45. Bölüm

Özel Bölüm

My lore
my_lore

Yeniden birlikteyiz temas ailesi. Söz verdiğim gibi "özel" bölümle geldim.

Sizlerin de bildiği gibi final bölümü bazı sebeplerden dolayı kısa ve eksik olmuştu. Bu özel bölüm umarım eksik kalan taraflarını tamamlar.

Sizlerden beklentim bölüme oy verip genel görüş bildirmeniz

Keyifli okumalar...

📚📚📚

Yağmurun ardından toprak, taze bir sakinliğe bırakmıştı kendini; sanki kasabanın bütün hırçın hatıraları yıkanıp süzülmüştü. İlkem ve Rüzgâr arasında, yılların kırgınlığı ve geçmişin yaraları olmasına rağmen, zamanla filizlenen bir sakinlik vardı. Başlangıçta birbirlerine karşı mesafeleri; kırgınlıkla, kuşkuyla ve kırılmış güvenle örülmüş duvarlardı. Her buluşma, o duvarlardan bir tuğlanın daha gevşemesi gibiydi — sert, temkinli, ama kaçınılmaz olarak ilerliyordu.

 

İlkem, öğretmenliğinin disiplinli, ölçülü yüzünü hayatın geri kalanına taşırken; Rüzgâr, yıpranmış özgüveninin altında nazik bir direnç barındırıyordu. İlk buluşmalarında ikisi de dengeliydi; cümlelerin ucunda bekleyen bir soru işaretiyle gülüyor, geçmişin sarsıntılarını birbirlerine değdirmemeye çalışıyorlardı. İçinden geçtikleri zaman ise, çağlayan gibi akıp giderken, onları her seferinde biraz daha oturmuş bir yakınlığa yanaştırıyordu.

 

Günler küçük ritüellerle örüldü. İki helva gibi tatlı, ama ağır bir usul ile. Küçük kafe köşelerinde paylaşılan kahveler; meslekten, kitaplardan, sıradan bir günün yükünü hafifleten şakalardan söz ederken, gözler bazen başka bir dille konuşuyordu. İlkem’in bakışı, Rüzgâr’ın eline değdiğinde titriyordu; Rüzgâr, İlkem’in yüzünde farklı bir şey görüyordu: güvenilmeye değer bir duruş. Bu duruş, yılların en yalın açığa çıkışıydı. Şimdi bunu saklanmıyorlardı.

 

Birlikte geçirilen akşam yürüyüşleri, kasabanın sokak lambalarının altında daha içten bir ritim kazandı. Rüzgâr, gençliğinin yıkıntılarından öğrendiği kırılganlığı doğru yere koymayı öğreniyordu; İlkem, duygularını açmakta tereddüt ederken, küçük itiraflarla yavaşça sığınak veriyordu. Her "iyi misin?" sorusu, bir başka "ben buradayım" cevabına dönüşüyordu. Onlar birbirine sadece sevgiliymiş gibi bakmıyorlardı; aynı zamanda birbirine bir yeniden doğuş şansı veriyorlardı.

 

Yaşanan romantik anlar, mutlaka görkemli olması gerekmeyen türdendi. Öğle aralarında paylaşılan bir sandviç, yağmur altında kısa bir kaçamak, gecenin geç saatlerinde sokakta durup gökyüzüne bakmak… Her an, birer kutsal yasa gibi korunuyordu; çünkü ikisi de biliyordu bu bağın ince bir halat gibi narin olduğunu. Geçmişin gölgesi sıklıkla onların üzerine düşse de, şimdi tercihleri farklıydı: savaşmak yerine birlikte güçlenmek. Birlikte savaşmayı reddedip, hayatla barışmayı seçmek belki de en büyük cesaretti.

İlkem’in gözleri, Rüzgâr’a baktığında bir zamanlar sakladığı çocukluk zaaflarını görürüyordu; Rüzgâr, İlkem’e bakarken kendi kırılmış parçalarının tamir edilebilir olduğunu fark ediyordu. İki insanın yavaşça birbirine dayandığı o günler, bir çınarın kökleri gibi birbiri içine geçti. Her "seni seviyorum" sözcüğü ağızlarından ağır çıkmıyor, ama gözlerinde büyüyordu. Korkular, öfke, pişmanlık; hepsi masanın üzerinde duruyordu; ikisi de onları tek tek alıp başka bir yere koymayı öğreniyordu.

İkili, zaman içinde kendi iç dünyalarında küçük ritüeller geliştirdi: İlkem, Rüzgâr'a her sabah bir kısa not bırakıyor; Rüzgâr, İlkem’in sevdiği eski plakları bulup çalıyor; gecenin geç saatlerinde çay içmek için pencere kenarında konuşuyorlar. Bu küçük ritüeller, geçmişin ağır yükünü bir nebze olsun hafifletiyordu. Onlar savaşmayı bırakıp, birlikte nefes almayı seçmişlerdi.

 

İlkem ve Rüzgâr'ın aralarındaki güven yavaş ama sağlam bir zemine otururken, çevreleri de bu yeni halin farkına varıyordu. Sude, Ömür ve diğerleri, uzaktan ama dikkatle bu yumuşamanın içinde yerlerini alıyordu; hepsi geçmişin acısını taşıyordu, ama aynı zamanda yeni hayatların kıvılcımlarını görmekten umut duyuyordu. Kasaba küçük olsa da, insan kalbi büyük mucizelere gebe olabilir gibiydi.

 

Gecenin birinde, Rüzgâr sessizleştiğinde İlkem, sevdiği adamın elini tuttu ve konuşmaya başladı; "Biliyorum kolay değil. Biliyorum yaralar derin. Fakat ben buradayım; eğer sen de istersen, ben beklerim." Rüzgâr’ın gözleri doldu; sözler kısa, ama ağırlıkları bir dünyaya bedeldi. O an, geçmişin bütün fırtınaları sanki uzaklaştı. Çünkü ikisi de aynı şeyi istemeye başlamıştı: daha az acı, daha çok huzur; daha çok diriliş.

 

Bu istikrarın içinde, aşkları kademeli olarak büyüdü. Her yeni gün, onlara birbirlerine olan bağlılığı hatırlatıyordu; her yeni sabah, geçmişin gölgesini biraz daha uzaklaştırıyordu. Onların hikâyesi, bir nehir gibi; başlangıçta taşlı ve dar, ama giderek düzleşip genişliyor, bir vadinin içinden serin suyuyle akıyordu. Bu akış, kafalarının içinde biriktirdikleri yorgunlukları temizlemeye başlamıştı. Hayatla barışmayı seçmek, onlara yeniden nefes almayı öğretmişti.

İşte böyle, yavaş yavaş, günlük küçük anların üst üste binmesiyle, İlkem ve Rüzgâr’ın arkadaşlığı romantik bir ilişkiye evrildi. Bu evrilme ani bir sıçrama değil; bilakis uzun bir savrulmadan sonra gelen sakin, güvenli bir limanın açılışıydı. İkili, her anlamda artık aynı yönü işaret ediyordu: birlikte yaşamak, birlikte kurmak. Henüz hiçbir şeye imza atılmamıştı ama ikisinin bakışlarında, geleceğe dair bir kabul vardı; kırıklarla da olsa, yeniden inşa edilecekti.

---

Genç adamın evlenme teklifi, kasabanın bir sonbahar akşamında, sararmaya yüz tutmuş ağaçların gölgesinde oldu. Sıradan başlayan gün, narin bir kalbin kırılganlığında, beklenmedik bir sıcaklıkla sona erdi. İlkem için teklif, bir anda geçmişin ağır taşlarını yerinden oynatıyordu; ama bu taşların altından çıkan şey, umutlu, taze bir toprak kokusuydu. Kabul, gözyaşlarıyla, küçük bir "evet"le ve sarılmış ellerle karşılandı. O an, dünyanın bütün karanlığı kenarlara çekilmiş gibiydi.

Evlenmeye karar verdikten sonra fazla beklemeye gerek olmadığına karar verdiler. İkilinin düğün hazırlıkları, kasabanın ışıltısız ama içten sabahlarında başlamıştı. Gümüş deresinin kıyısındaki mesire alanı, çocukluk anılarının altın dokusuyla bezeli bir yerdi; dalların arasından süzülen ışık, çimenlerin üzerindeki çiğ taneciklerinde kıvılcımlanıyordu. Orası, çocukken onların evcilik kurduğu, saklambaç oynadığı, sırlarını fısıldadığı yerdı; şimdi ise yeni bir hayatın başlangıcına tanıklık edecekti. Sude, Ömür, Rüzgar ve diğerleri; her biri kendi geçmişiyle birlikte oraya geliyordu, ama bugün, geçmişin ağırlığı yerini kutlama ritüeline bırakmıştı.

Hazırlıklar canlı, ama nostaljik bir telaştaydı. Masa örtüleri el yapımı, çiçek aranjmanları doğal ve sadeydi. İlkem’in gelinliği, rüzgârın nazik dokunuşuna uygun, sade ama zarif bir çizgideydi. Rüzgâr ise, insanın içine sıcaklık veren bir heyecanla hazırlanmıştı; yüzünde çocukluğundan kalma bir hassasiyet vardı. Yavaş yavaş davetliler gelmeye başladığında, eski arkadaşlıklar kısaca hatırlanıp gülümsemeler çoğaldı.

Saliseler dakikalara evrilirken düğün boyunca gözler sadece çifte odaklanmamıştı; fakat o gün beklenmedik bir kıvılcım daha çakmıştı; İlker, Songül’ü fark etmişti. Songül, Ömür'ün kız kardeşi olarak hem tanıdık bir yüz hem de yeni bir nefesti; sakin ama dikkat çekici duruşu, İlker’in gözünde bir bilmece gibi duruyordu. Konuşma davetleri, danslar, kahkahalar arasında iki yabancı gibi başlayan bakışlar, kısa süre içinde bir melodiye dönüştü. İlker, Songül’e yaklaşmak için bahaneler üretiyor; Songül ise bu ilgiden rahatsız değil, tersine hafifçe gülümseyerek ona alan veriyordu.

Gençlerin düğünü, sıcak bir kır atmosferinde ilerlerken, İlker ve Songül’ün ilk karşılaşması da doğallığın içinde bir anlam kazanmıştı. İkili arasında ilk konuşmalar, şaşkın bakışlar ve gülümsemelerle örüldü. Songül’ün konuşurken yüzündeki içten samimiyet, İlker’in asker disiplininin arkasındaki yumuşaklığı ortaya çıkarıyordu. İlk görüşte beğenme deyince abartı gibi görünse de, o akşam ikisi için bir kıvılcım olmanın ötesinde bir şeydi: iki yalnız ruhun, birbirine tanışma davetiyesiydi.

Sude, bu sahneyi uzaktan izleyip kendi oyununu başarılı buldu; Ömür ise karedeki diğer parça olarak hafif bir tebessüm saklıyordu. Kasabanın insanların yüzünde o gün, tıpkı çimenlerin arasından süzülen güneş ışığı gibi bir ısı vardı. Çiftin etrafında dans eden herkes, geçmişin acı hatıralarını bir süreliğine arka plana itmişti. Gümüş deresi, çocukluklarının tanığı olarak, bu yeni başlangıca sessizce onay veriyordu.

Bilindik düğün ritüelleri, konuşmalar, halaylar geceyi yavaşça sarmıştı. Müzik, yerel bir orkestranın nazik çalgılarından yükseliyor, her şarkı bir anıyı canlandırıyor; bazen hüzünlü bir melodi, bazen neşeli bir koro. İlkem ve Rüzgâr, çevrelerindeki herkesin tanıklığında birbirlerine söz verirken, geçmişin yükleri bir nebze daha küçülmüş gibiydi. Sevgileri, sahici ve alçakgönüllüydü; öyle büyük laflarla değil, sessiz kararlılıkla kuruluyordu.

Tabii düğün uzadıkça, İlker ve Songül arasındaki ilişki de gelişiyordu. İlker, Songül’le konuşmak için fırsatlar yaratıyor; Songül, sıcak ama temkinli bir şekilde ona karşılık veriyordu. İlk dans, hafifçe yapılan bir şaka, birlikte paylaşılan bir tatlı… Hepsi, iki kişinin birbirini tanıma ritüeliydi. Bazen göz göze geldiklerinde, etraflarında bir sessizlik oluşuyordu; o an, sanki başka hiçbir şey yoktu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, etraftaki insanların sessizce dağıldığı bir anda, İlker Songül’ü elinden tuttu; çimenlerin üzerinde yürüdüler. Ay ışığı, Gümüş deresinin kıyısında pırıl pırıl parlıyordu. Konuşmalar yavaş, anlatılan anılar içtendi. Songül, hayatının sessiz parçalarını ilker’le paylaştı; İlker, askerlik yıllarının yükünü Songül’e açtı. İkisi, birbirlerini dinlerken, aralarına yavaşça bir bağ ördüler. O gece, ilk bakıştaki beğeni, gerçek bir meraka dönüşmüştü.

Gece yarısı olmuş bazı davetliler gitmiş olsa da hâlâ eğlenmeye devam edenler vardı. Herkes yorgun ama huzurluydu. Çocukluk anıları ile bugünün neşesi birbirine karışmıştı. Gümüş derenin kıyısı, artık sadece geçmişin değil, geleceğin de mekânıydı. Sadece İlkem ve Rüzgâr geleceğe mutlu bir adım atmamışlardı; İlker ile Songül de birbirlerine doğru yeni bir yol açmıştı. O gece, herkesin kendi hayatında bir dönemeç vardı; bazıları yeni bir başlangıç, bazılarıysa beklenmedik bir buluşmaydı.

---

Henüz düğünün coşkusu dinmemişken, beklenmedik bir gölge geceye düştü: İbrahim Ateş, yani İlkem ile İlker’in babası, davetsiz ve yorulmuş bir yüzle ortaya çıktı. Komutanın gelişi, orada bulunan herkesin yüzünde anlık bir gerilim yaratmıştı; çünkü geçmişte yapılanların yarattığı sancı, henüz tümüyle kapanmamıştı. İbrahim’in adımları kararlı ama yavaştı; gözleri, ikiz çocuklarının yüzlerine baktığında içten bir hüzün taşıyordu.

İlker, babasının gelişiyle öne atıldı ve onu karşıladı. İlk tepkisi sitem değildi, daha çok şaşkın bir soruydu: "Neden geldin? Seni davet ettiğimizi hatırlamıyorum." İbrahim, solgun ama dik bir ifadeyle, "Beni affetmeyeceğinizi biliyorum ama gelmek istedim. Gördüğünüz gibi… pişmanım." dedi. Sesi, yılların biriktirdiği yükle çatallanmıştı.

O ana dek, İlkem içindeki duyguların bir karışımıyla kalakalmıştı. Babasının varlığı, yeniden eski yaraların kabarmasına neden olmuştu çünkü. Geçmiş günlerin ihanetleri, annelerinin gözyaşları, dağılan yuvaların acısı birdenbire canlanmıştı gözünde. İbrahim, birkaç kelimeyle pişmanlığını ifade etmeye çalışırken; İlkem’in içindeki fırtına, sessiz ama yoğun bir baskıyla yükselmişti.

"Sen pişman olabilirsin," İlkem’in sesi bıçak gibi kesti ortamı, "ama pişmanlığın yaşadıklarımızı geri getirmeyecek. Hayatımızı senin yaptıklarının üzerine değil, sensiz nasıl devam ettirebilirizin üstüne kurduk. Biz seni hayatımızda istemiyoruz." İlkem’in sözleri keskin ve netti; geçmişin yaralarının bandajı henüz yeni düşmüştü ve oraya birdenbire tuz basılması gibi acı vericiydi.

İbrahim, son bir umutla ellerini açarak konuşmak istediğinde, "Kızım… ben çok pişmanım. Sizlerden bana son bir şans vermenizi istiyorum." Bu sözler İlkem’i durmaya yetmez; çünkü yılların içindeki hayal kırıklığı ve annesinin yıkılmışlığı vardır: "Hani Emel’le çok mutluydunuz? Hani Emel'le annemi aldatırken biz umurunda değildik? Senin ihanetin hem annemin hem benim hayatımı kararttı. Yuvamızı yıkan sensin. Şimdi git buradan ve bizi rahat bırak."

İbrahim’in yüzü solarken gözlerinde bir şeyler kırılıyordu. "Emel’den ayrıldım," dedi durgun bir ses tonuyla, "evliliğim yürümedi. Her gece şehit düşen silah arkadaşımın hayali hiç çıkmadı aramızdan. Ben yapamadım." Sözcükler peş peşe çıkıyordu ama İlkem’in yüreğinde bir çözülme yoktu; çünkü söylenenler kelime olarak geçse de, yılların yarattığı hasar bir çimento gibi sertleşmişti.

Bütün bu konuşmanın ortasında, kalan Rüzgâr ve diğerleri sessizce etrafı izliyor; kasabaya sızan bu dram, herkesin yüreğini sıkıyor. İbrahim’in gözleri artık suç ve pişmanlıkla dolu ve elleri titriyordu. "Biliyorum… ben hatalıyım. En kötüsü de hatamın bedelini size ödetmem oldu. Kızım, beni affet... "

Babası af diliyordu ama İlkem, bu kez daha sert çıkmıştı babasının karşısına: "Bize ne anlaşamıyorsan. Senin bahanelerin artık bizi yormuyor."

İlker ise, asker duruşunu koruyordu ama gözlerinde bir çatlak vardı; çünkü babasını anlamak ve reddetmek arasında gidip geliyordu. Onun için bu an, aile ile meslek, insan olma ile sorumluluk arasındaki bir hesaplaşmaydı. Babasının arkasında durma isteğiyle, kız kardeşinin acısını görme arasındaki dengeyi nasıl kuracağına karar vermeye çalışıyordu.

İbrahim son bir açıklama daha yapmaya çalışırken, "Sizlerin kederi, benim de kederimdi. Bilemedim. Oysa tekrardan sizlerle birlikte olmayı ne kadar çok istiyordum."

İlkem babasının konuşmasını bölerek; "Sen pişman olabilirsin ama biz seni hayatımızda istemiyoruz çünkü kendimize sensiz yeni bir hayat inşa ettik. Seninle tekrar aynı yola girmemiz mümkün değil." Sözler sertti çünkü kırılmış bir evin molozları üzerinde artık aynı projeyi inşa etmek imkânsızdır.

İlkem, babasının gözlerinde hâlâ umut kırıntıları gördüğünde bu işin ivedi olarak bitmesi gerektiğine karar verirken, acı dolu bir kararın soğukluğuyla bitirdi konuşmasını. "Yaşatılanları telafi edecek bir sözcük yok. Senin yaptığın ihanet, sadece bir hatadan ibaret değildi; bizim çocukluğumuzun yıkılması, annemin onarılmaz incinmesi… Sana bizi affetmen için bir fırsat yok." dedi.

İkiz kardeşler ve babaları geçmişle yeniden yüzleşirken, bir süredir onları izleyen biri vardı, Zarife Hanım... Sonunda çekingenliğini kırıp bütün cesaretini topladı ve ağır adımlarla yanlarına gitti. "İlker, onun ne işi var burada? Yoksa sen mi davet ettin?"

İlker ve İlkerm, iki kardeş arkalarından gelen sesle irkildiler. İlkler'den önce İlkem daha atik davranarak konuşmuştu. "Kendisi davetsiz misafir anne, zaten gidiyordu."

Ne kızına ne de oğluna bir cevap verebildi kadın. Çünkü yüreğine kök salmış geçmiş gözlerinin önünde fırıldak gibi dönüyordu. Titrek bir ses tonuyla konuştuğunda, "İyi bari," dedi ve onlara arkasını döndü. İster istemez gözleri dolmuştu ve kimsenin ağladığını görmesini istemiyordu. "Ben misafirlerle ilgilenmeye gidiyorum. Sizde gecikmeyin. İnsanlara ayıp olmasın."

Kullanılan sözcüklerin ardından kısa bir suskunluk çöktü ortama. Polis sirenleri, düğün alanının uzakta bir köşesinde hafifçe çınladı; belki kasabada hâlâ kuralları ve düzeni sağlama niyeti vardı. İbrahim, gözlerinde pişmanlıkla son bir bakış fırlatıp çocuklarına, fakat bu bakış artık geçerliliğini yitirmişti. Başını öne eğedi ve ağır adımlarla alandan uzaklaştı. Onun ardında kalanlar, geçmişin kırık parçalarını toplamakla meşguldü.

İlkem, Rüzgâr’a sarılırken elleri hâlâ titrek ama gözlerinde bir kararlılık vardı. "Bundan sonra…biz kendi yolumuzda ilerleyeceğiz, aşkım."

Bu sözlerin ardından Rüzgâr, başını daha sıkı yasladı eşinin omzuna; o an ikili, geçmişin yüklerini artlarında bırakıp yeni bir hayata yürümeye karar verirler.

 

Sude ve Ömür, İlkem ve Rüzgar ve diğerleri, sessizce etraflarında dolanırken, hepsi biliyordu ki bu gece bir sınav gecesiydi: kim geçmişle barışacak, kim geçmişe karşı durmayı seçecekti.

 

İbrahim’in pişmanlığı, samimi olsa da etrafına bıraktığı hasar onarılamazdı. Ne olursa olsun insanlar kendi yollarına giderdi; bazı bağlar tekrar kurulur, bazıları ise kopardı. Bu gece burada bir kararın, bir noktanın keskinliği yaşanmıştı; artık geri dönüşü yoktu. Yeni kurulacak hayatların önünde geçmişin gölgesi olsa da, İlkem ve Rüzgâr’ın el ele tutuşması, bir umut ışığı olarak doğar... kırgın ama canlı...

 

"Epilog" bölümünde tekrardan görüşmek üzere, hoşça kalın.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 05.10.2025 18:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...