
🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen..
🌟 Bu bölümü @kidemliustegmen @hanabiyaki @ztrk.mkbl @timulus @cicek34zeynep @hass99senturk @doktorhanim06 @hgrleyl @bluehope @defne21 @kuzberrnur ithaf ediyorum....
39. Bölüm
Yazarın anlatımından,
Boran elinde tuttuğu İnci’nin ona aldığı kalemi parmaklarının arasında çevirirken gözleri sunum perdesindeydi. Şirketin kar ve zararlarının yapıldığı toplantıya dikkatini vermeye çalışıyordu. Şirketin finans ve muhasebe müdürleri durumla ilgili fikir alışverişi yaparken ara ara Boran’a bakıyor onun da fikrini almaya çalışıyordu. Boran kendince bir şeyler söylese de sıkılmıştı.
İçine büyük bir sıkıntı çökmüştü toplantı başladığı anda. Bakışlarını kolundaki saate çevirdiğinde mesainin bittiğini, hatta biraz aştığını fark etti. İnci’ye toplantım var demişti ama geç kalacağını haber vermemişti. Merak ederdi. Belki de bundandı içindeki sıkıntı. Bilemiyordu.
Sonra telefonun ekranına baktı. Arama yoktu. İnci, Derin seanstan çıktığında, eve giderken mutlaka mesaj atardı. Mesai saati bittiğine göre onların da çoktan çıkması gerekirdi. Yani bir mesaj olması gerekiyordu ama yoktu. İçindeki sıkıntı büyürken kilidi açarak mesajlaşma uygulamasına girdi.
Gönderilen: İnci’m
“Güzelim çıktınız mı?”
“Haber vermeyince merak ettim, sanırım uzun sürdü bu seferki.”
“Mesaiye kalacak gibiyim, destek kuvvete ihtiyacım var. Gelsen ve beni kurtarsan.”
“Boran Bey, gelir durumlarına bakıldığında şirketin gelir ve giderleri tutarlı. Hiçbir sıkıntı yok. Bir sonraki ay yeni projeler için giderler artabilir. O yüzden bu ayki gelirleri biraz artırmak şirketimiz için karlı olacaktır diye düşünüyorum. “ Finans müdürü fikrini dile getirirken Boran iç çekerek bakışlarını telefondan ona çevirdi. Elindeki kalemi çevirmeye devam ederken ciddi bir şekilde konuştu. “Ne öneriyorsunuz?”
Finans müdürü kısa bir an duraksadıktan sonra dikkatle düşüncelerini toparladı. “Öncelikle mevcut projelerde verimliliği artırmak için bazı tasarruf tedbirleri uygulayabiliriz. Özellikle malzeme tedarik süreçlerinde ve dış hizmet alımlarında gözden geçirme yaparak maliyetleri düşürebiliriz. Ayrıca, pazarlama ve satış ekiplerimize yönelik performans artırıcı teşvikler düzenlemek gelir artışını destekleyebilir.”
“Bu fikirlerinize yönelik bir öneriniz, planınız var mı? Fikre değil, uygulamaya önem veririm bilirsiniz.” Dedi Boran otoriter bir tavırla. Bir yandan da telefonun ekranına bakıyordu gelen mesajı kaçırmamak için.
Finans müdürü hafifçe gülümseyerek masanın üzerindeki dosyayı açtı ve birkaç sayfayı hızlıca gösterdi. “Evet, Boran Bey. Öncelikle tedarik zincirindeki sözleşmeleri yeniden değerlendirmek üzere bir komite kurduk. Bu komite, daha uygun fiyatlar ve daha esnek ödeme koşulları için tedarikçilerle görüşmeler yapacak. Aynı zamanda dış hizmet alımlarında performans kriterleri getirerek gereksiz harcamaları minimize edeceğiz.”
Boran dikkatle dinlerken finans müdürü anlatmaya devam etti. “Pazarlama ve satış tarafında ise, geçen ay pilot olarak başlattığımız performans bazlı prim sistemini tüm ekibe yaymayı planlıyoruz. Böylece ekipler hem hedef odaklı çalışacak hem de şirketin gelir artışına doğrudan katkı sağlayacaklar. Bunların yanı sıra, dijital pazarlama bütçesini optimize ederek daha düşük maliyetle daha fazla müşteri potansiyeline ulaşmayı hedefliyoruz.”
Finans müdürü daha konuşurken kapının tıklanmasıyla birlikte Boran’ın bakışları kapıya döndü. Kurtarıcım geldi diye düşündü içinden, bana sürpriz yaptı ve geldi. “Gel.” Diye komut verdiğinde kapının açılmasıyla Fatih girdi içeri. Boran hayal kırıklığına uğrasa da bunu belli etmemeye çalıştı. Bir ihtimal Fatih’in İnci yengem geldi demesini bekledi. Böylece Boran toplantıyı bırakır ona giderdi.
Fatih hızlı adımlarla Boran’ın yanına ilerlerken yüzündeki ifadeyi çözmeye çalıştı Boran ama çözemedi. Ancak yanına gelip kulağına fısıldanan cümleyle o yüzün anlamını kavradı. “Abi, çok önemli bir şey var. Yengem…”
“Ne olmuş yengene?” Kalbinde anlamlandıramadığı bir sıkıntı oluşurken gözleri Fatih’in yüzünde dolaştı tekrardan. “Fatih, konuşsana oğlum. Ne oldu yengene?” Oturduğu yerden istemsizce ayağa kalkarken içindeki sesler çoktan konuşmaya ve kendilerince bir şeyler üretmeye başlamışlardı. “Abi yengem yok.”
Fatih’in nihayet ağzından çıkardığı baklayla Boran doğru duyup duymadığını algılamaya çalışırken kaşlarını çoktan çatmıştı. “Ne demek yok?” Fatih’e doğru bakarken Fatih dudaklarını birbirine bastırıp başını yere eğdi. “Yok abi, ulaşamıyoruz.”
Boran algıladığı cümleyle elini masaya yaslarken kalbinde dayanılmaz bir acı hissetti. “Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?” keskin bir dille konuşurken ekledi. “Dalga mı geçiyorsun? Mert yanında değil mi ne demek ulaşamıyoruz!”
Fatih başını eğip yutkunurken yüzündeki çaresizlik ve suçluluk ifadesi her şeyi anlatıyordu. Bedenine büyük bir ürperti yayılırken aklına gelen şeyle dişlerinin arasından konuştu. “Benim neden şimdi haberim oluyor bundan!” Sesi kimsenin alışık olmadığı bir tınıda çıkarken Fatih mahcup bir şekilde karşılık verdi. “Mert yeni haber verdi abi.”
“Yeni mi?” diye bağırdı Boran. Sesi artık sadece odadakilerin değil, koridorun bile duyabileceği bir gürültüydü. Toplantıdaki finans müdürü ve diğer yönetici donmuş kalmıştı. Boran'ın bu haline şahit olmak, kariyerlerinin en korkutucu anlarından biriydi.
Boran, Fatih’in yakasına yapışmak, onu silkelemek istiyordu ama kendini zorlukla tuttu. Gözleri, Fatih'in yüzündeki çaresizliğe sabitlenmişti, sanki cevabı o ifadeden söküp alabilirmiş gibi.
“Ne zamandan beri yok!” Dişlerinin arasından tıslayarak konuştu. Alnında belirginleşen damarlar, içindeki fırtınanın şiddetini gösteriyordu. “Ne demek ulaşamıyoruz! İnci tek başına dışarı çıkmaz, hele de haber vermeden! Mert hangi cehennemde o zaman!”
Kalbi, göğüs kafesini parçalayacakmış gibi atıyordu. Az önce onu kapıda görünce içinden 'kurtarıcım geldi' diye geçirdiği İnci'nin şimdi 'yok' olması, zihninde birbiriyle çelişen korkunç senaryolar yaratıyordu. Sesi, odanın içinde yankılanırken masada oturan birkaç kişi irkildi ama Boran hiçbirini görmüyordu artık. Tek düşündüğü şey İnci’ydi. Kendi elleriyle teslim ettiği, güvenle emanet ettiği eşiydi konu olan. Gözleri kararmış gibiydi.
Hiç beklemeden, tek kelime etmeden odanın kapısına yöneldi. “Derhal Mert’e götür beni, Fatih. Derhal!” Boran’ın sesi emir vermenin ötesinde, içinde kopan fırtınanın yorgunluğunu taşıyordu. Katta bulunan asansöre bindikten kısa süre sonra asansör şirketin zemin katına indiğinde kapılar açılır açılmaz Boran dışarı adım attı.
Adımları hızlı, yönü netti: Araba. Ama içi… darmadağındı.
Sanki biri göğsüne ağır bir taş koymuştu da her nefes alışında daha derine bastırıyordu. Hızlı yürüyordu ama kalbi ondan daha hızlı çarpıyordu. Her saniye geç kaldığını hissediyordu. Sanki İnci, her geçen dakika ondan biraz daha uzaklaşıyordu.
Nereye gittiğini, ne yapacağını bilmese de bir yerlere ulaşması gerekiyordu. Ayakları sanki otomatik hareket ediyordu ama aklı… aklı paramparçaydı. Fatih’in dudaklarından dökülen o cümle hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. “İnci yok.”
İçine bir şey oturmuştu. Tarif edemediği, daha önce hiç hissetmediği bir baskıydı bu. Boğazına oturan o düğüm, kalbine çöken o karanlık, derin ve içgüdüsel bir korku. Öyle ki, nefes almayı bile unuttuğu anlar oluyordu. Nerede, ne halde, korktu mu, bir şey yaptılar mı…Bu sorular beynini kemiriyordu. Hissetmişti, kalbine çökmüştü sanki olmayışı, ona bir şey oluşu.
Belki iyidir diye geçirdi içinden ama o belkilerin hiçbiri içinde büyüyen o uğursuz duyguyu bastıramıyordu. İçinden bir ses hiç susmadan tekrar ediyordu: “Sen yanında olsaydın bu olmazdı.”
Arabaya bindiğinde İnci’nin sesi kulaklarında çınlıyordu. Gülüşü, sabah gözlerinin içine bakarken söylediği o küçücük cümleler, gülüşü, öpüşü vedalaşır gibi bakışı… Bu düşünce, göğsüne buz gibi bir elin sarılmasına neden oldu.
Boran daha ne olduğunu bilmiyordu. Ne kadar süredir kayıptı, kim almıştı, nasıl olmuştu… hiçbirini bilmiyordu. Ama beyninde onlarca, yüzlerce ihtimal dönüyordu. En kötüsüne hazırlanan bir adamın çaresizliğiydi bu.
Dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Boğazına bir şey düğümlenmişti. Dışarıdan bakıldığında güçlü, sakin ve kararlıydı belki ama içinde bir fırtına kopuyordu. Ölüm sessizliği gibi bir korku vardı içinde. Araba ilerlerken burnunun direği sızladı. Derin bir nefes aldı ama ciğerleri dolmadı sanki. Kalbinin attığını hissetti ama atışları düzenli değildi, kafasının içinde yankılanıyordu.
Ama bir şey vardı ki onu hâlâ ayakta tutuyordu. İnci.
Sadece onun adı bile güç veriyordu Boran’a. Korkusu vardı, evet. Hem de her hücresine işlemişti. Ama o korkunun içinde başka bir şey daha vardı: Öfke.
Boran arabanın fren sesiyle araçtan inip psikiyatri kliniğinden içeri girdi. Koridora girerken burnuna hastaneye özgü o keskin dezenfektan kokusu çarptı ama umurunda bile değildi. Gözleri bir an bile durmadan etrafa tararken biri çıkıp “İnci iyi, içeride” desin diye bekliyordu. Ama kimse demiyordu, Fatih’in yığdığı koruma ordusu sadece başını eğmiş bekliyordu.
Fatih hemen arkasındaydı. Boran koridorda telaşla ilerlerken o an tanıdık bir yüz gördü. Ömer. Fatih haber vermişti muhtemelen. Ona doğru ilerlerken hızla konuştu. “Bir şey var mı? En son buradalardı. Derin nerede?” Bir an aklına gelenlerin başına gelmemesi için kalbinden geçenleri dile getirmeye zorlanırken Ömer cevap verdi. “Derin iyi, Mert’in yanında.” Dedikten sonra eliyle güvenlik odasını işaret etti. “Gel, kamera kayıtları hazır.”
Boran duyduğu cümle ile kısacık da olsa nefes verdi. Derin iyiydi. Ama daha önemli bir şey vardı ki o da İnci yoktu.
Güvenlik odasına girdiklerinde küçük bir monitörün başına geçtiler. Oda karanlıktı ama ekranın titrek ışığı Boran’ın yüzüne vurduğunda gözlerindeki öfke ve endişe netti.
Kayıt geriye sarıldı.
Saat 14:50.
Klinik girişinde İnci ve Derin birlikte görünüyordu. Boran başını hafifçe yana çevirirken kalbi sıkıştı. Derin'in yüzü ifadesizdi, İnci elini Derin’in sırtına koymuş ona destek oluyordu. Yüzünde her zamanki tebessümü vardı, kendince Derin’e destek olmaya çalışıyordu. İçeri tamamen girdiklerinde kamera kayıtlarını değiştirdi masanın başındaki görevli. Bu sefer doktorun odasının önündeki görüntüler açıldı.
İnci sekreterle konuştu ilk önce. Sonra Mert girdi kapıdan, yanlarına ilerledi. Çok zaman geçmeden Derin içeri girdi. Onun girmesiyle Mert ve İnci yan yana otururken Boran dikkatle izlemeye devam etti görüntüleri. Yaklaşık bir buçuk saat sonra saat 16.30 olduğunda Derin odadan çıktı. Yüzünde mahzun bir ifade vardı.
Derin ilk önce İnci’ye sonra Mert’e bakarken birden gidip ona sarılmasıyla Boran’ın bakışları daraldı. Derin ona sığınırken Mert de onu sarıp alnına bir öpücük kondurmuştu. İnci yerinden kalkıp bir şeyler söyledikten sonra çantasını alıp koridordan ayrılırken dikkatle baktı Boran. Mert’in peşinden gidip gitmediğine dikkatlice baktı ama Mert gitmiyordu.
Boran’ın gözleri ekranın köşesindeki saate kilitlendi. O lavaboya girdiği an, Mert hâlâ Derin’leydi. Gözünün önünden ayırmaması gereken kişi o anda yalnız kalmıştı. Kalbinden bir şey koptu sanki.
Boğazı düğümlenirken çenesini sıktı. Ekrandaki görüntü ilerledi. Birkaç dakika sonra lavabonun kapısından biri girdi. Tanınmayacak kadar sade kıyafetli, başı öne eğik, dikkat çekmeyen bir kadın, ilerlettiği sandalyede de başka bir kadın…
Boran gözlerini monitöre kilitlemişken güvenlik odasında derin bir sessizlik vardı. Fatih, Mert’in hatasıyla başını yere eğmişti. Ömer elini Boran’ın omzuna yaslamıştı ama Boran sadece ekrana bakıyordu, gözünü kırpmadan sadece ekranı izliyordu.
Kamera kayıtları sarılırken 16.45’te tuvaletten üç kişinin çıkmasıyla görüntüler yavaşlatıldı. Ayakta duran iki kadının yüzü cerrahi maskeyle kapalıydı. Üzerlerinde uzun, bol kıyafetler vardı. Şapka takmışlardı. Tanınmamaları için her şeyi düşünmüşlerdi. Ama Boran’ın bakışları tam ortada, tekerlekli sandalyede oturan kişiye kilitlendi. Üzerine beyaz bir hastane battaniyesi örtülmüştü. Başına da bir şal geçirilmişti. Yüzünde maske vardı.
İçinden bir şey koptu o an. “İnci…” diye mırıldandı. Kalbi duracak gibiydi. Gözlerini kısıp monitöre yaklaştı. Ellerini ekrana dayadı adeta içine girmek ister gibi. Kadının ayakkabısına takıldı gözü, o ayakkabıyı tanıyordu. İnci’nin o sabah giydiği beyaz spor ayakkabısıydı bu. “Yakınlaştır.” dedi boğuk bir sesle.
Güvenlik görevlisi biraz tereddütle ekrana yaklaştırma yaptı. Maske yüzü kapatıyordu ama göz kapakları zar zor da olsa görünüyordu… kapalıydı. Boran o an monitörü kırmak istercesine ekrana baktı. İnci’nin gözleri kapalıydı. Neden kapalıydı? Baygın mıydı? Yoksa… Yoksa ona zarar mı vermişlerdi?
Kalbindeki acı, öfkeyle birleşip boğazını yaktı. Eliyle ekrana dokundu İnci’nin yüzünü kapatan maskeyi sanki fiziksel olarak çekip çıkarmak ister gibi. Parmaklarının soğuk camla teması, ona karısının teninin sıcaklığını değil, buz gibi bir gerçekliği hatırlatıyordu. Yüzündeki ifade, dayanılmaz bir ıstırapla kasıldı. Gözlerinin kapalı olması, tüm acizliğini yüzüne çarpıyordu.
Ciğerleri, sanki göğüs kafesine sıkışmış bir kaya parçası tarafından eziliyordu. Nefes almakta zorlanıyorken yutkunuşu kuru ve acı verici oluyordu. Göz kapaklarının altındaki o hareketsizlik... İşte o an, kalbindeki umut kırıntıları bile tuzla buz oldu. Bu, bir hastalığın baygınlığı değildi; bu, zorla teslim alınmış bir bedenin hareketsizliğiydi.
Sadece baygın mıydı? Zihninin en karanlık köşesinde yankılanan bu soru, Boran’ın ruhuna atılan bir dağlamaydı. Ya ona kalıcı bir zarar verdilerse? Ya bir daha o güzel gözlerini açamazsa? İnci’nin kahkahası, Boran’ın dünyasındaki tüm melodilerin kaynağıydı. Şimdi ise o melodi, dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydi.
Boran, elini ekrandan çektiğinde parmak uçlarının titrediğini fark etti. Bu titreme, vücudundaki kontrolün tamamen kaybolduğunun ilk fiziksel işaretiydi. O, demirden iradesiyle tanınan bir adamdı; şimdi ise içindeki fırtına, tüm bedenini ele geçirmişti.
Gözleri hala ekrandayken tekerlekli sandalye hızla ama panik yaratmadan sürülüyordu. Kadınlar profesyoneldi. Güvenlik kameralarının tam görüş alanından, hiçbir telaş göstermeden çıkıyorlardı. Sanki hasta taşıyorlarmış gibi hiç şüphe çekmemişlerdi.
Boran’ın gözleri doldu öfkeyle. “Sadece on dakika, on dakika.” diye fısıldadı. “Ve kimse fark etmedi bunu.” Kendince konuşurken sesinde öfke ve suçlama gizliydi.
Güvenlik kamerasındaki görüntüler akmaya devam ederken İnci’ler çıktıktan yaklaşık beş dakika sonra lavaboya gelen Mert girdi kadraja. Telefonla birini aradı, muhtemelen İnci’yi arıyordu. Sonra tuvaletin kapısına daha da yaklaşıp içeriden gelen sesi dinledi. Kapıyı tıklatarak içeri girdiğinde panik tüm bedenini sarmıştı, bu yüzünden bile belli oluyordu.
O an Boran’ın içinden bir şey aktı gitti. Karısını, canından çok sevdiği kadını emanet ettiği adamın ihmalsizliği içine oturdu. Ellerini yumruk yaparken güvenlik görevlisi boğazını temizledi. “Efendim, dış kapının kamerası da var. Bahçeye, otoparka çıkan taraf.”
“Göster.” dedi Boran keskin bir sesle. Ömer onun omzuna elini yaslayıp sıkarken yeni görüntüler açıldı. Kamera bahçeye bakan cephedeydi. Maskeli kadınlar ve tekerlekli sandalyedeki İnci, hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıkıyorlardı. Bahçede bekleyen siyah bir minibüs vardı, şoför inmemişti araçtan ve yüzü görünmüyordu.
Kadınlar sandalyeyi minibüse kadar sürmüş, sonra birlikte İnci’yi araca bindirerek sandalyeyi de aracın içine yükledikten sonra sessizce hareket etmişti araç.
Plaka yoktu. Arkadaki plaka yeri boştu.
Boran bir adım geri atarken gözleri ekranın ışığında parlıyordu. Karısını göz göre göre götürmüşlerdi ve kimse dur dememişti. Nefes almaya çalışırken elini saçlarından geçirdi. O sırada Ömer konuştu yanındaki adama doğru. “Minibüsün kaçış yönünü tespit edin. Klinik çevresindeki tüm güvenlik kameralarını istiyorum. Trafik kameraları dahil. Nereden çıkmışlar, hangi yola sapmışlar, bulun.”
Boran zorlukla güvenlik odasından çıkarken öfkesini içinde tutmakta zorlandı. Bakışları korumalara kayarken sert bir tonda konuştu. “Mert nerede?” Korumalardan biri eliyle işaret ederken Boran’ın keskin bakışları koridorun sonunu buldu.
Hiç beklemeden ilerlerken ayak sesleri koridorda yankılanıyordu. Kalbindeki acı öyle keskindi ki, sanki her adımda göğsüne bıçak saplanıyordu. Bakışları koridorun sonundaki ikiliye kaydığında öfkesinin daha da arttığını hissetti.
“Abi!” Derin ağlayarak ona ilerken Boran’ın gözlerinin tek hedefi arkasındaki Mert’ti. Başını yere eğmişti pişmanlıkla. Bakamıyordu Boran’a. Boran ona yaklaşan kardeşini es geçerek adımlarını direkt Mert’e doğru attı.
Mert’in önünde durduğunda, koridordaki tüm sesler sustu. Boran’ın yüzü, bir heykel gibiydi ne mimik ne de hareket vardı, sadece saf, yakıcı bir öfke. “Kaldır başını.” diye tısladı Boran. Sesi, etrafa yayılan sessizliği kesen, çelikten bir kılıç gibiydi. “Kaldır lan başını!”
Mert, yavaşça başını kaldırdı. Gözleri yaşlıydı ama Boran’ın gözlerinde gördüğü o karanlık öfke, tüm pişmanlığını gölgede bırakıyordu. “İnci’ye ne oldu, Mert?” diye sordu Boran. Bu, bir soru değil, bir yargıydı. “Sana emanet ettim. Gözün gibi bakacaksın dedim! Sen ne yaptın? Ne bok yiyordun da karım yanından alındı!”
Mert, dudaklarını aralayıp bir şeyler söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Boran’ın öfkesi, havayı bile yakıyordu. “Senin tek işin neydi!” diye bağırırken Mert cevap vermedi. Boran, o an dayanamayarak eliyle Mert’in çenesini kavradı ve zorla gözlerine bakmasını sağladı. Parmakları, Mert’in çenesinde kemikleri acıtacak kadar sıkıydı. “Senin tek işin neydi, cevap ver bana!” Boran’ın sesi, kontrolünü tamamen kaybetmişti; nefesi hızlanmış, damarları şakaklarında belirginleşmişti. Gözleri, içinde volkanlar patlayan bir çaresizliğin aynasıydı.
Mert, abisinin elinin sertliği altında zorlukla yutkundu. Çatlamış dudaklarından sadece iki kelime dökülebildi. “İnci yengeyi korumak.”
Bu itiraf, Boran’ın öfkesinin zirvesi oldu. Mert’i çenesinden tuttuğu gibi geriye, duvara doğru itti. “Korudun mu!” diye kükredi. Mert sırtının acısa da umursamayarak başını eğerken Boran devam etti. “Koruman gereken kadın, on dakika içinde hastanenin arka kapısından çıkarılıyor. Tekerlekli sandalyede, üzerine battaniye örtülmüş, baygın vaziyette! Paşamızın ruhu duymuyor, neden!?” Boran, sesinin şiddetiyle koridoru titretti. Cümlesinin devamı, zehir gibi Mert’in suratına çarptı. “Çünkü kız kardeşimle sarılma derdinde!”
Bu cümle, Boran’ın içindeki en büyük ihanet duygusunu dışa vurmuştu. Mert’in yüzü, bu suçlama karşısında kandan çekilmiş gibi bembeyaz oldu. Duygusal bir yakınlaşma için görevini ihmal etmiş olmak... Bu, Boran için kabul edilemezdi.
Mert’in gözleri, utanç ve pişmanlıkla doluydu. “Abi, yemin ederim… Ben… o an aklıma bile gelmedi… Her şey birden…”
“Kes sesini.” Boran’ın sesi, boğuk ve ölümcül bir fısıltıydı. Mert’in itirafının anlamsızlığı, Boran’ın zaten zirvede olan öfkesini son raddesine ulaştırdı. “Yemin ederim bilsem canımı verirdim.” Mert dinlemeyip cümlelerine devam ederken Boran, elini hızla kaldırıp hızla Mert’in yanağına tokadı indirdi.
Tokat sesi, koridorun sessizliğinde kuru ve sert bir şekilde yankılanırken Derin korkuyla elini ağzına kapadı. Ne Fatih ne de korumalar bu ani harekete tepki verebilirken Boran tekrar kükredi. “Kes sesini!” Sesi, Mert’e vurduğu tokat kadar keskindi. “Bana mazeret sunmayacaksın! Bahanelerle gelmeyeceksin! Benim karım kaçırılmış, sen bana ‘aklıma gelmedi’ diyorsun! Senin aklını sikeyim ben.”
Mert, yanağı sızlayarak duvara yaslanırken gözleri boşluğa bakıyordu. Boran'ın sözleri, tokadın acısından daha ağırdı.
“Abi… lütfen.” Derin, ağlayarak abisine ve sevdiği adama bakarken. Boran’ın keskin gözleri kardeşini buldu bu sefer. Derin, titreyen elleriyle yüzünü kapatmış, korku ve dehşet içinde ikisinin arasında kalmıştı.
Boran’ın bakışları, kardeşinin çaresiz yüzüne kayınca bir anlığına duraksadı. O anda, öfkesinin getirdiği fiziksel şiddetin, sadece Mert’e değil, en sevdiği, en koruduğu kişiye, Derin’e de zarar verdiğini fark etti. Ama bu durum, onun öfkesini dindirmedi; aksine, bu karmaşanın asıl sebebine olan hıncını artırdı.
“Ne lütfen Derin ne lütfen!” diye öfkesini ona yönelttiğinde Derin irkildi. Abisini ilk defa böyle görüyordu kendisine karşı; yüzü kararmış, gözleri tanımadığı bir sertlikteydi. Boran, Derin’e karşı hiçbir zaman sesini yükseltmemişti. Bu, ikisi için de korkunç bir andı.
“Senin sevgilin, İnci’yi koruması gereken anda seninle vakit geçiriyordu! Sen de mi bana bahane sunacaksın?” Boran’ın sesi, kontrol edilemez bir hayal kırıklığı ve acı taşıyordu. Derin, abisinin bu ağır suçlaması karşısında daha da şiddetli ağlamaya başladı. Gözyaşları, Mert’i korumakla ağabeyinin haklı öfkesi arasında kalmış olmanın ıstırabını yansıtıyordu.
Derin bir şey söyleyemeyip acıyla ağlarken Boran tekrar Mert’e döndü ve bu sefer yakasından kavradı. Derin müdahale etmesi için Fatih’e bakarken Fatih yerinden kıpırdamadı. Boran, Mert’in yüzüne eğilerek konuştu. Sesi artık kükreme değil, tehdidin ve tiksintinin soğuk fısıltısıydı. “Görevini yapmadın, aşka düştün.”
Boran, bu üç kelimeyi Mert’in yüzüne fırlatırken, yakasındaki tutuşunu daha da sıktı. “Emeklerimi bir bir elime verdin, Mert.” Bu cümle, öfkenin ötesinde, Boran’ın yaşadığı derin hayal kırıklığını ortaya koyuyordu. Mert’i yetiştirmiş, ona güvenmiş, hayatının en kıymetli varlığını emanet etmişti. Mert’in tek bir ihmali, Boran’ın yıllardır kurduğu güveni ve düzeni yerle bir etmişti.
“Dua et, dua et İnci sağ salim bulunsun. Yoksa seni elimden kimse alamaz.” Dişlerinin arasından fısıldarken bu fısıltı Mert için kükremeden daha korkutucuydu. Bu, bir intikam yeminiydi. Boran, yakasındaki tutuşunu gevşetti ve Mert’i sertçe duvara doğru itti. “Şimdi gözümün önünden kaybolun ikinizde!”
Boran, Mert’e ve yanındaki Derin’e son bir kez baktı. Gözlerinde artık ne kardeş sevgisi ne de şefkat vardı; sadece acı ve intikam arzusu vardı. Arkasını döndü ve koridorda hızla ilerlemeye başladı. Attığı her adımda, İnci'nin baygın sureti zihnini kamçılıyordu. Durmak, düşünmek ya da duygusal hesaplaşmalara girmek için zamanı yoktu.
Ömer ve Fatih yanında ilerlerken Boran bir an duraksayıp Fatih’e baktı. “Derin’i götürün.” Fatih anında onu onaylarken geriye dönerek Derin’in yanına ilerledi. Boran adımlarını hastanenin kapısına atarken az önce Mert’e attığı tokadın yankısı hâlâ avuçlarının içinde titriyordu ama şimdi zamanı değildi… Şimdi öfkesini değil, aklını kullanmalıydı.
“Boran, var mı düşündüğün biri?” Ömer sorgularcasına konuşurken Boran başını iki yana salladı. “Yok. Şirket ilişkilerim sağlam, düşmanım yok. İnci’nin de yok, rahatsız eden bir şey olsa mutlaka söylerdi bana. Herhangi bir tehdit olsa Mert’te bilirdi.” Derken duraksadı. Mert… onun ismini geçirmek bile içini acıtıyordu. Güvenini boşa çıkaran bir isimdi o artık. Bu güvensizlik duygusu, Boran’ın odaklanmasını zorlaştırıyordu.
Ömer, Boran’ın yüzündeki acıyı gördü. “Mert’i şimdi düşünme. Fatih onunla ilgileniyor. Şu an kimin güçlü bir sebebi olabilir, buna odaklanalım. Eski işler, geçmişteki anlaşmazlıklar…”
“Yok Ömer, hiç kimseyle bir derdim yok. Şirketi dedemden bu yana ben yönetiyorum, onun da yoktu. Benim de yok. Olsa zaten temizlerdim şimdiye kadar.” Dedi Boran kendinden emin bir şekilde konuşurken kapıdan çıkan kardeşine takıldı bakışları. Derin hala daha abisine acıyla bakarken başını çevirdi Boran. Derin’in arabaya bindirilmesiyle derin bir nefes aldı.
“Boran.” dedi tok bir sesle Ömer. “Bu, amatör bir iş değil. Kim yaptıysa profesyonel, tam zamanlamayla hareket etmişler. Yani bu, intikamdan ziyade, fidye ya da stratejik bir pazarlık hamlesi olabilir. Herhangi bir ihale meselesi olabilir. Kaldı ki takip ediyorlardı belli ki İnci’yi.”
Ömer'in sözleri, Boran’ın zihnindeki boşlukları doldurmaya başladı. Takip ediyorlardı. İnci'nin randevusunu, Mert'in yokluğunu, hastaneden çıkış anını... Hepsini biliyorlardı. Bu, günler hatta haftalar süren bir planlamaydı. Mert’in hatası, bu profesyonel takibin tam olarak denk geldiği an olmuştu. Boran, yumruğunu sıktı.
Boran, zihnini son haftalardaki işlerine odakladı. Bir ay önce, büyük bir telekomünikasyon ihalesini kazanmak üzereydi. Bu ihale, Boran'ın şirketini sektörde zirveye taşıyacak, birkaç rakibi ise iflasın eşiğine getirecekti.
“O telekomünikasyon ihalesi,” dedi Boran, gözleri sabitlendi. “Sonuçlar açıklanmak üzere. Eğer o ihaleyi ben alırsam, iki büyük rakibim piyasadan silinecek. Biri Niyazi, diğeri Erol.” Boran kendince çıkarımlarda bulunurken yanlarına gelen Fatih girdi konuşmaya. “Seni karşılarına almak isterler mi abi? Sonuçta gücünü biliyorlar.”
Fatih'in sesi endişeliydi. Boran’ın rakipleri, onun ne kadar tehlikeli olabileceğini iyi bilirdi. Bu kadar pervasızca bir hamle yapmak, intihar demekti. Boran, kaşlarını çattı. Fatih'in sorusu mantıklıydı ama bu durumun mantıkla açıklanacak bir yanı kalmamıştı.
“Hayır, normalde istemezler.” dedi Boran, sesi keskin ve kararlıydı. “Ama iflasın eşiğindeler. Köşeye sıkışmış bir hayvanın ne yapacağını bilemezsin, Fatih. Onlar için bu ihale, hayatta kalma meselesi. İnci’yi kullanmak, benim en büyük zayıf noktamı hedef almak demek. Bu, beni pazarlık masasına oturmaya zorlamanın en acımasız yolu. Mesele gücümü bilip bilmemeleri değil, mesele ellerindeki son kozu oynamaları. Onlar için kaybedecek bir şey kalmadı. Biliyorlar ki, İnci’nin saçının bir teline zarar gelirse, bu şehrin altını üstüne getiririm. Ama aynı zamanda, İnci’yi geri almak için her şeyi yapacağımı da biliyorlar.”
“O zaman Erol ile Niyazi’ye odaklanalım şimdilik. Fatih soyadlarını ver sen bize.” Dedi Ömer kararlı bir biçimde. Ardından ekledi. “Henüz bir saat oldu ama elimizde kaçırıldığına dair görüntülerin olması kayıp dosyası açılması için yeterli olabilir. Savcılığa geçiyorum ben. Derin ve Mert’i de tanık olarak alırlar, şimdiden haberiniz olsun.”
Boran, başını hafifçe sallayarak onayladı. Polisiye sürecin resmen başlaması gerekiyordu, ancak aramayı asla onlara bırakmayacaktı. “Fatih,” dedi Boran. “Mert’i de al ve emniyete git. Ne biliyorsanız, en ufak bir detayı bile atlamadan anlatın. Gerekirse Derin’i de götürün. Asla ama asla yanından ayrılmayın.”
“Emredersin abi.” Dedi Fatih onu onaylayarak. Boran tekrar Ömer’e baktı. “Bende geliyorum seninle savcılığa.” Ömer onu onaylarken birlikte Boran’ın arabasına ilerlemeye başladılar. Boran şoför koltuğuna geçerken Ömer’de yanındaki yolcu koltuğuna oturdu.
Motorun sesi, Boran’ın içindeki fırtınanın yanında boğuk kalıyordu. Emniyet kemerini bile takmadan, arabayı hızla yola sürdü. Ömer, sessizliği bozmak istemedi ama Boran’ın yüzündeki gerginlikten korkuyordu. Boran’ın elleri direksiyonu o kadar sıkı tutuyordu ki, eklemleri bembeyazdı.
Araba, şehrin trafiğinde ilerlerken Boran’ın zihni ticari rakiplerden uzaklaşıp o karanlık, kişisel ihtimallere kaydı. Niyazi ve Erol mantıklıydı ama bu kadar kişisel bir öfke... Bu kadar alçakça bir hareket...
Birden zihnine bir isim saplandı: Bahadır.
Çocukluklarından beri İnci’ye karşı tuhaf bir takıntısı vardı. İnci, Boran’la evlendikten sonra bile Bahadır’ın saplantısı bitmemişti. Boran, bu yüzden Bahadır’ı şirketten uzaklaştırmış, tüm iletişim yollarını kesmişti. Ama nafileydi. İnci’nin evli olduğunu bile bile taciz etmişti, evli olduğunu bile bile tehditler savurmuştu onu bırakmayacağına dair.
Kaşlarını çatarken kalbindeki acı ve midesindeki kasılma dayanılmazdı. “Bahadır…” diye fısıldadı dişlerinin arasından. Bu isim, zehir gibiydi. Ticari düşmanlardan çok daha kişisel, çok daha mide bulandırıcı bir ihtimaldi bu.
Ömer anlamak istercesine ona bakarken, Boran elini direksiyondan çekip alnına bastırdı. Direksiyona olan tutuşu gevşemişti ama zihnindeki gerginlik katlanarak artıyordu.
“Bahadır mı?” dedi Ömer kaşlarını çatıp. “Bu kadarına cüret edebilir mi?”
“Eder, eder amına koyayım. Bitmedi takıntısı! Evli olduğunu bildiği halde bitmedi. Defalarca dövdüm, dövdürdüm, elinden her şeyi aldım bitmedi.” Diye hırladı Boran. Bu, ticari rekabetin ötesinde Boran’ın kişisel gururuna, evliliğine ve en önemlisi İnci'nin güvenliğine yapılmış bir saldırıydı. Boran’ın yüzü, Bahadır’a karşı duyduğu nefreti açıkça yansıtıyordu.
“Ben salaklık ettim, Ömer! Bir süredir ortada yoktu diye unuttum onu. Mert’i de tembihlemiştim. Bu, bir ihale meselesi falan değil, Ömer. Bu, onun saplantısı. O, İnci’yi bana karşı kullanmaktan zevk alacak kadar hasta bir herif.”
Boran, direksiyonu o kadar sert çevirdi ki arabanın lastikleri kısa bir an cıyakladı. U dönüşü yaparak gittiği yolu tekrar dönerken bu sefer hedefi, Bahadır’ın eviydi. Ömer, sarsıntıyla koltuğunda gerildi ama konuşmadı. Boran’ın yüzündeki ifade, tartışmaya kapalıydı. Bu, Boran’ın en zayıf noktasından kişisel bir acıdan vurulduğu bir savaştı. İstihbarat beklemek, Boran için İnci'nin risk altında olduğu her anı uzatmak demekti.
“Boran, dur!” diye bağırdı Ömer. “Delirdin mi sen? Elimizde hiçbir kanıt yok! Bahadır’ın yanına böyle gidersen, sana yalan söyler ya da en kötüsü, İnci’nin yerini sana söyleyecek son kozu da kaybederiz!”
“Ne yapmamı bekliyorsun, öylece oturup bekleyeyim mi!” Boran arabayı sürerken bir yandan da hırsla konuştu. İçi dolup taşıyordu öfkeyle. O öfkenin en temelinde de kaybetme korkusu vardı. İnci’yi, hayatının ışığını kaybetme korkusu. Bu korku, mantığını yiyip bitiriyordu.
“Hayır! Ama onu kışkırtmamalıyız! Boran, eğer Bahadır bu işin arkasındaysa, bu onun sana karşı oynadığı son oyun. Bizi izliyor olabilir. Senin paniklemesini bekliyor olabilir!” Ömer, Boran’ı ikna etmek için son çareyi deniyordu. Boran, gaz pedalına daha da yüklendi. “O zaman tam da istediğini yapacağım!” dedi Boran tehditkâr bir biçimde. “Onun paniklemesini beklemeyeceğim, ben onu panikleteceğim!”
“Bu işi tek başına yapmış olamaz Boran, arkasında biri var belli ki.” Dedi Ömer. Ardından ekledi. “Makul ol biraz.” Boran, bu mantıklı söze kulak vermedi. Öfkesi, mantığının önüne geçmişti. İnci'nin baygın haldeki görüntüsü, tüm mantık duvarlarını yıkmıştı.
Arabayı daha da hızlandırırken Boran’ın yüzü bir maske gibiydi; sadece kaslarının gerginliği, içindeki fırtınanın şiddetini ele veriyordu. Ömer bir şey söyleyemezken iç geçirdi. Telefonunu çıkartıp hızlıca Aylin’e mesaj attı ekibi toplaması için. Bu iki kişiyle halledilecek bir şey olmayabilirdi.
Araba Bahadır’ın evinin önüne ulaştığında Boran fren yaparak arabayı durdurdu. Uzanarak arabanın torpidosunu açtı ve orada duran silahını aldı. Ömer şaşkınlık içerisinde Boran’a bakarken ne diyeceğini bilemedi. Boran silah taşımazdı, kullanmazdı, nefret ederdi.
“Boran, ne yapıyorsun sen?” diye fısıldadı Ömer, inanamıyordu. “Silah mı? Boran, bu işi polise bırakmak zorundayız! Silahla içeri girersen, her şeyi batırırsın!” Boran’ın yüzü ifadesizdi. Silahın soğukluğunu avucunda hissediyordu. Bu, onun son çaresiydi. Boran, Ömer’e baktı. Gözlerinde ne bir tereddüt ne de vicdan azabı vardı.
“Unutma Ömer, ben bir mafya masasının ortağı ve lideriyim.” Dediğinde Ömer yutkundu. Arkadaşı bugüne kadar bunu hiç dile getirmemişti. Hatta bu durumdan nefret ediyordu ve elinde olsa bu işe girmezdi. Polisle iş birliği yaptığı için mecburen onlara katlanıyordu ama şu an gözlerindeki o ifade neredeyse bunun tam tersini ifade ediyordu.
Başka bir şey söylemeden arabasından inerken beline silahını taktı ve hızlı adımlarla apartmana ilerlemeye başladı. Ömer koşar adımlarla arkasından ilerlerken Fatih’te çoktan peşlerinden gelmişti ve abisini yalnız bırakmamak adına onun arkasından yürüyordu.
Boran, Bahadır’ın oturduğu dairenin önüne geldiğinde kapıya üç sert yumruk attı. Yumrukları o kadar güçlüydü ki, içerideki sesleri bastırdı ve koridorda gürledi. Kapının tahtası titremişti. Boran, yumruklarına cevap gelmeyince daha da öfkelendi.
Tekrardan vuracağı zaman içeriden kilit sesi geldi ve kapı aralandı. Bahadır şaşkınlık içerisinde kapıyı açarken Boran’la göz göze gelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Yüzü çökmüştü. Beklenmedik bir şekilde, Boran’ın beklediği o keyifli, alaycı ifade yoktu. Yorgun, uykusuz ve bitkin görünüyordu. Gömleği kırışıktı, saçları dağınıktı.
“Boran Demirhanlı?” dedi şaşkınlıkla karışık bir alayla Bahadır. Dudaklarının kenarında istemsizce bir tebessüm oluşurken ekledi. “Bu saatte gelmeni neye borçluy-“ Daha sözünü bitiremeden Boran kapıyı hızla iterek içeriye doğru bir adım attı. Gözleri, saf öfke ve tehdit saçıyordu. “Kes sesini.” derken sesi boğuktu ama kesindi. “İçeri geç.”
Ömer ve Fatih hızla Boran’ın arkasından içeri girip kapıyı arkalarından kapattılar. Bahadır, Boran'ın bu pervasız, silahlı baskını karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Boran’ın belindeki silahın kabzasını görmüştü. Bahadır’ın gözleri bir an için küçüldü. Ama itiraz etmedi. Boran’ın gözlerinde bir şey vardı; bir tür karanlık. Geriye yalnızca, kan kokusuyla uyanan bir hayvanın içgüdüleri kalmıştı.
Boran, Bahadır’a doğru hızla yürüdü ve onu kolundan yakaladığı gibi salonun ortasına doğru sürükledi. “İnci nerede!” diye bağırırken öfkesi, odanın lüks sessizliğini parçalıyordu. Kolundaki sert tutuşla acıyan Bahadır, hala durumun şokundaydı. “Ne İnci’si ne saçmalıyorsun?” Boran aldığı cevapla Bahadır’ın kolunu daha da sıktı ve onu sehpanın yanına itti.
Gözleri odanın içinde gezindi İnci’den bir iz bulma arzusuyla. Perdeler sıkı sıkıya kapalıydı. Havanın içinde ağır, bayat alkol ve rutubet kokusu vardı. Televizyon açıktı ama sesi kısıktı. Ekranda yanan bir reklam, odadaki eşyalara kırmızımsı bir yansıma veriyordu. Sehpanın üstünde yarısı içilmiş bir viski şişesi, izmaritlerle dolu bir tabak ve Bahadır’ın telefonu vardı.
“Fatih evi ara!” Boran emir verircesine konuşurken Bahadır kaşlarını çattı. “Ne hakla evime giriyorsunuz, eşkıya mısınız ulan siz!” O an Boran, uzanarak Bahadır’ın tişörtünü boyun kısmından kavradı ve kendisine çekti. Bahadır’ın yüzü, Boran’ın yüzüne tehlikeli bir şekilde yaklaştı. “Eşkıyayım. Var mı bir diyeceğin?”
Bahadır korkuyla yutkunurken Boran dişlerinin arasından tekrar konuştu. “İnci nerede?”
“Bilmiyorum.” Dedi Bahadır. Boran ona doğru biraz daha yaklaşırken konuştu. “Benimle oyun oynama Bahadır Aral. Tehditlerini, isteğini, takıntını buradaki herkes biliyor. Bana oyun oynama.” Boran’ın gözleri, Bahadır’ın yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordu; ancak Bahadır’ın yüzündeki korku, planlanmış bir rolden çok, gerçek bir tehdit altında olmanın ifadesiydi.
“İnci’yi kaçırmış olsaydım burada viski mi içiyor olurdum sence?” Bu soru, Boran’ın öfke dolu zihninde küçük bir şimşek çaktırdı. Bahadır haklıydı. O kadar planlı ve profesyonel bir işin ardından, Bahadır gibi bir saplantılı, zaferini kutlamak için en azından gizlenmeye çalışır ya da Boran’ı telefonla arayıp alay ederdi. Burada, dairesinde, yüzü çökmüş bir halde yakalanmazdı.
“Telefonunun şifresini ver bana.” Ömer uzanıp Bahadır’ın telefonunu alırken Bahadır’ın yüzü gerildi. “Ne hakla?” Boran, gözü seğirerek baktı karşısındaki adama. Bahadır’ın tişörtünü bıraktı ama geri çekilmedi. Sesini tehlikeli bir fısıltıya düşürdü. “Hak mı?”
Dayanamayarak belindeki silahı çıkartıp sertçe mermiyi namlunun ucuna sürdükten sonra Bahadır’ın şah damarına bastırdı. “Hak…” dedi dişlerinin arasından. “Seni şurada öldürsem kimsenin ruhu duymaz, Fatih cesedini alıp yok eder. Peşinde düşecek amcanda yok. O zaman konuşuruz hakkı, ne dersin?”
Bahadır’ın gözleri dehşetle büyüdü. Boran’ın bu tehdidi, sadece bir öfke patlaması değil, soğuk ve hesaplanmış bir gerçeği ifade ediyordu. Hayatının gerçekten Boran’ın insafına kaldığını fark etti. Boran’ın donuk ve öfkeli bir tonda söylediği cümleyle Bahadır’ın gözlerinde bir şey kırıldı. Kibirle ördüğü maskenin ardında, korku ilk kez yüzünü gösterdi. Sonunda, dişlerinin arasından sıkılmış bir nefesle şifreyi verdi.
Ömer şifreyi girip ekranı açtıktan sonra mesajlaşma uygulamalarına, arama kayıtlarına girerek tek tek baktı. Arama geçmişi, mesaj kutusu, sosyal medya… Her şey temizdi. Fazla temizdi.
Bahadır’ın paniği, Boran’ın beklediği gibi değildi. Ne fidye pazarlığına dair bir mesaj, ne de bir kiralık katil ekibiyle yapılan görüşme kaydı vardı. Sadece sıradan konuşmalar, birkaç içki siparişi ve anlamsız sosyal medya bildirimleri...
Ömer, Boran’a baktı. Yüzündeki ifade, 'Yanlış adresteyiz' der gibiydi.
Boran, elindeki silahın baskısını azaltmadan Bahadır’ın gözlerine baktı. Bahadır’ın yüzündeki korku samimiydi ama Boran’ın şüphesi hala tam olarak gitmemişti. Bahadır, bu kadar büyük bir işten sonra kanıt bırakmayacak kadar akıllı ya da gerçekten masumdu.
Tam o sırada, evin diğer odalarındaki aramasını bitiren Fatih salona döndü. Yüzünde hayal kırıklığı vardı. "Abi, evde İnci yengeme ait hiçbir iz yok. Ne bir kıyafet ne bir eşya. Silah, uyuşturucu, para... hiçbir şey yok. Sanki Bahadır bütün gece evde tek başınaymış gibi."
Hem telefonun temiz çıkması hem de Fatih'in hiçbir iz bulamaması, Boran'ı yeni bir çıkmaza sokmaya yetiyordu. Bahadır’ı sertçe iterken Bahadır kanepeye düştü ancak fazla beklemeden geri kalktı. “Size söyledim. Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Kimse beni aramadı, bir şey söylemedi.”
“Burada bir şey yok.” Ömer başını eğdi huzursuzca. Ardından başıyla kapıyı işaret etti. “Gidelim.”
Boran, bir anlığına Bahadır’ın yüzüne kilitlendi. Birkaç büyük adımda tam önüne gelip yüzünü yüzüne yaklaştırdı ve yakasından tuttu. “Eğer bu işin içindeysen, en ufak bir dahlin varsa, ufacık bir yadımın dokunduysa seni bu dünyadan silerim.” Boran’ın sesi, boğazının en derininden geliyordu. Bu, bir tehditten çok, bir kehanetti. “Kimse bulamaz seni, haberin olsun.”
“Bariz bir şekilde tehdit ediliyorum, bir şey yapmayacak mısınız!” Bahadır öfkeyle Boran’ın elinden kurtulmak istediğinde Ömer’e doğru baktı. Ömer ise o sırada onlara bakmıyordu bile. Sanki her şeyi duyuyor ama hiçbir şey duymamış gibi davranıyordu.
Boran, Bahadır’ın yakasını bir süre daha sıkıca tutmaya devam etti. Göz göze geldiklerinde, öfkesinin ardında yanan bir başka şey vardı, o da Boran’ın yapabilecekleriydi. Sonra, birden gevşetti parmaklarını ve yakasını bıraktı. Birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra evden çıktı.
Tam o anda telefonuna sarıldı Bahadır. Boran ve ekibi merdivenlerden hızla inerken Bahadır nefes nefese kalmış bir halde titreyen elleriyle araması gereken o numarayı aradı. Gözlerindeki dehşet, Boran’ın tehditlerinin sonucu değil, Boran’ın bu işi çözmeye ne kadar yaklaştığının göstergesiydi.
Telefonu birkaç çalışta açılırken konuştu. Sesi, hala korku doluydu ama aynı zamanda ihanete uğramış bir öfke taşıyordu. “İnci’yi almışsın! Neden benim haberim yok!? Ortaktık bu işte!”
Karşıdan cevap gecikmedi. Ses tanıdık, soğuk ve duygusuzdu. “Planı yaptım, İnci’yi aldım. Anlaşmamız baki Bahadır. Sadece bir süre gözlerden uzak olmak en iyisi. Senden şüpheleneceklerdir ilk önce. Bilmemen daha iyi.”
Bahadır’ın kaşları çatıldı. Boran’ın tehditleri ve evine yapılan baskın, ortağının onu kasıtlı olarak dışarıda bıraktığını anlamasını sağlamıştı. Korkusu öfkeye dönüşürken, sesi daha da yükseldi. “Boran buradaydı! Evime geldi, silah çekti! Az kalsın beni öldürüyordu! Sen bana ‘bilmemen daha iyi’ diyorsun! Ben senin için risk aldım!”
Karşıdaki ses, sabırsızdı. “Sakın panik yapma, Bahadır. Boran’ın ilk geleceği yer sendin. Bu gayet normal. Bir şey bilmiyormuş gibi yapmaya devam et.”
Telefon, Bahadır’ın yüzüne kapandı. Bahadır, elindeki telefona baktı. Boran’ın tehditleri kadar, ortağının soğuk ve manipülatif tavrı da onu sarsmıştı. Bahadır, Boran'ı yanlış yönlendirme görevini üstlenmişti ama operasyonun detaylarından kasıtlı olarak uzak tutulmuştu. Şimdi, hem Boran'ın hedefi hem de ortağının piyonu durumundaydı.
Bilmediği başka bir şey daha vardı ki, o da Boranların onu dinlediğiydi. Boran, Bahadır’a silah çekerken Ömer usta bir hareketle Bahadır’ın koltuğunun kenarına, görüş alanının dışına, güçlü bir dinleme cihazı yerleştirmişti gizlice.
Aynı anda, Bahadır dairenin ortasında elinde telefon, ihanete uğramış ve dehşet içinde kalmış bir haldeyken; Boran, Ömer ve Fatih, merdivenleri hızla inerek arabalarına ulaştılar. Ömer’in kulağındaki kulaklık, Bahadır’ın son çaresiz konuşmasını Boran’a fısıldıyordu.
Yanlış adrese yapılan öfkeli bir baskın, Boran’ı asıl azmettiriciye giden en kritik ipucuna ulaştırmıştı. Av, tuzağa düşürüldüğünü anlamamıştı; Avcı ise elindeki yeni bilgiyi sindirerek hedefine ulaşmaya çalışıyordu.
◔◔◔
Saat 23.30
Boran emniyetin büyük, ışıklı haritalarla dolu odasında bir ileri bir geri giderken ellerini sinirle saçlarından geçirdi. Gözleri, dev ekranlardaki kamera kayıtlarına ve haritalara odaklanmıştı ama zihni Bahadır’ın o son konuşmasında takılı kalmıştı. "Planı yaptım, İnci’yi aldım." Bu soğuk cümle, Boran'ın beyninde yankılanıp duruyordu.
Savcılık teyakkuza geçmişti. İnci’nin bindirilip götürüldüğü araç araştırılıyordu. Kamera kayıtları izleniyordu. Bahadır’ın evinin önüne iki sivil polis yerleştirilmişti ve her adımda onu takip edeceklerdi.
Ama yetmiyordu.
Çünkü bilinmezlik devam ediyordu.
Belirsizlik bir çukur gibiydi. Boran’ı içine çekmeye çalışan, her geçen saniye derinleşen bir çukur. Bu belirsizlik, İnci’nin durumu hakkında hiçbir güvence vermiyordu. Boran, dünyadaki en güçlü adamlardan biriydi; bir telefonuyla her şeyi halledebilirdi, her kapıyı açabilirdi. Ama şimdi, sevdiği kadının nerede olduğunu öğrenmek için çaresizce bir ipucu beklemek zorundaydı.
Ona bir şey oldu mu? Üşüyor mu? Korkuyor mu? Bu sorular, Boran’ın göğsünde nefes almasını engelleyen, acı veren bir taş gibi duruyordu. Mert’e duyduğu öfke, Bahadır’a duyduğu nefret, hepsi birer sığ sudan ibaretti. Asıl fırtına, İnci’yi kaybetme düşüncesiydi.
Boran bir anlığına adımlarını durdurup gözlerini kapattı. İnci’nin kahkahası, yüzüne dokunuşu… O, Boran’ın hayatındaki tek huzurdu ve şimdi o huzur, karanlıkta, bilinmeyen bir yerdeydi. İçi yanıyordu, canı acıyordu.
“Bahadır’ı almak için neyi bekliyoruz?” Boran gözlerini açıp direkt karşısındaki adama bakarken dayanamayacak gibi hissetti. Böyle eli kolu bağlı duramazdı. “Alıp konuşturacaksınız, bu kadar basit! Neyi bekliyoruz hala!?”
Ömer, Boran’ın haklı öfkesini anlıyordu ama artık daha büyük bir balığın peşindeydiler. “Boran.” dedi Ömer, sakin ama kararlı bir sesle. "Bahadır'ı almak için acele etmiyoruz çünkü polis zaten peşinde. Şu an Bahadır'a dokunmak, ortağını kaçırmak demek. Bahadır, farkında olmadan bize yem oldu."
Boran elini başına götürüp yüzünü sıvazladı. O da biliyordu bunu ama içi içini yiyordu. Bekleyecek gücü kalmamıştı. Saatler olmuştu, hava kararmıştı. Korkardı İnci. Eğer ayıldıysa tek başına, hiç bilmediği bir yerde olmaktan korkardı. Boran’ın zihninde, İnci’nin o masum, narin yüzü canlanıyordu. Onun gözlerinde korkuyu görme düşüncesi, damarlarındaki kanı donduruyordu sanki.
“Sence ortağı kim?” Ömer meraklı bir biçimde Boran’a bakarken Boran elini yüzünden çekti. “Bilmiyorum.” Ömer aldığı cevapla iç çekerken mırıldandı. “Niyazi ve Erol’dan da bir şey çıkmadı. Hiçbir delil yok. Ne telefon trafiği ne de finansal bir hareket var. Bahadır'ın ortağı ticari rakiplerimizden biri değil gibi görünüyor.”
“Aral Holding’in rakipleri peki?” Fatih kendince çıkarımda bulunurken Boran ona doğru baktı. İsminden teker teker isimleri geçirmeye başladı. Piyasaya hakimdi, az çok tanırdı herkesi. Ama bilmediği birileri olabilirdi. Burada da iş Güney veya Egemen’e kalıyordu.
Tam o sırada çalan telefonuyla irkildi Boran. Hızlıca telefonunu cebinden çıkartırken ekranda gördüğü isimle yutkundu. Egemen’di arayan. İçi büyük bir acıyla dolarken nefesi düğümlendi. Henüz haberi yoktu. Kimsenin haberi yoktu. Derin ve Mert’te tembihlenmişti söylememeleri için. Ama şimdi söylemesi gerekiyordu. Çünkü biliyordu ki Egemen İnci’ye ulaşamadığı için arıyordu kendisini.
Boran, eli titreyerek beklemeden telefonu açtı. “Efendim Egemen?”
“İyi geceler, Boran.” Dedi Egemen. Ardından devam etti. “İnci’ye mesaj attım, aradım geri dönmedi. Şimdi de telefonuna ulaşılamıyor. Telefonu mu bozuldu? Uyumadıysa bana verebilir misin? Bugün şirkette de görmedim.” Egemen ne kadar sakin konuşsa da kardeşine ulaşamadığı için gergindi. İnci telefonunu kapatmazdı çünkü.
Boran birkaç saniye sessiz kalırken gözlerini kapattı. Ne diyeceğini, nasıl diyeceğini bilmiyordu. Bir abiye nasıl denirdi kardeşin yok diye?
“Boran orada mısın?” Egemen gergince tekrar konuşurken Boran gözlerini aralayıp yutkundu. “Egemen…” deyip duraksadığında Egemen telefonun ucundan kaşlarını çattı. Boran’ın sesini ilk defa bu kadar çaresiz, ilk defa bu kadar acılı duyuyordu. Babasını kaybettiğinde bile bu tonu duymadığına emindi ve bu istemsizce panik olmasına neden olmuştu.
“Boran ne geveliyorsun? İnci’ye bir şey mi oldu?” Keskin bir tonda konuşup endişesini dile getirirken Boran fısıldadı. “İnci yok.” Derken sesinin çatallı çıkmasını engelleyemedi. “Ne demek yok?” Egemen sert bir biçimde karşılık verirken Boran bir şey diyemedi.
Egemen’in sakinliği tamamen dağıldı o anda. Telefonun ucunda önce sadece sessizlik oldu. Ama Boran o sessizliği tanıyordu. Öyle bir sessizlikti ki, kulaklarından girip göğsünde çınlıyordu. Nefes alınan değil, tutulan bir sessizlikti bu. Kayıp haberinin boşluğunda bir erkek sesi nasıl olurduysa, işte öyleydi Egemen’in susuşu.
Birden karşıdan bir gürültü duyuldu. Sandalyenin devrilişi mi, masaya çarpan bir diz mi, yoksa yumruklanan bir duvar mı Boran seçemedi. Ama bir şey kırılmıştı. Fiziksel değilse bile, Egemen’in içinde kırılmıştı. “Ulan sen bana bunu şimdi mi söylüyorsun Boran!” diyerek soğuk bir tonda bağırdı Egemen.
Gözlerini kapattı Boran. İçinde öyle büyük bir azap vardı ki konuşmasını engelliyordu. Egemen tekrar konuştu. “Neredesin söyle çabuk!”
“Emniyetteyim.” Dedi tek nefeste Boran. Egemen onayladı. “Geliyorum.”
Sonra telefon yüzüne kapandı. Boran telefonu kulağından indirirken ne diyeceğini bilemedi. Kardeşi bileklerini kestiğinde hissettiklerini düşündü. O zaman çektiği acı hala yüreğindeydi ama şimdi Egemen’in kardeşi kayıptı, nerede olduğu bilinmiyordu, iyi mi, kötü mü her şey belirsizdi ve belirsizlik insanı bitirirdi.
Boran her zaman savaşan, her şeyin üstüne giden bir adamdı. Ama belirsizlik... belirsizlik insanı parça parça öldürüyordu. Ne düşman belliydi ne yön, ne de hedef. Sadece bir boşluk vardı ve o boşlukta... İnci kaybolmuştu.
“Komiserim, hiçbir parmak izi çıkmadı. Eşyalar temiz.” Boran polis memurunun sesiyle düşüncelerinden sıyrılırken bakışları memurun getirdiği eşyalara takıldı. İnci’nin eşyalarına. Tuvaletin içine bırakmışlardı hepsini. Telefonu, çantası, kolyesi, küpesi, alyansı, tektaşı ve Boran’ın annesinin yüzüğü… Her şeyi düşünmüşlerdi.
“Tamam aslanım, sağ ol.” Ömer paketi alırken bakışları Boran’a kaydı. Elindeki poşeti Boran’a uzatırken ne diyeceğini bilemedi. Zaten ne denirdi ki. Boran uzanarak poşeti alırken poşete baktı. İnci’nin yaşamından geriye kalan bu küçük bir eşya yığını, Boran’ın tüm gücünü ve kontrolünü kaybetmesinin sembolüydü.
Bakıyordu ama algılayamıyordu. Sadece bir poşet vardı elinde. Ama içindekiler, bir hayatın dökümüydü. Kimseye bir şey söylemeden elindeki eşyalarla emniyetin kapısına ilerlemeye başladı. Dışarı çıktığı an soğuk hava yüzüne çarparken gerçeklik yüzüne tokat gibi çarptı. Adımları hiç duraksamadan emniyet binasının kenarına ilerleyip kimsenin olmadığı ücra köşelerden birine ilerledi ve köşeye çöktü.
Elindeki poşeti yere bıraktı ve başını ellerinin arasına aldı. Gökyüzü zifiri karanlıktı, tıpkı içindeki gibi. Derince, içinden gelen acıyla soluk alıp verdi. Elini kalbine yaslayarak daha derin bir nefes almaya çalışırken başını göğe doğru kaldırdı ve gözlerini kapattı.
Boran Demirhanlı, şehrin kanunlarını yazan adam, şimdi sadece bir dilenci gibiydi; sevdiği kadının hayatı için bir mucizeye yalvarıyordu.
Her geçen saniye, İnci'nin korkusu zihninde yankılanıyordu. Onu koruyamamanın, onu o soğuk hastane odasından alıp götürmelerine izin vermenin getirdiği utanç ve pişmanlık, bütün vücudunu yakıyordu. Çaresizlik, bir kurşun gibi göğsüne saplanmış, nefes almasını engelliyordu. O, hep çözümü bulan, hep kontrolü elinde tutan kişiydi. Ama şimdi? Şimdi, avucunda sadece bir avuç yüzük ve beyninde yankılanan bir bilinmezlik vardı.
Dayanamayarak yere bıraktığı poşeti eline aldı ve içindekileri çıkardı. İlk gözüne çarpan alyans oldu. İçinde kendi isminin yazılı olduğu alyans… Bunu taktığı o gece değil de evlendikleri gün geldi aklına. İnci için gerçek olmayan ama Boran için dünyalara bedel olan bir andı. Fotoğraf çekinirken girdikleri yakınlık düştü zihnine, oyunda olsa Boran için unutmayacağı andı. İnci’nin yeşil gözlerinde kaybolmak istemişti, kaybolup o anların hiç bitmemesini dilemişti.
Sonra alyansı taktığı an geldi zihnine. Ölene kadar demişti İnci, ölene kadar bizimle olacak. Ama şimdi yoktu. Sözleri havada asılı kalmış, Boran’ın ruhuna saplanmıştı.
Telefonu aldı eline. Kapalıydı. Biliyordu, ekranda ikisinin fotoğrafı vardı. Telefonun soğuk camına dokundu sanki İnci'nin son dokunuşunu hissedebilecekmiş gibi.
Kolyesine uzandı bu sefer, İnci’nin her gün taktığı Boran’ın aldığı kolyeydi bu. Hafifti ama Boran’ın elinde bir ton ağırlığındaydı sanki. Zincirin ucundaki küçük kalp şeklindeki madalyonu açtı. İçinde minik bir inci vardı. Boran’ın kalbindeki İnci’yi temsil ediyordu. O incinin içinde takip cihazı vardı ama sanki onun varlığını biliyor gibi çıkarıp atmışlar ve Boran'ın avuçlarının içini bomboş bırakmışlardı.
Madalyonu kapatıp elinde sıkıca tuttu bir süre. Nefesi düzensizleşmişti; boğazında düğümlenen kelimeler vardı ama kimse duymayacaktı onları. Sadece gece, sadece yalnızlık duyacaktı. Bir de İnci. Hep duyardı. Duymak için çabalardı, duyunca o düğümü çözmeye çalışırdı. Gözlerini kapattı tekrar Boran sanki İnci yanındaymışçasına.
Her gün o kolyeyle görmeye alışmıştı karısını. Sabahları güne başlarken boynunda parlayan o küçük kalp, şimdi Boran’ın avuçlarındaydı. Bu kadar küçük bir şey nasıl bu kadar çok anı taşıyabilirdi? Her detay, her iz, sanki bir yerinden onu çağırıyordu.
En son annesinin yüzüğüne uzandı. Onu görünce içinden bir şey çekildi. Bu yüzüğü İnci’ye kendi elleriyle takmıştı. İnci’nin parmaklarında hayat bulsun istemişti. Şimdi yaşamak şöyle dursun, o parmakların nerede olduğu bile bilinmiyordu.
Düşünmemeye çalıştı. Ama zihni durmuyordu, acının etrafında dönüp duran bir çember gibiydi. İnci’nin parmaklarını, ellerini düşündü. Ona ilk defa dokunduğu anı… titreyen sesini, gözlerinde beliren şaşkınlığı. O eller şimdi neredeydi? Soğukta mıydı, korkuda mı, yoksa çoktan boşluğa mı karışmıştı?
Yüzüğü avcunun içinde sıktı, tırnakları avucuna battı ama hissetmedi bile. Boşluğa baktı. Gözlerini kısmadan, düşünmeden. Ne ileri ne geri… sadece o anda kaldı. Çünkü düşünürse, yıkılırdı. Çünkü düşünürse, eksik olan tek şeyin bir insan değil, bir dünya olduğunu anlardı.
Bu eşyalar belki bir vedanın, belki bir başlangıcın yansımasıydı. Ama her ne olursa olsun, Boran için artık geri dönüşü olmayan bir yolun başıydı bu. O eşyalar sadece bir kadının bıraktığı izler değil, Boran’ın kaybetmek üzere olduğu inancın parçalarıydı. Sevginin… ait olmanın… yaşamanın parçaları.
Boran’ın göğsüne bir ağrı saplandı. Yüzüğü hâlâ avucunda sımsıkı tutuyordu, acıdan yüzü bembeyaz kesilmişti. Bu, sadece bir ayrılık değildi; bu, Boran’ın ruhundan bir parçanın zorla sökülmesiydi.
Zihni, direniş göstermeden onu İnci'yi son görüşüne taşıdı. Son kez seni seviyorum dediği an düştü aklına. Son kez o yeşil gözleriyle bakışı, gülüşü… Sanki veda öpücüğü kondurmuştu yanağına. Bir anda cümlesi yankılandı zihninde. “Bazı insanlar öyle öngörülü oluyor ya da altıncı hisleri o kadar kuvvetli oluyor ki bu fırsatı değerlendiriyor. Acaba biz o insanlardan olacak mıyız?” İzledikleri filmin mutsuz bitişiyle söylemişti bunu.
Hissettin mi diye düşündü birden Boran. Hissettiğin için mi vedalaşır gibi baktın, öptün beni diye geçirdi içinden. Bu soru, Boran’ın ruhunda dönüp duran bir kuyu gibiydi. İnci’nin o öngörülü sözleri, şimdi Boran'ın vicdanını kemiren bir fısıltıya dönüşmüştü. Neden o an ciddiye almadım? Neden o son bakışın derinliğini fark edemedim? Boran, sadece karısını kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda onu son anında tam olarak anlayamamış olmanın pişmanlığıyla da yanıyordu. Pişmanlık, acıdan daha keskin bir zehirdi.
Boran, elindeki alyansın soğukluğunu iliklerine kadar hissetti. Bu yüzük, artık ne bir sözün ne de bir mutluluğun sembolüydü; Boran’ın başarısızlığının, koruyamamasının somut kanıtıydı. O yeşil gözler… O gözlerdeki sevgi ve huzur, Boran’ın dünyasındaki tek sığınaktı. Şimdi o sığınak, bilinmezliğin fırtınasına kapılmıştı.
Ciğerleri, sanki nefes almak için değil de, içindeki o bitmek bilmeyen acıyı dışarı atmak için çabalıyordu. Yere yığılıp kalmak istiyordu ama yapamazdı. Eğer o çökerse, İnci'yi kim bulacaktı? Boran, bu acıyı sırtlamak, bu pişmanlıkla yaşamak zorundaydı.
“Boran!” Egemen’in sesiyle birlikte irkildi Boran. Egemen, Boran’ın bu haline karşılık yutkunamadı. Yere çökmüş, çaresizce elindekilere bakan adamın hali, Egemen’in tüm öfkesini bir anda dindirdi. Boran’ın yıkılmışlığını görmek, Egemen’e durumun ciddiyetini en sert şekilde gösteriyordu.
Boran bakışlarını elindeki yüzüklerden çekerken Egemen’e doğru çevirdi. O sırada Egemen’in bakışları yüzüklere kaydı. O an içinden bir şeyler çekilir gibi oldu. Tanıdığı eşyalar ayaklarının bağının çözülmesine neden olmuştu.
“Bu… bu İnci’nin yüzüğü…” dedi çatallaşmış bir sesle. “Bu…” Kelimeleri eksik kaldı. Çünkü bazı acılar, harflerle anlatılamazdı. Sadece hissedilirdi. Sadece susularak yaşanırdı. Boran gözlerini ondan kaçırmadı. Çünkü Egemen’in hissettiği acı, Boran’ın acısının bir yansımasıydı. Egemen ise titrek bir nefes verdi dudaklarının arasından. Kardeşinin hayatının ellerinden kayıp gittiği gerçeği, bu küçük metal parçalarıyla yüzüne çarpıyordu.
“Boran, nerede benim kardeşim?” dedi Egemen çaresizlikle. Buraya nasıl gelmişti bilmiyordu. Aklından binbir çeşit düşünce geçmişti. Hiçbirine cevap bulamamıştı. Öfkesi, acısı, korkusu birbirine karışmıştı. Boran, Egemen’in cümlesiyle başını eğdi. Omuzları çökmüştü. Bu soruya verebilecek somut bir cevabı yoktu.
Bu sessizlik, Egemen’in tahammülünü sıfırladı. “Konuşsana! Nerede benim kardeşim? Kaçırıldı mı? Ne oldu?” Kendince bir şeyler bulmaya çalışırken Boran yutkundu. “Kaçırıldı...” Boran’ın sesi zorlukla, kayıp bir tınıyla çıktı. Bu üç kelime, emniyetin köşesindeki o küçük alanda yankılandı.
Egemen’in yüzündeki şok ifadesi yavaşça soğuk, tehlikeli bir kararlılığa dönüştü. “Kim. Kim yaptı bunu?” Sesi artık bağırarak değil, dişlerinin arasından fısıldayarak çıkıyordu. “Kim kaçırır benim kardeşimi?” Boran bunun cevabını nasıl vereceğini bilemiyordu. Cevap belliydi, işin içinde olan kişi karşısındaki adamın kuzeniydi.
“Bahadır… o bu işin içinde.” Dedi Boran zorlukla. O an Egemen için büyük bir yıkımın başlangıcıydı. Daha babasının kız kardeşini, biriciğini öldürmeyi denemesini hazmedememişken şimdi kuzeninin de onu hedef alması aklını yitirecek gibi hissetmesine neden oldu.
“Bahadır…” diye tekrarladı zorlukla ne diyeceğini bilemeden. Eliyle yüzünü kapatırken derin bir nefes almaya çalıştı. “Tek başına mı?” diye sorarken Boran’a baktı. Boran başını iki yana salladı. “Biri daha var, belli değil kim olduğu. İletişim halinde, Bahadır onun kuklası.”
“Şerefini siktiğim. Kardeş dedim lan ben ona, kardeş dedim!” Egemen içindeki acıyla elini yumruk yapıp yere vururken çıkan yumruk sesi, emniyetin köşesinde yankılanan bir ihanet çığlığı gibiydi. Egemen’in gözlerinde, Boran’ın az önce yaşadığı yıkımın aynı acısı vardı. Aileden gelen bu yara, Egemen’i fiziksel olarak bile sarsıyordu.
Boran başını eğerek elindeki yüzüklere bakmayı sürdürdü. Egemen, kuzenini kardeş saymıştı. O da canını korumasına emanet etmişti. İkisi de suçluydu, ikisi de pişmanlıkla sınanıyordu. Bu an, iki güçlü adamın da kendi hatalarının ağırlığı altında ezildiği ortak bir anıt gibiydi.
Aralarında sessiz oluşurken Egemen aklına gelen şeyle zorlukla konuştu. “Bir şey yapmamıştır değil mi? Bir şey olmamıştır… Boran, yaşı-“ Egemen cümlesini bitiremeden Boran keskince kesti sözlerini. “Yaşıyor. Yaşıyor biliyorum.” Sesi ne kadar netse, içindeki yankı o kadar kırılgandı.
Elini kalbine yasladı. Parmaklarının altındaki nabız hızla çarpıyordu; sanki orada bir şey, hâlâ hayatta olduğunu inatla hatırlatıyordu. “Bak atıyor, içimdeki o yer yanmaya devam ediyor. Sönmedi. Eğer o gitmiş olsaydı… burada, bu kalp çoktan susardı. Hissederdim.”
Egemen, Boran’a baktı uzun uzun. O an ilk kez gerçekten gördü onu. Sadece kız kardeşinin eşi değil, onunla aynı acının içinden geçen, aynı boşlukta çırpınan bir adamdı Boran. Yüzündeki kararlılık, gözlerinin içinde çatlak çatlak duran umuda sarılıyordu. Sanki biri gelip de ona “o öldü” dese bile, Boran o kelimeyi duymazdı. Kabullenmezdi. Kalbi, gerçeği inkâr eden değil, gerçeği dönüştüren bir yerdi onun.
Egemen, bu inanca tutunmak zorunda olduğunu anladı. Boran'ın umudu, şu an ellerindeki tek değerli şeydi. “Yaşıyor.” dedi, sesi boğuktu ama kararlıydı.
Egemen’in dudaklarından dökülen o kelime geceyi yaran bir yankı gibi Boran’ın içinde çınladı. O kelime, bir dua, bir temenni, bir inat, bir isyandı aynı anda. İkisi de o an birbirlerinin gözlerinin içine baktı; konuşmadan, açıklamadan, savunmadan. Çünkü sözcükler yetersizdi artık. Geriye sadece o sessizlik kalmıştı; acının, kaybın ve inancın sessizliği.
Bir süre yalnızca rüzgârın uğultusu duyuldu. Emniyetin arka bahçesinde bir köşede oturan iki adam, soğuk betona yaslanmış halde, sanki dünyanın bütün ağırlığı omuzlarına çökmüş gibi nefes alıyorlardı. Gökyüzü kapkara bir örtüydü. Bulutların ardında saklanan ay, tıpkı İnci gibi ulaşılmazdı artık.
Boran, elindeki yüzüğü hâlâ sımsıkı tutuyordu. Parmaklarının arasından geçen metalin soğukluğu, damarlarında dolaşan ateşi bile bastıramıyordu. Başını öne eğdi, alnını dizine dayadı. Nefesi buğulanıyor, her soluk alışında göğsü daralıyordu. Gözlerinin kenarında biriken yaşlar düşmüyordu çünkü düşse, o gözyaşı bir kabul olurdu, bir teslimiyet. Oysa Boran teslim olmuyordu.
Egemen ellerini saçlarına götürüp başını geriye attı. Göz kapaklarının ardında kardeşinin gülüşü belirdi. O kahkaha, çocukluklarının avlusunda yankılanıyordu sanki tozlu toprağın, sıcak yazların, kahkahalarla atılan taşların sesi. “Egemen abi!” diye seslenişi geldi aklına İnci’nin. Küçüktü o zaman. Düşe kalka bisiklet sürmeye çalışırdı. Kendince oyunlar oynardı. Egemen o an öyle bir nefes aldı ki, ciğerlerine dolan hava bile acıttı.
“Ben onu koruyamadım.” dedi, sesi titriyordu. “Küçüktü o, hep beni arkasında isterdi. ‘Abi, ben düşersem tutarsın değil mi?’ derdi.” Elini yüzünden indirirken gözleri doldu. “Tutamadım Boran. Düşerken tutamadım.”
Boran başını kaldırdı, gözlerini Egemen’e dikti. “Sen değil,” dedi kısık ama kararlı bir sesle. “Ben tutamadım. Korurum sandım, koruyamadım ben karımı. Korusun diye birini görevlendirdim, koruyamadı.”
Egemen anlamayarak baktı Boran’a. Boran başını yere eğerek ona doğru bakamadı bile. Mert olayını söylemeye dili varmıyordu. Ama Egemen meraklıydı. “Mert?” diye kaşlarını çatarken Boran güler gibi bir ses çıkardı dudaklarının arasından. “Mert… Mert, Derinle ilgileneceğim diye görevini yapmadı. Mert, emanetine sahip çıkmadı.”
Her hece, bir tokat gibi Egemen’in yüzüne çarptı. Gece sanki bir an için daha da sessizleşti; uzaklarda bir köpeğin havlaması, sanki bu suçlamanın yankısını bozmak istemezcesine uzaklaştı. Egemen, Boran’ın sözlerini duyduğunda önce tepki veremedi. Sanki o kelimeler havada asılı kaldı, sonra ağır ağır göğsüne çarptı, orada yankılanıp dağıldı. Birkaç saniye boyunca sadece baktı, bomboş bir bakışla. Dudakları aralandı ama hiçbir ses çıkmadı.
“Mert…” diye tekrarladı kendi kendine, neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle. O ismi söylemek bile acı veriyordu. Sonra sustu. Ne öfke geldi ne bağırış ne de sorgu. Sadece sessizlik. Karanlık, iki adamın arasına oturdu, nefesleri bile duyulur hale geldi.
Boran başını öne eğdi, elindeki yüzükleri sıkıca kavradı. Avuçlarının içinde metalin keskinliği hissetti, parmak uçları acıdı ama bu acı, içindekine göre önemsizdi. “Ben…” dedi kısık bir sesle. “Ben kendimi hiç affetmeyeceğim.”
Boğazındaki düğüm artık kelimeleri yarım bırakıyordu. “Her şeyi kontrol edebileceğimi sandım. Korurum dedim, önceden önlem alırım dedim. Her planı yaptım ama… en önemlisini unuttum. Onu bizzat korumayı.” Başını iki elinin arasına aldı. “Emanetimi, kendi ellerimle tehlikeye attım ben.”
Egemen hâlâ susuyordu, gözlerini yere dikmişti. Boran’ın sesi, onun da içinde bir şeyleri paramparça ediyordu. Yine de elini Boran’ın omzuna koyup yavaşça bastırdı. “Yeter.” dedi yumuşak ama titrek bir tonda. “Bu senin suçun değil, Boran.”
Boran başını kaldırmadı. “Benim değilse kimin? Onu ben bıraktım. Ben ‘merak etme, güvendesin’ dedim. Ben söz verdim.” Sesinde hem öfke hem çaresizlik vardı. Gözlerini kapatıp nefesini tuttu. “Ona, sana bir şey olursa ben yaşayamam dedim. Şimdi o yok ama ben hâlâ buradayım. Nefes alıyorum.”
Egemen’in parmakları omzunda biraz daha sıkılaştı. “Hayır,” dedi bu kez daha net bir şekilde. “Çünkü nefes almazsan onu bulamayız. O seni böyle görse… dayanamazdı. Şimdi güçlü olacaksın. Onu bulacağız, ikimiz.”
Boran yavaşça başını kaldırdı. Gözleri doluyken gözlerin derinlerinde hâlâ sönmemiş bir şey vardı: inatla yanmaya devam eden bir umut kıvılcımı. Egemen’in gözleriyle buluştu. O an iki adamın arasındaki bağ, kan bağı değil, acı bağıydı artık. Aynı kaybın iki farklı yüzüydüler.
“Bazen…” dedi Egemen, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. “Birini koruyamamak senin suçun değildir. Bazen hayat, en hazırlıksız olduğun yerden vurur. Ama biz hâlâ buradayız. Hâlâ bir şans var.”
İkisi de konuşmadı bir süre. Yalnızca geceyi dinlediler; uzaklardan geçen bir aracın sesi, rüzgârın uğultusu, kalplerinin ağır atışı… Her şey sessizdi ama aynı anda her şey çok gürültülüydü.
Sonunda Egemen usulca konuştu. “Boran, onu bulacağız. Ne pahasına olursa olsun.” Boran gözlerini gökyüzüne dikti. Bulutların arasında kaybolmuş ayı aradı ama bulamadı. “Bulacağız,” dedi kırık ama kararlı bir sesle. “Çünkü ben başka hiçbir sonu kabul etmiyorum.”
O an, aralarındaki sessizlik bir dayanışmaya dönüştü. İki adam, aynı kadının yokluğunda, aynı suçlulukta, aynı çaresizlikte birleşti. Ama o karanlığın ortasında, birbirlerine sessizce destek oldular. Kelimeler değil, varlıkları teselli oldu birbirlerine.
Ve gece, iki yaralı adamın sessizliğini içine çekerek ağır ağır derinleşti. Her ikisi de biliyordu: Bu acı bitmeyecekti. Ama belki, birbirlerinin yanında durarak taşınabilirdi.
◔◔◔
Saat 04.00
Boran, Egemen, Güney, Korkut ve Giray… Emniyetin soğuk koridorundalardı. Bir haber, bir ipucu, bir ses bekliyorlardı. Ancak tek şey emniyetteki polislerin telsizlerinden gelen cızırtılı seslerdi, çalan telefonlardı.
Saat arkasından atlı kovalarcasına ilerliyordu ama hiçbir ses seda yoktu. Sokaktaki mobeselerden bir sonuç çıkmamıştı. Araç kaybolmuştu. Erol ve Niyazi suçsuzdu. Bahadır sessizdi. İnci yoktu. Saatler geçmişti, İnci hala yoktu.
Tam o anda Boran’ın telefonundan gelen zil sesiyle sessizlik bölündü. Boran cebinden telefonunu çıkartırken birden herkes başına toplandı arayan kişinin kim olduğunu görmek için. Boran ekrana bakarken iç çekti. Bekledikleri birinden değildi, kardeşiydi arayan.
Boran beklemeden açtı telefonu. “Efendim Cihan?”
“Abi, abi kapıdakilerden duydum tesadüfen. Abi sen bize nasıl haber vermezsin! Neredesin?” Cihan panikle konuşurken bir yandan da kızgındı. Abisinin onlara haber vermemesi kırmıştı. Kalbi, duyduğu şeyin gerçek olmasını reddediyordu.
Boran kısa bir an sustu. Boğazı düğümlenmişti. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, sonra güçlükle konuştu. “Emniyetteyim.” Cihan aldığı cevapla hızla konuştu. “Geliyorum.” Birkaç hışırtılı ses duyduğunda kendine geldi Boran. “Gelme Cihan, evde kal. Onların yanından ayrılma. Evde en azından birimiz başlarında duralım.”
“Abi kapıda adamlar var, bugün yanında olmayacaksam ne zaman olacağım. Geliyorum.” Cihan başka bir şey söylemeden telefonu kapatırken apar topar evden çıktı. O sırada Boran telefonu kulağından indirerek ekrana baktı.
Gece yarısını geçmişti saat. Dün bu saatlerde İnci kollarında uyuyordu. Şimdi kolları bomboştu. Boran, başını geriye yaslayıp gözlerini kapattı. Boğazında yanmaya başlayan o tanıdık sızı, ciğerine kadar indi. Kalbinin tam ortasında bir boşluk vardı; sanki biri elini sokup bir parçasını çekip almıştı da, yerine buz gibi bir sessizlik koymuştu.
İnci’nin nefesini hatırladı. Geceleri uyurken başını göğsüne koyar, derin derin nefes alırdı. O nefesin ritmiyle uyurdu Boran. Şimdi kulaklarında sadece kendi nefesinin düzensiz, hırıltılı sesi vardı. Her solukta bir anı geri geliyordu.
Bir gülüşü.
Bir bakışı.
Bir kelimesi.
Göz kapaklarının ardında, İnci’nin yüzü belirdi. Gözleri kapalıydı, tıpkı güvenlik kamerasındaki o lanet görüntüdeki gibi. Boran’ın göğsü daraldı. Nefes almak acı veriyordu artık. Başını eğip ellerini birbirine kenetledi. Avuçlarının içinde, sanki hâlâ İnci’nin parmaklarının sıcaklığı vardı. Ama o sıcaklık, zihninin uydurduğu bir yanılsamaydı sadece. Gerçekte, elleri taş gibi soğuktu.
“Boran.” Birden duyduğu sesle gözlerini aralarken Egemen’in ona doğru eğildiğini gördü. Ne olduğunu anlamak istercesine ona bakarken Egemen, Ömer’in duymasını istemeyerek fısıldadı. “Masa… Bahadır’ın arkasındakiler onlar olabilir.”
“Olamaz.” Dedi Boran keskince. Egemen kaşlarını çattı aldığı cevapla. “Ne demek olamaz? Nasıl bu kadar eminsin? Adamlar Adnan’ın arkadaşı, İnci’ye bilenmiş olabilir. O yüzden almışlardır onu. Adnan’ı çıkartamazlar ama intikamını alabilirler. Bahadır’a yardım etmişlerdir. O kadar sinsi herifler ki Bahadır’a yardım edip onun elinden alırlar.”
Egemen panik bir halde ellerini saçlarının arasından geçirirken tekrar konuştu. “Onlar aldı kesin, tamam. Adres var elimde.” Kendi kendine konuşurken çözüm yolu üretmeye çalıştı. Ona teklif geldiğinde açık adreste yazılmıştı ve Egemen biliyordu. O adresi verip baskın yaptırırdı ve kardeşini kurtarırdı.
“Onlar değil Egemen.” Dedi Boran yorgun bir şekilde. Egemen kaşlarını çatarak bağırdı. “Nasıl bu kadar eminsin? Neler yapacaklarını sen benden daha iyi biliyorsun Boran! Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?”
Boran, Egemen’in öfkesinin gölgesinde gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldıktan sonra başını kaldırıp Egemen’e baktı. Sesinde hem yorgunluk hem de gizlediği bir ağırlık vardı. “Biliyorum, Egemen. Ben senden çok daha iyi biliyorum çünkü…” Bir an durdu, kelimeler boğazına düğümlendi. “Çünkü ben o masadayım.”
Egemen’in gözleri bir anda büyürken sanki yere çakılmış gibi olduğu yerde kaldı. Dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Birkaç saniye boyunca sadece floresan lambanın uğultusu ve kalbinin ritmi vardı kulaklarında. Sonunda sesi çatallandı. “Ne… dedin sen?”
“Ne demek masadayım?” Güney birden yaslandığı duvardan doğrulup Boran’a yaklaşırken kaşlarını çattı. Giray ve Korkut birbirlerine bakıp derin bir nefes alıp verirken Boran devam etti sözlerine. “O masa benim emrim dışında hiçbir bok yapamaz. Çünkü masanın lideri benim. Karıma dokundukları an onları yakacağımı bilirler. Masanın başına geçerken kuralım Adnan Aral’ın tamamen silinmesi ve özellikle İnci’ye dokunulmamasıydı. Kabul ettiler, bende masanın başına geçtim.”
Boran sakin kalmaya çalışarak konuşurken Egemen’in gözü seğirmeye başladı. “Saçma salak konuşma Boran, sen nefret edersin. Sen onlardan nefret ettiğin için babana karşı geldin, şimdi masanın başındayım diyorsun.” Dişlerinin arasından konuşurken alayla güldü.
Boran başını salladı, gözleri hala yere bakıyordu. “Evet.” Dedi soğuk bir tonda. “Ben masanın başındayım. O masada karar veren benim. Kurallarımı ben koyarım.” Cümlesiyle birlikte Güney konuştu. “İnci’nin haberi var mı bundan?” Boran, Güney’e bakarken başını salladı belli belirsiz. O an oturduğu yerden kalktı Egemen ve elini saçlarının arasından geçirdi. “İnci bunu bilip senin yanında kalmaya devam etti yani! Bir katil olduğunu bile bile yanında kaldı!”
“Sessiz ol Egemen.” Diyen Ömer’in sesi koridorda duyulurken Egemen birden sustu. Hala daha hayretler içerisindeydi ama karşısında polis olduğunu bilerek sustu. Ömer ise eliyle odasını işaret etti. “Girin, böyle ulu orta konuşmayın.”
Herkes sırayla içeri girerken en son Boran girdi içeri. Odadan girmeden evvel Ömer’e baktı izin alırcasına. Ömer mecburen başını salladı. İzin vermese işler daha da çıkmaza gidecekti biliyordu. Çünkü Egemen bu işin peşini bırakmazdı.
“Öyle sağda solda masa falan diye bağırıp durmayın.” Dedi Ömer uyarırcasına. Ardından Boran’a doğru baktı. “Anlat.”
Boran omuzlarını dikleştirerek baktı Egemen’e doğru. “Masayı içten bitirmek için bana gelen teklifi kabul ettim. Senden sonra bana geldiler. Hem Adnan’ın damadı hem de Yavuz’un oğlu olarak uygun görmüşler. Sandığınız gibi mafya babası değilim, polisle birlikteyiz bu işte. Her şey bir gün bütün bunların son bulması ve İnci’ye zarar gelmemesi içindi.”
Egemen’in nefesi kesildi bir an için. Yüzündeki kıvranış, bir kardeşin acısı ile koruma içgüdüsünün kavgasıydı. Sonra bir kahkaha koptu dudaklarından; acı, kontrolsüz bir kahkaha. “Sen… kendini mi feda ettin? Boran, sen delirdin mi?”
“Delirdim!” diye haykırdı Boran. “Delirdim ulan delirdim! Adnan’ı içeri tıkan kim? İnci. Ne olacaktı, onu alacaklardı. İnfaz edeceklerdi. Onu tek böyle korurdum. Feda etmekse sonuna kadar. Canım onun ömrüne feda olsun.” Sesi odanın taş duvarlarına çarpıp geri dönerken odadaki havayı ağırlaştırdı.
Güney dudaklarını birbirine bastırmış acıdan haykıran adama bakarken cesaretine bir kez daha hayran oldu istemsizce. Egemen’in gözlerinde bir şey kırıldı ama bu kırılma öfkeden değil, çaresizlikten doğuyordu. Uzunca bir süre hiçbir şey söylemedi; sadece nefesleri duyuluyordu. Bir zamanlar hiç sevmediği adamın şimdi kardeşi için yaptığı fedakarlığı gördükçe nefesi kesilir gibi oluyordu. Kendi canını tehlikeye atıyordu Boran.
Elindeki tek ihtimalin de suya düşmesiyle çaresizlik tüm bedenini sardı Egemen’in. Sırtını duvara yaslarken eliyle yüzünü kapattı. “Nerede o zaman? Kiminle iş birliği yapıyor o şerefsiz!”
Boran sessizce başını eğdi. Bu sorunun cevabını bilmemenin utancı omuzlarına çöküyordu. Egemen’in sesi yankılandıkça koridorun havası daha da ağırlaşıyordu. Boğazına bir şey düğümlenmiş gibiydi; ne yutkunabiliyor, ne konuşabiliyordu. Sessizliğin ortasında kalakalmıştı.
Egemen’in sesi, duvarlara çarpıp yankılanmış, sonra yavaş yavaş sönmüştü. O yankının yerini, bir mezar sessizliği aldı. Odanın havası ağırdı; nemli taş duvarlardan sızan soğuk, ciğerlerine işliyordu. Boran başını kaldırdığında alnındaki damar belirginleşmişti. Gözlerinin içi kızarmış, altları mor halkalarla çevrelenmişti. Yorgunluk değil, çaresizlikti bu insanın iliğini kemiren türden.
“Bilmiyorum…” dedi sonunda, sesi boğuk ve çatallıydı. “Ama öğreneceğim. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun, toprağın dibine de girse bulacağım.” Sözleri, öyle keskin bir soğukkanlılıkla döküldü ki, Güney bir an ürperdi. O an anladı: Boran’ın aklıyla kalbi arasındaki köprü çoktan yıkılmıştı. Geriye sadece öfke kalmıştı; sessiz, diri, yıkıcı bir öfke.
Egemen başını geriye yasladı. Tavana baktı, nefesi göğsüne sığmaz olmuştu. Gözlerini kapadı ama gözkapaklarının arkasında bile İnci’nin silüeti vardı, o gece gülerek kahve yaptığı, saçlarını geriye atan, "Abi, sen fazla korumacısın" deyip gülen hali. O ses şimdi yoktu. O gülüş… bir daha olmayabilirdi.
◔◔◔
Saat 10.00
Sabahın gri ışığı, emniyet binasının geniş camlarından içeri sızarken hava hâlâ ağırdı. Geceden kalan stres, binanın koridorlarına sinmiş gibiydi. Herkes telaşlı, herkes gergindi. Dosyalar taşınıyor, telefonlar aralıksız çalıyordu.
Boran, elleri cebinde, duvara yaslanmış halde bekliyordu. Göz altları mosmordu, dudaklarının kenarında uykusuzluktan bir çizgi oluşmuştu. Yanında Egemen sessizdi; ikisi de konuşmuyordu. Sadece birbirlerinin nefesini duyuyorlardı.
Gece Cihan’da gelmişti. Tüm ekip emniyette gelecek herhangi bir haberi bekliyordu ama o haber bir türlü gelmiyordu. Elleri, kolları bağlanmıştı, hiçbir şey yapamıyorlardı. İfadeler alınmıştı, görüntüler incelenmeye devam ediyordu. Tehdit oluşturabilecek kişiler inceleniyordu ama bir sonuç yoktu.
“İnci… korkunca beni arardı. Ne zaman karanlık bir şeyden çekinse ya da ağlamak istese. Hep ben duyardım önce. Bu sefer hiç ses yok.” Güney bomboş duvara bakıp mırıldanırken içinden bir şeyler akıp gitti. Aralarında kan bağı yoktu ama onlar kardeşti. Birbirlerinin her anında yanındalardı ama şimdi içlerinden biri yoktu.
Bir sessizlik oldu.
Egemen derin bir iç çekti. “O kadar çok istiyorum ki… biri gelsin ve desin ki, ‘Yanlış alarmdı, burada. Bir hata olmuş.’ İnci şu kapıdan çıkıp gelsin sonra. Halimize bakıp bize kızsın. Ama olmuyor, her şey gerçek.” Dedi boğuk bir biçimde.
Güney başını geriye yaslamış gözlerini kapatmışken omzunda bir el hissetti. Giray olduğunu biliyordu. Bunun için gözlerini aralamadı. Göz kapaklarının hemen arkasında bir yerde, İnci’nin sesi vardı. O ince kahkahası… Küçükken karanlıkta ağladığında, kendini kollarının arasına atışı… O anlar o kadar uzakta değildi ama şimdi bir ömür öncesi gibi hatırlanıyordu.
Boran, hala elindeki telefona bakıyordu. Ama artık hiçbir şey görmüyordu o ekranda. Bir duvar gibi duruyordu o ekranın ışığı. Bildirim yok. Arama yok. Hayatın devam ettiğine dair en küçük bir iz yok. Sadece İnci’nin fotoğrafı vardı. Gözlerinin içi gülen sevdiği kadının fotoğrafı…
Parmakları ekranın üzerine gitti, istemsizce. Hafifçe dokundu sanki o yüzü okşayabilecekmiş, sanki o gülüşle bir daha karşılaşacakmış gibi. Ama ekran soğuktu. Tam da İnci gibi. Yüzü oradaydı, sesi yoktu. Gözleri oradaydı, kendisi yoktu ve Boran, o yokluğun tam ortasında nefes almaya çalışıyordu. Boğazına bir düğüm oturmuştu. Ne sökebiliyor ne yutulabiliyordu.
Başına saplanan ağrı, yüreğindekinden hafifti. Susuyordu. Çünkü ne diyeceğini bilmiyordu artık. Her kelime eksik, her cümle kırık kalıyordu. Söyleyeceği ne kalmıştı ki?
İnci yoktu. Ve onlar sadece birer gölge gibi birbirlerine çarpıp duruyorlardı. Sadece bakışıyorlardı.
Kıpırdamayan bir saniyenin içinde altı farklı yürek, aynı kaybın etrafında kıvranıyordu. Kimi yumruğunu sıkıyordu, kimi başını eğiyordu, kimi gözlerini kapatıyordu. Ama hepsinin içinde aynı çığlık atıyordu. “Nerede?”
Tam o sırada karşı koridordan bir polis memuru yaklaştı. “Savcı talimat verdi,” dedi. “Bahadır gözaltına alınacak. Ekibimiz yolda.” O an hepsi derin bir nefes aldı ama biliyorlardı Bahadır her şeyi inkâr edecekti. Kim bilir belki telefonundan bir şeylere ulaşırlardı. Ellerindeki tek şey buydu.
Dakikalar birbirini kovarlarken saat tam 10.30’da koridordaki havaya polis telsizinden gelen cızırtı karıştı. “Bahadır alındı, merkeze getiriyoruz.”
Hepsi de aynı anda derin bir nefes aldı. Geri sayım başlamıştı. Ama sorular da çoğalıyordu: Bahadır gerçekten konuşacak mıydı? İnci hâlâ yaşıyor muydu? Ve eğer Bahadır konuşmazsa… neler olacaktı?
◔◔◔
11.00– Emniyet Müdürlüğü, Sorgu Odası
Bahadır oturduğu sandalyede sessizdi. Masanın karşısındaki Ömer ve savcı bey ellerindeki dosyalara göz gezdirirken o, gözlerini yere dikmiş bekliyordu. Odayı sadece bir floresan lambanın cızırtısı dolduruyordu. Gelecek soruları biliyordu, tahmin ediyordu. Telefonda konuştuğu adam haklıydı, ilk ondan şüphelenmişlerdi.
Savcı, kalemini eline alarak karşısındaki adama baktı. Düz ve soğuk bir sesle konuştu. “Sana basit sorular soracağız, Bahadır. Doğru cevaplar vermen senin yararına olur.” Bahadır başını sallamadan onay verdi. Gözleri, odadaki hiçbir şeye odaklanmıyordu. Sanki odayla arasında ince bir cam duvar vardı.
“İnci Aral Demirhanlı kayıp bir gündür, haber yok. Ve ailesi tek şüpheli olarak seni gösteriyor. Neden?” Bahadır gözlerini kısıp yutkundu. “Bilmiyorum.” dedi kısa ve boş bir tonda.
Savcı kalemiyle masaya vurdu ritmik ama gergin bir tınıyla. “Bak Bahadır… seni tanıyoruz. Buraya neden geldiğini sende biliyorsun. İnci Hanım’a olan zaafını herkes biliyor. Abisinden tut, kocasına kadar. Kaldı ki açık açık tehdit dahi etmişsin senden asla vazgeçmeyeceğim diye. Eşi Boran Demirhanlı ve koruması Mert Sağlam bu konuda görgü tanığı.”
Bahadır’ın kaşları çatıldı ama sesini yükseltmedi. “Ben kimseye zarar vermedim.”
“Ama ortada bir kadın yok ve sen susuyorsun. Sence neden herkes seni işaret ediyor?” dedi savcı tek kaşını kaldırarak. Bahadır başını çevirdi. Tiksinti değil, bıkkınlık vardı yüzünde. “Onlar beni anlamadı. Hiç kimse anlamadı. Ben sadece onu sevdim.”
Savcı yavaşça doğruldu sandalyede. “Sevgiyle takıntı arasındaki farkı biliyor musun, Bahadır?” Bahadır cevap vermedi. Savcı ise onun yerine cevap verdi. “Sevgi, sevdiğinin isteğine saygı duymaktır. Takıntı ise sevdiğini kaybetme korkusunu bahane edip onu kendine ait sanmaktır.”
Savcının sesi yükselmeden keskinleşti. “Senin yaptığın da bu. Onun hayatına defalarca müdahale etmişsin. Evlendikten sonra bile peşini bırakmamışsın. İnci Hanım seni istemediği hâlde, tehdit etmişsin, çalıştığı yerlerde onu rahatsız etmişsin. Bunların hepsi dosyada var. Yine de diyorsun ki ‘ben sadece sevdim’.”
Bahadır tüm bunlara sessiz kalırken savcı önündeki dosyayı kapattı. Ellerinde telefon kayıtları, baz bilgileri olmasına rağmen. Ellerindeki tek gerçek: şüpheli bir arama ama hiçbir kimlik izi bırakmayan kullan-at bir numarayla yapılan tek taraflı bir konuşmaydı ve Bahadır bu konuşmanın dinlendiğinden habersizdi. Açığa çıkarmayacaktı bunu, açığa çıkarması her şeyi daha zora sokardı.
HST kayıtlarına da bakılıyordu ama bir sonuç yok sayılırdı. Çünkü gittiği yerler belliydi. Aral Holding, bar ve ev.
“İnci nerede?” dedi birden savcı. Bahadır başını iki yana sallayarak anında cevap verdi. “Bilmiyorum.” Bahadır’ın “Bilmiyorum”u havada kaldı. Ne odada bir hava akımı vardı, ne zaman ilerliyordu sanki; sadece o tek kelime yankılandı duvarda, yumuşak ama dipsiz bir boşluk gibi.
Savcı onun gözlerinin içine bakmadı. Kalemini parmaklarının arasında döndürdü bir süre. Sonra yavaşça masaya bıraktı ve ellerini birleştirdi. “Sana neden inanalım?”
Bahadır başını kaldırmadı ama ifadesi bir anlığına değişti. Göz kapaklarının altında bir titreşim oldu. Birkaç saniye sustu. Sonra dudaklarını araladı. Boğazı kuruydu. “Çünkü doğruyu söylüyorum.” dedi ama sesindeki tereddüt bu cümleyi gölge gibi izliyordu.
Savcı gözlerini kısıp ona bakarken hafifçe başını salladı. İnandığını gösterdi, ne inanmadığını. Yalnızca sürdürdü. “Bu kadar sevdiklerinden, seni bu kadar iyi tanıyanlardan sadece biri bile diyor ki ‘Yapar.’ Sence neden böyle bir izlenimin var? İnsanlar durduk yere birini suçlamaz, Bahadır.”
Bahadır, masanın kenarındaki soyulmuş ahşaba parmaklarını bastırdı. Bastırdıkça tırnakları beyaza döndü. İçinden bir şeyler geçiyordu, belliydi. Ama dışarı çıkarmıyordu. Odayı hâlâ o ilk sessizlik yönetiyordu. “Onlar bana hep uzak kaldılar.” dedi sonunda. “Sanki ben… hastaymışım gibi. Beni görünce tedirgin oldular. Halbuki… ben hiçbir zaman ona zarar vermedim. Egemen abi hep uzaklaştırdı ondan, Boran elimden aldı. Bir tek amcam destek oldu.”
“Ama senin düşündüğün ‘zarar’ ile onun hissettiği arasında fark olabilir,” dedi Savcı. Bahadır başını hafifçe öne eğdi. Belki düşündü. Belki düşünmek istemedi. Ama sustu. Yine sustu.
O sessizlikte, sorgu odasının gri duvarları bile sıkılmış gibiydi. Bazen bir cümle çığlık gibi yükselirdi.
Bazen de suskunluk, bir suç kadar keskindir. Bugün Bahadır suskundu ve savcı bunu en iyi şekilde not aldı.
“Peki. Eğer gerçekten hiçbir şey bilmiyorsan… bunu kanıtlamak da senin elinde.” Deyip ekledi. “Ama bil ki, eğer bir yalan söylemişsen… İnci bulunduğu an ilk seni alırız ve o zaman artık kelimelerin değeri kalmayacak.”
Bahadır cevap vermedi. Gözlerini yere indirdi. Sessizlik tekrar devraldı odayı.
Aynı dakikalar içerisinde Egemen, Boran, Güney, Cihan, Korkut ve Giray sabırsızlıkla bekliyorlardı dışarıda. Hepsinin içinde de aynı umut vardı, Bahadır’ın bir şey söyleme ihtimali…
Savcının odadan çıkışıyla saygıyla ona bakarken onun yanlarından uzaklaşmasıyla birlikte bakışları Ömer’e doğru kaydı. Ömer onlara doğru ilerlerken ilk atılan Boran oldu. “Ne oldu? Konuştu mu?” Meraklı bir biçimde Ömer’e bakarken Ömer sıkıntılı bir nefes vererek başını iki yana salladı. “Konuşmadı, bilmiyorum diyor.”
“Nasıl bilmiyor! Kendi kulaklarımızla duyduk, konuştu. Nasıl bilmiyor orospu çocuğu!?” Boran sinirine hâkim olamazken Ömer sessizce dinledi. Onların bu tepkilerine alışkındı, hazırlıklıydı. Ama her kelime, meselenin ne kadar derinleştiğini daha da ortaya çıkarıyordu.
“Telefondaki numara tespit edilemedi.” dedi Ömer. “Kullan-at hat. Plaka kontrolü hala sürüyor. Onu çözersek bir yol bulabiliriz ama zaman alacak.”
“Zamanımız yok!” diye haykırdı Boran. Bu sefer sesi çatladı. Yumruklarını başının iki yanına götürdü, saçlarını çekmemek için zor tuttu kendini. “İnci yok! Nerede, Neler yaptıklarını bilmiyoruz Ne kadar ileri gidebileceklerini, neye kalkışacaklarını bilmiyoruz!”
Bir an durdu. Nefesi kesilirken nefes alamadı.. İçindeki yangın artık dışına vurmuştu. “Bir saat… belki bir saat bile geç kalırsak geri dönülmez bir şey olacak. Siz bunun farkında mısınız?”
Koridordaki hava ağırlaştı. Kimse ona karşı çıkmadı. Çünkü haklıydı. Ve bu haklılık… korkutucuydu.
Egemen başını öne eğdi. Yumruk yaptığı elleri yanlarında titriyordu ama Boran gibi haykırmıyordu. Onun öfkesi içten içe çürüyen bir metal gibiydi.
Ömer onları izlerken ne diyeceğini hesaplayan bir adamın ifadesi vardı yüzünde. Bir yanda yasalar, bir yanda zaman, bir yanda da adamların adamın çırpınışı. “Plaka kontrolü ilerliyor. Trafik kameraları, otoyol çıkışları… adım adım gideceğiz.” dedi tekrar ama sesi güçsüzdü. Çünkü o da biliyordu. Zaman, kâğıt üstünde hesaplandığı gibi işlemiyordu bu işlerde. Bir insan kaybolduğunda… dakika bile fazla gelirdi.
Ömer hiçbir cevap alamayınca tekrar konuştu. “Savcı elinde hiçbir delil olmadığından Bahadır’ı salacak, bu işimize daha da yarayabilir. İlk baştaki gibi evinin önünde iki sivil polis onu takip eder, telefonu dinlenir. Bu sayede İnci’nin yeri öğrenilebilir.”
“Olabilir, yapılabilir, öğrenilebilir…” diye mırıldandı Boran. Öfkeyle baktı arkadaşına. “Hepsi ihtimal, hepsi belirsizlik!”
Sesi yükselirken sanki her “-ebilir” eki, İnci’ye giden bir başka geç kalınmış yoldu. “Biz burada olasılık konuşurken, o kız bir yerlerde yalnız olabilir! Karanlıkta! Aç! Korkmuş! Belki elleri bağlı, belki gözleri kapalı… Belki—” Sesi çatladı, devam edemedi. Söylemek istediği her şey, dilinin ucunda birer bıçak gibi kaldı. Yutamadı. Kesemedi.
“Plaka kontrolü… baz istasyonu… takip ekipleri… hepsi zamanla çalışıyor. Ama benim içimdeki saat, o zamana uymuyor Ömer. Her dakika, kalbimde bir çiviyi daha dövüyor.” Dedi Boran acıyla kıvranarak.
Ömer başını eğdi. O anda hiçbir cevap, o gerçeği silemezdi.
“Adnan?” Cihan kendince birilerini bulmaya çalışırken abisine doğru baktı, sonra da Egemen’e. “Adnan Aral’ın parmağı olabilir mi?” Boran ve Egemen birbirlerine bakarlarken ikisinin içinden de aynı düşünceler geçti. Yapabilirdi. Daha önce denemişti.
“Adnan’ın ifadesi alındı dün cezaevi savcısı tarafından. Bir şey bilmiyor. Birkaç isim bile vermiş.” Ömer bildiklerini aktarırken Egemen alayla güldü. “Sence ben yaptım der mi Ömer? Demez. O isimleri de hedef şaşırtmak için vermiştir.” Bir evladın babası için bunları söylemesi çok zordu ama Egemen için hiç zor olmamıştı.
“Cezaevinde tek kişilik hücreye alındı İnci bulunana kadar, eğer dahli varsa bu saatten sonra olamaz. O zaman da iş yürümez çünkü iletişim kurabileceği bir şeye ulaşamaz. Görüş yasak, avukatıyla bile. Tek bir gardiyan bakıyor. Savcı Hanım gerekli tedbirleri aldı.” Ömer böyle konuşsa da Boran ve Egemen için bu bir cevap değildi, güvenemezlerdi.
O yüzden zihinlerinde bir yerde Adnan Aral olmaya devam edecekti. Adnan Aral, tüm bu düğümü atmış belki de çözümü kendinden başka kimsenin bulmasını istemeyen karanlık bir ustaydı…
◔◔◔
18.00 – Ömer’in Odası
Sessizlik, sadece ağızların susmasından ibaret değildi. Sessizlik… göğüste bir taş gibi oturuyordu artık. Sadece kalpler atıyordu ama onlar da telaşsız değil, acı doluydu.
Bir polis memuru hızlı adımlarla yaklaştı Ömer’in odasına doğru. Bu kez elinde tablet vardı. Kapıyı çalarak içeri girdiğinde Ömer hemen doğruldu. Egemen ve Boran aynı anda yerlerinden kıpırdadılar. Güney ise oturduğu yerden kalkmadı ama bakışıyla adeta ayağa kalktı. “Komiserim, Bahadır’ın aracı dün gece hiç çıkmamış evinin önünden. Kamera kayıtlarında sabaha kadar yerinde durduğu görünüyor.”
“Yani evden hiç çıkmamış mı?” diye sordu Ömer. “Hayır. Kamera kayıtları bunu gösteriyor.” Memur bir saniye duraksadı, ardından devam etti. “Bu olayın bir kaçırılma olduğu düşünülürse bir gün içinde plan yapılmamıştır, bu yüzden bir ay öncesinden itibaren inceledik arkadaşlarımla. Genelde hep arabasıyla. Gittiği yerler belli.”
“Kumarhanelerdir muhtemelen.” Diye fısıldadı Egemen. Polis memuru onaylarken devam etti. “Kumarhaneler ve evi dışında önemli bir yere gitmemiş. Tabii bir de barlar var.”
Boran gözlerini kapatarak sakin olmaya çalışırken polis memuru tekrar konuştu. “Bir gün 18.30 civarı evden yürüyerek çıkıyor apartmanın arka kapısından. Kameraların çoğundan uzak kalıyor. Caddeye çıkmadan önce bir taksiye biniyor.”
Bu cümleyle bir şeyler kıpırdadı odada. Egemen’in gözleri ışıldar gibi oldu. Boran derin bir nefes aldı. “Taksi nerede bırakıyor onu?” diye sordu Egemen. “Marmaray durağına. Ayrılık Çeşmesi.” Dedi polis memuru.
“Sonrası?” dedi Güney sabırsızca. Memur tablet ekranına baktı, ekranı kaydırdı ve sonra başını hafifçe iki yana salladı. “Durağa giriş var. Marmaray’a biniyor. Ama içerisi… aktarma istasyonu. Yani hangi trene bindiği, hangi yöne gittiği tespit edilemiyor. Kamera açısı yetersiz ve istasyon çok kalabalık.”
Boran’ın gözlerindeki kıvılcım söndü o an. Sırtını tekrar duvara yaslayıp başını eğdi. Bir şeyler bulunuyordu ama sonuç yoktu. Yine, dün olduğu gibi. Egemen gülümsedi alayla. “Bravo. Koca sistem. Adam apartmanın arka kapısından çıkıyor, taksiyle biniyor, aktarma istasyonuna giriyor ve… yok oluyor. Ve biz hâlâ burada birbirimize bakıyoruz.”
Sesinde öfke yoktu bu kez. Sadece içten bir sarsıntının yankısı vardı. Ömer, tableti memurun elinden alıp ekrana bir kez daha baktı. Ama bildiği şeyi tekrar etti kendi kendine: Yönsüz bir hareket. Amaçlı ama izsiz. Planlı ama nereye vardığı belli olmayan.
“Bahadır’a bunu soracağız ama vereceği cevabı hepimiz biliyoruz.” Dedi Ömer sıkıntılı bir biçimde. Hepsi biliyordu, elleri kolları bağlanmıştı. Bir bahane uydururdu. Tasmasını tutan kişi o kadar iyiydi ki bir bahane bulup kurtulurlardı.
“Yani…” dedi Güney sonunda. “Elimiz kolumuz bağlı, öyle mi?”
Kimse cevap vermedi.
Cevap yoksa, gerçek oydu.
◔◔◔
19.45 – Demirhanlı Konağı
Güneş batalı çok olmuştu. Hava hâlâ nemliydi ama o nemin içinde, gün boyu süren endişenin kalın bir tabakası vardı. Arabanın farları konak bahçesine girdiğinde, içeridekiler çoktan kapının önüne dizilmişti.
Zümra Hanım önde, bastonuna dayanmışken yanında Defne vardı kıpkırmızı gözlerle. Bilge elinde bir fincan tutuyordu ama dudaklarına hiç götürmemişti. Doğa, kucağında oğluyla bir minderle oturmuş, kalkmaya bile mecali yoktu. Ona sığınmaya çalışıyordu. Gamze ise pencerenin önünden ayrılmamış, gelen her ışık huzmesinde kalbi sıkışmıştı.
Kapı açıldığında içeriye ağır bir sessizlik girdi. Sanki soğuk hava değil, yorgunluk girmişti içeriye.
Boran, Egemen, Güney, Giray, Korkut ve Cihan adım attılar içeriye; hepsi gri gibiydi, yüzlerinde renk yoktu.
O an Derin, merdivenin başından koşarak indi. “Abi!” diye seslendi ağlamaklı bir sesle. Acele adımlarla Boran’a ulaşıp tam önüne dikildiğinde Boran dönüp ona bakmadı. Gözlerini onun üzerine bile çevirmedi. Kızgındı, kırgındı, Derin’i ve Mert’i gördüğünde acısı daha büyüyordu.
“Abi bir haber?” diye yineledi Derin bir cevap alma umuduyla. Ama Boran yavaş adımlarla yanından geçti. Kimseye bir şey söylemeden merdivenlere doğru yöneldi. Derin bir an olduğu yerde dondu kaldı. Gözleri dolup taşarken dudaklarını birbirine bastırdı. Zümra Hanım o an Derin’in kolundan tuttu. “Bırak kızım.” dedi titrek ama kararlı bir tonda. “O şimdi kimseye bakamaz. Baksa da göremez.”
Boran merdivenleri ağır adımlarla çıkarken ayağının her basışı yankı yaptı salonda; sanki evin kalbiyle birlikte atan bir ağırlık gibiydi o ses. Egemen arkasından baktı, hiçbir şey söylemedi. Cihan, Defne’nin yanına geçerken Defne merakla konuştu. “Bir haber, biz iz…” Duyacaklarından korkarcasına kocasına bakarken Cihan başını iki yana salladı. “Hiçbir iz yok hâlâ.” dedi kısık bir sesle.
Defne’nin dudakları titredi. “Hiç mi?”
“Hiç,” dedi Cihan. “Kayıp. Sanki yer yarıldı da içine girdi.”
Bilge, Güney’in yanına yaklaştı. “Sen bir şey yaparsın, değil mi? Yaparsınız, eliniz kolunuz uzun biliyorum. İnci Hanım her işte sana gelirdi. Bulursunuz.” dedi umutla ama cevabın ne olacağını biliyordu. Güney sadece başını salladı. “Keşke.” Bilge böyle söyleyince içi yanmıştı, her şeyi halleden Güney, sadece kardeşini bulamıyordu.
Zümra Hanım bastonuyla salonun ortasına yürüdü. Herkesin üzerinde asılı duran çaresizliği tek bir bakışla topladı sanki. “Bu evde kimse ağlamayacak,” dedi titreyen sesiyle. “İnci bulunana kadar kimse ağlamayacak. Ağlamak, kabullenmektir. Biz kabullenmeyeceğiz.”
Sözleri sertti ama gözleri yaşlıydı. Derin hâlâ merdivenlerin oradaydı. Boran’ın arkasından bakıyordu. Yukarıdan yatak odasının kapısı gürültüyle kapanırken herkes sustu.
Boran, odasına girdiğinde karanlığa dokundu önce. Perdeler kapalıydı, sadece masanın üzerindeki İnci’nin fotoğrafı belli belirsiz görünüyordu. Montunu çıkarmayıp yatağın kenarına oturdu. İnci olsa kızardı, pis üstünle oturmasana diye sitem ederdi. Bunu bildiği halde oturdu Boran çünkü dizlerinin takati kalmamıştı.
Elini cebine atıp telefonunu çıkardı ve ekranı açtı. Fotoğraf hâlâ aynıydı. Aynı gülüş. Aynı sessizlik.
Boran, birkaç saniye fotoğrafa baktı ve sonra yavaşça yatağa döndü. Yatak… düzensiz değildi, tam tersine kusursuzdu. İnci her sabah yaptığı gibi yastıkları düzeltmiş, örtüyü gergin bırakmıştı. Ama şimdi o gerginlik, yokluğun en keskin hali gibiydi. Sanki o örtünün altında, bir insan değil, bir sessizlik yatıyordu.
Boğazı düğümlenirken yastığın kıvrımında İnci’nin saç telini gördüğünü sandı. O saçın kokusu, o sabah kahkahası, hepsi gözlerinin önüne geldi. Bir anda, banyonun kapısına baktı. Sanki oradan birazdan buharla birlikte İnci çıkacakmış gibiydi. O hep aynı sesle çağıracaktı onu: “Boran, kahve ister misin? Hadi balkonda oturalım.” Kulaklarında o ses yankılandı, burnuna duş jelinin kokusu geldi. Bir anlığına gerçekten duymuş gibi oldu o sesi ama banyo boştu.
Elini şakağına koyup gözlerini sımsıkı kapadı. “Sanki… buradasın hâlâ.” diye fısıldadı, kendi kendine. “Bir köşede, sessizce nefes alıyorsun. Ben fark etmeden izliyorsun beni.”
Bir anda gözleri balkona kaydı. Perdelerin arasından hafif bir rüzgâr süzülüyordu. O balkon, İnci’nin en sevdiği yerdi. Sabah kahvesini orada içerdi, akşamları sessizce oturur, ormanı ve şehrin ışıklarını seyrederdi. Boran ağır adımlarla balkona yaklaştı. Kapının önünde durup elini perdeye koydu. Parmaklarının arasından sızan rüzgâr soğuktu ama o, o serinliğin içinde İnci’nin nefesini aradı.
Bir koltuk vardı hâlâ balkonda. Üzerinde ince bir şal duruyordu. İnci’ye aldığı yeşil şal… Hala İnci’nin kokusunu taşıyordu. Boran koltuğa baktığında göğsünde bir şey kırıldı. Yavaşça yaklaşıp elini uzatırken sanki yanlış bir şey yapacakmış gibi tereddüt etti. Sonra parmakları o kumaşa dokundu. Kumaşın sıcak olmaması canını yaktı. Soğuktu. İnci ’sizdi.
Şalı eline aldığı ilk anda sadece baktı. Bir parçasını yüzüne yaklaştırıp burnuna götürdü. O koku oradaydı. O tanıdık, ince, temiz koku… Yaseminle karışmış vanilyalı sabun, biraz da onun teninin kokusu. O an Boran’ın dizlerinin gücü kalmadı. Yavaşça yere çökerken sırtı balkon kapısına yaslandı. Şalı göğsüne bastırdı, sanki o ince kumaşın altında İnci’nin kalbi atıyormuş gibi.
Nefesini tuttu. Göğsüne bastırdıkça burnuna gelen koku daha da belirginleşti. Her nefes alışında, sanki kalbine bir bıçak saplanıyordu. Bir süre kıpırdamayıp sadece gözlerini kapadı. İçinden geçen hiçbir şey kelimeye dönüşmüyordu artık. Kendine bile itiraf edemediği korkular, pişmanlıklar, öfke… hepsi aynı anda kabardı.
“Neredesin?” diye fısıldadı. Sesinde öfke yoktu, sadece tükenmişlik vardı. Bir cevap beklemiyordu. Ama yine de etrafı dinledi. Belki bir ses, belki bir nefes duyulur diye. Duymadı. Sadece kalbinin düzensiz atışlarını duydu.
Bir an, elindeki şalı yüzüne bastırdı. O koku, o kadar canlıydı ki, gözlerinin önüne bir görüntü geldi: İnci balkonda oturuyor, saçlarını toplamış, kahvesini karıştırıyor, ona gülümsüyor. O görüntü bir anlık var olup sonra yok oldu. Boran şalı göğsüne daha da bastırdı. Nefes almakta zorlanmaya başlasa da yine de bırakmadı sanki bıraktığı anda her şey tamamen bitecekmiş gibi. Sanki o şal, kadının yokluğuna karşı elinde kalan son şeydi.
Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı ama fark etmedi. Kendini tutmak için uğraşmadı. Kırıldı. Sessizce, kimse duymadan. Odanın içinde sadece nefesinin sesi vardı. Derin, hırıltılı ve ağır bir nefes.
Bir ara başını kapıya yaslayıp boş boş balkona baktı. Birkaç kez nefes aldıktan sonra fısıltıyla konuştu. “Daha dün buradaydın... Gülüyordun. Şimdi nasıl bu kadar sessiz olabildin?”
Odanın içindeki hava ağırlaştı. Her şey yerli yerindeydi ama o yoktu. Boran başını kumaşa yaslayıp burnunu kumaşa gömdü. O kokuya tutundu. Ama o koku bile artık dayanılmazdı çünkü o kokuda İnci’nin eksikliği gizliydi.
“Bir kere sesini duysam… Bir kere.” Diye yalvardı. Sesini duysa iyi olduğunu bilirdi. Ama odada sadece kendi nefesi yankılandı. Yutkundu. Boğazı yanıyordu, dudakları kupkuruydu. Şalı göğsüne daha da bastırdı. O kadar sıkı tutuyordu ki, parmaklarının eklemleri beyazlamıştı.
Başını eğdi, alnını kumaşa dayadı. Gözleri kapalıydı, ama zihninin içinde hâlâ onun sesini arıyordu. “Boran.” diyen o yumuşak, tanıdık sesi. Ama hiçbir şey gelmedi. Sadece sessizlik… öyle ağır, öyle kalın bir sessizlik ki, sanki her şeyi içine çekiyordu.
Bir an derin bir nefes aldı. “Ne olur, bir kere...” dedi yeniden. Bu defa sesi kısıldı, kelime dudaklarında kırıldı. Sanki eğer biraz daha konuşursa, boğazındaki düğüm kanayacaktı.
Ellerinin arasında kalan şalın kokusu artık dayanılmaz hale gelmişti. O koku, burnundan içeri girip kalbine saplanıyordu. Sanki İnci oradaymış gibi. Sanki az önce gülüp arkasını dönmüş de odadan çıkmış gibi.
“Boran?” diye bir ses duyduğunda gözlerini aralayıp odaya baktı. Kalbi bir an durdu sanki. Ses çok yakındı, o kadar tanıdık, o kadar gerçekteydi ki… nefesi kesildi. Başını hızla kaldırıp hızla yatağın öbür ucuna, sonra kapıya baktı. Hiç kimse yoktu.
Oturduğu yerden kalktı umutla. Odaya girip daha da dikkatli baktı. Bir süre odanın içinde dönüp durdu. Gözleri her köşeye, her gölgeye takılıyordu. Perdenin kıpırdayışına, rüzgârın uğultusuna bile anlam yükledi o an. “İnci…” diye mırıldandı. Ama odada kimse yoktu. Birkaç saniye boyunca nefes bile almadı çünkü o an inanmak istemiyordu. Belki… belki gerçekten duydum diye düşündü.
Sonra bir şey fark etti. Kendi kalbinin sesi, o kadar güçlü çarpıyordu ki… O “İnci” sandığı yankı, aslında kendi kalp atışıydı.
Derin bir nefes alıp yavaşça yatağın yanına inip dizlerini kendine çekti ve başını yatağa yasladı. Şalı göğsüne bastırıp kollarının arasına aldı sanki İnci’yi sarıyormuş gibi. “Hiç ışık yok… Bana bir yol göster İnci. Bana yol göster…”
Yavaşça gözlerini kapayıp şalı göğsüne bastırmayı sürdürdü. İçinden geçen tek şey vardı. Orada bir zamanlar İnci’nin sesi dolaşırdı. Şimdi sadece sessizlik vardı. “Beni bırakma.” dedi sonunda kısık bir sesle. “Ne olur, karanlığa bırakma beni.”
Dışarıda rüzgâr biraz daha sert eserken perde usulca dalgalandı. Ama Boran, o rüzgârın sesini bile onun nefesi sandı. Karanlıkta odaya dolan sessizlik, artık bir yokluk değil, bir mezar gibiydi.
Ve Boran, o mezarın tam ortasında sevdiği kadının hatırasına sarılı halde kaldı.
◔◔◔
Kaçırılmanın 3. Günü
Sabah olduğunda Bahadır’ın evinin önündeki sivil ekipten rapor geçilmişti: Sabah 07.00’de evden çıktı, yürüyerek markete gitti. Her şey normaldi. Konuştuğu kişi arkadaşıydı. Günlük şeylerden konuşuldu. Bara gidilmek üzerine sözleşildi.
Aynı gün Egemen ve Güney, Bahadır’ın son görüldüğü kumarhaneye gitmişlerdi. Güvenlik kayıtları incelenmiş; Bahadır’ın bir hafta önce orada biriyle tartıştığı görülmüştü. Adamın kimliği henüz belirlenememiş. Ömer tarafından olay savcıya rapor olarak sunulmuştu.
Akşam olduğunda emniyette hava daha da ağırlaşmıştı. Soluklar yine karakolda alınmıştı. Ama tek fark vardı. Artık arama çalışmaları daha detaylıydı. Boran içişleri bakanıyla iletişime geçmişti. Kurduğu bağlantılar sayesinde bunu yapması kolay olmuştu ve artık arama çalışmaları daha da önem kazanmıştı.
Savcı, telefon kayıtları ve Marmaray görüntülerinin çözülmesini bekliyordu. Aral Holding’ten hâlâ hiçbir şey çıkmamıştı. Şirket çalışanları sorguya alınmıştı ama ifadeler aynıydı: “O gün normaldi, kimse olağandışı bir şey fark etmedi.”
İnci’nin ortak iş yaptığı kişilerle de tek tek görüşülmüştü. Toplantı yaptığı Bekir Şanlı, ortak iş yapmak için anlaştıkları Rüzgar Soylu, yeni imza attıkları Serhat Boz… Ama onlarda da durum aynıydı. Kimse bir şey bilmiyordu.
3 gün olmuştu, İnci hâlâ yoktu.
Bahadır evinde sessizdi. O gecenin sonunda herkes aynı şeyi düşündü ama kimse yüksek sesle söylemedi:
Ya İnci artık hayatta değilse?
◔◔◔
Kaçırılmanın 4. Günü
Dışarıda hayat olağan hızında akıyordu. İnsanlar işe gidiyor, çocuklar okullarına koşuyor, kafeler doluyor, şehir kendi telaşına devam ediyordu. Fakat Aral ve Demirhanlı aileleri için zaman durmuş gibiydi. Onlar için dakikalar, saatlerle yarışıyordu. Her tik tak yüreğe bir hançer gibi işleniyor, çaresizlik büyüyordu.
Boran’ın gözlerinin altı morarmıştı. Günlerdir uyumuyordu; odanın içinde sürekli aynı yolda gidip gelen adımlar, bitmeyen telefon görüşmeleri ve sorular… Ama cevapsız kalan sorular insanı delirtmekten başka bir işe yaramıyordu. Devlet devreye girmişti, İçişleri’nin ağırlığı dosyanın üzerinde hissediliyordu ama yine de o korkunç sessizlik bozulmuyordu. Boran’ın kalbi, bu sessizlikle çatır çatır kırılıyordu.
Egemen, öfkesini bastıramaz hale gelmişti. İçinde kaynayan öfke, giderek sabırsızlığa dönüşüyordu. Polis raporlarını, tutanakları defalarca okuyor ama bir şey göremiyordu. Her gün kendine aynı soruyu soruyordu: “Kardeşimi benden nasıl aldılar? Ben nasıl izin verdim?” Yanıtı yoktu. Yalnızca yanaklarından aşağı süzülen ter ve gözyaşı birbirine karışıyordu.
Zümra babaannenin gözleri artık yaş tutmaz olmuştu. Ağlanmayacak demişti ama gizli kapılar ardında o da ağlıyordu. Üç gün boyunca gözyaşı döke döke tükenmişti, şimdi yalnızca dizlerine vuran elleriyle, gökyüzüne kaldırdığı başıyla sessiz dualar ediyordu. İnci’yi düşünürken boğazında düğümlenen her sözcük, odaya ağırlık olarak dönüyordu.
Cihan, abisinin yanında bir gölge gibi dolaşıyor, Defne’yle birlikte evin içinde sessiz bir bekleyiş sürdürüyordu. Defne’nin gözleri sürekli kapının üzerinde, sanki her an İnci içeri girecekmiş gibi onu bekliyordu. Ama her seferinde o kapı sessiz kalıyor, tek tıkırtısı rüzgârın sürüklediği yapraklar oluyordu.
Doğa’nın ağlayışları yorgun bir hıçkırığa dönmüştü. İlk günkü feryat yerini sessiz, derin bir acıya bırakmıştı. Egemen’in öfkeli adımlarına karşı o, yalnızca ellerini yüzüne kapatıp içten içe yanıyordu.
Giray ve Korkut, Boran’ın yanında gölge gibi duruyorlardı. Konuşmuyorlardı fazla; çünkü söylenecek her şey çoktan tükenmişti. Onların varlığı, sessiz bir siper gibiydi. Fırtınanın ortasında Boran’ın yanında duran iki kayaydı onlar.
Güney’in yüzü ise solgun ve boştu. İçinde bir suçluluk vardı; kendini bağışlayamıyordu. İnci onun süt kardeşi olsa da bağları kanla ölçülmeyecek kadar derindi. Yanında Bilge vardı şimdi ama Bilge’nin varlığı ona huzur değil, acı veriyordu. Çünkü o da ağlıyordu, o da perişandı. Bilge’nin gözyaşları, Güney’in vicdanını daha da keskin bir bıçak gibi kanatıyordu.
Evin salonunda, üçüncü günün akşamında yine televizyon açılmıştı;
“Yaklaşık dört gün önce kaybolduğu bildirilen İnci Aral Demirhanlı’dan hâlâ bir iz bulunamadı. Ailesinin tüm çabalarına rağmen sonuç alınamazken, devlet güçleri de konuya müdahil oldu. Eşi Boran Demirhanlı’nın talebiyle İçişleri Bakanlığı da devreye girdi. Geniş çaplı bir arama ve soruşturma başlatıldı. Aile ve devlet yetkililerinin tüm çabalarına rağmen, dört gündür süren çalışmalarda hiçbir iz bulunamadı. Yetkililer araştırmaların derinleştirilerek sürdürüldüğünü bildiriyor.”
Ekranda İnci’nin fotoğrafı bir kez daha belirdi. O gülümseme, o masum ifadeyle salondaki herkesin kalbine aynı hançer saplandı yeniden. Dört gün… Sessizlik… Ve bir boşluk.
Sözler havada asılı kaldı. Salondaki herkesin gözleri ekrana mıhlanmıştı, zaman durmuş gibi; kimse nefes almayı bile hatırlamıyordu. Boran’ın yüzünde taş kesilmiş bir ifade vardı; dudakları kımıldamıyor ama gözlerinde fırtınalar kopuyordu. Devletin devreye girmesi, dışarıdan bakan için umut gibi görünse de onun içinde bu sessizlik daha derin bir çukur yaratıyordu. Çünkü dört gün… Dört gün boyunca ne bir ses ne bir iz bulunmuştu.
Boran fotoğrafa çaresizce bakarken televizyondaki ses devam etti; “Demirhanlı ailesi kamuoyuna yaptığı açıklamada, İnci Aral Demirhanlı’nın sağ salim bulunması için herkesten destek beklediklerini bildirdi. Yetkililer, soruşturmanın titizlikle yürütüldüğünü belirtti.”
Boran gözlerini televizyon ekranından alamıyordu. İnci’nin gülümseyen fotoğrafı karşısında sanki taş kesilmiş gibiydi. O gülümseme, her defasında kalbine biraz daha fazla saplanıyor, içini lime lime ediyordu. Sanki bütün dünya normal akışına devam ediyor ama onun dünyası bir bataklığa saplanıp orada nefessiz kalıyordu.
Telefonu önünde, masanın üzerinde duruyordu. Gelen her titreşimde kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu ama her defasında boş, önemsiz bir arama ya da mesajla yüzleşiyordu. Umut, defalarca kırılmış bir cam parçası gibi içini kesiyordu.
Ayağa kalkıp odada ağır ağır dolaştı. Halının üzerinde attığı her adım, sanki zamanın daha da ağırlaşmasına sebep oluyordu. İçişleri devreye girmişti, devletin en yüksek mercileri konuya eğilmişti ama Boran için bütün bunlar yalnızca birer soğuk kelimeydi. Dosya… soruşturma… operasyon… Hiçbiri İnci’nin elini tutan, onun sesini duyan bir gerçeklik getirmiyordu.
Gözlerinin altındaki morluklar giderek derinleşmişti. Günlerdir uyumuyordu. Kapandığında göz kapaklarının ardında İnci’nin yüzü beliriyor, gözlerini açtığında yine aynı yüz karşısına çıkıyordu ama hep ekranda, hep fotoğraf karelerinde. Canlı değil, sıcak değil.
Salondaki diğerlerinin mırıltıları kulağına geliyordu ama sanki uzak bir yerden geliyormuş gibiydi. Egemen’in öfkesini, Zümra babaannenin dualarını, Defne’nin, Doğa’nın, Bilge’nin hıçkırıklarını duyuyordu ama hepsi bir uğultunun içinde kayboluyordu. Onun için dünya küçülmüştü: sadece İnci’nin kayboluşu ve bu dayanılmaz boşluk kalmıştı.
Boran’ın bakışları istemsizce odanın dışına, merdiven başında sessizce oturan iki genç kıza kaydı: Derin ve Gamze... Çökmüş omuzlarıyla Derin, adeta gölgesine sığınmış gibiydi. Günlerdir odasından çıkmıyor, yüzünü kimseye göstermiyordu; şimdi bile gözlerini yerde gezdiriyor, kimsenin bakışına karşılık veremiyordu. Yanında oturan Gamze ise ona kol kanat germiş, sessizce varlığıyla teselli olmaya çalışıyordu.
Boran’ın içinde keskin bir acı kıpırdandı. Kalbinden geçen öfke yalnızca Derin’e değil, kapının yanında gölgelerde duran Mert’e de yöneliyordu. Koruması… İnci’nin yanında olması gereken tek kişi. Birkaç dakika… yalnızca birkaç dakikanın içinde dünya altüst olmuştu. Boran’ın zihni bu gerçeğe her döndüğünde, içi yeniden parçalanıyordu.
Derin’in içi ise daha farklı yanıyordu. Gözlerini yere dikmişti, bakmaya cesaret edemiyordu. O gözler, Boran’a hiç yükselmiyordu; çünkü içinde yanıp duran mahcubiyet çok büyüktü. İnci’yi yalnız bırakmış olmanın pişmanlığı, ruhuna yapışmış bir gölge gibiydi.
İnci’nin ayağa kalkışı, hafif tebessümü, “Hemen dönerim” der gibi bakışı… Ve sonra sessizlik. O an, Derin’in içinde her şeyi durduran bir pişmanlığa dönüşmüştü. “Ona eşlik etmeliydim. Yanında olmalıydım. Birkaç adım atsaydım, belki şimdi buradaydı. Mert’in gitmesini sağlamalıydım, işini yapmasını engellememeliydim.”
Boran’ın bakışları, Derin’in üzerine ağır bir taş gibi çöktü. O bakış, kelimesiz ama yıkıcıydı. Derin’in kalbine kazındı nefesini kesercesine. Senin yüzünden… diye fısıldıyordu o gözler. Senin yüzünden bugün buradayız.
Gamze’nin yanında oturan sessiz varlığı bile Derin’in pişmanlığını hafifletmiyordu. O günlerin ağırlığıyla çöken omuzları, gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemeyişi… hepsi, Boran’ın suçlamasını sessizce kabullenir gibiydi.
Boran bir şey söylemeden bakışlarını çekti. Uzanarak telefonunu aldı ve ekrandaki fotoğrafa doğru eğildi, sanki İnci’nin gözlerinin içine bakar gibi. Dudakları kımıldadı ama sesi çıkmadı. Kalbinde yankılanan tek cümle buydu: “Neredesin İnci? Neredesin?”
Ve o an, Boran kendi içine çöken karanlığı fark etti. Dışarıdaki bütün telaş, devletin bütün çabası, dostlarının sessizliği… hiçbir şey o karanlığı aydınlatamıyordu. O, yalnızca eşinin yokluğunda kaybolmuş bir adamdı ve kalbi bu yokluğun ağırlığı altında her geçen saniye biraz daha eziliyordu.
Bir hikâye vardı…
Bir anlaşmayla başlayan.
Sonra bir aşkla büyüyen.
Ve şimdi… bir kayboluşla sessizliğe gömülen.
Ama hiçbir hikâye burada bitmezdi. Çünkü birini gerçekten sevenin kalbinde bitiş diye bir şey yoktu. Bir gidişle bile bitmek diye bir şey söz konusu olamazdı. Bazen bir kayboluş, bir hikâyenin yeniden başlamasıydı.
Boran için artık hayat, nefes almakla yaşamak arasındaki fark kadar inceydi. O farkın içinde yürüyordu; elinde sadece İnci’nin kokusu, kalbinde onun sesi vardı. Kayıp bir kadının sessizliği, artık bir adamın kaderine dönüşmüştü.
Bir hikâye vardı…
Ve bu, onun sonu değil.
Bu, sadece fırtınanın tam ortasıydı.
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz?
‣‣‣ İnci nerede sizce? İyi mi, yaşıyor mu? Tahmininiz, teoriniz var mı?
‣‣‣ Genel manada sahneler nasıldı, hoşunuza gitti mi? Yazarın anlatımından okuduk…
‣‣‣ Boran’ın Mert’e ve Derin’e karşı olan tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
Bu bölümü bir sezon finali olarak düşünmenizi istiyorum… Birazcık ara vereceğim… Hem ben biraz bölümleri toparlarım hem de siz teoriler üretirsiniz diye düşündüm… Yoğun bir dönemden geçtiğimi biliyorsunuz, umarım beni anlayışla karşılarsınız:) Geri döneceğim ama bu ayrılık kısa sürecek. Beni her daim destekleyen okuyucularıma minnettarım, teşekkür ederim.
Bölümden sonra teorilerimizi konuşmak için ya da genel bir sezon değerlendirmesi yapmak için instagramı olanlarla mutlusonsuz222_ hesabında buluşalım istiyorum. Hikayeme soru sorma kısmı ekleyeceğim, böylelikle karşılıklı olarak konuşabiliriz. Hepinizi bekliyorum…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 34.23k Okunma |
4.62k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |