“Yine bir çatışma yine yitip giden üç can. Evet, yine üç şehidimiz var ve bizlerin yüreği kan ağlıyor.” Spiker konuşurken şehit olanların isimleri alt yazı olarak geçmeye başlamış sonrasında resimleri görselimize düşmüştü. Babam İbrahim Ateş’in yüzü renkten renge girdiğinde elindeki kumandayı rastgele fırlatıp atmıştı. Tekrar avuç içleriyle gözlerindeki yaşları silerken, “Ben gidiyorum!” dedi. Babam ‘ben gidiyorum’ derken bir taraftan da ayağa kalkmaya çabalıyordu. Tükenişi yaşayan vücudu iki büklümdü, ayağa kalkmak için ellerini dizlerine bastırmak zorunda kalmıştı. Belli ki babamın ayağa kalkacak mecali kalmamıştı.
Şehit olanlar babamın silah arkadaşlarıydı. Özellikle şehit olanlardan Ali amcam en yakın aile dostlarımızdan biriydi, biz onlarla ailecek görüşüyorduk. Hatta aynı şehirde ve aynı mahallede yaşıyorduk.
“Yapma ya?” Ömür’ün titrek dudakları içe doğru kıvrılırken başını olumsuz anlamında sağa sola sallamıştı.
“Yine ölüm yine gözyaşı…” Sude, hissettiği acıyı kelimelere döküp dışa vurmaya çalışırken eliyle ağzını kapatmıştı. “Ne kadar acı bir olay, gerçekten bu tür haberleri her duyduğumda canım yanıyor.” dedi. Zarife Hanım, hiçbir tepki belirtisi vermezken gözleri boşlukta salınıyordu. Belli ki kızı anlattıkça yaraları deşiliyor, yaraları deşildikçe canı yanıyordu. Kızının da olay bütünlüğünü bozmadan anlatması gerekiyordu. Orasından burasından kırparak anlattığında geçmişiyle tam manasıyla bir yüzleşme sağlayamayacaktı; kadın bunu biliyordu. Yarım yamalak yüzleştiği takdirde acıları onu daima güçsüz kılacak her acı kendini tekrar edecek hep yenilen kızı ve kendisi olacaktı. Kızının yılgın ruhu acılarıyla ve kendi içindeki karanlığıyla yüzleşmeliydi. Biliyordu ki yüzleştikçe güçlenecek, güçlendikçe kendisini daha iyi hissedecekti.
Genç öğretmen, suskunluğu yaşayan annesinin üzerinden bakışlarını usulca çekti gözleri bir defaya mahsus kapanıp açıldı. Kendi içinde yaşadığı hezeyanları elinin tersiyle bir tarafa itti, şimdi anlatamaya devam edebilirdi. Sözcüklere yön verirken tekrar annesinin ruh halini kontrol etti.
Babam, şuursuzca gitmek istediğini söylerken annem yana yakıla arkadaşı Emel abla için üzüntüsünü dile getiriyordu. Eşim Arif, babamın ayakta duramayacak halini gördüğünde hemen koşup koluna girmişti. Bu arada babam kendi kendine sayıklar gibi konuşuyordu. ‘Gitmem gerek, gitmem gerek!’ diye.
Nereye gideceksin baba? Bu saatte gidip ne yapabilirsin ki? Anın şokuyla düşünce yetimi kaybetmiş şuursuzca sorular sorduğumun farkındaydım ama düşüncelerime bir türlü yön veremiyordum. Evimiz çoktan matem havasına bürünmüştü. Babam ise ne yapacağını bilmez bir halde salonun içinde dört dönüyordu. Biliyordum evin ona dar geldiğini. Kolay değildi en yakın silah arkadaşını ve dostunu kaybetmek. Arif, babamın hâletiruhiyesini gördüğünde, “Baba istersen seni biraz dışarıya çıkarayım açık hava iyi gelir.” dedi.
Göz kapaklarımı kapatıp açarak Arif’e onay verdim. Babam, kendine çeki düzen verir gibi yaptı. “Merak etmeyin ben iyiyim! Arif oğlum, sen beni alaya bırak. Hadi sizlerde hazırlanın da Arif, geçerken Emel Hanım’a bıraksın. Evleri zaten yolumuzun üzeri.” dedi.
Babamın talimatlarından sonra evin içerisi sessizliğe gömülmüştü. Ölümün soğuk nefesi her birimizin hücrelerine ayrı ayrı nüfuz ediyordu. Bir ölüm bu kadar derinden etkiler miydi nefesleri? Evet, etkilerdi… Hem de insanı nefessiz bırakacak kadar çok etkilerdi. İşte bizler nefeslerimizi tutmuş adeta nefes alıp vermeyi unutmuştuk.
Onlar aile dostlarımızdı. Ali amca babamın can dostuydu. Hiç vakit kaybetmeden alelacele üzerimize bir şeyler aldık. Yol boyunca arabanın içindeki soğuk sessizliği bozan ilk kişi babam olmuştu. “Biliyorsunuz Ali, doğu görevindeydi. Olaydan Emel Hanım’ın henüz haberi olmamış olabilir. Sizin onun yanında olmanız daha iyi olur. En azından haberi duyduğu zaman onu teselli edersiniz. Ben daha detaylı haberi ancak alaya gittiğimde öğrenebilirim.” Arif, babamla iyi anlaşırdı çünkü aralarında saygıya dayalı bir muhabbet vardı. “Baba ben de senin yanında kalayım istersen.” Babam, yüzüne sert bir imaj çizerek, “Olmaz sen beni bırakınca tekrar kadınların yanına dön,” dedi emreder gibi tok bir sesle. Babamın emir kipi ile konuşması tabii ki mesleğinin verdiği alışkanlıktandı.
Genç adam, büyük bir sessizlik içinde can kulağıyla İlkem’i dinliyordu çünkü Rüzgâr, ölümün can yakan yüzüyle çoktan tanışmıştı. İlkem, az bir soluklanıp kaldığı yerden sözcükleri birbiri ardına devirmeye devam etti. Babam birliğine biz Emel ablalara yollandık. Emel ablaların evlerinin önüne geldiğimizde dış kapı önünde fazlasıyla ayakkabı vardı. Bu da gösteriyordu ki Emel abla her şeyi öğrenmişti. Elimiz kapı ziline basmaya varmıyordu. Kapı ziline çekinerek bir kere dokundum, böyle durumlarda insan nasıl davranacağını kestiremiyor çünkü…
Evin cümle kapısı komşuları olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir kadın tarafından açıldı. İçeriye girdiğimizde ortam içler acısı görünümündeydi. Haberi duyan Emel abla, bir çığlık atmış çığlığı duyan konu komşu herkes toplanmış başına. Bizi karşısında gördüğünde ise doğruca anneme sarılıp feryat-figan ağlamaya başlamıştı. Gözyaşlarını tutabilene aşk olsun, mümkün mü böyle bir ortamda gözyaşlarını tutup kendine hâkim olabilmek… Hepimiz hüngür hüngür ağlamaya başlamıştık. Gözyaşlarımız acımızla yoğrulup ağıtlara karıştığında diğer insanlar tarafından susturulmuştuk.
Kız arkadaşı dramatik olayı yeniden yaşıyormuş gibi anlatırken Sude, daha fazla özünü tutamayarak ıslak kirpikli göz kapaklarını birkaç kez kapatıp açmıştı. “Ben hiç dayanamam böyle ortamlara, bir ağlayan gördüğümde ondan daha çok ben ağlarım.”
Sude, anlatıyı yorulmadığında Zarife Hanım, içli bir nefes alıp verdi. “Sude kızım, çok haklısın ama başa gelen çekiliyor, çünkü bu dünyada her dert tasa insanoğlu için var.”
İlkem’in söyleşisi arkadaşı ve annesi tarafından bölününce duraksamış onların söyleşisi bitince de kaldığı yerden anlatmaya devam etmişti: Yani böyle bir ortam nasıl anlatılır ki, ancak anlatılmaz yaşanır diyebilirim. Bu durumda zaten Emel ablayı durdurmanın imkânı yoktu. İki çocuğunu da kolları ile sarmış ve bir kartal edasıyla kanatları altına korumaya almıştı. Acıların en onulmazına maruz kalan kadını, tek teselli eden şey etrafına toplanan insanların telkin konuşmalarıydı. Ve bu telkinler bir cümlenin içindeki tek kelimeden oluşuyordu. Senin eşin ‘Şehit’ bu sana yeter.
Ben bu kelimenin gücünü bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Gerçekten de bu kelime her sarf edildiğinde Emel abla üzerinde büyü etkisi yaratıyordu. Yılları belirleyen zaman durmuş saatin tik takları vurmaz olmuştu. Neden geçmek bilmiyordu zaman, neden bu kadar ağır ilerliyordu? Üstümüze sinen kasavet ruhumuza baskı uyguluyor bu baskı göğüs kafesimizi parçalayıp yırtmak istercesine kalbimizi zorluyordu. Geçmek bilmeyen saliselere inat nihayet göğün göğsü ikiye yarılmış geceye egemen olan sayılar on ikiyi bir geçeyi gösteriyordu. Nihayet Emel ablanın cümle kapısı sessiz vuruşlarla tıklatılmış beklediğimiz gelmişti…
Canım babam yıkılmıştı adeta. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Kor ateşle yüreği dağlanan kadın, babamı gördüğünde önce boynuna sarılmış sonrasında hesap sorar gibi göğsünü yumruklamaya başlamıştı. “Ateş Komutan, Ali’m nerede? Onu bana getir. İki çocuğunu bırakıp nereye gitti? Söyle ona gitmesin. Onu bana geri getir, nolur onu bana getir…” Hem yürek burkan zılgıtlı ağıtlar yakıyor hem de kendinden geçmişçesine babamın kaskatı kesilmiş ayakta durmaya çalışan bedenini yumruklayarak sarsıyordu.
Yaşadığı strese daha fazla dayanmayan kadının iflasın eşiğine gelmiş yorgun bedeni gevşedi ve babamın kollarında baygınlık geçirerek susmuştu. Baygınlık geçiren Emel ablayı babamın kollarından çekip almış üçlü koltuklardan birine oturtmuştu annem. Eline yüzüne kolonya sürerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu çünkü kadının sözleri ve içler acısı hali babamı daha da perişan ediyordu. Olayın gidişatına daha fazla dayanamayan babam öbür odaya geçip hüngür hüngür, ağlamaya başlamıştı. O gece hiç uyumadık. Sabaha karşı babamı görev yaptığı birliğinden telefonla aramışlardı. “Yarın tören var hazırlık yapın.” diye.
Babam İbrahim Ateş, zaten görevi gereği ölümlere şahitlik etmeye alışıktı. Telefon konuşmasından sonra bir komutan edasıyla yanımıza geldi: “Hadi bakalım toparlayın kendinizi. Sizler asker eşlerisiniz; başınız her daim dik durmalı. Öğleye doğru birlikte askeri tören var.”
Kısa cümleler kurarak bizleri yatıştırdıktan sonra babam yönünü Emel ablaya dönerek onun gözlerine uzun uzun bakmıştı. Sanki seni anlıyorum acını paylaşıyorum demek istiyordu. İçinde yaşadığı acıyı içselleştiren acılı babam kısık ve tarazlı bir ses tonlamasıyla konuşurken sık sık yutkunuyordu. “Yarın yapılacak törenden sonra eşiniz memleketine gönderilecek.”
Babamın sözleri üzerine Emel abla tekrardan hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. “Söyleyin ben onu nasıl toprağa vereceğim? Ben onsuz ne yapar nereye giderim? Ya çocuklarım, onlar daha çok küçük. Babaları olmadan yaşayamazlar.” İşte orada hepimizin huzurunda babam Emel ablaya bir söz verdi. “Biz varız, ben varım. Ali’nin yokluğunu asla sizlere hissettirmeyeceğim, sizler bana onun emanetsiniz.” diye.
İlkem’in anlattıklarına duyarsız kalamayan Ömür’ün gözleri nemlenmişti. “Kim olsa arkadaşının ailesine böyle bir durumda sahip çıkar.” Genç kadının dudaklarına istemsiz bir tebessüm oturdu. “Bence de çok doğru bir hareket bu, ama bir söz vardır bilir misiniz? Merhametten maraz doğar, diye?”
“Ne kadar yerinde söylenmiş bir söz, çünkü kime inanır güvenirsen o güvenip tutunduğun dal kırılıp elinde kalıyor,” dedi Rüzgâr.“
“Sizin anlayacağınız dostlar, bundan sonraki süreçte bizler tam da onu yaşayacaktık.” Sözlerinin bitiminde genç kadın hüzün yağmuruna tutulmuş gözlerinden akan yaşları silerken. Bir diğer taraftan olayları tekrar yaşayan ruhu sessizce feryat ediyordu bedeninde. Songül’ün sabırsız mizacı yine kendisini gösterirken, “İlkem abla, daha sonra ne oldu ki, ben gerçekten çok merak ettim?” diye sormuştu. Kız kardeşinin sıkıştırmalarını onaylamayan Ömür, “Songül, vakit iyice ilerledi insanları biraz rahat mı bıraksan artık. Benden söylemesi yoksa merak ettiğinle kalacaksın,” dedi.
Erkek kardeşinin yakıştırmalarına alınganlık yaparak dudaklarını büzen Songül, iki kolunu birbirine dolayıp göğüs hizasında birleştirdiğinde, “Hıh” diye bir ses çıkardı.
“Sen hiç üzülme Songül’üm hemen anlatmaya başlıyorum!” Biz ailecek o dönemde Emel ablaya odaklanmıştık. Yani yaşamımızın tam merkezinde onun acısı ve matemi vardı. Kolay bir şey değildi, genç bir kadının eşini kaybetmesi ve iki çocukla bir başına kalması. Kısacası Emel abla tabiri caizse “sudan çıkmış balık” gibi çırpınıyordu.
İlk başlarda hiç rutini bozmadan hemen hemen her gün Emel ablalara gidiyorduk. Üstelik evlerimiz de yakındı birbirimize, aramızda sadece bir sokak vardı; zamanla bu gidip gelmeler iki üç güne düşmüştü ama annem onu elinden geldiğince yalnız bırakmak istemiyordu. Her fırsatta onun yanına gidiyor hatta babamın nöbet günleri gidip Emel ablada kalıyordu.
Biz bile isteye onu kendi yaşamımıza dâhil etmiştik. Emel abla ise bu şehirden şimdilik ayrılmak istemiyordu çünkü çocuklarını okulundan ve arkadaşlarından koparmanın onların yara almış ruhuna iyi gelmeyeceğini düşünüyordu, bu konuda haklıydı da. Üst üste psikolojik baskıya maruz kalan minicik beyinler bu yükün altından kalkamayabilirdi.
Yani babalarını kaybetmişlerdi, bir de bunun üzerine alıştıkları çevreden koparmak onların psikolojisi üzerinde olumsuz etki bırakacağı bir gerçekti. Belki zamanla Emel abla da kendi hayatını şekillendirirdi ama şimdilik bunun için erkendi. Bazen zaman her bir şeyi kendiliğinden hal yoluna koyardı. Sadece sabırla beklemek gerekirdi. Konuşmasını yarıda kesip açık havanın bol oksijenli bakir havasından derin bir nefes çekerek rahatlamak istedi İlkem. Söyleşiye devam ettikçe anılar doluşmuştu hafızasının dört bir köşesine, kovsan bile gitmeyecek olan anılar. Nefesini tazeledi ve devam etti: İşte böyle dostlarım. İnsan ne yaşarsa yaşasın, yaradan bir süre sonra insanı zamanın kollarına bırakıyor. Akıp giden zaman şekillendiriyor sana bahşedilen hayat yolculuğunu. Ve insan sele kapılmış kuru bir kütük gibi sürükleniyor zamanın kıvrımlı bilinmezinde. Bizlerde zamanın akışını durduramamış yine ve yeniden kaldığımız yerden devam etmiştik yaşam döngüsüne.
Emel abla da kendisini günbegün toparlamaya başlamıştı. Eşim Arif ve ben ancak hafta sonları uğrayabiliyorduk fakat annem bulduğu her fırsatta gidiyordu Emel’ciğine…” Zarife Hanım, kızının imasından sonra alınmış gibi yaparak gözlerini süzerek bayık bir bakış attığında, içindeki nefretten kaynaklı annesini üzdüğünü fark eden İlkem, “Benim saf ve temiz yürekli anneciğim, sakın bana alınma. Biliyorsun söz konusu onlar olduğunda benim sinirlerim zıplıyor,“ diye gönlünü almak isterken annesinin yanağına sulu bir öpücük kondurdu.
“Ee?” diye alaycı bir üslupla sordu Sude. “Sonra ne oldu Emel ablanıza? Konu başka boyutlara doğru gidiyor sanırım.”
Genç öğretmen arkadaşını onaylamak ister gibi elini havada birkaç kez döndürerek salladı, “Hem de ne boyut.”
Heyecan sarmalının beşiğinde sallanan Songül, nefes bile almadan, “Ne boyutu ya, anlatır mısın İlkem abla, ne oldu Emel ablaya?” diye sormuştu.
Genç öğretmen, kaşlarını yere eğerken kaşlarına paralel olarak gözlerini de eğmişti. “Üzülme Songül’cüğüm Emel ablana bir şey olmadı.”
“Ne bileyim kadının kocası ölmüş çocukları babasız kalmış tekrardan başına bir şey geldi sandım.”
“Tatlım madem bu kadar çok merak ettin Emel ablanı hemen şimdi anlatmaya başlıyorum.”
Benim ve ailemin başının üstünden öyle bir kasırga esip geçti ki; ben bu kasırganın adını Emel kasırgası koydum. O kasırganın şiddeti bütün ailemi yerle yeksan etti. Tıpkı bir yel değirmeni gibi bizleri döndüre döndüre havaya kaldırıp, sonra da her bir parçamızın küllerini hoyratça boşluğa savurdu ve geriye bozguna uğramış hasta ruhlar bıraktı.
Songül’ün şaşkınlıktan büyüyen gözleri fal taşı gibi açılırken, “Emel abla da ne Emel ablaymış. Ben şimdi daha da çok merak etim İlkem abla, demek kasırga gibi esti ve yıktı geçti ortalığı?” Genç kadının, ruhunun sarsılan dengesini düz tutmak için uğraş verdiği kesindi. Önüne düşmüş saç tutamını parmağına dolayıp çözüyor ve bu hareketi sürekli tekrar ediyordu. Sanırım bu bir rahatlama yöntemiydi. “Aynen öyle Songül’üm birçok şeyimizi elimizden alıp götürdü ve geriye bizlerden bir tortu bıraktı,” derken rujsuz gülkurusu dudakları aralandı aralanan boşluktan kelimeler kendine düz bir rota çizdi.
Bazen biz onlara gidiyorduk bazen onlar bize geliyordu; zaten önceden de ilişkilerimiz bu durumdaydı. Biz onlara gider onlar bize gelir sık sık görüşürdük. Yalnız onlar yaş bakımından benim anne ve babamdan daha küçüktüler. İki çocukları vardı daha 10-12 yaşlarında. Yaşamın çarkları döndükçe zaman da kendi yörüngesinde ilerliyor, sonunu bilmediği bu yolda koşar adım yürüyordu. Bizim de gidip gelmelerimiz eskiye oranla seyrekleşmişti. Emel abla da kendine yeni bir düzen kurmuştu. Esasında kaybettiğin kim olursa olsun ‘Yaradan’ geride kalanların acısını zaman içinde siliyordu işte. Geriye ise sadece yaşanmış anılarını saklıyordu beyin denen kara kutunun içinde.
Karizmalar kralı Ömür, duygusallaştığı için göz çeperleri kızarmış yüzü üzgün bir görünüme bürünmüştü. “Gerçekten de bu çok doğru. İnsanoğlu ölümün karşısında hep acizyet yaşıyor ve ne yazık ki, elinden hiçbir şey gelmiyor.” dedi. İlkem, yol arkadaşının sözlerini onaylamak isteyerek başını hafifçe salladığında sırtını çınar ağacının gövdesine yaslayıp çayını yudumlarken acılarını körükleyen nefesini üfleyerek dışarı verdi. “Bir hafta sonu annemlere geldiğimde,” dedi sonra annesinin omzuna elini naifçe dokundurdu. Sanırım bu hareketi yapmaktaki amacı onun sakin kalmasını istemekti. Eve geldiğimde ise annemin yüzüne çoktan kederin gölgesi düşmüştü. Onun yüzünde kederin izlerini görünce, “Anne neyin var, neden böyle hüzünlüsün?” diye sordum.
Hepiniz annemi az çok tanımışsınızdır; kırılgan ve hassas bir yapıya sahiptir. Kendince beni üzmemek için, “Yok bir şeyim kızım, bir şeyimin olduğunu da nereden çıkardın?” diye cevap verdi ama ben buna inanmayıp ısrar ettim. “Ben seni bilmez miyim annem, var sende bir şeyler. Baksana rengin solmuş gardın düşmüş. Seni bu kadar üzen her neyse anlattırmadan bırakacağımı düşünüyorsan yanılıyorsun.”
Israrlarım sonucunda köşeye sıkışan annem sonunda çözülmüştü; kızım böyle şeyler nasıl anlatılır bilmiyorum. Hiç kimsenin günahının vebalini almak istemiyorum. Belki aklımdan geçenler bir kuruntudan ibarettir, dedi. İyi ya, anlat işte aklından geçen her neyse, dedim. Eğer içindeki bir kuruntudan ibaretse bile anlatırsan rahatlarsın. Hem de o kuruntu dediğin şeyden kurtulmuş olursun diyerek ikna etmeye çalıştım. Bana hak veren annem içinden geçenleri daha fazla zapt edememiş ve çözülmüştü. Önce ürkek bir ceylan gibi korkak gözlerle bana baktı. Sonra; bak her şeyi sana anlatacağım ama sen de bu anlatacaklarımı hiç kimseye söylemeyeceğine dair bana söz vereceksin, diyerek benden söz istedi. Gözlerimi döven kirpiklerimi kırpıştırarak ona söz verdim. “Tamam, annem, sana söz veriyorum. Bana anlatacaklarını hiç kimseyle paylaşmayacağım.”
Benden söz alan annem kendisini güvende hissetmiş olmalı ki, anlatmaya başladı. Kızım ben ne zaman babana Emel’e gidelim desem, baban bir bahane bulup beni engelliyor. Cidden çok şaşırmıştım, öyle çok şaşırmıştım ki beynimin sol lopunda ne varsa silinmiş olabilirdi. Nasıl yani, sen Emel ablaya gidip gelmiyor musun, diye sordum. Kızım öyle değil. Bilirsin ben nereye gidersem gideyim babana sorarım. Baban izin vermezse hiçbir yere gitmem, dedi. İlk şaşkınlığım geçince dağılan zihnimi geri topladım ve bir araya getirdim; anneme belli etmemeye çalışsam da bu durum beni işkillendirmişti ve burnuma pis kokular gelmeye başlamıştı. Yani babam, durduk yere neden böyle bir tavır koyuyordu ortaya? Biraz önceki duyduklarım karşısında zihnimi meşgul eden sorular çoğaldıkça irileşen göz bebeklerim kuruyup kaşınmaya başlamıştı. Evet, anne sonuca gel, diye sordum.
Tamam, sıkboğaz etme insanı anlatıyorum işte. Mesela, babana Emel’e gidelim diyorum. Ben iş çıkışı uğradım sık gidip rahatsız etmeyelim, diyor. Bir başka gün; Emel’e gidip bir eksiği gediği var mı öğreneyim, diyorum. Sen merak etme ben eksiklerini hallediyorum gitmemize gerek yok, diyor. Senin anlayacağın kızım, ne zaman Emel’e gitme konusu açılsa baban bir şekilde bana engel oluyor. Neden böyle yapıyor ben anlamıyorum.
Güzelim benim, bunda bu kadar evham yapacak ne var, diye sordum sormasına ama bende çoktan kayış kopmuştu. Gerçekten annemin sanrıları gerçek olabilir miydi? Yok, onlarınki dostluğa dayalı bir ilişkiydi. Peki, dostluğa dayalı bir ilişki başka duygulara geçiş yapar mıydı? Hayır, bunu düşünmek bile istemiyordum. Bu iş senin sandığın gibi bir kuruntudan ibaret değil kızım, diyen anemin sesiyle kendi iç hesaplaşmamı yarıda kesip elimin tersiyle öteledim.
Benim sandığım gibi değilse ne peki, diye sordum anneme. Esasında öylesine sorulmuş bir soruydu benimkisi; sırf annemi rahatlatmak adına.
Bilmiyorum işte, bir bilebilsem nedenini. Mesela Emel’e gitmemi neden engelliyor? Neden bana eskiden olduğu gibi davranmıyor? Neden onun yüzüne baktığımda gözlerini benden kaçırıyor? Neden soğuk? Neden benden uzak?
İyice kafam karışmıştı, annemin evhamını gidermeye çalışırken. Peki, sana nasıl davranıyor anneciğim, diye sordum. Sorduğum sorunun karşısında annemin yanakları kızarmıştı. Sanırım özel yaşamlarında da sorun vardı. Utangaç bir şekilde gözlerini benden kaçırarak soruma cevap verdiğinde; hiçbir şey eskisi gibi değil anla kızım. Ben bunca yıllık eşimi tanıyıp bilmez miyim diye eklediğinde yüzündeki mutsuzluk iyice perçinlendi. Sence babamın bu tavırlarının altında yatan sebep ne olabilir, diye sordum. Kızım, sen babanı tanımıyor musun, diye cevap verdikten sonra beni uyarır nitelikte konuşmaya devam etti. Görmüyor musun, sana bile eskiden olduğu gibi candan davranmıyor.
Gerçekten de ben bunu hiç fark etmemiştim. İşte bundan dolayı annemin sözleri bende şok etkisi yaratmıştı. Başımın üstündeki ampullerin biri yanıp biri sönüyordu, doğruydu… Babam beni her gün telefonla arar sorardı. Eve geldiğim zaman da beni yere göğe sığdıramazdı. Şimdilerde ise bana karşı mesafeliydi. Ben bu durumun arkadaşının ölümüyle bağdaştırıyordum ama sanırım işin iç yüzü başkaydı. Hem de bambaşkaydı…
Sude’nin kalemle çizilmiş gibi düzgün ve şekilli kaşları hafifçe havalandı. Kaşları havalanınca gözleriyle eşleşerek büyüdü. Fazlasıyla büyüyen gözlerinde saf bir ifade hüküm sürüyordu. “Kız işin iç yüzü ne olabilir ki?” diye sordu ama sorusunu geri almak ister gibi ince uzun parmaklı elleri hayretle aralanan ağzını kapattı. “Kız yoksa aklıma gelen şey mi? Ay inanmıyorum!”
Songül, kendini frenleyemeyerek İlkem’in çenesinin altına kadar sokuldu: “Yoksa ne?”
Erkekler bu konuda sessiz kalırken, Zarife Hanım’ın yüzü solgundu.2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
11.58k Okunma |
370 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |