
Hoş geldiniz ballarım!
Görüşlerinizi bildirmeyi bildirimleri açmayı unutmayın.
Taburcu olduğumda evin kapısını açtım. Kapının menteşeleri hafifçe gıcırdadı; bu ses bile bana yabancı gelmişti.
💬💬💬💬
İçeri adım atar atmaz, ağır ve bayat bir hava yüzüme çarptı.
Perdeler kapalıydı. Gün ışığı ince, tozlu çizgiler halinde sızıyordu.
Sessizlik, kulak zarımı ezen kalın bir kumaş gibiydi.
Bir an, buranın benim evim olduğundan bile emin olamadım.
Masanın üzerinde solmuş çiçekler vardı. Çiçeklerin arasında küçük bir kart: “Geçmiş olsun.”
İmza yoktu.
Yatağın başucunda bir gümüş kolye duruyordu.
Kolyeyi elime aldığımda metalin soğuğu avucuma işledi.
... Ve işte o anda zihnimde bir kıvılcım çaktı…
O kolyeyi Hande’nin boynunda görmüştüm. Hande’nin kokusunun üzerine sindiği gümüş kolyeyi burnuma tutarken kırmaktan korktuğum hassas bir biblo gibi özenle davranıyordum.
“Hayır…” dedim fısıltıyla. “Benim yaşadıklarım sadece bir rüyadan ibaret olamaz. Bu kadar gerçekçi bir rüya olamaz çünkü.”
O gece uyumayı denedim ama olmadı, çünkü gözlerimi kapatır kapatmaz, sahne değişiyordu:
Hande mutfakta çay demliyor,
dışarıda çılgın bir yağmur yağıyordu, cama vuran her bir damlanın sesi içeride yankılanıyordu. Bu büyülü atmosfer üzerimize sihirli bir örtü gibi çökmüştü ama Hande dönüp bana baktığında bakışları telaşlıydı. Korkunun esareti sinmişti göz bebeklerine. Bir girdap misali buğulu bakışlarına sindiğini hissettim. “Gencer, içimde bir sıkıntı var, madem gideceğiz acele etmeliyiz. Yoksa Şehmuz’un adamları elleriyle koymuş gibi bizi bulacaklar. Ben ne yaparsam yapayım bu korkuyla baş edemiyorum,” dedi.
Tam o sırada kapı çalmıştı.
Özümseyerek duyduğum ses, sanki gerçek odanın kapısından gelmiş gibiydi.
İrkilerek uyandım.
Yatak odasının kapısı aralıktı.
Hol karanlıktı.
Işığı açmaya gittim ama elimi anahtara uzattığımda… kendi yansımamı gördüm fakat aynada, arkamda biri vardı.
Elim anahtarın üzerinde titrerken kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Ben aynadaki yansımamı gördüğümden emindim ama arkamdaki silüet aklımı darmadağın etmişti. Gözlerimi kırpıştırdım; figür hâlâ oradaydı. Yavaşça başımı çevirdim fakat boşluktan başka bir şey göremedim.
Soğuk bir ter alnımdan şakaklarıma doğru süzüldü. Parmağımla anahtarı çevirdim, ışık aniden odanın karanlığını yırttı. Ayna parladı, beyaz floresanın altında parıltı kazandı ama şimdi hiçbir şey görünmüyordu çünkü arkamda kimse yoktu. Yine de kalbimdeki ağırlık azalmamış aksine daha da büyümüştü.
İçli ve derin bir nefes alıp verdim. “Kendine gel Gencer,” diye mırıldandım, ama sesimde bir ikna değil, yalvarış vardı.
Hol boyunca yürürken ayak seslerim yankılanıyordu. Bu yankı, sanki ev bana yabancıymış gibi hissettiriyordu. Kendi evimde misafir gibiydim… Hayır, ondan da kötüsü: tutsak gibiydim.
Salonun kapısına geldiğimde yerde bir gölge gördüm. Perdeler hâlâ kapalıydı; ışığın içeri sızmasına imkân yoktu. Gölge ise hareket ediyordu. Yavaş ve temkinli bir adımla salona girdiğimde gölge kayboldu. Masanın üzerindeki solmuş çiçekler ve “Geçmiş olsun” kartı hâlâ yerindeydi, lakin kartın üzerindeki yazı silikleşmiş gibiydi, sanki gözlerimin önünde yavaş yavaş yok oluyordu.
Kartı elime aldım, yakından baktım. Harfler bulanıklaşıyor, sonra da dağılıyordu. Tamamen silinmeden önce tek kelime seçebildim: “Hande.”
Boğazıma düğümlenen bir çığlıkla kartı yere bıraktım. Ellerimin titrediğini fark ettim. “Yoksa ben deliriyor muyum?” dedim kendi kendime. Fakat delirdiğimi düşünürken içimden gelen bir ses, bunun delilik olmadığını, bir şeyin beni sınadığını fısıldıyordu.
Bir anda evin içinde sert bir rüzgâr esti ve perdeler şiddetle dalgalanmaya başladı. Camlar kapalıydı, bunun mümkün olmadığını biliyordum. Peşinden, mutfaktan metalik bir ses geldi: bu, çaydanlık kapağının titrek sesiydi.
İstemsizce ayaklarım beni oraya sürükledi. Mutfak kapısına geldiğimde gözlerim karşıma tanıdık sahneyi yeniden kurdu: Hande, ince elleriyle demliği kavrarken ocaktaki alevin üzerine eğilmişti. Saçlarından yayılan koku burnuma kadar gelmişti; lavanta ve yasemin karışımı. Bir anlığına gözlerimi kapattım, kokuyu içime çektim. Gözlerimi açtığımda ise mutfak boştu. Ocak soğuktu.
İster istemez dizlerimin bağı çözülmüştü, masaya tutunarak kendimi toparladım. Fakat tam o sırada mutfak penceresinin buğulandığını gördüm. Buğunun üzerine parmakla yazılmış bir cümle vardı:
“Şehmuz geliyor.”
Nefesim kesildi. Pencereye koştum, elimle buğuyu silmeye çalıştım ama yazı silinmedi. Üstelik daha da belirginleşti.
O an, arkamdan mutfak kapısının sertçe çarpıldığını duydum. Hızla döndüğümde kapının kapanmış olduğunu gördüm. Tüm kaslarım gerilmişti. Kapıya yöneldim ama kolu çeviremedim, sanki kapı kasıtlı olarak kilitlenmişti.
Bir uğultu yükseldi. İlk başta rüzgâr sandım ama değildi. Kendi adımı fısıldayan bir ses… Tekrar, tekrar, tekrar:
“Gencer… Gencer…”
Kulağımın dibindeydi. Geriye sıçradım, gözlerimi dört bir yana gezdirdim. Hiç kimse yoktu ama ses kaybolmadı; artık kafamın içinde yankılanıyordu.
Birden tavandaki ampul şiddetle patladı. Cam kırıkları üzerime yağdı. O karanlıkta, sadece pencerenin dışından gelen şimşek çakmalarıyla ortam aydınlanıyordu. Her şimşekte mutfakta kısa süreliğine bir gölge beliriyor, sonra kayboluyordu.
Sonunda kapı kendi kendine açıldı. Hol yeniden karanlığa boğuldu, ama bu defa karanlık başka türlüydü: derin, yoğun, sanki dokunulabilir.
Yavaşça öne bir adım attım. Her adımda ayaklarımın altındaki parkeler gıcırdıyor, sesleri bin kat büyüyerek kulaklarımda uğulduyordu. Yatağın olduğu odaya vardığımda kapının önünde durdum. İçeri bakmaya cesaret edemedim. Çünkü biliyordum: Hande orada olabilirdi. Ya da ondan daha korkunç biri.
Sanki görünmez bir güç beni itti, kapıyı araladım.
Odanın ortasında Hande duruyordu. Beyaz bir elbise giymiş, saçları omuzlarına dökülüyordu. Gözleri doluydu fakat bakışları boşluğa dikilmişti. Usulca dudakları kıpırdadı ve fısıltıyla konuştu: “Kaçmamıza izin vermeyecek.”
İleri atıldım, “Hande!” diye seslendim. Ona dokunmak istedim ama ellerim havayı kavradı. Hande’nin silueti duman gibi dağılıp yok olmuştu.
Tükenmiş bir halde dizlerimin üzerine çöktüm, ellerimi saçlarıma geçirdim. Tam delirdiğime inanmaya başlamıştım ki, gözlerim yatağın başucuna takıldı. Gümüş kolye hâlâ oradaydı, ama bu kez zinciri kırılmış, kolyenin ortasındaki küçük taş yerinden düşmüştü. Taşın içinde bir şey parlıyordu: minik bir kâğıt parçası.
Parçayı çıkardım, titreyen ellerimle açtım. Kâğıtta yazan tek şey şuydu:
“Sakın aynaya bakma.”
O an, arkamda bir ayak sesi duydum.
Yavaşça başımı kaldırdım, yatağın karşısındaki aynada kendi yansımayı gördüm. Bu defa yansımam ben değildim: gözlerim simsiyah, dudaklarım şeytani bir sırıtışla kıvrılmıştı. Yansıma, kendi başına hareket ediyor, bana yaklaşmak için aynanın yüzeyine bastırıyordu.
Cam dalgalandı ve yansımam konuşmaya başladı: “Hande’yi kurtarmak istiyorsan… bana gel.”
Geri çekildim, ama aynanın içinden çıkan soğuk bir el bileğimi kavradı. Çığlık atacak oldum, sesim çıkmadı. Ev yeniden sallandı, ışıklar söndü, karanlık mutlak bir perde gibi üzerime çöktü.
Son gördüğüm şey, aynanın içinden bana doğru çekilen o korkunç suretti.
... Ve ardından kâbus gibi bir sessizlik çöktü...
Sadece kalp atışlarımın kendi kulaklarıma ulaşan yankısını duyuyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.02k Okunma |
490 Oy |
0 Takip |
59 Bölümlü Kitap |