41. Bölüm

Adavet| 38

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

 

 

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...

 

 

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...

 

🇹🇷 Bölüme başlamadan önce 11 Kasım 2025 tarihinde şehit olan 20 askerimizi anmak istiyorum. Ruhları şad olsun. Başımız sağ olsun.

 

38.Bölüm

Özlem… İçi dopdolu olan o tek kelime. Dışarıdan bakınca yalnızca beş harf; kısa, zararsız…Ama içinde sessiz geceler, uykusuz sabahlar, bir sesin yokluğu, bir bakışın eksikliği var. Kalbinin ortasına yerleşen, çıkaramadığın, alışamadığın o sızının ismi.

Özlem; geçmişe dönüp bin kere yaşamak istediğin anlar gibiydi. Aynı filmi defalarca izlemek istersin, sırf sesini bir daha duyabilesin diye. Aynı mesajı açıp okursun yeniden, virgülüne kadar ezberindedir ama yine de okumadan duramazsın. Çünkü onun yazdığı bir cümle, yokluğunda sana nefes gibi gelir.

Özlem öyle tuhaf ki… İnsan bazen acı çekmekten korkar ya, ben bu acıya sarılıyordum. Çünkü bu sızı, Boran’ı sevdiğimin kanıtıydı. Eğer özlemeseydim aramızdaki şey bir ritüelden ibaret olurdu: birlikte uyan, birlikte uyu, birlikte yaşa. Ama şimdi, onsuzluğu yaşarken anlıyordum… aşk yalnızca varlıkla değil, yoklukla da sınanırdı.

Ve ben her sabah, onun olmadığı bu evde yokluğuna yeniden âşık oluyordum.

Üç gün olmuştu Adana’ya gideli. Her gün telefonla konuşsak da yetmiyordu, yüz yüze gibi olmuyordu. Kendimi işime verip yokluğunu unutmak istemiştim ama akşam eve döndüğümde o özlem yine kabarıyordu. Odada olmayışı, beni kucaklamayışı, yokluğu içimi acıtıyordu.

Gözlerim ara ara parmağıma kaydığında yüzümde gülümseme oluşuyordu. Bir tektaş… içinde Boran’ın isminin yazdığı alyans ve diğer yüzük parmağımda da annesinin yüzüğü… Üçüne birden bakarken aklıma takılma anları geliyordu. İkisi İtalya’da iken takılmıştı. Biri güzel geçen bir yılbaşı gününün sonunda, diğeri hayatımda geçirdiğim en güzel gecenin sonunda takılmıştı.

Hepsinden ayrı olarak alyansın takılma tarihi farklıydı ve belki de en özel olanıydı…

 

 

Flaschback

“Sadece bir gece.” Boran iç çekerek bana bakarken cümlesini devam ettirdi. “Sadece bir gece yanımda değildin ama bana yılmış gibi geldi. Sen benim içime ne zaman işledin böyle?”

Boran sanki yakınırmış gibi konuşsa da gözlerimin içine bakışını tarif edemezdim. İstemeden sonra eve dönmüştük ve odamıza çıkmıştık direkt. Elimi göğsüne yasladığımda avuçlarımın arasındaki kalp atışlarını hissederek mırıldandım. “Sen benimkine ne zaman işlediysen o zaman…”

Elini elimin üzerine yaslarken gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. “Yaptığım en doğru şeymiş o halde.”

“Benimde.” Dedim anında. Elimi kalbinin üzerinden çekip başımı yaslarken kolları hızlıca sardı bedenimi. Özlemini gidermeye çalışırcasına sıkarken gülümsedim.

Sadece birkaç saniye sessizliğin ardından mırıldandım. “O kadar güzel bir akşamdı ki. Hiç kimsenin dediğini umursamayıp bazı şeyleri en doğru şekilde, olması gerektiği gibi yaşatmaya çalıştığın için sana ne kadar teşekkür etsem az.”

“Etme…” dedi birden. Saçlarımı öperken iç çekti. “Etme çünkü olması gereken bu. Biz normal şartlar altında evlensek hepsi yapılacaktı. Şimdi olması gerekenleri yaptığım için teşekküre gerek yok.”

Başımı kaldırmadan gülümsedim. Boran’ın her şeyin eksiksiz olmasını istemesi, içimdeki tüm kırıkları sarma çabasıydı biliyordum. Sanki benden önce gelen eksik ne varsa, üzerine bir bir yeni katlar çıkıyor, hepsini düzeltmeye çalışıyordu. Zorlamadan. Sessizce. Sevgiyle.

Sakince, başım göğsünde huzura ulaşmışken sesini duydum. “Yapılması gereken bir şey daha var.” Dediğinde ne olduğunu anlamak için göğsünden kaldırdım başımı. Ceketinin iç cebine elini sokup siyah kadife kutu çıkardığında merakla bakmayı sürdürdüm.

Boran merakımı gidermek için kutunun kapağını açtığında bir çift alyans gördüm. Boran’ın gözlerine doğru baktığımda mırıldandı. “O gün arabada alyansları taktığımızda benim kalbim senle doluydu ama senin kalbinde boşluk vardı. Zorunluluktan, göstermelik olarak taktık o alyansları. Ama şimdi senin kalbinde de ben varım ve hiçbir şey zorunluluktan değil. Her şey sevgiden.”

Sözleri o kadar sade ama o kadar derindi ki boğazım düğümlendi. Bir şey söylemeye çalıştım ama olmadı. Kelime bulamadım. Yaptıkları karşısında sözler kifayetsiz kalıyordu.

“O yüzden bu güzel günde, birbirimize takalım istiyorum bunları. O günde söylediğim gibi evliliğin kutsal olduğunu düşünüyorum, doğru insanla yapıldığında o kutsallık daha da artıyor ve alyansta bunun bir sembolü gibi…”

Gözleri yüzümdeydi. Sanki onayımı aramıyor, sadece paylaşmak istiyordu. Bana “hazır mısın?” diye sormuyordu bile. Çünkü artık ne kadar hazır olduğumu biliyordu. Gözlerimiz buluştuğunda aramızdaki o görünmeyen çizgi, o an tamamen silindi.

Boran avucunu bana doğru uzattığında tereddüt etmeden elimi uzattım. İlk önce eski alyansımı usulca çıkardıktan sonra kutunun içindeki alyansın küçük olanını parmağımdan geçirdiğinde gözlerime bakmaya devam etti. Parmaklarımda hissedilen metalin soğukluğu değil, onun ellerinin sıcaklığıydı içime işleyen.

Elini hiç bırakmadan ben tuttum bu sefer elini. İlk önce parmağındaki alyansı çıkardım. “Sana o zaman ne kadar hayran olmuştum biliyor musun?” dedim itiraf ederek. Boran’ın gözleri pırıldarken devam ettim. “Sahte karısına, evliliğine bu kadar sahip çıkıyorsa gerçeğine nasıl olur demiştim. Çünkü şu devirde insan karısına sadık kalamazken sen sahte olan bir şeyin alyansına bile sadıktın.”

“Çünkü sendin.” Dedi anında. “Çünkü o yüzük senindi.” İçten bir şekilde gözlerime bakarken kutudan alyansı çıkartıp yüzük parmağına geçirdim. “Artık bizim…” dedim fısıldayarak. Bu defa acele yoktu. Telaş yoktu ve en önemlisi… mecburiyet yoktu. İkimiz de kendi isteğimizle, kendi sevgimizle bu anı yaşıyorduk.

“Hep de bizim olacak…” diye karşılık verdi. Başımı salladım anında. Hep bizim olacak, hep de bizimle olacaktı. “Ölene kadar…” dedim.

Boran bir şey demedi önce. Sadece gözlerini gözlerimden ayırmadan elimi tuttu, başparmağıyla avucumun içini usulca okşadı. O dokunuşta bile huzur vardı. Güven vardı. Eğilip alnını alnıma yasladığında fısıldadı benim gibi. O iki kelimenin altına imza atar gibi. “Ölene kadar…”

İçim titredi. Bu cümle şimdiye kadar birçok insandan duyulmuş, birçok sahte vaatle kirletilmişti ama onun ağzından çıktığında hiçbir kuşku bırakmıyordu. Ne yalan vardı ne abartı.

O an zaman dursa, hayat o kucakta bitse bile eksik kalmayacakmışım gibi hissettim. Çünkü her şey tamdı. Kendimi birinin yanında, eksiksiz, koşulsuz, sadece sevildiğim için seviliyor gibi hissetmiştim. Ve bu his, bana göre aşkın en sade, en net tanımıydı.

 

 

Flaschback Son

Bu anı hatırlamak bile yüzümde tebessüme neden oluyordu. Birbirimize verdiğimiz söz o kadar kıymetliydi ki…

Ama sonra yokluğu aklıma geliyordu ve hüzünleniyordum. Bende bu yüzden çözümü kafamı dağıtmakla bulmuştum ama bulduğum çözüm de öyle iç açan cinsten değildi. Ne zamandır okumayı ertelediğim annemin defterini elime almış, o evde okuduğum tarihleri geçtikten sonra kalan sayfaları okumaya koyulmuştum.

Sayfalardan birinde Adnan Aral ve annem vardı. Annemin kucağında bir çiçek demeti, Adnan ise gülümseyerek ona bakıyordu. Gördüğüm onca samimiyetsiz gülüşünün ardından bunun içtenliğini kavramak çok kolaydı. Aralarındaki şey çok yanlıştı, bir kere Adnan Aral başkasıyla evliydi ama bu halleri bazen gerçekten mutlu olduklarını hissettiriyordu. Ki öylelerdi de.

Adnan Aral’ın bakışı, yıllar içinde bana defalarca yönelttiği nefret dolu bakışlara hiç benzemiyordu. O anki haliyle, dünyanın en iyi adamıymış gibi görünüyordu. Sevgiyle, hayranlıkla bakıyordu anneme. Bir adam bir kadına nasıl bakmalıysa, tam da öyle…

Fotoğrafın konulduğu sayfada yine bir ultrason görüntüsü vardı. Bu sefer daha da büyümüştü ultrasondaki bebek. Sanırım son aylara doğruydu. Yüzüm henüz net değil ama kollarım, bacaklarım belliydi. Annem belki de bu görüntüyü defalarca izlemişti. Adnan’la baş başa oturup, tekrar tekrar bakmışlardı. “Bana benziyor.” Demişti belki. Ya da “Bak, burnu senin gibi.” O küçük detaylar, insanı babalığa hazırlayan detaylardı sonuçta.

Bazen düşünüyordum… Eğer ikimiz de hayatta kalsaydık, belki Adnan Aral beni gerçekten severdi. Belki bana bisiklet alırdı. Belki saçımı kendi elleriyle tarardı, düğünümde koluma girerdi, belki bana “kızım” derdi. Ama kader başka yazılmıştı. O içimde büyüyen sevgiyle birlikte, annem toprağın altına girmişti. Ve babam, nefretin içinde bir taş gibi kalmıştı.

Annemin el yazısı hâlâ tazeydi sayfada. Mürekkep biraz solmuştu ama her harfi kalbime kazınmaya yetiyordu.

“Bugün seni biraz daha net gördük. Küçük yüzün… Minik çenen… O kadar gerçeksin ki artık.

İsmini henüz koymadık. Ama ne fark eder ki… Hangi isim olursa olsun, seninle hayatımıza girecek olan her şey şimdiden çok güzel. İçimde seni taşımak her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor ama bu tatlı bir ağırlık. Bir mucizenin yükü bu.

Sabırsızım.

Hem de çok sabırsızım, seni kucağıma almayı iple çekiyorum. Sona doğru yaklaşıyoruz, o yüzden mutluyum…

Baban odana her gün yeni bir şey alıyor, kıyafetler, oyuncaklar… Daha doğmadan o kadar almayalım diyorum dinlemiyor beni. Senin odanın hemen yanındaki odaya Egemen abinin odasını da hazırladı. Birlikte oynayacağınız oyunları şimdiden hayal ediyor eminim.”

Sonraki sayfada başka bir fotoğraf vardı. Hazırladıkları odayı koymuşlardı. Beşik, kıyafetler, oyuncaklar…

“Şu pembe zıbını alana kadar baban çok uğraştı, neymiş efendim kızı özel dikim giymeliymiş tenini acıtmayacak kumaşlar olmalıymış. On dükkân dolaştık. O kadar yoruldum ki, oturup ağlayacaktım neredeyse. Ama sonunda bu zıbını buldu. Eline alınca öyle garip bir sessizliğe büründü ki, ne düşündüğünü anlayamadım. Ama seni düşündüğü belliydi.

Bu odayı birlikte hazırladık. Her rafı, her çiviyi, her çerçeveyi…Umarım burada büyürsün. İlk adımlarını burada atarsın. Her köşeye bir anı bırakırsın. Üçümüz birlikte aile olabiliriz…”

Gözyaşlarım istemsizce yanaklarıma süzüldü. Tenimi acıtmayacak kumaşı düşünen adam bana metal namlu doğrultmuştu, o kurşunun bedenimi parçalaması, canımı yakması umuruna gelmemişti. Öleyim diye frenlerimi kestirmişti. İnanması çok zordu. Gerçekten çok zordu.

Şu anda bile hâlâ kendime aynı şeyi soruyordum: O adamla bu adam aynı kişi olabilir mi?

Annem, “Üçümüz birlikte aile olabiliriz…” yazmıştı. O ihtimal hiç gerçekleşmemişti. Annemin öldüğü gün o aile ihtimali de ölmüştü.

O zıbına, oyuncaklara, odaya bakarken içim yanıyordu. Kalbim sanki yas tutuyordu hiç gerçekleşmemiş bir hayatın ve yaşanmamış bir sevginin yasını...

Annemin cümleleri umutla bitmişti. “Umarım burada büyürsün. İlk adımlarını burada atarsın. Her köşeye bir anı bırakırsın…”

Büyümüştüm, adımlarımı atmıştım ama bu odada değildi. Evim sandığım aslında evim olmayan bir yerde. İlk adımlarıma sevinen bir annem, kucağında sevgiyle taşıyacak bir babam olmadan atmıştım. Abimle, dedem olmuştu bir tek.

Sayfayı çevirdiğimde bu sefer defter haricinde sarı, eskimiş bir kâğıt çıktı karşıma. Kaşlarımı çatarken katlanmış olan o kâğıdı açtım. Bazı mürekkepler kaymıştı, muhtemelen yazan kişi ağlayarak yazmıştı. El yazısı, annemin el yazısıydı. Demek ki o yazmıştı.

Hiç beklemeden yazıyı okumaya başladım.

“Bu sefer içimi dökmek için yazıyorum bu satırları… Beni dinleyecek kimse yok çünkü. Adnan ile bu yola çıktığımda her şeyin zor olacağını biliyordum, her şeyi bilerek kabul etmiştim ama zor geliyor artık. Dayanamıyorum bakışlara, sözlere. Yaptığım yanlıştı, evli bir adamla olmak yapmamam gereken bir şeydi biliyordum. Zamanı geri alsam onun hiç evlenmediği ana gitmek isterdim. Beni gördüğünde yüzünde o yumuşak tebessüm olurdu ama yanında hiçbir yük, hiçbir geçmiş olmazdı. Yalnızca ikimiz olurduk. Temiz. Korkusuz. Mutlu.

İlk karşılaşmamızda onun kim olduğunu bilememiştim. Bir yabancıydı sadece o an. Kibar, sessiz, biraz yorgun. Ama gülümsediğinde içimde bir şeyler yerinden oynamıştı. İçimden, ‘Bu adam iyi biri,’ demiştim. Oysa bilmiyordum, iyiliğin de bazen başka insanların kalbi üzerine kurulduğunu.

Sonra öğrendim evli olduğunu, durmak istemedim. Gitmek istedim. Yemin ederim, ilk öğrendiğimde gitmek istedim. Kal dedi, beni sevdiğini söyledi, çok kaçtım. Ama beceremedim. Ona inandım, inanmak istedim. Çünkü uzun zamandır biri beni gerçekten görmemişti Adnan dışında. Kendi ailemde dahil. Uzun zamandır kimse bana ‘hak ettiğin mutluluk bu’ dememişti. Bende mutluluğun Adnan’da olduğuna inanmıştım.

İçimde sen büyürken, ona daha çok bağlandım kızım. Onun bir parçası sende olduğu için sana her dokunduğumda, onu da sevmiş gibi hissediyordum. Ama şimdi…içimde bir boşluk var. Sanki ne yaparsam yapayım tam olamayacak bir şeylerin içine düştüm.

Herkes benden nefret ediyor. Ailem, arkadaşlarım, komşular, tanımadıklarım. Herkes susarak ya da bakarak ya da söylentilerle beni parça parça kesiyor. Tüm bunlara seni kucağıma alabilmek için katlanıyorum, bir de baban için. Seçimlerimin sonucuna katlanmak durumundayım çünkü. Sen doğduğunda anne dediğini duyabilmek için, beni seveceğin için, beni tamamlayacağın için katlanıyorum. Bir gün Adnan yanımda olmasa bile sen olacaksın…

Bugün bunları yazma sebebim beklenmedik bir misafirin gelişi… Serap, Adnan’ın karısı… Saçları düzgünce toplanmıştı, yüzünde ne bir makyaj vardı ne de bir tebessüm. Ama gözleri… Gözleri öyle keskindi ki, kapı aralığından bile içime saplandı.

Hiç davetsiz girdi içeri. Bir kelime etmeden geçti, salona oturdu. Sonra başını bana çevirdi ve çok sakince dedi ki: ‘Ben senin kim olduğunu biliyordum. Aylar önce öğrendim. Ama sustum. Çünkü onun geçici bir boşluğa düştüğünü sandım. Ama artık ortada sadece ihanet yok. Bir bebek var. Benim eşimin çocuğu.’

O an öylece kaldım. Ne inkâr ettim ne savundum kendimi. Çünkü haklıydı. Serap her kelimesinde haklıydı. Sözleri hala kulaklarımda yankılanıyor: ‘Sen zannettin ki aşk masumdur. Oysa senin aşk dediğin şey, benim hayatımı yerle bir etti. Kocamı aldın. Evimi yıktın. Şimdi de bunu bir kutsallık gibi taşıyorsun içinde. Ama o çocuğun doğumu senin kefaretin olmayacak. O çocuk senin cezan olacak…’

Bu cümle… İşte o cümle içimi parçaladı. Karnıma dokunup seni hissettiğim her anda içimde çiçek açan o umut, birden buz kesildi. ‘Siz mutlu olamazsınız,’ dedi sonra. ‘Çünkü mutluluğunuz başkasının yıkıntısı üzerine kurulu.’

Sonra kalktı. Ardına bakmadan gitti. Onun geldiğini söylemedim babana. Gücüm ağlamaya yetti. Çünkü bunu ben yapmıştım. Kendim istemiştim. Hemcinsime bunu yaşattığım için kendime ne kadar kızsam, nefret etsem azdı. Hiç sevilmediğim, hor görüldüğüm, dövüldüğüm aile evimden sonra Adnan’ın sevgisine inandığım için pişman değildim ama dedim ya keşke ortada üzülen bir kadın, bir aile olmasaydı.

Serap gittiğinde sen kıpırdadın. Bedenim seni korumaya çalışıyordu, farkındaydım. Ama içimde bir suç duygusu vardı ki sana ihanet etmişim gibi.

Hissediyor musun bilmiyorum ama seni hissetmeye çalışırken içimden geçiriyorum, bazen de dışımdan söylüyorum. Umarım beni affedersin böyle bir dünyaya, böyle bir hikâyenin içine seni getirdiğim için. Ama aynı anda dua da ediyorum. "Ne olursa olsun, güçlü olsun. Kırılmasın. Sevilmese de sevmekten vazgeçmesin." Çünkü benim kanımdansın. Ben yanlışlarla büyüdüm ama senin doğru olmanı istiyorum.

Eğer bu satırları bir gün okursan, bil ki… Seni o kadar çok sevdim ki, hayatımda ilk kez kendimden çok düşündüm birini. Senin için yaşadım ve gerekirse, senin için ölürüm de meleğim.

Seni çok seviyorum,
Annen Elif.

Annemin mektubunu bitirdiğimde ellerim titriyordu. Kâğıdı dizlerimin üstünde tuttum bir süre. Ne kıvırabildim ne kaldırabildim. Sanki kâğıt değil, yük taşıyordum. Bu mektup annemin içini döktüğü yerdi. Ama aynı zamanda kendi yargısını da yazmıştı oraya. Kendini savunmamış, olanları inkâr etmemiş. Sadece anlamaya, anlatmaya çalışmıştı.

Ve ben…Onun bu kadar yalnız olduğunu bilmiyordum. Sevgisiz büyüdüğünü, hiç hak etmediği şeylere “kabul” demek zorunda kaldığını, sırf biri ona değer veriyor diye her şeyi arkasında bıraktığını… Annemin de annesiz olduğunu, çocukken yalnız kaldığını, aslında sevgiye aç olduğunu daha yeni anlıyordum. Duygusal yoksunlukla sarılmıştı belli ki babama, hem de bunun yanlış olduğunu bile bile.

Şimdi oturup düşündüğümde, kimseyi tam olarak suçlayamıyordum. Serap Hanım’da haklıydı, annemde haklıydı kendince. Serap hanım çocukluğumun gölgesiydi hep. Abimle oynarken, kendim oynarken, evin bir köşesindeyken, bazen bahçedeyken hep gölgesi, sert bakışları üzerimde olurdu. O zamanlar onu anlayamazdım. Ama anlıyordum şimdi.

Aldatılmak kolay bir şey değildi. Bir sabah uyanıyorsun ve hayatının merkezine koyduğun adam başka bir kadının hayatına karışmış, üstelik bir çocuk da vardı ortada. Ben onun yıkımının şekliydim. Onun kaybının yüzüydüm. Ona her baktığımda aslında Adnan’ın sadakatsizliğini, annemin varlığını, kendi kalplerinin parçalandığı o zamanı hatırlatıyordu.

Her ikisine de hak veriyordum, annem tamamen suçsuz demiyordum ama onu da anlıyordum. Yaptığının yanlışlığı bir yana, anlamak başka bir yanaydı. Sonra hep kötü olarak gördüğüm kadının içini görmeye çalışmak da başka bir yandaydı.

Mektubu katlarken derin bir nefes aldım. Şimdi anlamaya çalıştığım o iki kadında hayatımda değildi, biri mezardaydı, diğeri ise kendi kendine günlerini geçiriyordu. Ortada bir hata vardı ve bu hata en çok da benim hayatımı mahvetmişti. Birbirini seven iki insanın çocuğu ama aynı zamanda yuvası yıkılan bir kadının gözyaşlarının sebebi olan bir çocuktum ve bu çok büyük bir yüktü benim için.

Telefon titrediğinde birden irkildim. O an her şey öyle sessizdi ki, çalan melodinin tizliği bile kalbimi hızlandırmaya yetti. Ekrana baktığımda Boran’ın adını ve görüntülü aradığını gördüm. Parmaklarımı hemen yanaklarıma götürdüm. Islaklık hâlâ oradaydı. Aceleyle gözyaşlarımı sildim ama gözlerim kıpkırmızıydı. Çok geçmeden elim ekranın üzerine gitti ve cevapladım. Açmazsam merak ederdi.

Ekran açıldığında neşeli sesini duydum. “Güzel karım ne yapıyormuş?” Küçük bir tebessüm etmeye çalışırken karşılık verdim. “Kocasını özlemekle meşgul sanırım.” Diye cevap verirken beni izledi. Gözleri bir şey yakalamış gibi kısılırken “İnci,” dedi sonunda. “Ağladın mı sen?”

Yutkundum. Cevap vermedim. Ama ekranda kendimi görünce saklayacak bir şey olmadığını fark ettim. Gözlerim her şeyi anlatıyordu zaten.

Boran tekrar konuştu endişeyle. “İnci sen iyi misin, bir şey mi oldu?” Gözleri yüzümde dolaşırken daha fazla endişelendirmemek için karşılık verdim. “Bir şey olmadı, endişelenme. Annemin defteri vardı ya, onu okudum. Duygulandım.” Diye açıkladığımda derin bir nefes verdi. “Bir şey oldu sandım, şükürler olsun.”

Küçük bir tebessüm ettim. Sesi, varlığı, orada olması... hepsi içimdeki yükü biraz daha hafifletmişti.
“Sen ne yapıyorsun?” diye sordum, konuyu biraz daha sade bir yere çekmek istercesine. Boran, telefonu biraz uzaklaştırıp arka planı gösterdi. Gürültülü bir alan, turuncu baretler, yürüyen adamlar, büyük bir vinç ve taş toprak kokusunu neredeyse ekranın dışına taşıyan bir şantiye...

“Bugün sahadayım,” dedi. “Yeni lojistik tesisin temelini atıyoruz. Sabah sekizden beri buradayım. Mola verdim biraz, nefes almak için de güzelimi arayayım dedim.” Cümlesiyle gülüşüm daha da büyüdü.

Gömleğinin kolu biraz kıvrılmış, yüzünde ise hem yorgunluk hem de yaptığı işe duyduğu tutkunun izleri vardı. Meşgulken yine de aramak için zaman bulmuş hali huzur veriyordu. Bir yandan da onun için endişeleniyordum. Saat akşamın dokuzu olmuştu.

“Çok yorgun görünüyorsun… Keşke elimi uzatıp tüm yoğunluğunu alabilsem telefondan.” Hüzünlü bir şekilde konuşurken Boran hafifçe kaşlarını çattı ama şakacı bir tonla konuştu. “Yorgunluğun tüm yakışıklılığını almış götürmüş mü diyorsun?”

Başımı omzuma eğerek sırıttım. “Sence öyle bir şey olabilir mi? Her zamanki gibi çok karizmatiksin. Şantiyede olman mutlu etti beni, en azından kadınlar görüp beğenmez.” Boran gözlerini hafiften kaçırarak mırıldandı. “İnşaat mühendisi kadın desem…”

“Ne?” Kaşlarım havalanırken Boran güldü. “Şaka şaka. Zaten öyle olmasa bile sorun yok, bugünden sonra bu şantiyedeki işim bitecek. Şirkette olacağım muhtemelen.” Dediğinde iç geçirdim. “İyi en azından orada çok yorulmazsın.”

Boran tebessümle yüzümü izlerken merakla konuştu. “Sen ne yaptın? Tüm gün konuşamadık tabii mesajlaşmalarımız hariç.” Dediğinde omuz silktim. “Ne yapayım, ofisteydim. Yarın şirkete gideceğim o yüzden danışanlarımın randevularını bitirdim, Yoğundu biraz. Sonra da eve geldim işte.”

“Danışanlarının yerinde olmak isterdim var ya, acaba arka arkaya 3 saatlik seans randevusu oluşturabilir miyiz?” Gözlerini kısmış yüzüme bakarken güldüm sesli bir biçimde. “Sen gel de 3 saat değil tüm gün, tüm hafta, tüm ay randevularım senin olur.”

“Bak bunu duyduğum iyi oldu.” Dedi Boran keyifle. Ardından gözlerini hafifçe devirip abartılı bir ciddiyetle devam etti. “Çünkü anlatacak çok şeyim var. Küçüklüğümden başlarım, okul yılları, üniversite ve Londra travmaları, iş stresleri, eş özlemi…”

Kahkahayı bastım. “O kadarını kaldıracak koltuğum yok, sevgilim. Onun için sağlam bir kanepe gerekir.”

“Bence yatağımız en uygun yer olur.” dedi göz kırparak. Bir an sustuk. O söz… önce kalbime, sonra yanaklarıma sıcaklık verirken tebessüm ettim. Gözlerimin içini okur gibiydi. Ekrandaki mesafeye rağmen, sanki tam karşımda oturuyordu. Sanki dizime başını koymuş da saatlerce konuşacakmışız gibi bir huzur vardı aramızda.

“Peki,” dedim sonra sesimi biraz neşelendirmeye çalışarak. “Gelince ilk üç seansta hangi konuları ele alalım? Şimdiden plan yapayım da hazırlıksız yakalanmayayım.” Boran dudaklarını büküp düşünür gibi yaptı. “Seans 1: Sarılmak. En az 45 dakika. Göz kontağı ve sessiz ağlamalar serbest.”

“Hmm, not alıyorum,” dedim gülerek. “Seans 2.” diye devam etti. “Yan yana film izlemek. Mümkünse romantik olsun. El ele tutuşmak ve battaniye altında bacakların birbirine dolanması, öpüşmeler, küçük temaslar şart. Tam olarak film izleyeceğimize söz veremiyorum”

Kahkaha attım yeniden ama bu kez biraz da utanmıştım. “Film açarız ama sonunu göreceğimizden emin değiliz diyorsun, bu biraz profesyonelliği aşıyor ama olsun.” dedim, alaycı bir edayla.

“Zaten o filmlerin hepsi aynı bitiyor,” dedi Boran. “Bizimki gibi gerçek aşkı hiçbir senaryo yakalayamaz. Senin tenin, nefesin, varlığın… o kadar gerçek ki. Yanımda olduğunda, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorum.”

Boğazımda bir şey düğümlendi. O anın içinde öyle bir sıcaklık vardı ki… kelimeler sanki dokunuyordu kalbime. “Seans 3?” dedim sessizce, başımı yana eğerek. Sesim çatallaşmıştı biraz.

Gülümsedi. “Seans 3… Uyuyakalmak. Dizinde, göğsünde fark etmez. Nefesini hissederek, kokunu soluyarak, sıcaklığında kaybolarak.” Özlemle harmanlanmış bir şekilde cümlelerini söylerken gözlerim doldu. Şu an böyle bir ana o kadar ihtiyacım vardı ki.

Dolu gözlerimi umursamadan gülümserken konuştum. “Bunun için bir haftadan az bir süre kaldı.” Dediğimde başını salladı Boran. “Yaklaşık dört gün. Ama kalbim zaten seninle, sadece bedenim geriden geliyor o kadar.”

Bir an için sessiz kalıp yutkundum. O her böyle konuştuğunda kollarının arasına girip sıkı sıkı sarılmak istiyordum. Burnumda tütüyordu daha 3 gün olmasına rağmen ve hayatımızda böyle iş gezileri olacaktı sürekli.

“Keşke yanımda olsaydın…” diye fısıldadığımda Boran duraksadı. Ekrandan gelen sessizliğin içinde onun nefes alışlarını duydum. İç çekişi ağırdı, bir şeyleri bastırır gibiydi. Gözlerini hafifçe kapatıp sonra tekrar bana baktı. Bakışlarında özlemden daha fazlası vardı: bir mahcubiyet, bir çaresizlik ve o hep bildiğim sevgi.

“İnci…” dedi boğuk bir sesle. “İnan, her şeyimle yanında olmak istiyorum. Sadece ruhumla değil, bedenimle, kalbimle… ama bazen hayat, bizi görevlerle sınamayı seviyor.”

Başımı hafifçe salladım. Onu suçlamıyordum. Asla. Ama insan bazen hissettiğini ifade edemezdi ya hani… O an da öyleydi. İçim yangın yeriydi ama bunu anlatacak tek kelime bulamıyordum. “Biliyorum.” dedim sonunda, sesimi zar zor çıkararak. “Sen olmasan, senin o çaban, o emeğin, o sevgin olmasa… bu mesafeler beni çoktan yutardı.”

Ekrandaki Boran’ın gözleri parladı. “Ben de bazen dayanmakta zorlanıyorum.” dedi. “Sabahları kalkarken telefonuma sarılıyorum önce. Belki senden bir mesaj vardır diye. Gün içinde gözüm hep saatimde; şu vakitte yazar, şu saatte belki arar... Akşamları ise içimden tek bir cümle geçiyor: 'Birlikte olsaydık şimdi ne yapardık?'”

“Sen gelince…” dedim, kelimeleri dikkatle seçerek. “Her şeyin telafisini birlikte yapacağız. Ben seni bekleyeceğim, tıpkı kalbinin hep benimle kaldığı gibi. Çünkü biliyorum, biz bu mesafeleri aşabilecek bir sevdaya sahibiz.”

Boran başını hafifçe eğdi. O gülümsemesi vardı ya… mahzun ama umut dolu. İşte o gülümseme içime aktı. “Sabırsızlıkla bekliyorum emin ol.” Dediğinde gülümsedim bende. Göz göze geldik ekranda. Sessizlik, sözlerden daha fazlasını söyledi yine.

“Aşkım…” dediğimde gözlerinin içi güldü. “Efendim güzel karım?” Gülümsedim. Bu cümleyi her söylediğinde içimdeki buz biraz daha çözülüyordu. Yine de fazla beklemeden tekrar konuştum. “Merak etme beni, tüm duygusallığım sana olan özlemimden ve söylediğim gibi okuduğum defterden. O yüzden endişelenme.”

“Merak edeceğim.” dedi kararlı bir sesle. “Ama sana güveniyorum. Kendi içinden geçmene izin veririm ama orada sıkışıp kalmana asla izin vermem. O yüzden ne zaman ihtiyacın olursa buradayım. Gecenin üçünde bile.” Dediğinde minnettarca ona bakmayı sürdürdüm.

Ne okudun ne yazıyor ne seni üzdü demiyordu. Sessizliğinde bile, ağladığında bile yanında olurum diyordu. Bu, bana her şeyden daha çok iyi geliyordu. Anlatmaya zorlamaması… sadece “ben buradayım” demesi… İnsanı iyileştiren tam da buydu işte.

Bir süre gözlerini ayırmadan bana baktı. Ekranın diğer ucunda ama sanki yanı başımdaydı. Aramızdaki mesafeye rağmen elleri sanki elimdeymiş gibi hissettim.

“İyi ki varsın…” dedim içten bir tonda telefona yaklaşarak. Boran gamzesini ortaya çıkartacak biçimde gülümserken o da telefona eğildi. “Sen de iyi ki varsın…” Elini telefonun ekranında gezdirir gibi yaptığında yüzümü sevdiğini anladım. Bu hareketi kalbimde kelebekler oluşmasını sağlarken konuştum. “Otele gidince haber ver.”

“Ararım, seni uyurken izlemeyi seviyorum. Bu gece de birlikte uyuruz.” Diye karşılık verdi söylediğime karşılık. Başımı hevesle salladığımda gülümsedi. Bakışları bir an için telefonun üzerine doğru kayarken yerinde dikleşti ve bakışlarındaki o yumuşak ifade yerini ciddiliğe bıraktı. “Geliyorum Ümit Usta.”

Ardından tekrardan yumuşak bir biçimde bana döndü. “Kapatmam gerekiyor güzelim, gece görüşürüz.” Dediğinde onayladım. “Tamam sevgilim, görüşürüz. Kolay gelsin.” Dedikten sonra elimi öpüp telefona doğru ona öpücüğü atıyormuş gibi yaptım. Boran gülümserken elini salladı ve telefonun ekranı karardı.

Telefonu koltuğa bırakırken derin bir iç çektim. Azıcık da olsa konuşmak, sesini duymak bana beklediğimden çok daha iyi gelmişti. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kalbimde Boran’ın varlığı sanki bir ışık gibi yanıyordu.

*****

Gönderilen: Canımın içi

Bu sabah yine sensiz uyandım…

Bir an önce öpücüklerinle uyandırıldığım zamana geçmek istiyorum sevgilim.

Özledim…

Bu arada günaydın:)

 

 

Günaydın güzelim,

 

 

Emin ol bunu en çok ben istiyorum yani öpücüklerimle seni uyandırmayı. Her anlamda;)

 

 

Keşke yanında olabilsem…

 

 

Ama burada işler biraz karıştı. Şantiyelerden birinde sıkıntı var. Net olarak belli değil ama bu gelişimi biraz etkileyebilir.

Gerçekten mi?

Şu an çok kötü bir haber verdin bana

 

 

Merak etme, her şey yoluna girecek. Ben sana hemen haber vereceğim.
Bu durumu sevmiyorum. Birlikte olmayı, yanımda olmanı o kadar çok isterdim ki…
Ama sabırlı olalım. Sabrın sonu selamet…

Boran beyden özlü sözler…

 

 

Senin için her zaman…

 

 

Seni seviyorum…

 

 

Kolay gelsin.

 

 

Bu arada şirkette mi olacaksın bugün?

Evet…

Toplantım var.

Yeni işler peşindeyiz:)

 

 

Hadi bakalım kolay gelsin o zaman

 

 

Haberdar edersin

Ederim tabii ki

Sende bana haber ver ve lütfen olumlu sonuçlar olsun. Mesela bugün dönüyorum de.

Ve bende seni çooook seviyorum.

Dikkatli ol.

 

 

Sende dikkatli ol bir tanem

 

 

Tabii ki ederim

 

 

İyi haber vermeyi o kadar istiyorum ki emin ol

 

 

Toplantında başarılar…

Teşekkür ederim

Öptüm seni

Boran ile en son konuşmamız sabahtandı. Saatlerdir evrakların içinde boğulmuşken nefes almak için mesajlarımızı okumaya karar vermiştim ve daha ilk dakikadan doğru bir karar verdiğimi anlamıştım. Onun en ufak mesajı bile bana nefes olmaya yeterdi çünkü.

Kapının tıklanmasıyla elimdeki telefonun ekranını kapatarak komut verdim. “Girin.”

Komutumla birlikte kapı açılırken Bilge’yi gördüm. İçeri girip kapıyı kapatırken konuştu. “İnci Hanım, Rüzgâr Soylu geldi. Randevusu yok fakat sizinle görüşmek istiyor.” Bir an için kaşlarım çatılırken kararsızca baktım Bilge’ye doğru. Uzun zamandır görmemiştim Rüzgâr Bey’i.

“Gelsin.” Dedim sıkıntılı bir nefes vererek. Bilge beni onaylayıp odadan çıkarken oturduğum yerden ayağa kalktım. Bu ziyareti neye borçluyduk acaba?

Kapı tekrardan açılırken bu sefer Rüzgar Bey göründü. Elindeki bir saksıda orkide vardı. Şaşkınlık içerisinde ona bakarken adımlarını bana doğru attı. Bende masanın önüne doğru ilerlediğimde elindeki saksıyı bana uzattı. “Buyurun, bunlar sizin için.”

“Teşekkür ederim.” Dedim düz bir ifade ile. Bu çiçeğin ne için olduğunu anlamamıştım açıkçası. “Hoş geldiniz.” Diye ekleyerek elimi uzattığımda tutarak sıktı. Elimle koltuğu işaret ederken Bilge konuştu. “Size ne ikram edelim?”

“Sade Türk kahvesi rica edecektim.” Rüzgâr bey nazikçe Bilge’ye cevap verirken Bilge onaylayarak bana baktı. “Bende kahve alayım.” Diye komut verdiğimde Bilge odadan çıktı. Bende kendi yerime geçip oturduktan sonra merakla baktım Rüzgar Bey’e.

O da merakımı anlamış olacak ki küçük bir tebessüm etti. “Neden geldiğimi merak ediyorsunuz haklı olarak.” Mahcup bir tebessüm ederken Rüzgar Bey açıklamasına devam etti. “Çıkardığınız uygulamanın lansmanından sonra gelmek istemiştim açıkçası ama sizin İtalya seyahatiniz ile benim Amerika seyahatim çakıştı ne yazık ki. Bir süredir buralarda değildim. O yüzden gelmek bugüne kısmet oldu. Uygulamayı şirket olarak satın aldık İnci Hanım ve memnuniyetimi dile getirmek istedim bir yandan da.”

“Öyle mi?” dedim tebessümle. Geri dönüşler bizim için önemliydi. “Beğenmeniz bizler için önemliydi. Size bir katkımız olduysa ne mutlu.” Diye karşılık verdiğimde Rüzgar Bey onayladı. “Gerçekten çok işimize yarıyor, kullanıcılar da memnun. Aslında sormak istediğim daha geniş çaplı versiyonlarını düşünüp düşünmediğiniz, mesela akıllı telefonlar dışında tablet ve bilgisayarlarda da?”

Tam cevap vereceğim sırada kapının kısaca tıklanıp açılmasıyla Bilge’yi gördüm. Getirdiği tepsideki kahveyi ilk önce Rüzgar Bey’e ardından da bana ikram ettikten sonra odadan çıktığında bakışlarımı tekrar Rüzgar Bey’e çevirdim.

“Düşünüyoruz. Ekibimiz masaüstü sürümünün beta testlerini yürütüyor. Kullanıcı deneyimini bozmayacak bir geçiş planı üzerinde çalışılıyor diyebiliriz yani.” Diye açıklama yaptığımda Rüzgar Bey memnuniyetle başını salladı. “Bunu duyduğuma sevindim çünkü bizim ekibin bazı işlemleri masaüstünden yürütmesi gerekiyor.”

İlgiyle yüzüme bakışına karşılık cevap verdim. “Geri bildirimleriniz önemli bizim için. Hatta arkadaşlarla konuşup beta sürecine sizden birkaç kişi dahil edebiliriz. Gerçek kullanıcı deneyimi bizim içinde faydalı olur.”

“Memnuniyetle. Zaten uzun süredir sizinle iş birliği yapma fikrini düşünüyordum.” Dedi yumuşak ama kendinden emin bir sesle.

Cümlesiyle birlikte ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Kahvemden bir yudum içerken Rüzgar beyde benim gibi bir yudum aldı fakat o yudumu alırken bile bakışlarını benden ayırmadı. Bakışları altında rahatsız olup yerimde kımıldandığım sırada tekrar konuştu.

“Gerçekten etkileyici bir ekibiniz var.” Dedi alçak bir sesle. “Elimizden geleni yapıyoruz.” Dedim resmi bir ifadeyle.

Rüzgar beyin bakışları benden masanın üzerindeki çerçeveye kaydığında bir süre sessiz kaldı. Ardından tekrar konuştu. “Boran Bey’de eşinin başarılarıyla gurur duyuyordur.” Sesindeki tını hayranlık mıydı yoksa çekememezlik miydi tam anlayamamıştım ama onayladım. “Birbirimizle hep gurur duyarız. Bu projeye de büyük bir destek veriyor.”

“Evet, duydum onu.” Dedi birden. Ardından ekledi. “Kendisi gerçekten şanslı.”

Sözleri kulağımda yankılanırken sessizliğimi sürdürdüm. Bilge’nin getirdiği kahve kokusu bile rahatsızlığımı azaltmıyordu.

“Yani.” Deyip tekrar konuştuğunda bu sefer duyduğum cümleyle nefesim kesilir gibi oldu. “Sizin gibi birinin yanında bulunmak… her açıdan ilham verici olmalı.” Cümlesindeki o ton sınırını aşmıştı artık. Masadaki kalemi çevirirken sert sayılabilecek bir şekilde karşılık verdim. “Boran hep destekleyici biridir. İş konusunda da özel hayat konusunda da.”

Bunu özellikle söylemiştim çünkü Boran’ın kim olduğunu hatırlaması gerekiyordu. Rüzgar Bey başını sallarken mırıldandı. “Elbette.”

Cümlesinin ardından sessizlik oluşurken yüzündeki tebessüm yerini düşünceli bir hale bıraktı. Sonra birden kahvesini alıp tek hamleyle hiç duraksamadan bir dikişte içti. Sıcak kahvenin bu kadar hızlı içilmesi irkilmeme neden olurken istemsizce gözlerim fincandan yüzüne kaydı. Yüz ifadesi değişmemişti bile.

“İzninizle, gideyim ben artık. Konuştuğumuz konu hakkında sizden haber bekliyorum.” Sakince oturduğu yerden ayağa kalktığında bende ayaklandım. “Tabii, muhakkak haberdar ederiz.” Elini uzattığında hiç beklemeden tutup sıktım.

“Görüşmek üzere.” Deyip kapıya ilerlerken bir şey söylemedim. Kapı kapanınca derin bir nefes aldım. Bakışlarım kahve fincanına kaydığında ürperti geçti bedenimden. Bu tür ani ve keskin davranışlar genelde bastırılmış duyguların dışavurumuydu.

Bakışlarım bu sefer orkideye kaydı. Üzerinde not vardı. “Yeni başlangıçlar, bazen bir tesadüf kadar sessiz olur… Başarınız da bu sessizliğin içinden doğan en güçlü yankılardan biri.”

Bir an donup kaldım notla. Cümlenin ne kadar basit ama bir o kadar da yük dolu olduğunu düşündüm. Bir çiçek notu için fazla düşünülmüştü, insan ancak değer verdiğine bu kadar düşünürdü. “Yeni başlangıçlar…” diye mırıldandım kendi kendime. Bu bir iş projesine gönderme miydi, yoksa söylemek isteyip söyleyemediklerinin dolaylı bir ifadesi miydi?

Psikolog tarafım sözcüklere anlam yüklememem gerektiğini söylüyordu ama kadın tarafım… o sessiz, sezgisel yanım bunun basit bir jest olmadığını söylüyordu. Elimdeki notu tekrar çiçeğe iliştirip derin bir nefes aldım. “Profesyonel ol.” Dedim kendi kendime. Ama bunu ne kadar başarabilirdim bilmiyordum.

Masama tekrar oturup bilgisayarımı açtıktan sonra sunum dosyasına girdim. Bugünkü toplantıdaki gündem maddelerinin özeti gönderilmişti. Gelir artış oranı, yatırım planları, risk yönetim tabloları, insan kaynakları revizyonu vb. birçok içerik vardı.

Toplantıya kadar detaylıca onları inceledikten sonra saatin gelmesiyle odamdan çıkıp toplantı salonuna doğru ilerledim. Kapıyı araladığımda hava her zamanki gibi ağırdı. Uzun masanın etrafında abim başta olmak üzere tüm departmanların müdürleri vardı.

Masaya oturmadan önce abimle kısa bir göz teması kurdum. Bana göz kırpsa da profesyonel olarak soğukluk vardı bakışlarında. Masaya oturduğumda elini masanın üzerinde birleştirip konuştu. “Toplantıya başlayabiliriz.”

“Bu çeyreğin sonuçları beklediğimizin biraz üzerinde.” Dedi Finans müdürümüz. Ardından devam etti. “Yeni uygulamanın etkisi net bir şekilde görülüyor. Talepler artmış durumda.”

Başımı sallayarak onayladım biraz önceki toplantıdan yola çıkarak. “Evet, hatta masaüstü uygulaması hakkında da talep var. Tüm verilere geçmeden önce uygulamanın beta sürümünde gözlemlemesi için bir firmayla çalışalım diye düşündüm. Soylu holding bu konuda istekli.”

“Soylu Holding mi?” Abimin meraklı sesine karşılık başımı salladı. “Evet Rüzgar Bey ile henüz konuştum. Kendisi çok memnun bu uygulamadan.” Abim gözlerini kısmış beni dinlerken dudaklarını büzdü. “Daha önce hiç yüz yüze gelmedik.”

“Yurt dışında olduğundan bahsetmişti, ondandır belki.” Dediğimde abim bana bakmaya devam etti. Aklını bir şeyler kurcalamıştı sanırım. Onun yerine ürün geliştirmeden müdürümüz karşılık verdi. “Siz nasıl uygun görürseniz, bu diğer kullanıcıları anlamak içinde iyi olacaktır.”

Tebessüm ederek konuşan kadına bakarken elimle işaret verdim. “Büyüme tablolarına geçebiliriz.”

“Yüzde kaçlık bir büyümeden söz ediyoruz?” Abim merakla finans müdürüne baktığında müdür cevap verdi. “Yüzde sekiz. Küçük ama istikrarlı bir artış.”

Onu onaylarken pazarlama müdürümüz konuştu. “Sosyal medyanın gücünü hafife alamayız. Oradaki geri dönüşler neredeyse iki katına çıktı. Özellikle genç kitledeki marka algısı güçlendiği için bu bizim yararımıza oldu.”

“Güzel, demek ki doğru yönde ilerliyoruz.” Dedim gururla. Dedemin şirketini ona layık bir şekilde yönetmek paha biçilmezdi bizim için. “Ancak bu büyümeyi sürdürebilir kılmamız gerekiyor. Sonuçlar iyi ama sistem henüz tam oturmadı.”

İnsan kaynakları müdürümüz söz almak istercesine bana bakarken başımla onay verdim. “Çalışan tarafımızdan da olumlu geri dönüşler var. Yeni performans modeli, motivasyonu artırdı.”

Kendimce defterime notlar alırken abim konuştu. “Şu an tablo olumlu genel olarak. Fakat ben sadece sayılara değil de geleceğe de bakmak istiyorum. Bu sistem bizi iki yıl sonra nereye taşır mesela? Esas soru bu bence.”

“Haklısınız Egemen Bey, mevcut ivmeyle gidersek iki yıl sonra net kar oranı yüzde on beşe yaklaşabilir. Ama asıl fark yaratacak olan sürdürülebilirlik stratejimiz olacaktır.” Finans müdürümüz abimi onaylarcasına konuşurken abim başını salladı. “Aynen öyle. Kim olduğumuzu, değerlerimizi unutmadan bu yola devam etmeliyiz.”

“O zaman stratejilerinizi dinlemeyi isterim.” Dedim araya girerek. Bakışlarımı tüm müdürlerde dolaştırırken konuştum. “Biliyorsunuz şirketimizde birçok stajyer mevcut, onların da şirketin geçmiş verilerini inceleyip bir strateji geliştirmelerinin uygun olacağını düşünüyorum. Siz kendilerine iletirsiniz. Onlar içinde verimli bir süreç olur.”

Abim gülümseyerek bana doğru baktığında bende gülümsedim. Öğrencilere biraz müsamaha gösterilmesi ve şans verilmesi gerektiğini düşünenlerdendim ben. Masadaki hava yumuşarken herkesten onaylayan mırıltılar duydum.

Toplantı aynı şekilde tüm değerlendirme başlıklarını ele alarak ilerlerken herkesi dikkatle dinlemeye çalıştım. Küçük küçük notlar alarak öğrenmeye çalıştığım bilgilere yenilerini ekledim. Her defasında yeni şeyler öğreniyordum.

Yaklaşık iki saat sonunda toplantı biterken odadan çıktım. Herkes dağılırken abimin sesini işittim. “İnci?”

Geriye dönüp ona bakarken abim konuştu. “Şu Rüzgar meselesi.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Abimse devam etti. “Soylu Holding’i duydum birçok defa ama aktif değildi epey bir süre. Şirketi müdürler yönetiyordu. Rüzgar denilen kişi yoktu. Yurt dışında olduğunu söyledin, o kadar konuştunuz yani?”

“Bir resim sergisinde tanıştık ilk defa, sonra da bizim lansmanda gördüm. Tanışırken söyledi. Yoksa tanımıyorum tabii ki adamı.” Dedim açıklama yaparak. Abim birkaç saniye sessiz kalıp yüzüme bakarken onayladı. “İyi bakalım.” Dedikten sonra ekledi. “Boran hala dönmedi değil mi? O yokken kalsana bizde. Bir gün kaldın ama alışmışım.”

“Ya abi.” Dedim içten bir şekilde. Abim kolunu omzuma dolayıp beni kendine çekerken gülümsedi. “Özlüyorum, ne yapayım? Bunca yıldır ayrıydık ama insan özlüyor.”

“Hep buradayım ya. Haftada bir kere şirkete uğruyorum. Uzun süreli ayrılmıyoruz ki. Hem bizim ev komşu kapısı mı? Sizde bize gelin.” Dediğimde abim gülümsedi. “Geliriz inşallah.” Şakağıma dudaklarını bastırıp öptükten sonra kolunu çekti. “Ben çıkıyorum, Doğayla Göktuğ beni bekler.”

Yüzümde istemsizce gülümseme oluşurken onayladım. “Selam söyle.”

“Söylerim, hadi görüşürüz.” Abim koridorda kendi odasına doğru ilerlerken bende kendi odama doğru ilerledim.

Kolumdaki saate baktığımda saatin neredeyse altıya geldiğini gördüm. Ayağımda topuklular, elimde tabletim, zihnimde ise hâlâ az önceki sunumun yankıları vardı. Şirketin büyüme stratejisi, yeni ortaklık teklifleri… Herkes bir şey söylüyordu ama ben sadece sessizlik istiyordum. Sessizliğe ve birkaç dakika yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.

Koridoru geçerken başımı hafifçe eğip iç çektiğim anda bir koku geldi burnuma. O bildik koku. Âşık olduğum koku. Boran'ın kokusu.

Sanki yanı başımdan geçmiş gibi… Derin, tanıdık, güven veren bir koku. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. “Hayırdır İnci. ” dedim kendi kendime. “İyice kafayı mı yedin? Boran Adana’da, sen İstanbul’da…”

Gözlerimi kapattım bir an. Yorgunluktan olmalıydı ya da belki de burnuma takılan bir anıdan… Koku hafızası tuhaf şeydi. Odama ilerledikten sonra kapıyı açarak içeri girdim. Bakışlarım anında odadaki kişiye takılırken donakaldım. Gözlerimi kırpıştırıp gerçekliğini sorgularken tekrar tekrar baktım.

Masadaki çiçeğin başında, notu eline almış bakan bir Boran vardı. Benim odamda, gerçekten karşımdaydı. “Boran…” diye fısıldadığımda bir an bana doğru döndürdü bakışlarını. Yüzünde gülümseme oluşurken şaşkınlıkla mırıldandım. “Sen… Sen Adana’daydın…”

Daha fazla konuşmadan koşar adımlarla aramızdaki mesafeyi kapattım ve boynuna atıldım. Boran anında belimi kavrarken ayaklarımın yere basmasını engelledi ve havada tutmaya devam etti beni. Kokusu, sıcaklığı, ellerinin belime dolanışı… Hepsi gerçekti.

“Sen bugün gel demedin mi?” derken nefesini boynumda hissettim. Cümlesi içime akarken kollarımı daha sıkı sardım boynuna. “Ben karımın sözünü dinlerim. Gelsin dediyse, geliriz. Patron sensin.”

Güldüm. Gözlerim dolu doluydu ama kalbim o kadar hafiflemişti ki. Onun gelişiyle sanki üzerimden bir dağ kalkmıştı. Sanki şehir bile daha az yorucu, dünya daha katlanılır olmuştu. “İyi ki geldin, iyi ki.” Deyip dudaklarımı boynuna bastırdım ve ardı ardına öptüm. “Çok özledim seni.”

“Sen beni böyle öpeceksen ben hep gideyim.” Dediğinde kaşlarımı çatarak geri çekildim ve yüzüne baktım. “Saçmalama.” Dediğimde Boran güldü. “Saçmalamamamı istiyorsan başka yöntem denemelisin.” İsteğinin ne olduğunu bilerek dudaklarımı dudaklarına bastırdım anında.

Sadece 3 gün olmuştu ama ben özlemden ölmüştüm. Dudaklarımız bir ahenkle dans ederken zaman durdu bizim için. Hiçbir ses yoktu. Sadece o tanıdık kokusu, teninin sıcaklığı, göğsünün ritmik hareketi…Sadece kalbimin çarpışı vardı ve onun sessizce fısıldayan varlığı.

Dudaklarımız ayrıldığında alnımı alnına yaslayarak fısıldadım. “Çok özledim…” Beni kendinden hafifçe uzaklaştırıp gözlerimin içine baktı. O bakış… işte en çok onu özlemişim. Her zaman dimdik ama aynı zamanda beni sımsıkı sarar gibi.

“Ben de seni çok özledim, güzelim benim.” dedi alçak bir sesle, sesi hafif çatallıydı. “Hani böyle… tarif edemediğim bir özlem var içimde. İliklerime kadar. Etimi, ruhumu kesen bir hasret. Sadece sesini duymak, yüzünü görmek yetmiyor. Gülüşünü, kahveni nasıl içtiğini bile özledim. Saçlarını dağınık topladığın hâli bile gözümün önünden gitmiyor. Beni delirtiyorsun…”

İçimden bir şey koptu. Sanki yutkunurken boğazımda düğümlenen o şey artık orada duramayacağını anladı ve gözlerimden yaş olup aktı. “Ben de” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenirken. “Sana sarılmadan geçirdiğim her sabah, sesini sadece telefondan duyduğum her akşam… eksik kaldım, Boran. Ben çok güçlüymüşüm gibi görünüyorum belki ama… sensizliğe gücüm yokmuş.”

Sustu bir an. Başımı ellerinin arasına aldı. Başparmaklarıyla yanağımdan süzülen yaşı sildi, o sırada gözlerini hiç ayırmadı benden. Sanki her kelimem, gözlerimde yankılanıyordu. Hiçbir şey söylemeden tekrar boynuna sarıldım. Uzun süre öylece kaldık. Saat kaçtı, dışarıda yağmur başladı mı, şehir sustu mu… hiçbir fikrim yoktu. Sadece kalbimin onun kalbine yaslandığını hissediyordum.

Boran elimden tutup beni deri kanepeye doğru çektiğinde hiç itiraz etmeden oturdum. Başını omzuma doğru yavaşça yasladığında küçük bir tebessüm ettim. "Şurada biraz soluklansam hiçbir şeyim kalmaz."

"Eve gidelim, göğsümde uyutayım seni." dedim elim saçlarına giderken. İpek gibi olan saçlarından parmaklarımı geçirip saçlarını okşarken karşılık verdi. "Azıcık şöyle duralım, zaten eve gidince özlem gideririz."

Hiçbir şey söylemeden saçlarını okşarken Boran tekrar konuştu. "Masadaki çiçek kimden geldi?" Sesinde epey bir merak vardı. Hiç beklemeden cevap verdim. "Rüzgar Bey getirmiş."

Cümlemle aniden başını kaldırıp bana bakarken kaşlarını çattığını gördüm. Kaşlarının arasında beliren o derin çizgi, sanki birdenbire bütün sessizliği yırtmış gibiydi. Gözleri, az önceki yorgun bakışlardan eser bırakmadan sertleşmişti.

“Rüzgar Bey ha?” dedi, sesi bu sefer alttan alta bir kıskançlıkla titriyordu. “Ne zamandan beri sana çiçek getiriyor bu beyefendi?”

Gülümsemeye çalıştım ama dudağımın kenarı bile oynamadı. “Bugün geldi, uygulamayla ilgili tebriklerini iletti. Ufak bir deneme yapacağız şirketiyle deneme sürümü için."

Boran bir an sustu. Gözleri yüzümde gezinirken sanki her kelimemi tartıyor, sesimin tonunda bir giz arıyordu. Sonra hafifçe başını salladı ama o kaşlarının arasındaki çizgi hâlâ oradaydı. “Demek öyle.” dedi kısık bir sesle. “Tebrik, deneme sürümü, iş... Her şeyin mantıklı bir açıklaması var, değil mi?”

“Ne demek istiyorsun Boran?” derken sesim biraz sert çıkmıştı. “Benim için sadece bir iş ortağı. Bundan başka bir şey değil.”

O, parmaklarını kanepeye vururken başını başka yöne çevirdi. “Ben seni tanıyorum.” dedi yavaşça. “Ama bazı adamların nasıl baktığını da iyi bilirim ve sana nasıl baktığını da bir bakışta anladım. Kaldı ki o not... Yeni başlangıçlar için bilmem ne. Rüzgar Bey’in oldukça anlamlı dilekleri varmış.."

Sinirli bir şekilde konuşurken eliyle yüzünü sıvazladı.

"Gerçekten çok rahatsız edici bir not, haklısın." dedim ılımlı bir şekilde. Boran başını kaldırdı, gözleri doğrudan benimkine saplandı. O anki bakışı, öfkeyle kırgınlığın birbirine karıştığı bir renkti. “Yani sen de farkındasın,” dedi. “Ama yine de orada, masanın üzerinde bıraktın.” Derin bir nefes aldım. “Evet, farkındaydım. Ama gizleyecek bir şeyim yoktu. Masada kalması, bir anlam yüklediğimden değil. Üzerinde durmaya değmezdi benim için.”

Gülümser gibi yaptı ama o gülümsemenin içinde sıcaklık yoktu. “Senin için önemsiz olabilir ama ben o satırları okuyunca elimde olmadan düşündüm, İnci. Neden biri sana ‘yeni başlangıçlar’ dilesin? Ne başlangıcı bu?”

İçimden geçenleri toparlamam birkaç saniye sürdü. Kırmadan, ama ezilmeden konuşmam gerekiyordu. “Belki adam kendi hayatına dair bir şey düşündü, belki de sadece formaliteydi."

"İyi formalitedense masanın üzerinden kaldırırsın." dedi aniden. Gözlerine bakarken ekledi. "Masada duracak kadar güzel değil ayrıca." Cümlesi istemsizce gülmeme neden olurken Boran ters bir bakış attı. "Gülme."

Dudaklarımı büzdüğümde bir an yutkundu. "Vazgeçtim gül, hep gül."

Göz göze geldiğimizde aramızda küçük bir sessizlik oldu. Parmak uçlarımı onun eline doğru uzattım; Boran parmağımı kendi parmaklarının arasına aldı. “Bazen senin gülüşün, bütün saçmalıkları unutturuyor,” diye mırıldandı.

Başımı hafifçe onun omzuna yasladım, kalbim hızla atıyordu. Boran başını biraz daha yaklaştırdı, saçlarımın arasından hafifçe geçirdi parmaklarını. Sessizlik artık gerilim değil, sadece huzur ve birbirimize yakın olmanın sıcaklığıydı…

*****

Bir hafta sonra…

Elimdeki meze tabağını ve haşladığım birkaç sebzenin bulunduğu kâseyi masaya yerleştirdim. Boran Adanalı olarak tercihini sebzeden değil de etten kullanıyordu doğal olarak. Ama besinleri dengelemek adına yapmaktan vazgeçmiyordum.

Hiç beklemeden servis tabaklarını da yerleştirdikten sonra heyecanla baktım hazırladığım masaya. Evlilik yıldönümümüzdü bugün. Zorunluluktan olan, belki biraz mecburiyet içeren bir anlaşmalı evliliğin ilk yıldönümüydü. Tek fark artık her şey gerçekti, Boran’ın sevgisi beni ikna etmiş ve bu evliliğin gerçek olması için yetmişti.

Çok şaşalı bir şey istememiştim. Baş başa olmak bazen en güzel kutlamaydı. İkimizde abartıyı sevmezdik. O yüzden böyle olmasını uygun görmüştük.

Kolumdaki saate bakıp Boran’ın gelmesine az kaldığını görerek üst kata çıktım. Evden getirdiğim bordo ip askılı, yırtmaçlı elbisemi giyerek saçlarımın omuzlarımdan dökülmesini sağladım. Dudaklarıma da bordo bir ruj sürüp makyajımı ona göre yaptıktan sonra aynadan kendime baktım. Hazırdım.

Salona tekrar inip masanın ortasındaki şamdanlarda bulunan mumları yaktım. Masaya son kez bakarak eksik var mı diye kontrol ettiğim sırada çalan kapıyla heyecanla kapıya ilerledim.

Hiç beklemeden kapıyı açtığımda tüm karizmatikliğiyle duran Boran’ı gördüm. Elinde de bir buket gül vardı. Dudaklarım benden bağımsız şekilde iki yana kıvrılırken konuştum. "Hoş geldin canımın içi.” Boran içeri girerken benim gibi tebessüm etti. “Hoş buldum güzelim.”

Elindeki gül buketini bana doğru uzatırken bakışları üzerimde dolaştı. “Güller günün anlam ve önemine uygun olsun istemiştim ama bilmeden seninle aynı rengi seçmişim…” Rengin uyumu sanki önceden planlanmış gibiydi. Gülümsemeden edemedim. “Kalp kalbe karşıymış desene.”

“Bizim karşı karşıya değil, birbiriyle tamamlanmış bir parça.” Diye karşılık verdiğinde karnımda hiç dinmeyen kelebeklerin yenisi oluştu. Her sözü, her bakışı farklı bir his yaratıyordu içimde. Uzanarak gülleri elime aldığımda Boran kapıyı kapattı.

Güllerin yapraklarından yayılan koku bir anda odayı sararken sanki her bir kırmızı yaprak, içimdeki heyecanla birlikte nefes alıyor gibiydi. Boran bana doğru bir adım attığında kalbimin ritmi değişti her zaman olduğu gibi.

“Güllerden bana sıra gelmedi.” Diye şakayla karışık sitemle konuşurken elimdeki gülleri kenardaki portmantoya bıraktım. “Senin yerin hep birinci sıra ki.” Derken uzanarak dudağına küçük bir öpücük bıraktım. Ardından da kollarımı sardım bedenine. Boran anında belimi kavrarken o da sıkıca sardı bedenimi.

Ardından ayrılarak elini tutup salona doğru çektim onu. Masanın başına doğru götürürken ıslık çaldı. “Kuş sütünü unutmuşsun.” İstemsizce gülerken ona doğru dönüp elimi göğsüne yasladım. “Bu akşam özel olmalıydı…”

Boran belimi kavrarken gözlerimin içine baktı. Mumu aydınlatan turuncu ışık yüzüne yumuşak gölgeler düşürüyordu. “Seninle her akşam özel.” Dedi fısıltıyla. O cümle dudaklarından döküldüğü anda kalbimin duvarlarına kazındı.

“Hadi geç masaya.” Dedim hevesle. Ardından aklıma gelen şeyle portmantodaki güllerime doğru ilerledim koşar adımlarla. Salondan vazo alıp içine su doldurduktan sonra gülleri vazoya koyup tekrardan masaya döndüm.

Boran masanın bir ucundaki sandalyeye otururken bende onun karşısındaki sandalyeye geçerek oturdum. Her şey hazırdı. Masanın üzerindeki şamdanlarda mumlar usul usul yanıyordu. Birbirimize bakarken ki o sessizliğimiz bile anlam yüklüydü sanki.

Kelimelere gerek yoktu. Sadece bakışlar ve hisler… yeterliydi.

“Bir yıl oldu…” dedim masaya yasladığım elime çenemi yaslarken. Dün gibiydi ama bir yıl geçmişti.

“Bir yıl…” dedi Boran gözlerimin içine bakarak. “Acısıyla, ağlayışıyla ama en çok gülüşlerle, huzurla…” Huzur. En önemli anahtar kelimeydi belki de benim için. Her zaman huzur arayışında olan bir insanın huzura erişinin yıldönümüydü bu.

Boran önündeki kırmızı şarap içeren kadehi aldıktan sonra bana doğru uzattı. “Birinci yılımızın şerefine…” Uyum sağlayarak bende kadehimi kaldırarak uzattım ve tokuşturdum. “Ve daha nice yıllara…”

Kadehler birbirine çarptığında çıkan ince ses zamanı delip geçti. O sesin ardından ufak bir sessizlik çöktü masaya. Ama bu sessizlik bile öyle huzurluydu ki sanki her nefesimiz aynı ritimdeydi, aynı hikâyeyi anlatıyordu. Bakışlarımı ondan çekerek elimle saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım.

Boran’ın bakışlarını üzerimde hissettiğimde istemsizce tekrar eski haline getirip tabağıma döndüm. Tam o sırada Boran’ın sesini işittim. “Belli zamanlarda sürekli bunu yapıyorsun, birkaç kere dikkat ettim ama sebebini düşünmeden edemiyorum…” dediğinde hafifçe kaşlarım çatıldı. Sonra saçlarımdan bahsettiğini anlayarak güldüm. Hala daha beni çözümlemeye çalışması, her hareketime anlam yüklemesi paha biçilmezdi.

“Senin yüzünden. Her zaman öyle dikkatli bakıyorsun ki düzeltme gereksinimi duyuyorum. İnsan ister istemez kusursuz olmak istiyor.” Dedim ona doğru bakarken. Boran ilgiyle yüzüme bakarken gamzesini gösterecek bir biçimde gülümsedi. “Sen zaten kusursuzsun. Kendini gördüğün hal ya da sandığın hal benim gördüğümün yanında sadece bir yansıma.”

Sözleriyle kalbim yeniden alev aldı. Her defasında nasıl oluyordu da içimi bu kadar kolay yakıp erimesine sebep oluyordu anlayamıyordum.

“Benim için o yansımanın içinde sende varsın ama.” Dedim karşılık olarak. Boran cümlemle bir an sessiz kaldı. Gözleri yüzümün her ayrıntısında dolaşıyordu; sanki söylediklerimin anlamını kelimelerden değil de bakışlarımdan çözmeye çalışıyordu.

“İçimde senin bir parçan var diyorsun yani.” Dedi fısıldayarak. Başımı hafifçe eğerek gülümsedim. “Sanırım birbirimizin içinde var olmayı çoktan öğrenmişiz.” Cümlemle gözleri parıldadı.

Konuşmayı bırakıp önümüzdeki yemeklere dönsek de bakışlarımız birbirimizin üzerinde dolaşmayı sürdürdü. Kısa kısa bakışlarla yemeğimi bitirdiğimde Boran’a doğru baktım. O da bitirmişti. O yüzden aklımdakini yapmaya karar vererek önceden hazırladığım ses sistemine ilerledim.

Şarkıyı kendim seçmiştim. Cem Adrian-Ben Seni Çok Sevdim

“O zaman bugünü dansla taçlandıralım değil mi?” dediğimde Boran oturduğu yerden kalktı. “Seve seve.”

Elini bana uzattığında şarkıyı başlatıp elini tuttum ve mırıldandım. “Bu şarkı benden sana gelsin.” Elimi omzuna yaslayıp aramızdaki mesafeyi kapatırken Boran ellerini belimde sabitledi.

Elimizi tuttuğumuz an, şarkının ilk notaları odayı sardı. Cem Adrian’ın sesi o kadar derinden, o kadar içli yankılanıyordu ki, kalbimin ritmini bile değiştirdi sanki. Boran’ın gözleri gözlerime kilitlenmişti; o bakışta geçmiş vardı, gelecek vardı ama en çok da biz vardık.

Bedenlerimiz yavaşça birbirine uyum sağlarken adımlarımız notalara eşlik ederek zamanın dışına taşmış gibiydi. O an dünya yalnızca bizden ibaretti. Işıklar hafifçe solgun, ortam loştu; ama onun gözlerinde parlayan o ışıltı, tüm karanlığı aydınlatıyordu. Başımı göğsüne yasladım; kalbinin sesiyle şarkının melodisi birbirine karıştı.

Bu şarkıyı bilerek seçmiştim. Boran kadar güzel sözler söyleyemesem de belli etmeye, hissettirmeye çalışıyordum.

Her söz, her nota içimde susturamadığım duygulara tercüman oluyordu. "Ben seni çok sevdim..." derken Cem Adrian, sanki kalbimin en kuytusundan geçenleri dillendiriyordu. Boran’ın eli sımsıkıydı belimde. Sanki bir daha bırakırsa, her şey yok olacakmış gibi… Sanki o anı sadece yaşamakla kalmıyor, sonsuzluğa mühürlemek istiyordu.

“Sen farkında bile olmadan.” dedim kısık bir sesle. “Ben seni içime yazdım Boran. Her bakışında, her gülüşünde biraz daha… sessizce.” Cevap vermedi. Ama elleriyle belimi sarışı biraz daha sıklaştı. Derin bir nefes aldı; o nefeste sanki tüm duygularını bana üfledi. Aramızdaki sessizlik bile anlamlıydı artık. Bu sessizlik, bir şey söylemeye gerek bırakmayan türdendi.

Cem Adrian’la eş zamanlı olarak mırıldanırken bu sefer gözlerine baktım. “Ben seni çok sevdim, ben seni çok sevdim… Belki anlaması zordur sessizliğimden.”

Söylediğin her kelimeyle gözlerinin rengi biraz daha derinleşiyordu.S anki yıllardır içinde sakladığı bütün duyguları birden çözülmüş, gözlerinin kenarına yerleşmişti.

Sözler ağzından dökülürken, o da bana eşlik etmeye başladı. Dudakları kıpırdadı, ama sesi neredeyse bir nefes gibiydi: “Ben seni çok sevdim…” dedi benimle aynı anda. Birbirinizin sesini bastırmadan, bir düet gibi… hem şarkıya hem birbirimize tutunuyorduk.

Boran’ın parmakları belimin üzerinde usulca bir desen çizer gibi dolaşıyordu; her dokunuşunda başka bir şey anlatıyor gibiydi. Ellerinin sıcaklığı, şarkının sözlerinden bile daha derin bir itiraf taşıyordu. Başını hafifçe yana eğerken burnu saçlarıma değdi. O temas, binlerce cümlenin yerine geçiyordu.

Şarkının nakaratı yükselirken Boran alçak bir sesle fısıldadı. “Ben seni en çok da böyle… hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan seviyorum.” Bir an için dönüp yüzüne baktım. Gözlerindeki tutku bir yangın gibi, beni içine çekiyordu. O an, kelimeler anlamsızdı artık. Dudaklarıma yaklaştı ama öpmedi. Aramızda yalnızca bir nefeslik mesafe vardı.

Şarkı devam ederken başımı göğsüne yasladım tekrardan. Şarkıya uygun ritimde hareket ederken müziğin bitişiyle orada öylece kalakaldık. Başım Boran’ın göğsünde, onun yanağı başımın üzerinde, elleri belimde…

Usulca başımı kaldırıp gözlerine baktığımda mırıldandım. "O zaman hediyelerimizi verme vakti."

Kollarından çıkıp salondaki televizyon ünitesinin içine gizlediğim poşeti alarak tekrar yanına döndüm. Ona doğru uzattığımda tebessümle aldı hediyeyi. Ardından ceketinin iç cebinden rulo yapılıp kırmızı kurdele takılmış bir kâğıt ve siyah, uzun, dikdörtgen siyah kadife kutu çıkartıp bana uzattı.

Hiç tereddüt etmeden kutuyu elime aldım ve yavaşça kadife kapağını araladım. İçeride, ışığı yakaladıkça parıltılar saçan pırlanta işlemeli zarif bir şerit duruyordu. Şerit, incecik bir zincire ustalıkla bağlanmıştı; zincirin tam ortasında ise, saf su damlası gibi parlayan bir inci zarafetle asılıydı.

Hayranlıkla bilekliğe bakarken içten bir gülümsemeyle Boran’a döndüm. Çok güzeldi, çok zarifti. Küçük bir tebessümle tepkimi izlerken bu sefer kâğıda döndüm. Kırmızı kurdeleyi itinayla açıp kâğıdı okudum. Adıma bir yetiştirme yurduna bağış yapılmıştı.

Şaşkınlıkla kâğıdı tekrar tekrar okurken Boran’ın sesini işittim. "Ne alsam diye epey düşündüm. Bunun en iyi hediye olabileceği aklıma geldi sonra." Beni öyle iyi tanıyordu ki... Maddi olarak hiçbir hediye bu kadar mutlu edemezdi. "Yurdun bir odası senin ismini aldı bağıştan ötürü, haberin olsun." Bu kadar büyük bir meblağa karşılık normaldi.

"Sen muhteşem bir adamsın." dedim sesim içime kaçmış bir biçimde. Boran, başını hafifçe yana eğip gülümsedi. “Ben sadece senin kalbinden ilham aldım.”

Sözleri içimi öyle bir ısıttı ki, boğazımda bir düğüm hissettim. O an etrafımızdaki her şey silinmiş gibiydi; sadece o, ben ve aramızda sessizce akan o derin bağ kalmıştı. Kâğıdı tekrar elime alıp parmaklarımın arasında hissettim, sanki sadece bir belge değil de bir iyiliğin somutlaşmış haliydi. “Teşekkür ederim…”

Boran durdukça daha da duygusallaşacağımı anlamış gibi ilk önce bana ardından elindeki poşete baktı. Benim gibi ilk önce poşetin içindeki siyah deri kutuyu çıkardı ve kapağını açtı. Bende çok düşünmüştüm ne alsam diye. Çünkü her şeye sahipti. Kutunun içinde özel tasarım bir kol düğmesi ve isminin yazılı olduğu bir dolma kalem vardı.

Boran başını kaldırıp bana bakarken gözleri bir anlığına şaşkınlıkla büyüdü. Sonra dikkatle kol düğmelerinden birini eline aldı. Parmaklarının arasında çevirirken gümüş yüzey ışığa vurdu, sanki o anı mühürleyen bir parıltı gibi. “Bu... gerçekten muhteşem."

Böyle şeyleri seviyordu. Saat ve kol düğmeleri sürekli kullandığı şeylerdendi. Gardırobunun bir çekmecesinde saatler ve küçük bir çekmece de kol düğmeleri vardı. “Senin gibi biri için sıradan bir şey belki ama kullanmayı seviyorsun.” dedim içimden geçenleri tutamayarak. “Bu kalemle yazacağın her kelime, bence zaten senin zarafetinle anlam kazanacak.”

Bir an sessizlik oldu. Boran gözlerini bana dikti, bakışları sanki içimi delip geçiyordu. Sonra gülümsedi, o sakin ama kalpten gelen gülümsemesinden biriyle.

Ama aslında açmasını istediğim hediye o değildi. Asıl sürpriz, poşetin içinde hâlâ onu bekliyordu. Gözlerim farkında olmadan parlamış olmalı ki, Boran ne demek istediğimi hemen anladı. Kaşlarının arasındaki o tanıdık ifade belirdi; merakla poşetin içine yeniden uzandı.

Elini yavaşça içeri daldırdı ve bu kez siyah kapaklı bir defteri çıkardı. Parmaklarının arasında tutarken yüzünde karışık bir şaşkınlık ve incelikli bir merak vardı.

Defterin kapağına baktı; sade ama anlamlıydı. Üzerinde küçük, zarif harflerle yazılmış tek bir kelime duruyordu: “Biz.”

“Bu da mı bana?” diye sordu, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Evet,” dedim, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle. “Biraz farklı bir hediye ama… bence en değerlisi. Umarım beğenirsin.”

Defteri açtığında sayfaların arasında bizim zamanımız saklıydı.

İlk sayfada, birlikte çekildiğimiz o fotoğraf vardı, gülüşlerimizin içtenliği hâlâ gözlerimin önündeydi. Sayfanın köşesine kendi el yazımla küçük bir not düşmüştüm: “Bazı anılar, zamanla değil; kalple saklanır.”

Sayfaları çevirdikçe fotoğrafların arasında küçük cümleler, anılar, hisler gizlenmişti.

Bir sayfada o sabah kahvelerimizi içtiğimiz yerin fişi; diğerinde onun bana hediye ettiği ilk çiçeğin kurumuş yaprağı. Pikniğimizden fotoğraflar, İtalya'dan aldığımız kartlar vardı.

Her detay, her kelime, bizim hikâyemizin bir parçasıydı.

Boran sessizce sayfaları çevirdi. Gözleri yumuşarken dudaklarının kenarına hafif bir gülümseme yerleşti. “İnci…” dedi sonunda, sesinde hem şaşkınlık hem de derin bir minnettarlık vardı. “Sen… bunu benim için mi yaptın?”

Başımı hafifçe salladım. “Bizim için,” dedim. “Unutulmasın diye. Çünkü bazı şeyleri kelimeler değil, anılar anlatır.”

Boran defteri kapatmadı. Parmaklarını kapağın üzerinde gezdirdi, sanki orada yazılı olmayan bir cümleyi okur gibi. Sonra başını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti. “Beni susturmayı çok iyi başarıyorsun." dedi, dudaklarının kenarında duygulu bir tebessümle. “Ve inan… bu, şimdiye kadar aldığım en anlamlı hediye.”

Tebessümle onu izlerken cümlesini tamamladım. "Ve anılarımızla devam edecek olan bir hediye."

"Hep sürsün, hiç bitmesin." Boran’ın o cümleyi söylerken ses tonu öyle samimi, öyle içten geldi ki, kalbimin bir anlığına durduğunu hissettim. Kelimeler dudaklarından dökülürken gözleri gözlerime takıldı; içinde bir dilek, bir söz, belki de sessiz bir yemin saklıydı.

Defteri kapatmadı. Parmaklarını sayfaların kenarında gezdirdi, sanki oradaki her hatırayı, her kelimeyi bir kez daha hissetmek ister gibiydi. Ben sadece onu izliyordum, o anın sessizliğinde her şey fazlalık gibiydi.

“Bitmeyecek.” dedim yavaşça, kalbimden süzülürcesine. “Çünkü biz aynı sayfadayız artık.” O an gülümsedi. Fakat bu gülümseme, sıradan bir mutluluk ifadesi değildi; içinde şükran, sevgi ve huzur vardı. "Teşekkür ederim güzelim, çok teşekkür ederim." Minnettar bir biçimde bana bakarken teşekkürünü kollarının arasına girip karşıladım. “Etme, bizim anılarımız için neden teşekkür ediyorsun?”

Başımı hafiften kaldırıp gözlerine baktığımda hayranlıkla baktı gözlerime. İçimde kelebekler uçuşmaya başlamıştı. Zamanın durduğu, sadece Boran’ın varlığının gerçek olduğu o özel anlardan biriydi bu. Birbirimize bakarken gözlerim onun dudaklarına takılı kaldı. O da aynı yavaşlıkta, sanki bu anın tadını çıkarmak ister gibi eğildi. Dudaklarımız nihayet buluştuğunda, o ana kadar hissettiğimiz tüm o derin, sessiz duygular, kelimelere sığmayan o yeminler bir anda gerçekleşmiş gibiydi.

Eli yanağıma dokunurken parmak uçları, sanki bir hatırayı çizermiş gibi, nazikçe gezindi tenimde. Ellerinden yayılan sıcaklık, sanki kalbime kadar ulaşıyordu; içimde, kelimelere sığmayacak bir huzur büyüdü. Gözlerimi kapalı tuttum, sadece varlığını hissettim. O an, dünyanın tüm sesleri uzaklaştı, tüm karmaşa sustu. Sanki ikimiz, o anın içinde, zamanın dışında bir yerdeydik.

Bir rüya gibi hafifti her şey…

Nefeslerimiz birbirine karışırken kalbimde tarifsiz bir dinginlik vardı. Ne konuşmaya gerek vardı, ne açıklamaya. Çünkü söylenmeyen her şey, o sessizlikte çoktan dile gelmişti. Boran dudaklarını hafifçe geriye çekip bir nefeslik mesafe bıraktı aramızda. “Hiçbir şey bu an kadar gerçek olmadı.” dedi fısıltıyla.

“Ve hiçbir an bu kadar bizim olmadı.” diye karşılık verdim ve o tek nefeslik mesafeyi kapatıp tekrar dudaklarımızı birleştirdim.

Parmakları saçlarıma gömülürken ellerim belinden sıyrılıp sırtına dolandı. Varlığına sarıldıkça, daha önce hiç bilmediğim bir yerden eksik olduğumu hissettim. O eksiklik, sadece onun varlığıyla tamamlanan bir bütünlüktü. Kalp atışlarımız, sanki aynı ritmi bulmuş gibiydi; her öpücükte biraz daha kayboluyor, biraz daha birbirimize karışıyorduk.

O gece, suskunluğun içinde binlerce şey söyledik birbirimize. Bazen göz göze gelerek, bazen parmaklarımızın birbirine dolanışıyla anlattık içimizdekileri. Zaman, orada bizim için yeniden yazılıyordu; yavaş, dikkatli ve birbirine ait iki ruhun izleriyle.

O anlarda ne dünya vardı ne de ona dair bir gürültü. Sadece biz vardık; çıplak bir sessizlikle sarılmış, birbirimizin soluğunda dinlenen iki insan. Her dokunuş, biraz daha unutturuyordu geçmişin kırıklarını. Her öpücük, biraz daha inşa ediyordu aramızdaki görünmez bağı.

Varlığına yaslanıp kalbinin attığı yere başımı koydum. Sanki içimde uzun süredir eksik duran bir şey, o an yerine oturmuştu. Bir boşluk değil de sonunda tamamlanmış bir bütünlük gibi… Ne söyleyecek söz vardı ne de susmanın anlamı. İkimiz de biliyorduk: O gece artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının gecesiydi.

Uykuyla uyanıklık arasında bir çizgide uzandık birlikte. Parmak uçları hâlâ elimdeydi. O an, zamanın en kırılgan yerindeydik belki ama aynı zamanda en gerçek yerindeydik de. Ne kadar sürdü bilmiyordum… Belki saatler, belki sadece bir an ama sonsuzmuş gibi hissettirmişti.

Sabaha karşı, perdelerin arasından süzülen solgun bir ışıkla belli belirsiz gözlerimi araladığımda görüş açıma girmişti. Yüzü bana dönüktü. Saçları dağılmış, dudaklarında geceye dair bir huzur kalmıştı. Onu izlerken içimden geçen tek şey şuydu: Bazı insanlar hayatına rastlantı gibi girer ama bir gecede kaderinin en sessiz yerinde yer etmeye başlar.

Benim için artık o yerin adı Boran'dı.

*****

Düşüncelerimin ardından tekrar uykuya daldığımda zaman kavramını yitirmiştim. Kaç saat geçtiğini bilmeden gözlerimi Boran’ın öpücükleriyle açmıştım sonra tekrardan. Güzel biten gecenin sabahında en sevdiğim şeydi belki de bu. Beni uyandırdığında çoktan kahvaltıyı hazırlamıştı. Direkt olarak mutfağa gitmiş birlikte kahvaltımızı yapmıştık. Sonrasında el birliğiyle masayı toplayıp hazırlanmak üzere odamıza çıkmıştık.

Bugün Mert’in aksine Boran kendi bırakacaktı beni. O yüzden evden direkt olarak onun arabasıyla çıkmıştık. Yol boyu müzik dinleyerek, gülerek, sohbet ederek ilerlemiştik ofisime.

Araba ofisin önüne vardığında ise ikimize de sessizlik çökmüştü. Araçtan inerken Boran’da benimle inip benim tarafıma doğru geçti.

"Derin’in seansı var bugün biliyorsun. Gelecek misin?" Meraklı bir biçimde Boran’a bakarken mırıldandı. "Saat üçte miydi?" Başımı salladığımda iç geçirdi. "Toplantım var, dörtte. Gelirsem yetişemem muhtemelen.” Dediğinde onayladım. Gerçekten gelirse yetişemezdi bu İstanbul trafiğinde. “Doğru, biz yine gidip geliriz o zaman.”

“Sağ ol güzelim.” Boran içten bir şekilde gülümserken bende tebessüm ettim. “Görüşürüz evde.” Boran yamuk bir gülüşle onayladı. “Görüşelim.”

Aynı tebessümle arkamı dönerek şirkete doğru ilerlerken aklıma gelen şeyle birlikte durup geriye doğru baktım. Boran elini cebine sokmuş arabanın kenarında gidişimi izlerken koşar adımlarla ona doğru ilerleyip dudaklarını öptüm kısaca.

Boran ilk önce şaşırsa da bozuntuya vermeyip gülüşünü büyütürken mırıldandım. “Seni seviyorum, hayırlı işler.”

“Bende seni seviyorum.” Diye karşılık verdiğinde gülümseyerek arkamı dönüp tekrardan şirkete ilerledim. İçeri girdiğimde verilen selamları alarak asansöre ilerledim ve hiç beklemeden odama çıktım.

Odama girmeden önce hemen odanın kenarındaki Bilge’ye bakarak konuştum. “Günaydın canım, nasılsın?” dediğimde Bilge karşılık verdi. “İyiyim İnci Hanım, siz nasılsınız?”

“İyiyim bende, kolay gelsin.” Başka bir şey söylemeden direkt olarak odaya girip üzerimdeki ceketi çıkardım ve astım.

Ardından direkt olarak kahve makinesine ilerleyerek kendim için bir kahve hazırladım. Kahve hazır olduğunda bardağı elime alıp masama geçtim. Bilgisayarın ekranını açtığımda onlarca e-posta çoktan birikmişti. Derin’e gitmeden önce birkaçını cevaplamam gerekiyordu. Her zamanki gibi önce müşteri dosyalarına göz attım, ardından tasarım ekibinden gelen güncellemeleri inceledim.

E-postalara geri dönüşler yazıp notlar alırken kapının tıklanmasıyla komut verdim. “Girin.”

Bilge elindeki dosyalarla içeri girdiğinde iç çektim. “İmzalamanız gereken evraklar var.” Bilge masaya doğru ilerlerken “Bırak masama canım.” dedim, yorgun bir tebessümle. Gerçekten hiç bitmiyordu.

“Kendine kahve al çıkarken.” Diyerek kahve makinesini işaret ettiğimde Bilge gülümseyerek onayladı. Kahvesini alıp dışarı çıktığında bende önümdeki evraklara yöneldim.

Teker teker evrakları okuyarak günümü geçirirken öğleden sonra ufak bir toplantıyla günü tamamladım. İşim saat iki gibi biterken Mert’in aramasıyla birlikte ofisten çıktım. Derin’i okuldan alıp gelmişti ve artık seansa gitme vaktimiz gelmişti.

Şirketten çıktığımda Mert arabamın kapısını benim için açarak binmemi sağladıktan sonra şoför koltuğuna geçti. Bende arka koltukta oturan Derin’e dönerek gülümsedim. “Hoş geldin güzellik, nasıl geçti okul?”

“Ne olsun yenge ya, yorgunum.” Yorgunluğu gözlerinden ve halinden bile anlaşılıyordu. Bir de bunun üstüne seans eklendiğinde daha çok yorulacaktı ama hepsi iyiliği içindi. “Anlıyorum,” dedim yumuşak bir sesle. “Ama merak etme, seans kısa sürecektir ve sana iyi gelecek emin ol.”

Derin hafif bir iç çekti, sonra başını cama yasladı. Dışarıdaki şehir manzarası bulanık bir gölge gibi akıp gidiyordu. Araba sessizce ilerliyordu; Mert neredeyse hiç konuşmuyordu. Ama arada Derin ile dikiz aynasından bakıştıklarını görebiliyordum.

Kısa bir süre sonra araç klinik binasının önüne geldiğinde Mert arabayı park edip direkt olarak Derin’in kapısını açtı. “Hazır mısın?” dedi hem koruyucu hem de yumuşak bir sesle. Derin hafif bir tebessümle başını salladı. “Hazırım.”

“Ben aracı park edip geliyorum.” Derin’de bende onu onayladıktan sonra kliniğe ilerledik. İçeri girip psikiyatrinin bulunduğu kata çıkıp danışmana bilgi verdikten sonra beklemeye koyulduk.Kısa süre içinde Mert’te arabayı park edip yanımıza geldikten sonra üçümüz arasında bir sessizlik oluştu. Danışmanın sesiyle sessizlik bölündü. “Derin Hanım, buyurun. Doktorunuz sizi bekliyor.”

Derin yavaşça yerinden kalktı ve bize kısa bir bakış atarak odadan içeri girdi. O andan itibaren onun için yorucu dakikalar başlıyordu ve tabii bize de beklemek kalıyordu.

“Bu seans iyi geliyor ona değil mi? Sanki daha iyi, daha ılımlı önceye göre.” Mert kendi çıkarımını dile getirirken başımı salladım. Öyleydi. “Evet, yavaş yavaş toparlanıyor. Tabii kullandığı ilacında etkisi var ama gerçekten toparlandığını söylemek mümkün.” dedim yavaşça. Gözüm hâlâ seans odasının kapısındaydı. Orada ne konuşulduğunu, hangi kırıkların yeniden kanadığını hayal etmeye çalışıyordum.

Zor bir süreçti. Ama ailesi her daim ona destek oluyordu ve bu çok kıymetli bir durumdu. “Senin desteğin, ailesinin desteği çok önemliydi ve siz elinizden geleni yapıyorsunuz. Bu da çok önemli.” Dediğimde Mert iç çekti. “Elimden geldiğince yanında oluyorum biliyorsun ama Boran abi malum.”

Sustu. O "malum" kelimesinin içine ne çok şey sığdırmıştı. Korku, öfke, çaresizlik. Bakışlarını bana çevirdiğinde gözlerinde tanıdığım o yorgunluk vardı; sadece fiziki değil, duygusal bir yorgunluk. Bir şey söylemeyerek baktım ona doğru. Boran bu konuda hala katıydı.

Bir şey söyleyemiyordum çünkü Boran tarafından uyarılmıştım karışmamam konusunda. Sessizlikle başımı yere doğru eğdim. Mert’te bir şey söylemeyerek cam kenarına doğru ilerlerken iç çektim.

Dakikalar birbirini kovalarken ufak tefek sohbetlerle devam ettik vakit öldürmeye. Bir ara seansa geldiğimize dair mesaj atmıştım Boran’a ve tabii toplantısı içinde başarılar dilemiştim. Onun dışında başka konuşmamız olmamıştı.

Yaklaşık bir buçuk saatin sonunda Derin içeriden çıktığında derin bir nefes aldı. Bakışlarım onun üzerindeyken küçük bir tebessüm ettim. Her seans sonrası yoruluyordu ama kolay değildi, sonuçta bir şeyleri halletmeye çalışıyordu. Hemen yanımda dikilen Mert’e doğru bakışları kaydığında yutkundu.

Mert ona doğru adımlayıp Derin’i kollarına alırken Derin’de sıkıca ona sarıldı. Eminim Derin’in söyleyecek, Mert’in de dinleyecek sözleri vardı. Bunu bildiğim için elimdeki dergiyi bırakarak mırıldandım. “Ben lavaboya gidiyorum.”

Mert’e doğru bakış attığımda gelmek için yönleneceği sırada Derin ile ol dercesine bakış attım. Lavabo hemen ilerideydi zaten. Yavaş adımlarla ilerleyerek lavaboya girdikten sonra boş olan kabinlerin birine ilerledim. İşlerimi hallederek kabinden çıktıktan sonra ellerimi yıkmak üzere musluklara yöneldim.

O sırada açılan kapıyla birlikte bakışlarım istemsizce kapıya yöneldi. Tekerlekli sandalyede bir kadın oturuyordu, tekerlekli sandalyeyi iten kişide bir kadındı. İstemsizce hüzünlenirken bakışlarımı çektim rahatsız olmamaları için. Ellerimi yıkayarak aynadan kendime baktım. Buradan çıkışta Boran’ın yanına gidip sürpriz yapmak istiyordum. O yüzden çantamdan rujumu çıkartarak dudaklarıma sürdüm.

Bakışlarım aynadan biraz önce giren iki kadına takılırken onların kendi halinde kabinlere ilerlediğini gördüm. Ellerinde de poşetler vardı.

Dikkatimi tekrar kendime yönelttiğimde yanıma doğru yaklaştığını gördüm arabayı süren kadının. Ona dönerken yüzünde hiçbir duygu olmaması, hareketlerinin soğukluğu bir şeylerin ters gittiğini gösteriyordu. İçimde bir alarm çalarken hızlıca lavabonun kapısına ilerledim. Ancak daha kulpuna ulaşamadan saçımdan tutulup geriye doğru çekildiğimde bir çığlık koptu dudaklarımın arasından.

Ne olduğumu bilemezken can havliyle Boran’dan öğrendiğim gibi kadının elinden kurtulmayı denedim. Kolundan tutup onu engellemeye çalışırken bu sefer tekerlekli sandalyede oturan kadının ayaklandığını gördüm. Kalbim korkuyla çırpınırken tekme savurdum ancak nafileydi. Ellerimin gücü tükenmişti, kadınlar sanki planlıydı, koordineliydi.

Kadınlar beni tutmaya devam ederken içimde büyüyen korku, bir anda bambaşka bir boyuta taşındı. Gözüm cebinden çıkardığı ince iğneye takıldı. “Hayır!” diye bağırırken aslında amacım Mert’e sesimi duyurmaktı ama duyamazdı, uzaktı lavabo. Ellerimi kendimi savunmak için kullanmaya çalışırken tekerlekli sandalyeden kalkan kadın kollarımdan tuttu.

Tekme savurarak ondan kurtulmaya çalışsam da olmuyordu. Sanki yere mıhlanmıştı ayakları, hareket etmiyordu. Hiçbir hareketimden etkilenmiyordu. Can havliyle tekrar bağırdım. “Bırak beni!”

Tam o anda koluma saplanan o ince iğnenin batışını hissettim; keskin, buz gibi ve sinsi…

“Hayır, hayır, lütfen!” diye yalvardım ama bedenim yavaş yavaş teslim olmaya başlamıştı. Gözlerimin önü kararırken sanki bedenimin kontrolü de elimden alınmıştı. Gücüm tükenmişti. Kalbim korku ve çaresizlikle çarpıyordu. Bedenim, benliğim, duygularım hepsi solup gitmişti; gözlerimi kapatırken kendimi bilinmezliğin kucağına bıraktım…

 

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz, beğendiniz mi?

‣‣‣ İnci ve Boran sahneleri nasıldı, umarım hoşunuza gitmiştir.

‣‣‣ İnci’nin annesinin defterini de okuduk bu bölüm…

‣‣‣ Ve gelelim bölüm sonuna… Sizce neler olacak? İnci’yi kaçıranlar kim?

Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum...

Bölüm : 19.11.2025 18:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...