31. Bölüm

İntikamın Pençesi B. 31.

My lore
my_lore

Selâm canlarım nasılsınız bakalım?

Beğeneceğini düşündüğüm yeni bir bölümle ben geldim.

Etkileşim için bölüme oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen

📚📚📚

“Hiçbir kuvvet sizi benim hegemonyam altından çekip çıkaramayacak, yaşadığım müddetçe size huzur yok ve ben buna izin vermeyeceğim…”

Kırk beşli yaşlarındaki adamın ağzından fısıltıyla dökülen sözcükler sanki bir yemin gibiydi. Oysa onun elinin tuttuğu tabancadan çıkan kurşunlar genç kadının vücudunu delik deşik etmiş ve günlerce acı içinde inlemişti. Onlara verdiği acı neden son bulmuyordu? Neden kana susayan yüreğindeki matem küllenmiyordu? Neden hala onların huzurunu bozmak için yemin niteliğinde sözler sarf ediyordu?

Bu soruların cevapları havada asılı kalırken orta yaşların sınırını zorlayan adam, omzuna atılı ceketinin cebinden bir dal sigara çıkardı ve dudaklarının arasına kıstırdı, diğer elinde tuttuğu çakmağı ateşleyerek sigarasını yaktı. İçine çektiği zehri hiç gocunmadan saniyelerce ciğerlerini boğması için bekletti. Art arda çekti nefesleri tekrar tekrar içine çekerken hareketleri bir öncesinin aynısıydı. Garazının ciğerlerine olduğu alenen belliydi, çünkü yaşamak onun umurunda değil gibi görünüyordu. Belli ki hayatta kaybedecek bir şeyi kalmayanlar zümresindendi…

Onlar inadına hayata tutunmaya çabalarken adam, intikamın şarabını kana kana içmişti. Ölüm bir defaya mahsus yaşanırdı ama onun, kokuşmuş vicdanı defalarca ölümü tattırmak için ant içmişti çünkü acıdan çürümüş kalbi anca böyle yaşama bağlanıyordu. Gölgeleri olacak kendine yaşatılanı misliyle yaşatacaktı.

Onlardan bağımsız olarak zaman ilerliyor İlkem’in dinletisi hız kesmeden devam ediyordu. Gün sonlanmak üzereydi ve anlatılması gereken daha çok şey vardı.

Ben anneme bu meseleyi çözeceğime dair söz vermiştim. O da bana güvenmiş olacak ki, önceki günlere nazaran biraz daha rahatlamış görünüyordu. Babamın işte olduğunu sandığımız bir gün annemle sırf değişiklik olsun diye semt pazarına alışverişe çıktık. Pazarları oldum olası çok severim ve bana hep eğlenceli gelmiştir. İkimiz de kendimizi pazarın hengâmesine öylesine kaptırmıştık ki, annemin birdenbire donuk gözlerle bir noktaya doğru baktığını gördüm…

Gayriihtiyari bende o yöne doğru bakmaya başladım. Gördüklerim beynimde şimşek olup çakarken zihnimde soru yağmuruna neden olmuştu. “Anne!” diye dürttüm.

Annem “Hıh” diye iniltiye benzer bir ses çıkardı ve kendi kendine konuşur gibi: “İlkem, babanı gördün mü? Bak orada Emel ablanla birlikte,” dedi.

Cidden biz bir rüyanın ortasında değildik öyle değil mi? İnsan an gelir hiçbir şeyi algılayamaz olur ya, algının sıfır noktası gibi bir şey? İşte ben şu an tam da o noktadaydım, yani sıfır noktasında. “Gördüm anne! Gel istersen bizde onların yanlarına gidelim,” dedim ve annemin koluna girdim fakat annem kolunu hızla geri çekerek benim elimden kurtardı.

“Olmaz, ben gitmem,” dedi bulanık bir ses tonuyla. Üstelik alışveriş işimizi büyük ölçüde yapıp bitirmiştik. Gerçeği konuşmak gerekirse annem haklıydı, bizim onların yanında ne işimiz vardı? Ben anlık bir dürtüyle boş bulunmuş olmalıydım. “Hadi kızım, biz onlara görünmeden eve gidelim.” En doğru davranış buydu galiba onları görmezden gelmek. İkimizde nereye bastığımızın farkına varmadan şuursuzca yürümeye başladık. Öyle hızlı yürüyorduk ki, annem elinde tuttuğu pazar arabası oraya buraya çarpıyordu ama bunu görmüyordu bile. Şu an annemin yerinde olmayı hiç istemezdim doğrusu. Canının yandığını sık sık nefes alışverişinden anlayabiliyordum. Sanki soluduğu nefesler ciğerlerine yetmiyor gibiydi.

Ben bir taraftan anneme yetişmeye çalışıyordum diğer taraftan da arada bir arkamı dönüp onlara bakıyordum. Samimiydiler… Neşeliydiler… Gülüşüyorlardı… Bu daha da canımı yakıyordu…

Apar topar eve geldiğimizde annem artık kendini tutmayıp salmıştı. Önce hayal kırıklığına uğramış bedenini rastgele bir koltuğa attı. Sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağlarken zaman zaman boğuluyor gibi oluyor nefes almakta zorluk çekiyordu. Onu anlayabiliyordum. Zaten kafasında milyon tane cevapsız soru vardı. Bugün gördükleri ise kafasının içindeki soruları iyice kamçılamıştı. İhanet çanları çalıyordu ve biz bunu apaçık duyuyorduk, çalan çanın desibeli o kadar yüksekti ki yeri göğü inletecek güçteydi.

Bir süre annemin ağlama nöbetinin geçmesini bekledim çünkü içinde biriken ağuyu boşaltması ve rahatlaması gerekiyordu. “İlkem kızım, gördün değil mi? Baban bize işteyim dedi ama sende gözlerinle gördün pazarda alışveriş yapıyordu; adam resmen bize yalan söyledi. Ben artık babana inanamaz oldum. Ona bir daha hiç güvenmeyeceğim. Sen söyle kızım, gördüklerimizin anlamı nedir? Ne işi vardı onun yanında? Sence bu yaptığı doğru bir şey miydi? Hadi kızım, bütün bunların bir açıklaması varsa, anlat bana?” dedi ve sustu.

Gözünle gördüğüne bile inanma demişler ama bizim gördüklerimizin inanılmayacak bir tarafı yoktu zira her şey ortadaydı. Benim ise anneme verecek bir cevabım yoktu. Kadıncağız haklı olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu iyice karıştırmaya başlamıştı. Fakat benim de annemin sorularını cevaplayıp onu sakinleştirmem gerekiyordu. “Tamam, anne, eğer senin için rahat edecekse eve gelince kendisine sorarız; bakalım orada ne işi varmış.”

Ben anneme sözler vermiştim ama annem söylediklerimin bir kelimesine bile ikna olmamış görünüyordu.

Sude, başını olumsuz anlamında sağa sola sallarken, “Gerçeği konuşmak gerekirse İlkem, annenin yerinde olsam bende ikna olmazdım.”

“İyi de Sude, ben de çaresizdim. İnan ne yapacağımı ve nasıl davranacağımı bilmiyordum. Ben sadece annemi sakinleştirmeye çalışıyordum.” dedi.

Sude, “Haklısın,” derken arada bir Ömür’e bakıyordu. Nedendir bilinmez; bir erkek suçlanırken veya bir erkeğin hatasından söz edilirken bu onlara mahsus bir şeymiş ve hep onlar yaparmış gibi algılanıyor. Oysa hata veya suç bireyseldir. Hatalar insanlara mahsustur, bunun erkeği-kadını yoktur.

Ömür ise hiç başkalarına benzemezdi. O bir taneydi. Bir kere dürüst bir kişiliği vardı. Sözünün eri hiç kimseye yanlış yapmaz ve elinden geldiğince yanlış yapmamaya özen gösterirdi. Onun tek zaafı Sude oluyordu. Onu mutlu etmek ve mutlu görmek için de azami gayret sarf ediyordu.

Songül, peş peşe sorduğu soruları birbiri ardına sıralarken, “İlkem abla, peki sonra ne oldu? Yani baban eve gelince bir şey sorabildiniz mi?”

Gayet tabi olarak annemin o gün pazarda gördükleri babama olan güvenini yok etmişti. Benim teselli mahiyetindeki sözlerim onu ikna etmeye yetmiyordu. “Bulur kızım bir bahane, onda bahane çok. Önceden böyle değildi şimdi her soruya bir bahanesi var maşallah!” dedi öfkeyle.

Gün içi yaşadıklarımızdan dolayı annemi bırakıp gidemediğim için o günün akşamı yemeğe annemlerde kaldık. Esasında annemde kalmak istememin asıl maksadı babamın ne gibi bir bahaneye sığınacağını görmekti. İçimden dualar ediyordum inşallah yanlış anlamışızdır, diye. Yoktur böyle bir şey, diye. Çok beklememize rağmen babam akşam yemeğine gelmemişti. Babamın gelmediği her dakikanın hesabını sormak iste gibi annem sürekli gözlerimin içine bakıp gözleriyle bana sorular soruyor ve kendince gözlerimde cevaplar arıyordu.

İkimiz de meseleyi Arife, belli etmemeye çalışıyorduk. İçimizde öyle fırtınalar kopuyordu ki kasırgaya dönüşmesi an meselesiydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapı çaldı, dış kapının çalınması annemin irkilmesine neden olmuştu. Kim bilir, o an kafası hangi soruyla meşguldü ki böyle bir tepki vermişti.

Ben olanca sakinliği yüzüme maske yaparak gidip kapıyı açtım. “Aa, babam gelmiş. Hoş geldin baba!” dedim sırıtarak. Babam, gayet sakin bir şeklide sanki işten yeni eve geliyormuş da çok yorgunmuş gibi yaparak, “Hoş bulduk kızım!” cevabı verdi. Kör şeytan diyordu her şeyi yüzüne yüzüne saydır ve içindeki öfke dinsin ama yapamıyordum işte. İçimden yüzüne karşı öfke kusmak istediğim benim babamdı ve ben şimdiye kadar ona karşı gelmemiştim.

Bütün kinimi göğüs kafesime hapsederek yüzüme maske üstüne maske taktım ve dudağımın kenarına bir tebessüm yelleştirdim. “Baba aç mısın, sana yemek hazırlayayım mı?” Bir taraftan babama aç olup olmadığını soruyordum ama diğer taraftan da gözüm annemdeydi. Annem patlamaya hazır nükleer bir bomba gibi gözlerini babama dikmiş iç dünyasında babamı yalancı çıkararak yargılıyordu. Bu yargının sonunda o nükleer bomba patlar mıydı, henüz bunu kestiremiyordum. Babam gayet rahat bir o kadar da kendinden emin bir şekilde, “Yok kızım ben işyerinde yedim.” dedi. Şaşırdık mı, tabii ki, hayır. Peki, neden şaşırmadık? Emel, onun karnını bir güzel doyurmuştur.

Songül, dudaklarını büzerek konuşurken konuya son noktayı koymuştu. “Tabii canım iş yerinde yemiştir. Uyan Ateş Komutan uyan, seni Emel ablayla pazarda gördüler haberin yok.” Bizim kız sanki onlar karşısındaymış gibi kızıyordu. Olaya ne kadar kaptırdıysa kendini… Songül’ün sözleri bir anda ortamı değiştirmiş ve hepsini gülümsetmişti.

Öte taraftan annemin kendini zor tuttuğu sürekli yüzünü kaşımaya başlamasından belli oluyordu. Onun gözlerine bakıp sakin olmasını ima ettim ve anında neşeli bir havaya bürünerek, “Madem aç değilsin baba, hadi o zaman ben size şöyle okkalı bir kahve yapayım.” dedim.

Ben kahve yapmak için mutfağa yollandığım sıra da annem de oturduğu yerden kalktı ve alaycı bir ses tonuyla, “Ben de bulaşıkları toparlayayım bari madem baban aç değilmiş,” dedi babama bakıp göz süzerek.

Babam, hiç bozuntuya vermeden sıradan bir gün yaşıyormuş gibi, “Kızım ben bir duşa gireyim de ondan sonra öyle yap kahveyi,” dedi ve doğruca banyonun yolunu tuttu. “Tamam, baba acele et o zaman, çünkü biz kahveleri içip kalkacağız!” dedim.

Canım annem, ben senin için ne yapabilirim? Senin acını nasıl dindirebilirim? Kafamızdan geçenler bir kuruntudan ibaret miydi, yoksa gerçekten bir şeyler yaşanıyor muydu? Bunu şu an bilebilmek cidden çok zordu. Yani babamı yok yere zan altında mı bırakıyorduk yoksa fırtına öncesi sessizliği mi yaşıyorduk; bize bunu ancak zaman gösterecekti. Bütün bu soruların cevabı henüz yoktu ne annem ne bende ama zanlarımız vardı gümbür gümbür gözümüze sokulan zanlarımız vardı. Tek bildiğim cidden doğru bildiğim ve emin olduğum bir şey vardı o da annemin ruh hali hiç iyi görünmüyordu. Sanki bir uçurumun kenarına kadar gelmiş de üflesen düşecekmiş gibiydi.

Cevapsız soruları cevaplamak gerçekten zor bir işti ve insan arafta kalıyordu. Babam duşa girmişti bizde mutfakta oyalanıyorduk; zaten salon ile mutfak birbirine çok yakındı. Babamın telefonuna belli aralıklarla gelen bildirim sesi ilgimi çekmişti ve anında beynimin içinde şimşekler çakmaya başladı…

“Bir dakika,” anne deyip mutfaktan ayrıldım. Hala peş peşe bildirim gelmeye devam ediyordu. Telefona gelen bildirimler sorularımıza cevap olabilirdi. Bu davranış benim açımdan her ne kadar doğru olmasa da salona geçip çaktırmadan telefonu aldım. Çünkü bu saatten sonra ahlaki kurallar anlamını yitirmişti bende. Şu an tek düşündüğüm şey bu kördüğümün bir an önce çözülmesiydi. Bir gölge gibi diğer odaya geçtim; acele ediyordum. Heyecandan ise elim ayağıma dolanıyor, resmen tir tir titriyordum.

Hemen gelen mesajlara bakmaya başladım, telaşlıydım çünkü babamın duştan çıkması an meselesiydi. Gördüklerim bana yetti de arttı bile, çığlık atmamak için inanın elimi ağzımı kapattım. Yalnız gelen mesajlar isimsizdi. Sadece telefon numarası ile kayıt edilmişti.

55… eve vardın mı aşkım?

55… şimdiden özledim seni…

55…eşin beni suçlu görmez inşallah…

55… elimde değil seviyorum…

Kalplerimizin bir günahı yok, falan gibi bir sürü ergence mesaj vardı. Elimdeki telefonu yere çalıp parçalara ayırmamak için kendimi zapt edemiyordum, dişlerimi sıkıyor avurt içlerimi dişliyordum. Kahretsin Allah, kahretsin. İhanetin en acımasızı gelip bizi bulmuştu. Babam, benim kahramanımdı. Bunu bize nasıl yapabilmişti? Yıkılmıştım. Kalbim paramparçaydı. Her şeyimle yani ruhen ve bedenen yıkılmıştım. Bir enkazdan farkım yoktu şu an. Ben annem ile babamın arasında tam olarak arafta kalmıştım.

Son gücümü toplayıp altında kaldığım enkazın parçalarını üzerimden kaldırmam gerekiyordu buna yapmaya mecburdum. Hemen numarayı kendi telefonumdaki numarayla eşleştirdim. Telefon numarası Emel ablaya aitti. Üstelik yaşananlara bakıldığında tahmin etmek çok da zor bir iş değildi. Sessize telefonu aldığım yere geri bıraktım. Mutfağa geri döndüğümde annem hala kendi kendine söyleniyordu, “Yalan söylüyor. Yalan söylüyor işte, eğer kendi gözlerimle görmesem inanacağım ona ama kendi gözlerimle gördüm.”

“Belki bizden çekindiği için yalan söyledi şimdi adamın günahını alıp durma lütfen.” Günah kelimesi ağız boşluğumdan çıkarken cidden içime oturmuştu. Ne günahından vebalinden söz ediyordum acaba, bal gibi de bunlar ikimizi de aptal yerine koymuşlardı. İyi hoştu da ben bütün bunları anneme nasıl anlatacaktım? Benden daha fazla etkilenip benden bin beter fazla yıkılmaz mıydı?

Ben kendi içimde babamı günah deryasında boğarken annem, yavan çıkan alaycı bir ses tonuyla, “Babasına da hiç laf söyletmez. Hepiniz birlik olun bakalım bu işin sonu nereye varacak?” dedi. Haklıydı kadın, bana sitem etmekte yerden göğe kadar haklıydı. Onun sözleri ağzı körelmiş bir bıçak gibi keskindi ve canımı yakıyordu ama bilmiyordu bu saatten sonra babam benim için bitmişti.

Benim tek amacım biraz zaman kazanmaktı, şöyle etraflıca düşünüp ne yapacağıma karar vermekti. Gerçekten arafta kalma sözünü tam anlamıyla yaşıyordum hatta arafta kalmayı bırak sırat köprüsünün tam ortasındaydım ve ne ilerleyebiliyor ne geri adım atabiliyordum. Bir tarafta canım kadar sevdiğim annem vardı, diğer tarafta sırtımı güvenle yasladığım babam vardı. Tabii bu şimdiye kadardı. Bir taraftan da eve gitmekle kalmak arası bir duygu yaşıyordum. Biz gidersek annem öfke ile babama sorular sorabilir ve olayın seyri tamamen değişebilirdi.

Kahvelerimizi içtikten sonra Arif, “Canım biz kalkalım istersen?” diye sorunca ani bir kararla “Tamam, kalkalım!” cevabı verdim.

Kendime gelebilmem için dışarı çıkıp biraz temiz hava almaya ihtiyacım vardı zira boğazımda bir yumru varmış gibi nefes alamıyor boğuluyordum… Kapı önüne çıktığımda anneme, “Hoşça kal,” deyip yanaklarından öperken kulağına fısıldadım. Anne senden biraz sabırlı olmanı istiyorum, sakın babama sorular sorma. Önce iyice bir araştıralım bu işin aslı astarı neymiş ondan sonra gerekeni yaparız, dedim. Sanki konunun araştırılacak bir tarafı kalmış gibi, acaba daha neyi araştıracaktım? Ortada kokuşmuş bir ihanet sesi ayyuka çıkmış düpedüz yaşanılan bir aşk vardı.

Sessiz kalacağına dair annem söz vadi ama eve vardığımda içim hiç rahat değildi. Gerçekten psikolojim bozulmuş ruhum bedenimden çıkmak için bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Üstelik ne yapacağımı bilmemek beni daha da yoruyordu. Babamın karşısına çıkıp hesap sormaya cesaretim yoktu. Hele bildiğim gerçeği anneme söylemeye hiç mi hiç gücüm yoktu. Geriye aklıma mantıklı gelen bir tek çözüm yolu geliyordu o da Emel ablayı sıkıştırmak.

Ben ona gidip her şeyi bildiğimi söyleyecektim bütün kanıtlarıyla birlikte. O da hiç kuşkusuz beni babama şikâyet edecekti. Babam ise büyük ihtimalle benim geliştirdiğim teoriye göre anneme patlayacaktı. Böylelikle de annem benden değil babamın ağzından öğrenecek gerçeği. Bu planın tıkır tıkır işleyeceğinden adım gibi emindim.

Belki böylesi annem için daha iyi olurdu. Bana göre doğrusu da buydu zaten, artık inceldiği yerden kopacaktı. Görünen gerçeğe bakacak olursak eğer bu işin başka çıkış yolu da kalmamıştı. Birkaç gün kendi kendimi iyice dinlemek istiyordum doğru bir karar verebilmek için…

Sürekli düşünüyordum; acaba Emel ablayla telefon aracılığıyla konuşmak mı daha doğru olurdu yoksa karşısına geçip gözlerinin içine baka baka konuşmak mı? Uzun uzundaysa düşündükten sonra ihaneti kendine yakıştıran kadınla nasıl konuşacağıma karar vermiştim, yüz yüze konuşacaktım. Ne de olsa dil yalan söylerdi ama gözler asla yalan söylemezdi…

Evet, kararımı almıştım; onların yaptığı gibi hiç kimseyi sırtından hançerlemeyecek karşılarına geçip her şeyi yüzlerine haykıracaktım. Benim Allah’tan başka kimseden korkum yoktu çünkü yanlışı yapan biz değil onlardı.

Yorgun ve melankolik ruhum canıma ağır geliyordu ama ben inadına hantal adımlarla arnavut kaldırımlı yolda ağır aksa yürüyordum. Sonunda adımlarım tanıdık kapının önüne geldiğinde durdu. Bej rengi duvara monteli kapı ziline basmak yerine metal kapı halkasını birkaç kez kaldırıp indirdim, sarı tunçtan halka kendi tavını döverek metalik sesler çıkardı. İçeriden gelen cılız bir ses, “Kim o?” diye sordu.

Kapı arkasındaki küçük kızın sesini duymak içimi sızlattı. Küçük kızın masum çıkan sesini duyduğumda ona acizce cevap verdim, “Benim tatlım İlkem ablan!” Kapı “cılk” diye bir ses çıkararak açıldı. Küçük kız “İlkem abla!” diye boynuma sarıldı.

Yetimim benim, bende ona sarılıp merhametle yanaklarından öptüm…

Emel cadısının mutfaktan gelen sesi tüylerimi ürpertmeye yetmişte de artmıştı bile. Şu an mutfağa geçip saçını başını yolasım vardı ama hırsımı bastırdım. “Gelen kimmiş kızım?” Küçük kız, “İlkem abla, anne,” diye cevabı verdi. Elleri köpüklü Emel cadısı, göründü mutfak kapısından.

Beni karşısında gördüğünde yüzü kızarır gibi olmuştu. “Aa, sen miydin gelen İlkem’ciğim? Hoş geldin, mutfağa geçmek istemez misin? Mutfakta az bir işim var da.” Mutfağa geçmeden ben senin şuracıkta paçanı aşağıya alayım oraya kadar gitmeye lüzum kalmaz, diye geçirdim içimden.

Olur, tabii geçerim, dedim. Hanımefendi kimliğimi hiç bozmadan mutfağa geçtim. Emel Hanım, bana arkası dönük mutfak tezgâhının başında bulaşık yıkıyordu. Sesinin tonundaki tedirginliği hissedebiliyordum. “İlkem canım, nasılsın görüşmeyeli?” diye sorduğunda sesindeki taraz iç dünyasında neler yaşadığı konusunda onu ele veriyordu.

Olabildiğince sakin kalmaya dikkat ediyordum çünkü yanımızda hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocuklar vardı. İyiyim Emel abla, doğru söylüyorsun epeydir görüşmedik. Malum iş güç görüşmek için pek fırsatım olmuyor, dedim ama patlamaya hazır bir bomba gibiydim.

“Senin iş bahanen var ama annen de hiç uğramaz oldu?” diye sordu. Yüzsüze bak sen hangi yüzle annemi soruyordu acaba, bunu yüzünün arı sıyrılmış. Öyle mi; annemin sana uğramadığından benim hiç haberim yok, oysa annem seni çok sever bir gün görmese duramaz, dedim. Hiç istemeden yalan sözcükler dökülüvermişti dilimden, oysa yalan söylemek hiç âdetim değildi ama sonunda bunu da yapmıştım işte. Yok, bu böyle olmayacaktı yalan yalanı doğuracak ve ben sürekli yalanların arkasına sığınacaktım tıpkı onların yaptığı gibi. Ani bir kararla kalkıp mutfağın kapısını kapattım, kapattım çünkü daha fazla yalan konuşmak istemiyordum. Kapıyı kapatınca Emel abla, tedirgin oldu ve bana doğru döndü. “Neden kapıyı kapattın?”

Beklemeye tahammülüm kalmadığı için hiç bekletmeden konuyu açmak istiyordum artık. Heyecandan elim ayağım buz kesmiş, kalbim göğüs kafesime sığmıyor dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Konuşacağımız şeyleri çocuklar duysun istemiyorum, onun için kapıyı kapattım. Cidden merak ediyorum, sen annemin sana neden gelmediğini bilmiyor musun? İstersen bunun cevabını yine ben vereyim sana, babam engel oluyor. Sonra annem sana çok kırgın…

“Hayırdır neden kırgın ve neden baban gelmesine engel oluyor? Ben hiçbir şey anlamadım doğrusu,” dedi ama sesinin ayarı titrek çıkıyordu. İçimden seni yalancı düzenbaz, diye geçirdim.

Bilmem bunun nedenini senin daha iyi biliyor olman lazım. Ne de olsa babam sana sık sık uğruyor, muhtemelen söylüyordur nedenini, diye sordum.

İhaneti hiç gocunmadan sırtlayan kadın inkâr yolunu seçiyordu. Sözlerime karşılık anında kendini savunmaya geçmişti. Beyaz tenli yüzü öfkeden ya da utançtan mı demeliyim nar gibi kızarmıştı. Gerçi utanmak insana yakışan en güzel meziyetlerden biridir ama onda bunu aramak aptallık olurdu. Utanıp sıkılması olsaydı eğer en yakın arkadaşının kocasını ayartmazdı. Ayartmazdı kelimesini kullanırken kabalık yaptığımı hiç düşünmüyorum zira onların yaptığını aşka yormak aşka haksızlık olurdu. Çünkü onların yaptığını aşk gibi kutsal bir duyguya bağlayamayacağım ben. “Sen bana neyi ima etmeye çalışıyorsun İlkem?” diye sorduğunda pek bir masum rolüne girmişti.

Söyleyecek sözümü söyleyip bu evden bir an önce çıkıp gitmek istiyordum çünkü nefesim tıkmamak üzereydi. Pekâlâ, kısa ve net konuşuyorum o zaman. Babamla aranızda ne var, diye sordum.

Emel Hanım’ın yüzü önce kızardı sonra morardı. Gözle görülür bir yutkunuşun ardından, “Ne, senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”

Ortamı boğan soğuk sessizliği ilk bozan ben olmuştum. Emel abla… Bak alışkanlıktan olsa gerek ki hala sana abla diyorum fakat sen bunu hak etmiyorsun. Sana şu kadarını söyleyeyim ben aranızdaki ilişkiyi biliyorum. Sakın inkâra yeltenme, lafı evirip çevirme de… Ben sana doğrudan soruyorum, sen de dürüst ol ve bana doğruyu söyle, dedim kesin bir dille.

Karşımdaki kadının ayakta duracak dermanı kalmıştı, usulca basenini mutfak tezgâhına dayadı. “Neyi biliyorsun bakalım, söyle ben de öğreneyim?” Sesindeki titrek tını onun savunmasız kaldığının bire bir kanıtıydı.

Komik miydi içine düştüğüm durum bilmiyorum ama içimden kahkahalar atarak gülmek geliyordu; hiç durmaksızın gülmek. Ben deliriyor muydum? Yoksa gerginlikten sinirlerim boşalmış gülme krizine falan mı girmek üzereydim? Kendini korumaya alan vücudumun verdiği sinyaller hiç de iç açıcı değildi. Ellerim titriyor, avuç içlerim terliyor, bacaklarım benden bağımsız sağa sola durmaksızın gidip geliyordu. Birbirine bastırdığım uçuk pembe dudaklarımdan ‘hıh’ diye bir ses yükseldi… Sizin arkamızdan iş çevirdiğinizi bilmeyen mi var, daha birkaç gün önce annemle birlikte sizi pazarda gördük; doğrusunu söylemek gerekirse pek sıkı fıkıydınız. Elimde daha güçlü delillerim var, diyerek telefonuma kaydettiğim mesajları gösterdim.

Emel ablanın yüzü sarardı soldu düşmemek için mutfak tezgâhına tutundu. “İftira atıyorsun sen bana iftira! Hemen çık git evimden, senin bir daha yüzünü görmek istemiyorum.” Onun isyanı beni hiç etkilememişti; zaten olacakları az çok tahmin edebiliyordum.

İlkem’i göz hapsine alan arkadaşları onun soluksuz dinliyorlardı lakin bir diğer taraftan da zaman hızla ilerliyordu. “Yol arkadaşlarım her şey iyi güzelde biz farkına varmadan vakit iyice ilerlemiş, ne diyorsunuz toparlanalım mı artık?” İlkem’in sorusu üzerine Ömür, kolundaki saate bakarken hayrete düşmüş dudaklarını dışa doğru kıvırdı. “Hakikaten zamanın nasıl geçtiğinin hiç farkına varmamışız.”

Sude, mızmızlanarak huysuzluk yaptığında, “Biliyorsunuz iznim bittiği için ben yarın gidiyorum. İlkem, hikâyenin devamını anlatmadan gidelim demeyin.”

“Güzelim anlatayım anlatmasına ama zamanı durdurmak maalesef benim elimde değil…”

Songül, “Ne yapacağız o zaman?” diye sorarken Rüzgâr, “Sanırım sona geldik zaten. En azından babanın tepkisini öğrenelim de ondan sonra kalkalım, gerçekten çok merak ediyorum.” dedi.

“Sona geldiğimiz falan yok arkadaşlar, eğer isterseniz hep birlikte bizim eve gidelim ve ben olay örgüsünün kalanını evde anlatayım sizlere, ne dersiniz?”

Herkes genç öğretmenin fikrine katılmış toparlanmaya başlamıştı ama tam o esnada ‘güm’ diye bir ses yankılandı dört bir yanda. Peşinden ikinci ve üçüncü ses…

Bölüm : 03.01.2025 21:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...