmak… onun inancıydı bu. Ona âşık olmama sebep olan şeydi belki de onun vicdanı, onun duruşu.
Ama ben… ben her gece onun yokluğunda dua eden kadındım.
İyilik yaparken kendini yakan bir adamı sevmek… Gururla eşit, korkuyla yaralı bir şeydi.
Soğuk tenime işlerken içimdeki çelişkiyle baş etmeye çalıştım. Bir yanım onunla gurur duyuyor, diğer yanım onunla savaşıyordu. İçimde iki kadın vardı sanki; biri onun için dua eden, diğeri onu o dualardan kurtarmak isteyen...
Birden omuzlarıma bırakılan kabanla irkildim. Geriye doğru döndüm kim olduğunu görebilmek için. Fatih’ti gelen. Üzerindeki kabanı çıkarmış usulca benim omuzlarıma yerleştirmişti. Karla ıslanmış saçları alnına düşmüş, yüzünde yorgun ama anlayışlı bir ifade vardı. Elindeki telefonu bana doğru uzattığında sesi alçak, neredeyse bir fısıltı gibiydi.
“Defne Hanım aradı, sizi evde göremeyince merak etmiş olabilir.”
Bir an nefesim kesildi. Boğazımda bir şey düğümlendi. Kendimi toparlayarak telefonu aldım. Ekranda Defne'nin adı yanıp sönüyordu. Parmaklarım istemsizce kaydı yeşil tuşa. Hafifçe burnumu çektikten sonra sesim titremesin diye yutkundum. “Defne?”
“Canım, neredesiniz?” Sesindeki panik dolu ton hemen kulaklarıma çarptı. “Kahvaltıya çağırmak için gelmiştim ama yoksunuz merak ettik.” Derin bir nefes alıp sesime olabildiğince neşe katmaya çalışarak cevap verdim. “Erken çıktık bugün canım, malum bir haftalık tatil girince araya işler birikti.”
“Doğru söylüyorsun, iyi bari bir şey olmasın da.” Dedi Defne rahatlamış bir tonla. Gözlerimi kapatarak ona yalan söylediğim için konuşan vicdanımı susturmaya çalıştım. Ama nafileydi. “Bir sorun yok.” Dedikten sonra ekledim. “Akşam da gelemeyeceğiz muhtemelen, evimize geçelim dedik birkaç günlüğüne.”
Defne’nin sesi yumuşadı. “Ahh ne güzel düşünmüşsünüz. Tamamdır, ben evdekilere söylerim. Bir şeye ihtiyacınız olursa haber ver olur mu?”
“Tabii veririm, sende ihtiyacın olduğunda ara lütfen.” Dediğimde karşılık verdi. “Tamamdır. Öpüyorum seni.”
“Bende.” Dedim sesimi sevecen tutmaya çalışarak. Telefonu kapattıktan sonra dizlerimin üzerine bırakarak Fatih’e baktım. “Teşekkür ederim…”
Fatih belli belirsiz tebessüm ederken gözlerimi ondan çekerek denize çevirdim tekrardan. Yanımda kıpırtı hissettiğimde yanımdaki taşa, aramızda boşluk bırakarak oturduğunu gördüm. Ona baktığım için saniyelik olarak bakışlarımız buluştu. Ancak bir şey söylemedi. Ne neden ağladığımı sordu, ne de neden burada yalnız oturduğumu…
Bir süre sadece denize baktık. Kar sessizce yağmaya devam ederken o sessizlik içinde bir ağırlık daha vardı: anlayış.
Sonunda sakin sesini işittim. “Boran abinin başına bir şey geldiğinde biz de çok korkarız.” Ne demek istediğini anlamaya çalışırcasına ona doğru döndüm. Fatih ise bana bakmıyordu, denize bakıyordu. “İnsan sanıyor ki korkan sadece sevdiğidir. Ama bazen korku, bir ekibin nefes alışına kadar siner. Yani Boran abi düşse, biz de düşeriz.”
Bir anlık duraksayarak bana baktı. “Fark şu ki, biz ayağa kalkmak zorundayız. Sen… kalbini toplayarak devam ediyorsun ve ikisi bambaşka şeyler.” Kendi çıkarımını dile getirdiğinde boğazımda bir düğüm oluştu. Birkaç saniye sessiz kalsam da karşılık vermeden edemedim. “Siz alışkınsınız…” dedim kısık bir sesle. “Ben değilim.”
Fatih cümlemle tekrar bana baktığında göz göze geldik. “Alışılmaz, yenge.” dedi. “Sadece katlanılır. Çünkü bazı insanlar için bu hayatta iki seçenek vardır: ya savaşırlar… ya da sevdiklerini geride bırakıp saklanırlar. Boran abi birincisini seçti. Zaten ikincisini seçmek asla ona göre değil. Ama inan… seni geride bırakmayı hiçbir zaman istemedi.”
Kalbim bir anlığına sıkışırken gözlerimi kaçırdım. “Beni korumak için savaşıyor ama ben neden her seferinde daha fazla yaralanıyorum?” Fatih, bu kez cevap vermedi. Çünkü bazen bazı soruların cevabı yoktu ya da öyle ağırdır ki taşımaya herkes cesaret edemezdi.
“Sadece bir kere arkasında bıraktı seni, o da Lucas’la gördüğü zamandı.” Fatih sanki benim cümlemi duymamış gibi kendi cümlesini sürdürürken kaşlarımı çattım. Giray ile Korkut söylemişti Fatih her şeyi biliyor diye. Hiçbir zaman belli etmemişti ama şimdi söylüyordu. “Ama şimdi bırakmaya hiç niyeti yok, hele ki artık her şey yoluna girmişken…”
Başımı yere doğru eğerek bir cevap vermedim. Fatih ise devam etti sözlerine. “Yavuz Bey yaşarken teklif etmişti bunu ona. O masaya geç, ikimiz birlik olalım, dünyanın hâkimi oluruz diye. O gün geçebilirdi, yine polisle iş birliği yapıp babası dahil herkesi bitirebilirdi. Polise bildirdi bu durumu ama her şey el altından halledildi orası ayrı bir konu. Ama bu kez oyunu içeriden bozmaya karar verdi. Çünkü artık kaybedeceği biri var, o da sensin.”
Sadece sustum. Çünkü bu cümle, içimde öyle bir yere değdi ki… Boğazım düğümlendi, içimdeki bütün isyan, o dört kelimenin gölgesinde küçüldü sanki. Boran’ın kararlarını, doğrularını, hatta karanlıkla olan bağını kırabilecek kadar güçlü müydüm onun kalbinde? Öyleydim.
O masaya beni kaybetmemek için oturduğunu da biliyordum. Ama bu, her şeyi kolaylaştırıyor muydu? Hayır.
Gözlerimi tekrar denize çevirdim. Ufuk hâlâ griydi. Ama içimde bir renk beliriyordu. Belki kırık dökük bir inanç, belki yorgun bir umut. Belirmek zorundaydı çünkü. O umut olmazsa yaşanmazdı.
“Ben… onun kararlarını anlamaya çalışıyorum Fatih.” dedim fısıltıyla. “Ama anlamakla katlanmak aynı şey değil. Ben onun ne yaptığını biliyorum. Niye yaptığını da. Ama bazen sadece… onun geri döneceğinden emin olmak istiyorum. O kadar.”
Fatih başını salladı anlayışla. “O da bunu istiyor aslında. Sana her dönüşü, bir sınav gibi yaşıyor. Ama sen onun limanısın yenge ve limanlar kolayca terk edilmez. Kaptan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın… bir gün geri döner.”
O an içimde bir şey çözüldü. Belki öfke, belki hayal kırıklığı... Yerine yorgun ama yumuşak bir kabulleniş yerleşti. Aşk bazen çırpınarak yaşanmazdı. Bazen sadece bekleyerek sevilirdi. Sessizce. Umutla. Başımı sallayarak onayladım. Gözyaşlarım kurumamıştı ama artık donmuyordu. “Ben sadece… onun bu savaştan sağ çıkmasını istiyorum Fatih. Kahraman olması gerekmiyor. Sadece sağ olsun, benim olsun.”
“Sen bilmezken bile hep senindi zaten, temin ederim bu konuda seni.” Dediğinde yutkundum. Fatih benim bilmediğim çok şey biliyordu. Sormazdım, o da anlatmazdı elbette ama sözleriyle hissettiriyordu işte.
Bir süre daha sessizlik sürdü aramızda. O sessizliğin sonunda Fatih ayağa kalktı usulca. Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde ceketinin iç cebine uzandı ve siyah deri bir cüzdan çıkardı. Kimin olduğunu biliyordum. Sessizce bana doğru uzattı. “Bu, ameliyattan sonra kıyafetleri alınırken cebinden çıktı.” dedi. “Seni görünce getirmek istedim.”
Cüzdanı elime aldım. Derisi yeniydi fakat bir köşesi hafifçe ıslanmış ve üzerinde kurumuş kan izleri vardı. Gözlerim dolarken parmaklarım yavaşça titremeye başladı. Cüzdanı usulca açtım. İçinden birkaç kart, biraz nakit para, eski bir fiş… ve bir fotoğraf çıktı. Bir fotoğraf… benim fotoğrafım.
Aylar önce çekilmişti belki, bilmiyordum. Gülümsememin tam ortasında çekilmiş, rüzgârın saçlarımı savurduğu, Boran’ın gizlice yakaladığı bir kareydi bu. Belki habersizdim o anda ama şimdi… kalbim çırpınmaya başlamıştı.
Fotoğrafın kenarına bulaşmış solgun kan izleri, içimi dağladı. Sanki bir savaş alanının ortasında bile beni yanında taşımıştı. Kurşun omzuna saplanırken bile… ben, kalbinin hemen yanındaydım. Parmaklarımın arasındaki fotoğrafı titreyerek tuttum. Gözyaşlarım, karla karışıp yanağımdan süzüldü.
Fatih sessizdi. O her zaman olduğu gibi sadece dinliyordu. Sözlerin en ağır olanları, bazen sessizlikle taşınırdı. Başımı eğdim, cüzdanı göğsüme bastırdım. İçimde bir şeyler kırıldı sanmıştım ama şimdi fark ediyordum… aslında kırılmamıştı, sadece yerinden oynamıştı bazı şeyler. Duygular, inançlar, korkular… hepsi sarsılmıştı. Bu fotoğraf… bir kâğıt parçası değildi. Bu, onun susarak söylediği her şeyin, dile dökülmeyen sevdanın, saklı kalan yanlarının kanlı ve sessiz ispatıydı.
“Teşekkür ederim, Fatih…” diye mırıldandım minnettarca. Fatih bir adım geriye doğru giderken başını eğip kaldırdı. “Bir şeye ihtiyacınız olursa buradayım.” dedi, alçak ve kararlı bir sesle. Ardından yanımdan ayrılarak eve doğru ilerledi.
Denize baktım yine… o puslu ufka, griyle mavinin birbirine karıştığı o çizgiye. Daha önce aynı çizgide kaybolacakmışım gibi hissetmiştim. Ama şimdi… o boşluk içimi çekmiyordu artık. Belki hâlâ derindi, belki hâlâ bilinmezdi ama artık korkutucu değildi. Çünkü içimde yeni bir gerçek vardı.
Cüzdanı hâlâ göğsümde tutuyordum. Sanki birazdan kaybolacakmış gibi, elimden uçup gidecekmiş gibi korkuyla sıkıyordum parmaklarımı. İçindeki fotoğrafı dikkatlice yerleştirmiştim tekrar yerine. Gülüşümde sakladığı o özlemi, o zamansız anı, bakışını, sevgisini her şeyi biliyordum, kalbimde hissediyordum.
Ama sevgi yetiyor mu? Bir taraf savaşırken, diğer taraf sadece dua ediyorsa… bu, sevgi mi olurdu, özleme mi dönerdi? Ben onun yanında yaşamak istiyordum, arkasından ağlamak değil. Ama bu dünyada, Boran gibi insanlar ya kendilerini yakardı ya da her şeyi yakarak ayakta kalırlardı ve ben… bu ateşin ne kadar yakıcı olduğunu yeni yeni anlıyordum.
Korkuyordum. Onu kaybetmekten, onu bu sefer gerçekten toprağa vermekten, bu kez sadece “tehlikede” değil de “yok” olmasından… Yokluğu, nefessizlik gibiydi. Bir ömür göğsümün üstünde duran bir taş olurdu. Ama onu bırakmak…Ona sırt dönmek…O taşın kendisi olurdu.
İşte bu yüzden, istemesem de aklım almıyor olsa da, içim ezilse de… Kalbim bir şey söylüyordu: “Bu adam seni seviyor, İnci. Hem de senin anlayabildiğinden çok daha büyük bir yerden. Hem de senin ona bağırdığın her kelimeyi içine çekerek… susarak.”
Evet, hâlâ kırgındım. Evet, hâlâ kabul edemiyordum kendini yok sayışını. Ama…Seviyordum onu. Sonuna kadar. Sonu olsa da, olmasa da çok seviyordum. Kahraman olmasını istemiyordum. Hayatta kalmasını istiyordum. Yanımda olmasını… benimle, bizimle… her sabah yeniden nefes almasını. Ama biliyordum, bazı insanlar sıradan hayatlara sığmazdı ve Boran’da kalabalıkların bile yalnız bıraktığı adamlardandı.
Ve ben…Böyle bir adamı sevmeyi seçmiştim. Sıradan bir aşk yaşanamazdı onunla. Ama derin bir sevda, köklerinden sarsan bir bağ… işte o olurdu.
Gözlerimi kapattım. Gözyaşım akmadı bu sefer. Sadece içimdeki sevdaya sıkı sıkı sarıldım. Boran’ı ikna edemeyecektim biliyordum. Ama belki de mesele o değildi. Belki de mesele, onu sevmeye cesaret edebilmekti. Tüm korkulara rağmen… Tüm kaybetme ihtimaline rağmen…
"Ben onun karısıyım," diye geçirdim içimden. "Onun her savaşı bende de iz bırakacak. Ama onunla yan yana yürümek… işte o, yaşamak demek."
Ve ben yaşamayı seçiyordum.
Onunla.
Her şeye rağmen.
Usulca ayağa kalktığımda kabanın etekleri dizlerime kadar sarkıyordu. Cüzdanı cebime koyarak adımlarımı eve yönlendirdim. Kapıya ilerlediğimde ilk önce Fatih çarptı gözlerime, sonra da hemen yanındaki Aylin Hanım. Gözlerimi kısarak ikisine baktım. Aylin Hanım elindeki çay bardağını uzatıyordu Fatih’e. Aylardır işbirliği yaptıklarını düşünürsek bu samimiyet normaldi. Fakat Aylin’in yüzündeki titrek tebessüm farklı anlamlar taşıyor gibiydi.
Adımlarım kapıya yaklaştıkça Fatih’in bakışları bana doğru döndü. Üzerimdeki kabanı çıkartarak ona doğru uzattım. “Teşekkür ederim. Yıkayıp vermek isterdim ama şartları biliyorsun.” Deyip duraksadıktan sonra ekledim. “Eve geçtiğimizde mutlaka yıkayacağım, şimdi üşümene gönlüm razı gelmez.”
“Kalsaydı yenge.” Dedi Fatih anında. Başımı iki yana salladım. “Ben içeride olacağım, orada gerek yok.” Fatih belli belirsiz başını sallayarak elimdeki kabanı alırken beklemeden içeri girdim. Aylin konuşurken ikimizi sessizce dinlemişti ama en çok bakışlarını kendi üzerimde hissetmiştim. Bilerek de ona bakmamıştım. Özellikle beni Boran’a şikayet eder gibi konuşması sinirime dokunmuştu çünkü.
İçeri girdiğimde adımlarımı direkt olarak Boran’ın yattığı odaya attım. Koridoru döndüğüm anda görüş açıma girdiğinde yatakta uzandığını gördüm. Gözleri açıktı ve karşıya bakıyordu. Bu yüzden anında göz göze gelmemiz kaçınılmaz olmuştu. Sanki gelmemi bekliyordu tedirgince.
Bakışlarımı kaçırmadan yanına doğru ilerlediğimde gözlerim yatağın ucundaki masaya takıldı. Bir tepsinin üzerinde yemek çeşitleri vardı. Muhtemelen yeni gelmişti çünkü çorbanın dumanı tütüyordu. Boran yerinde doğrulmaya çalıştığında yüzünü buruşturdu. Anında yanına ilerlerken fısıldadım. “Yavaş ol, kalkma hemen.”
Hastane yatağı olduğu için hızlıca kumandasından yatağın sırt kısmını kaldırdım. Böylece kendisinin çaba sarf etmesine gerek kalmamıştı. “Yemeğin soğumasın.” Diyerek tepsiyi elime alarak yanına ilerledim. Yatağın boş kalan kısmına oturarak tepsiyi Boran’ın dizlerinin üzerine bıraktım. Sağ kolundan yaralanmıştı. Kendi yiyemezdi. O yüzden çorba kasesini elime alarak kaşığı daldırdım.
Kaşığı ağzına doğru uzattığımda gözlerini gözlerimden ayırmadı. Bakışları o kadar masumdu ki, her şeyi bırakıp sarılma isteği getiriyordu içime. Ancak bunu sonraya saklayacaktım. İtiraz etmeden çorbasını içerken bir şey söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibi bakmaya devam etti.
“Şu yeşillerin için dünyayı karşıma alırken kıpkırmızı olmasının nedeninin ben olduğumu bilmek canımı öyle yakıyor ki. Şu kurşun yarasından daha çok yemin ederim…” Dudaklarının arasından titrek bir nefes vererek söylediği cümleyle yutkundum.
Bir an konuşmadım. Kaşığı geri kâseye bıraktım. Gözlerim Boran’ınkine takılı kaldı. Cümleleri hâlâ kulağımda çınlarken sessizce derin bir nefes aldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü ilk defa onun bu kadar açık, bu kadar kırılgan olduğunu görüyordum.
“Ben üzülünce, ağlayınca senin canın yanıyor ama sen kendini ateşe attığında benim neler hissettiğimi hiç düşündün mü?” diye sordum sonunda. Sesim yumuşaktı, öfke yoktu içinde. Sadece yorgunluk, kırıklık ve bitmek bilmeyen bir sevgi vardı. “Her operasyonda, her tehdidin içinde adını duyduğumda içime inen sessiz çığlıklar var benim. Senin yerini alacak hiçbir şey yok ve senin bunu bile bile kendini riske atman... evet, beni kahrediyor.”
Boran başını eğdi cümlelerimle. Göz kapakları hafifçe titredi. Sanki söylediklerimle kendi içindeki duvarlardan biri daha çatlamıştı. Sessizlik çöktü aramıza. Ama bu kez o sessizlik, uzaklaştıran değil yakınlaştıran cinstendi.
Bir süre öylece oturduk. Sonra ben çorba kasesini tekrar elime aldım. Kaşığı daldırıp ağzına götürdüm. Bu sefer bakmadı bana. Gözleri pencereye yönelmişti. Ama ben biliyordum, aklı hâlâ bendeydi. Çorbayı itiraz etmeden içerken sessiz kalmak istemedim.
“Ben seni hiçbir zaman kahraman ol diye sevmedim Boran.” dedim sessizce. “Ben seni sıradan bir adam olduğun için sevdim. Kahvaltı masasında otururken, çayını içerken, bana göz ucuyla bakarken... Senin var olman bana yeter. Ama sen her zaman ya kurtarıcı oldun ya da savaşan bir asker. Ben sadece... bir adam istedim yanımda. Kollarıma sığacak kadar gerçek, yarın sabah da orada olacak kadar canlı.”
Boran başını bana çevirdiğinde buğulanan gözlerini gördüm. “Ben de öyle olmak istiyorum İnci,” dedi fısıltıyla. “Ama bazen... insan sevdiğini korumaya çalışırken onun canını en çok yakan kişi oluyor ya... ben öyleyim işte.” Biraz önce Fatih’e karşı dile getirdiğim cümlenin aynısını dile getirdiğinde içim acıdı.
Ne desem boştu. Çünkü o da haklıydı. Kendi savaşı vardı, kendi doğruları… ve o doğrularla beni korumaya çalışıyordu. Ama ben sadece yanında olmak istiyordum. O an hiçbir şey söylemedim. Söylenecek her söz, içimizde çoktan yankılanmıştı zaten. Beni anlayıp anlamadığını sormaya gerek duymadım çünkü gözleri hâlâ bendeydi ve ben o gözlerde artık bahaneler değil, çırılçıplak bir gerçeklik görüyordum. Korkusuyla, pişmanlığıyla, sevgisiyle…
İçinden çıkamadığımız bu döngüde, tek sabit kalan şey sevgimizdi. Ne zaman başımızı kaldırsak yeni bir tehdit, yeni bir savaş… ama ben sadece bu anı yaşamak istiyordum. Sessiz, sade, yaralı ama gerçek bir şekilde.
Boran dudaklarını araladı, önce bir şey söylemek ister gibi yaptı sonra vazgeçti. Sadece elini, benimkilerin arasına sıkıştırdı. Güçlü değil, nazikti bu sefer. Kırmamaya çalışır gibi, ürkekçe tuttu parmaklarımı. Anında onun gibi bende kavradım elini.
“Özür dilerim… Sert çıkıştım sana.” Dile getirdiği şeyle küçük bir tebessüm ettim. “Önemi yok.” dedim gözlerine bakarak. “Kırıldım belki ama... daha çok korktum. Korkmak da sevmenin bir hali değil mi zaten?”
Gözleri yavaşça gözlerime döndü. Kaşlarının arasındaki o çizgi, ilk tanıdığım günden beri oradaydı. Endişe, öfke, sabır… hepsi o tek çizgide toplanırdı. Şimdi ise sadece çaresizlik vardı. “Belki de sevmenin en acı hali… Korkmak. Bunu yüreğinde taşımanı hiç istemedim, hiç tatmanı istemedim. Kendimde tatmamak için bir yıkımın ortasına girdim. Ama seni koruyorum derken, en çok yoran ben oldum.”
Sözleri ağır ağır üzerime çöktü. Ama bu kez altında ezilmek yerine, onları kabullenmeye hazırdım. Çünkü onun kendini açması, duvarlarının arasından beni içeri alması, zaten başlı başına bir adım, bir mücadeleydi. Başını hafifçe çevirdi. Gözlerini tavana dikerken sanki kendine kızıyordu. Belki bu kadar derin sevilebileceğine, belki de bu kadar kırılabileceğine…
“Hani bir şey demiştin, sen başını omzuma yasladığında bile ben yorgunluğumu unutuyorum. Biri gelsin onlarca ton yük taşıtsın gıkım çıkmaz…” onun sözünü yine ona söylerken elini tutmayı sürdürdüm. “Sen yanımda ol, elimi tut, benim de gıkım çıkmaz.”
Bakışlarını bana çevirdiğinde daha kararlı bir sesle devam ettim. “Savaşa mı giriyorsun, bende girerim. Bir şeyler için mücadele mi ediyorsun, bende yanındaki yerimi alırım. Tüm bunlar bir gün bitecek mi bilmiyorum ama o güne kadar kalmaya razıyım ben. Sen yeter ki seni yavaş yavaş yutan bu yüklerin arasında sığınağının ben olduğumu, her an bana dönebileceğini unutma.”
Beni unutmayacağını biliyordum zaten, her anda yanında taşıdığı cüzdanında bile beni taşırken, belki de en zor anında bana sığınırken bunu ağzından da duymayı istiyordum sadece.
“Seni unutmam mümkün mü sence?” derken tuttuğu elimi kaldırarak kalbinin üzerine yasladı. Atışları avuç içime dolarken dolu gözlerimle baktım gözlerine. Her saniye bir kez daha şükrediyordum bu atışları hissedebildiğim için. Boran avuç içimi daha da bastırırken devam etti. “Burası sana aitken, sen benim canımken, adını bir anlığına bile aklımdan çıkarmam mümkün mü?” Sesi titrekti ama kararlıydı. Kalbinin altında atan o ritimle birlikte sanki her kelimesi daha da yankılanıyordu içimde.
Yanağıma doğru akan gözyaşını elimin tersiyle silerken tebessüm ettim. Aramızdaki duygusallığı bozmak adına konuştum. “Duygularımız karşılıklı beyefendi.” Boran buraya geldiğim andan itibaren ilk kez içten bir şekilde gülümserken benim de gülüşüm büyüdü. Başlattığım oyunu devam ettirircesine karşılık verdi. “Bir zahmet karşılıklı olsun, yoksa kendimi kullanılmış hissedeceğim.”
Sesli bir şekilde gülerken bu sefer tabaktaki diğer yemekten bir çatal alıp ağzına uzattım ve konuştum. “Olur mu öyle şey, sana karşı söylediğim her şey, yaptığım her hareket sevgimin bir göstergesi. Hem kocamsın sen benim. Başka türlüsü olmaz yani. Hem Boran Demirhanlıyı kim kullanabilir?”
Boran çatalı ağzına alırken başını hafifçe yana eğip gözlerini kıstı. Lafı devam ettirirken o hafif sırıtışı da yerindeydi. “Kim mi? Tabii ki sadece sen.” Tonu şakayla karışıktı ama o cümlenin içindeki güven öylesine netti ki… bir an için göz göze geldik. Kahkahalarımızın ardından gelen o sessizlik, gergin değil, tam tersine huzur doluydu.
Yemeği çiğnerken birden uzanıp elimdeki çatalı aldı. Çatalı zorlukla köfteye batırarak bana doğru uzattı. “E madem sevgi gösterileri çatal üzerinden yürüyor, sıradaki senin. Hadi bakalım, eşitlik ilkesini bozamayız.” Gülümseyerek çatalı aldım.
Karşılıklı olarak yemeğimizi yerken Boran doyduğunu söylediğinde tepsiyi alarak ayağa kalktım. Biraz önce aldığım masaya koyarak Boran’a döndüm. Yerinde hafifçe kıpırdandığını görüp rahat olmadığını anlarken konuştum. “Sırtına yastık koyayım mı? Ya da dur yatağı indireyim, uyu sen biraz.”
“Uykum yok ama yastık iyi fikir olabilir.” Hafiften mahcup bir şekilde konuştuğunda odadaki kanepede duran kırlentleri aldım. Boran’ın yanına giderek onu ensesinden tutup biraz kendime çekerek kırlentleri yerleştirdim.
Tam geri çekilecektim ki, Boran başını hafifçe yaklaştırıp boynumla çene kemiğim arasındaki noktaya dudaklarını dokundurdu. O an zaman benden çalındı sanki; nefesim kesilirken parmaklarım havada asılı kaldı. Boran’ın öpüşü öyle nazikti ki, içinde bir teşekkür mü vardı, yoksa kelimelere dökemediği daha derin bir şey mi, ayırt edemedim. Gözlerimi kapattım sadece. Yüreğime dolan sıcaklık, başımın dönmesine neden olurken ellerimi çekmeye çalışsam da sanki kendi iradem bana ihanet ediyor, onun yakınlığını daha da istememe yol açıyordu.
“İnci?” Sorgulayan sesiyle gözlerim istemsizce aralanırken bakışlarımı yüzüne çevirdim. Hafifçe kaşlarını çatmıştı. Ne oldu manasında ona bakarken Boran derin bir nefes aldı bir şeyleri algılamak istercesine. Sonra da konuştu. “Üzerin erkek parfümü kokuyor ve benim parfümüm değil bu.”
Sözleri göğsümün tam ortasına çarptı. Kaşlarının arasındaki o hafif çatıklık, gözlerinde dolaşan huzursuzluk kıskançlığını bariz bir biçimde ortaya çıkartıyordu. Daha fazla rahatsız hissetmemesi adına açıklama yapma gereği duyarak konuştum. Çünkü bende onun üzerinde bir kadın parfümü kokusu alsam hem sinirlenirdim hem kıskanırdım.
“Seninle tartıştıktan sonra üzerime bir şey almadan çıktım dışarı, Fatih sağ olsun kendi kabanını verdi. Onun parfümüdür.” Dediğimde Boran’ın kaşları gevşedi. Ancak gözlerindeki gölge hâlâ kaybolmamıştı
Dudaklarını birbirine bastırıp bir an sustu. Sanki mantığı açıklamayı kabul ediyor ama kalbi kıskançlığını bir türlü susturamıyordu. “Üzerinde başkasının kokusu olması hoşuma gitmedi. Hele de bir erkeğin.” dedi sonunda. Yaralı hâline rağmen o kadar ciddi görünüyordu ki gülümsememek elde değildi.
“Benim de, ne de olsa bir tek senin kokun yakışır bana.” Diye cümlesine karşılık verdiğimde Boran’ın yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Kaşlarının arasındaki o gergin çizgi yavaşça açılarak bakışlarındaki sertlik yerini tatlı bir yumuşaklığa bıraktı. “Sen böyle söyledikçe daha çok kıskanıyorum.” dedi alçak bir sesle. Dudaklarının kenarındaki belli belirsiz gülümseme, söylediği sözlerin aksine masum bir itiraf gibiydi.
“Korumanı kıskanman normal mi Allah aşkına?” Takılırcasına söylediğim şeyle Boran elimden tutarak beni kendine doğru çekti. Yüzüme eğilirken gözlerini gözlerime sabitledi. “Normal değil, evet.” dedi ciddi bir şekilde ama içinde belli belirsiz bir oyunbazlık gizliydi. “Ama sen söz konusu olunca hiçbir şey normal değil zaten.”
Kalbim hızla çarparken dudaklarımda beliren gülümseme istemsizdi. Boran ise konuşmayı sürdürdü. “Gülüşünden senin de hoşuna gittiğini anlamak zor değil.” Nefesi yanağımda dolaşırken cevap veremedim; dudaklarımda beliren tebessüm yetti.
O tebessümümü gördüğünde gözlerinde yumuşak bir ışık belirdi. Başını eğip dudakları bu kez boynumun yanına değil, dudaklarımın üzerine kapadı. Öpüşü telaşlı değildi; kıskançlığın bıraktığı sitemi, sahiplenmenin sıcaklığını taşıyordu.
Dudaklarımdan çekildiğinde alnını benim alnıma yasladı ve nefes alışlarımız birbirine karıştı. Gözlerim kapanmıştı ama kalbimden taşan hisler tüm bedenimi sarıyordu. Yaralı omzuna rağmen kolunu belime dolarken çekilmek için hamle yaptığımda beni kendine çekti. “Gitme.” dedi fısıltı halinde. Sesi öyle derin, öyle içten geldi ki, sanki yüreğinin en kırılgan köşesinden kopmuştu.
“Buradayım, nereye gidebilirim ki.” Diye fısıldarken başını iki yana salladı. “Yanıma gel.”
“Yaralısın…” diye karşılık verdiğimde belime daha sıkı sarıldı. “Seninle iyileşirim…”
Bakışlarına, cümlesine karşı koymak çok zordu. Yatağa oturarak başımı göğsüne yaslayarak kalbinin atışını dinledim. O ritim, benim kalbimle yarışır gibiydi. İçimdeki bütün telaş, tartışmalar yavaş yavaş eriyip sadece o sıcaklık kaldı. Dudaklarımla göğsünün üzerine küçücük bir öpücük bıraktım. “İyileşeceksin,” dedim usulca.
Yaralı omzunun acısına rağmen kollarını gevşetmedi. Tersine, bana daha çok sarıldı sanki beni bırakırsa acısı artacak, yalnızlığı geri dönecekmiş gibi. Yüzünü saçlarıma gömdüğünde nefesini saç diplerimde hissettim. “Benim en büyük şifam sensin,” dedi kısık bir sesle.
O sözle birlikte gözlerimi kapattım. İçimde bir huzur yayıldı; sanki dünya dışarıda kalmıştı, tek gerçeklik bu yataktı, bu kucaktı, bu kalpti. Birlikte yatağa uzandığımızda ben onun göğsünde, o benim saçlarımda huzur buluyordu. Dışarıdaki fırtına, içimizdeki karmaşa susmuştu. Geriye sadece birbirimize ait olduğumuz o an kalmıştı.
*****
Yazarın anlatımından,
Boran’ın, Bekir Bey’in söylediği gibi kan değerlerine bakıldıktan ve bir sorun olmadığı anlaşıldıktan sonra eve gitmesinde bir sorun olmayacağına karar verilmişti. Fatih çoktan kıyafetleri gidip getirmişti. Gömlek ve her zamanki gibi pantolon giydirilmişti. Bir de Bekir Bey’in istediği gibi askılık takılmıştı koluna.
Daha şimdiden kolunu kıpırdatıp mızmızlansa da İnci dahil hiç kimse onu umursamamıştı. Çünkü hepsi bunun gerekli olduğunu biliyordu. İnci, Bekir Bey’den gerekli pansumanın nasıl yapılacağını öğrenmiş, Mert ise pansuman malzemelerini ve ilaçları almıştı. Artık evlerine gidiyorlardı, daha doğrusu İnci böyle sanıyordu.
Yolda sapa bir yere girdiklerinde İnci camdan dışarı bakarak kaşlarını çattı. “Nereye geldik?” Daha önce hiç görmediği binaya bakarken Boran, İnci’ye dönerek konuştu. “Sen eve gidiyorsun, bende bir saate geliyorum.”
İnci algıladığı cümle ile binaya daha dikkatli baktı. Uzaktan görünen siyah araçlar, korumalar her şeyi açıklıyordu. İçi büyük bir öfkeyle dolarken burnundan sert bir nefes verdi. “Gerçekten ilk geleceğin yer burası mı? İnanamıyorum sana. Dün yaraladın sen daha. Üzerinden 24 saat bile geçmedi Boran.” Sert bir biçimde konuşurken Boran iç çekti. “Çok kısa. Herhangi bir sorun olmayacak.”
“Dün de aynı şeyi söylemiştin.” Dedi İnci öfkeyle. Boran sıkıntılı bir nefes vererek İnci’ye bakarken İnci kollarını göğsünde bağlayıp başını çevirdi. “İyi git nereye gidiyorsan ama bende eve gitmiyorum, madem çok kısa burada bekleyeceğim seni.”
“Olmaz.” Dedi Boran keskince. İnci başını iki yana salladı. “Niye, bir sorun yoksa bende bekleyeyim. Ne olur, kafama silah mı dayarlar?” tahammülsüz bir biçimde konuşurken Boran dişlerinin arasından konuştu. “Benim sınırımı zorlama İnci. Bu konuda uyardım seni.”
Boran’ın cümlesine karşılık İnci tek kaşını kaldırdı. “Bende konuşup anlaştık sanmıştım, en azından ameliyattan çıktığın gün koşa koşa mafyacılık oynamayacağını düşündüm. Ama insan yanılabiliyor ve uyarıları dinlemiyor. Sen ne kadar kararlıysan, bende öyleyim. Her şey karşılıklı.”
Boran gözlerini kapatarak sabır dilercesine başını geriye doğru attı. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra dikiz aynasından göz göze geldiği Mert’e hitaben konuştu. “Başından ayrılma, arkadakilere söyle gözlerini dört açsınlar. Kimse yaklaşmayacak arabaya.”
“Emredersin abi.” Mert, Boran’ı onaylarken Boran, İnci’ye doğru döndü. “Sakın arabadan inme, bekle beni burada.” Dedikten sonra dayanamayarak İnci’yi ensesinden tutup usulca kendisine çekti ve dudaklarını şakaklarına yaslayarak öptü. Ardından geri çekildiğinde göz göze geldiler. İçindeki gerginlik ve endişe, o kısa temasla bir nebze yatışmış gibiydi. “İnatçı karım benim.” dedi alçak bir sesle, hem sitem hem de hayranlık karışımı bir tonla.
Sonra derin bir nefes aldı, omzundaki ağrıyı hissetmesine rağmen dik durdu ve arabadan indi. İnci camdan onu izlerken gözleri hafifçe dolmuştu hem öfke hem de koruma isteği bir arada yanıyordu. Ama elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Boran, kısa adımlarla binaya doğru ilerlerken her adımı kararlı ve sertti. Siyah araçların arasından geçip binanın önüne geldiğinde korumaların dikkatli bakışları altında kapıyı itti ve içeri girdi.
Boran binaya adımını attığında, içerideki hava birden değişti. Masanın etrafında oturan adamlar sessizlikle onu karşıladı; gözlerindeki saygı ve çekingenlik belli oluyordu. Boran, omzundaki hafif ağrıya rağmen dimdik durarak masanın başına yürüdü. Fatih hemen arkasındaki yerini almıştı.
“Geçmiş olsun evlat.” Sadık Ağa hem hayran hem de üzgün bir tonda konuşurken Boran belli belirsiz başını salladı. O sırada Remzi ekledi. “Bu kadar çabuk ayaklanmanı beklemiyorduk doğrusu, dirayetli çıktın.” Boran ona karşı bir bakış atarken keskin bir tonda karşılık verdi. “Ne yapalım, yerimizde gözü olan çok insan var.”
Masadaki herkes bir an sessizleşirken sözlerin ağırlığı masaya çökmüştü. Boran, omzundaki hafif ağrıya rağmen dimdik durup gözleri masanın etrafındaki adamları tararken Remzi’de dikkatle onu izliyordu ve tabii masadaki herkes.
“Fatih, herkesin telefonunu topla.” Boran’ın emri üzerine Fatih şaşırmadı. Ancak masadaki herkes şaşırdı aniden söylenen bu söz karşısında. “Neler oluyor?” Mahzar’ın sorusuyla birlikte Boran başını iki yana salladı. “Bunu ben soracağım, ne oluyor?”
Masadaki herkes gerilirken Boran keskin bir sesle tekrar konuştu. “Herkes telefonlarını çıkartıp masanın üzerine bıraksın.”
Adamlar tereddüt ederek de olsa telefonlarını masanın üzerine koyarken elleri hafif titriyordu. Çünkü bu isteğin altından neler çıkacaktı tahmin edemiyorlardı. Fatih, masanın yanına gelerek her cihazı toplarken Boran konuştu. “Tek tek kontrol et.”
Fatih ona onaylarken telefonları tek tek kontrol etmeye başladı. Ekranlar açılıp mesajlar, aramalar ve uygulamalar dikkatlice incelenirken masadaki sessizlik neredeyse boğucu bir hâl almıştı; herkes gözlerini Fatih’in hareketlerinden ayıramıyordu.
İrfan, gözlerini telefonlara dikmişken hafifçe öne eğildi. “Neler oluyor?” diye mırıldandı, sesi hem merak hem de kaygı taşıyordu. Boran, parmaklarını masaya vururken sert bir bakış fırlattı. “Sakin ol, İrfan. Her şeyi göreceksin.” Derken takındığı ciddiyet odadaki tüm adamları sessizliğe bürüdü.
Fatih cihazları tek tek kontrol ederken Boran masadaki her üyeye teker teker bakarak parmaklarını masada ritmik bir şekilde oynatıp gerginliğini ifade ediyordu. Her ekran açıldığında odadaki gerilim daha da yükseliyor, kimse ne olacağını tahmin edemiyordu.
Dakikalar sonra Fatih’in parmakları duraksarken dudakları kıvrıldı aradığını bulmanın vermiş olduğu mutlulukla. Telefonun ekranını açık tutarak Boran’a yaklaştı. Boran telefonu alırken gözleri ekrandaki mesajlara kilitlendi. Remzi’nin başkalarıyla yaptığı yazışmalar ve gizli görüşmeler tek tek ekranda görünüyordu. Mesajlar, planlanan işlerin detaylarını, bazı stratejilerin sızdırılmasını ve Boran’ın bilgisi dışında yapılan anlaşmaları ortaya koyuyordu. Her satır, Remzi’nin ihaneti kadar soğukkanlı ve hesaplı olduğunu da gösteriyordu.
Boran sessizce mesajları okurken parmaklarını masaya vurdu; odadaki hava iyice gerilmişti. Gözleri Remzi’nin üzerinde sabitlendiğinde Fatih bir adım geri çekilerek Boran’ın tepkisini bekledi. “İşte karşınızda ne oluyor sorusunun cevabı.” dedi Boran soğuk ve keskin bir sesle ekrandaki yazışmalara işaret ederek. “Bu, bizim güvenimizi hiçe sayan birinin ne kadar planlı hareket ettiğini gösteriyor. Gözünüzle görün, aklınızla değerlendirin.”
Cümlesini bitirmesiyle telefonu masaya fırlattı. Çıkan sesle masadaki herkes irkilirken Sadık Ağa önce davranarak telefona baktı. Sonra da diğerleri telefona odaklandığında hepsinin yüzlerinde aynı ifade oluştu: Şaşkınlık. Mesajların detayları herkese net bir şekilde Remzi’nin ihanetini gösteriyordu.
“Bu nasıl olur?” gibi fısıldaşmalar olurken Boran’ın bakışları hala Remzi’nin üzerindeydi. Omzundaki ağrı ve sinir birleşmiş, yüz hatlarını daha sert gösteriyordu. “Remzi…” dedi dişlerinin arasından. “Bunu açıklayacak mısın, yoksa herkesin gözü önünde utanmadan sessiz kalmayı mı tercih edeceksin?”
Remzi’nin yüzü soluklaştı, gözleri kaçmak istercesine odada dolaştı ama Boran’ın keskin bakışı onu köşeye sıkıştırmıştı. Aslında bir yandan da şaşkındı, mesajlaşmaları sildiğine emindi. Nasıl ulaştıklarını anlayamıyordu. Ama bilmiyordu ki karşısındaki kişi polis için çalışıyordu. Fatih o gece gizlice almıştı Remzi’nin telefonunu. Remzi’nin onlardan şüphelendiğini biliyordu Boran ve özellikle bunu istemişti Fatih’ten.
Hiç planlanmayan bir şekilde Boran’ın vurulmasıyla o an soğukkanlı bir biçimde Remzi’nin telefonunu almış, Boran ameliyattayken Ömer’e götürmüştü. Dakikalar içinde mesajlar geri gelmişti. Böylece Remzi’nin onlardan şüphelendiklerini net bir şekilde görmüşlerdi. Mesajların kendileriyle ilgili olan kısımlarını silmiş, yapılan planların ve ihanetlerin kalmasını sağlamışlardı.
Yani bir nebze bu vurulma işi fırsat yaratmıştı onlar için.
Sonra Fatih telefonu tekrardan sevkiyat yapılan yere götürmüş ve sanki Remzi düşürmüş gibi geri bulmasını sağlamıştı. Tüm bunlar bir saat içinde gerçekleşmişti. Remzi telefonunun yokluğunu fark ettiğinde sevkiyat adresinde bulmuştu ve hiç şüphelenmemişti.
Boran, ekrandaki mesajlara bakarken tüm bu süreci aklından geçiriyordu; Fatih’in zekâsına ve planın kusursuzluğuna kısa bir baş hareketiyle onay verdi. Masadaki herkes duraksamış sadece ekrandaki yazışmalara ve Boran’ın yüzündeki sert kararlılığa odaklanmıştı. Bu yüzden kimse bunu fark etmemişti.
Remzi’nin elleri hafifçe titrerken yüzündeki solgunluk daha da belirginleşti. Masadaki diğer adamlar nefeslerini tutmuş, olup biteni sessizlik içinde izliyorlardı. Boran’ın kararlılığı ve Fatih’in gizli planının kusursuzluğu, odadaki herkesin üzerinde yoğun bir baskı yaratıyordu.
“Remzi.” dedi Boran dişlerinin arasından tekrardan. “Bize ihanet ettin. Her planın, her yazışman, her gizli görüşmen… hepsi ortaya çıktı. Şaşırdın, değil mi?” deyip alayla suratına bakarken birkaç adım atarak tek elini masaya yasladı ve Remzi’nin yüzüne doğru eğildi. “İlk gün, ta ilk gün benim listemde adının üstü kırmızı kalemle çizilmişti. O gün imzalamıştın kendi ölüm fermanını ve bu süreçte de imzalamaya devam ettin. İnci’ye, benim evimde laf atmaya cüret ettiğin günle başladı her şey. Ölümünle sona erecek.”
Remzi’nin solgun yüzü birden bembeyaz olurken masadaki herkesin bakışları bu beklenmedik kişisel göndermeyle Boran’a çevrildi. Boran geriye çekilerek Remzi ile göz temasını sürdürürken konuşmasını sürdürdü “Herkes bu masada oturmanın bedelini biliyordu, sende dahil. İtibar ve sadakat her şeyden önce gelirdi. Sen, bunu hiçe saydın. Sadece bize değil, kendi geleceğine de ihanet ettin. Kimseyi aldatamazsın, hele ki beni…”
Masadan destek aldığı elini çekerek kendi tarafına ilerledikten sonra keskin ve soğuk bakışlarını Remzi’nin üzerinde tutmaya devam etti. “Fatih, ne yapacağını biliyorsun.”
“Boran!” Remzi konuşmaya çalışırken Fatih onu anında tutup oturduğu sandalyeden kaldırdı bir çöp poşetini kaldırıyormuşçasına. Fatih’in bu hareketi odadaki gergin havayı artırırken Fatih umursamadan Remzi’yı yaka paça götürmeye başladı. Remzi son kez Boran’a dönmeye çalışırken bağırdı. “Boran beni bir dinle!”
Boran umursamadan başını cama doğru çevirirken konuşmaya gerek duymadı. Remzi’nin son çırpınışları Fatih’in güçlü kolları arasında boğulurken Fatih Remzi’yi iterek demir kapıdan dışarı çıkardı. Kapı, içerideki sessizliği Boran’la baş başa bırakacak şekilde gürültüyle kapanırken odadaki diğer adamlar hala nefesini tutuyordu.
Sessizliği Boran’ın sandalyeyi çekişi bozduğunda bakışlar onu buldu. Boran umursamadan sandalyeye oturup sırtını sandalyenin arkasına yasladı. Omzundaki ağrıyı ve içindeki gerginliği belli etmeden, masadaki herkese bakarken gözleri keskin, duruşu ise hâlâ dimdikti; odadaki sessizliği kontrol altına alıyordu.
“Dün orada olacağımızı bilen kişiler, Remzi’nin ihanetiyle öğrendiler.” dedi boşlukları doldurmak amacıyla. Yüzüne samimiyetten uzak bir gülümse koyarken devam ettirdi sözlerini. “Remzi belli ki masanın başına beni layık görmemiş, beni indirmek için öldürmeyi göze almış. Ama ne yazık ıskaladı.”
Polislerin yaptığı bir hata yeni bir plan olarak geri dönmüştü. Boran bu yüzden çok kızmamıştı zaten. Her şeyi bitirmenin bir bedeli vardı. O bu bedeli öderken mükafatı da gelmişti. Ondan şüphelenen bir adam bu oyundan çıkmıştı ve öldürüldüğü söylenerek oyun dışı bırakılıp polisin himayesi altında kalacaktı.
Böylece masanın bitişine dair bir adım atılmış olmuştu.
Boran, gözlerini masadaki adamlardan ayırmadan parmaklarını hafifçe masaya vurdu. O tık sesi, odadaki sessizliği daha da yoğunlaştırıyordu. Her bir tık, adamların zihninde bir sorgulama tokadı gibi yankılanıyordu sanki.
“Nasıl olur bu? Bunca yıldır bu masada, nasıl olur?” Sadık ağa kendi kendine konuşurken Boran ona doğru baktı. “Bu masaya ilk oturduğum gün içeride birilerinin olduğunu söylemiştim, kendinizce isimler verip icaplarına bakmıştınız. Demek ki bakamamışsınız Sadık Ağa.”
Sadık Ağa başını eğerken Boran masaya doğru hafifçe eğilerek tek tek adamlara baktı. “Remzi’nin ihaneti sadece bir hata değildi. Seçimdi.” Derken sesini alçak tuttu ama bu daha ürkütücüydü zaten. “Her birimiz bu masaya otururken sadakatimizi koyma seçimi yaparız ya da Remzi gibi kendi kafasında daha iyi bir masa hayal etme seçimi…”
Parmaklarını tekrar masaya vurduğunda adamların bakışları parmaklarına kaydı. Boran ise devam etti. “Şimdi aranızda oturan ve ben asla yapmam diye düşünenler var. Ama bir zamanlar Remzi’de öyle düşünüyordu. Ben yapmam, ben farklıyım, ben daha akıllıyım diyordu. Ve sonuç gördüğünüz gibi…”
“Bom!” deyip elini masaya aniden vurduğunda masadakiler irkildi. “Bir gün patlarsınız ve gideceğiniz yer sadece bir mezarlık olur.” Boran’ın tok sesi, masaya vurduğu elinin yarattığı şiddetli gürültüyle birleştiğinde odadaki adamların üzerinde bir ürperti yarattı. Çünkü herkes Boran’ın sözlerinin sadece Remzi’ye değil, herkese yönelik olduğunu iliklerine kadar hissediyordu.
“Yarın hiçbir şey olmamış gibi arkadaşınızın cenazesine gidersiniz… ya da gitmezsiniz.” Diye sözlerini devam ettirdiğinde masadaki adamların yüzlerinde kısa bir tereddüt belirdi. Kimse Boran’ın ciddiyetini sorgulayamıyordu; sözleri, bakışı ve duruşu ile her biri üzerlerinde güçlü bir baskı hissediyordu çünkü.
Boran her birine sessiz sessiz bakmayı sürdürdükten sonra masadan kalkarak parmaklarını masanın yüzeyine bastırıp hafifçe eğildi. “Kimse sınırlarımı zorlamaya kalkmasın. Herkes yerini, sorumluluğunu ve sonuçlarını bilmek zorunda. Bu da size akıl ağacı olsun.”
Boran başka bir şey söylemeden son kez adamlara bakıp çıkışa doğru ilerledi. Arabaya doğru yürürken aklında tek bir şey vardı: İnci. Masadaki gerilim, Remzi’nin ihaneti ve polise teslim edilecek olması bir yana, onun zihninde sürekli İnci’nin güvenliği ve endişesi dönüp duruyordu. Her adımında, onun yanında olamamanın verdiği rahatsızlık içini sıkıyordu.
Arabaya bindiğinde gözleri İnci ile buluşur buluşmaz büyük bir rahatlama hissetti. İçeride racon kesen adamdan eser kalmamıştı ve en gerçek haline dönmüştü anında. İnci’de Boran’ın geldiğini görür görmez derin bir nefes vermişti. O yüzden sevdiği adam arabaya biner binmez hemen ona dönüp endişeyle ve merakla baktı kocasına. “O adam nereye götürülüyor?”
Boran kısa bir bakış atarak sitemle baktı karısına doğru. Duymak istediği ilk şey Remzi değildi. Ama gözleri bir an için İnci’nin yüzüne takıldığında onun endişesi, yorgunluğu içini burktu. Masadakinin aksine yumuşacık bir sesle cevap verdi. “Polise teslim edilecek.”
İnci, başını hafifçe salladı rahatlamayla. Tahmin etmişti de duymak bambaşkaydı. Ardından gözlerini Boran’ın üzerinde gezdirerek tekrar konuştu endişeyle. “Peki sen? Ağrın var mı?”
Boran istediğini almış olmanın verdiği mutlulukla küçük bir tebessüm ederken elini uzatıp İnci’nin yanağına dokundu. “İyiyim… endişe etme.”
“Ederim…” dedi İnci hemen. Elini Boran’ın elinin üzerine yaslarken ekledi. “Artık dinleneceksin, sözümü dinlemezsen bozuşuruz. Bir saat dedin, kabul ettim ama artık sen benim söylediklerimi kabul edeceksin.” İnci’nin kararlı ses tonuna karşılık Boran güldü. İnci’nin sıcacık dokunuşu bile o kadar iyi gelmişti ki tabii ki onu dinleyecekti ve bu halinin tadını çıkartacaktı. “Emriniz olur İnci Hanım.”
İnci aldığı cevapla gülümserken Boran onu kendine doğru çekti. “Gel buraya.” İnci anında onun sözünü dinleyip Boran’ın kollarının arasında girdiğinde Boran dudaklarını kızın saçlarına bastırıp öptü. Ardından yanağını İnci’nin saçlarına yaslayıp tebessüm etti. İşte şimdi huzura ulaşmıştı.
Araba sessizce yol alırken motorun homurtusu ve yolun ritmi dışında hiçbir ses duyulmuyordu. İkisi arasında kelimelere ihtiyaç duymadan kurulan bu bağ, sessiz ama derin bir güven ve şefkat duygusuyla mühürlenmişti… İnci başını Boran’ın göğsüne yaslamış yorgunluğunu onun kalp atışlarının ritmiyle unutuyordu. Boran ise kolundaki acıya rağmen omzuna sinmiş karısının kokusuyla nefes alıyordu.
Yaşananlar ağırdı ancak sarsılmaz bir sessizlikte birbirlerine kenetlenmiş olmaları tüm fırtınalara rağmen yuvalarının sağlam kaldığının kanıtıydı. İkisi de biliyordu ki ne olursa olsun bir sonraki güne her zaman el ele başlayacaklardı, bugün bunun kanıtıydı…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz? Beğendiniz mi?
‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı?
‣‣‣ İnci’nin Ömer’e söyledikleri hakkında ne düşünüyorsunuz ya da genel manada hak veriyor muşunuz ona? Böyle bir şey bekliyor muydunuz?
‣‣‣ Boran ve Fatih’in planı nasıldı, hoşunuza gitti mi?
‣‣‣ İnci ve Fatih konuşmasını umarım beğenmişsinizdir…
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.35k Okunma |
4.63k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |