BEN GELDİM YİNEE.
Özledim sizi çookk.
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir ve umarım bu bölümü de beğenirsiniz.
Whatsapp kanalına gelebilirsiniz. Link instagram biyografimde yer alıyor. Instagram hesabımı da profilden bulabilirsiniz.
Yazım yanlışlarım olursa şimdiden özür dilerim.
Satır aralarında bol bol yorumlarınızı bekliyor olacağım. Bol bol yorum yapın da ben de sizin yazdıklarınızı okuyayım aşklarım...
Başlamadan yıldıza basalım mı?
Okuyanlar için keyifli okumalar diliyor, sizi yeni bölümle baş başa bırakıyorum efendimmm...
***
Mabel Matiz- Bir Hadise Var
***
***
"Ateş, yakabileceği her şeyi
yakana dek yanar —
ancak o zaman söner..."
***
Cüda...
İhanet aşkı öldürür. Ölmek aşkı güçlendirir. Sarp'ın içi boş değildi hala. Dolup taşıyordu deli gibi. Bu bir ihanetin ayrılığı değildi, kaderin aşkını ondan çalışıydı. Hala seviyordu, hem de deli gibi. Canını hiç düşünmeden verecek kadar çok...
Görevde sadece o sessiz değildi ama. Timden de ses çıkmıyordu. Ortak acıyı yaşıyorlardı, Sarp'ınkinden hafifti ama hala ağır bir darbenin sızıydı bu acı.
Beş gündür görevdelerdi, ellerine geçen malları tutuyor, geldikleri yerin başında bekliyorlardı. Her şeyi alıp öyle bitireceklerdi görevi. Sarp'ın boş bakmalarına karşılık timde Ediz daha çok söz sahibiydi. "Komutanım siz bir şey yemeyecek misiniz?" Sarp'ın yanına gitmiş, onu duysun diye elini omzuna koymuştu.
Omzunda hissettiği hisle Ediz'e döndü Sarp. Soruyu duymamıştı. "Ne?"
"Açsınız komutanım. Bir şeyler yiyin." Ediz'in söylediklerine karşılık başını iki yana salladı. Elinin altındaki toprakla oynamaya devam etti. İstediği toprak ile elinin altındaki toprağın arasında 2.000 kilometreden fazla mesafe vardı.
Kimse Sarp'ın üstüne gitmek istemedi. Herkesin yaşadığı acıdan daha fazlasını yaşadığını görüyordu tim. Bazı şeylerin farkındalardı, Sarp söylemiyordu ama belli etmekten kaçınacak hali yoktu. Timin de bilip söyleyecek sözü yoktu.
Ahsen için bıraktığı sigaraya sürekli geri başlıyordu. Bu sefer bitecek gibi değildi. Bunca zamandır içtiği sigaraların dumanı Sarp'ın içindeki dumanlardan bir zerreydi. Paket çoktan bitmişti, Mert'e baktı. Durumu anlayan Mert bir şey demeden çıkardığı sigarayı yakıp öyle verdi Sarp'a. "Eyvallah."
Mert, Sarp'ın yanında oturmaya devam etti. Aralarında geçecek bir sohbet yoktu. Sarp'ın oturuşu her şeyi anlatır gibiydi. "Git uyu Mert. Benim uykum yok ben nöbetteyim."
"Benim de uykum yok komutanım." Mert'in amacı Sarp'ı yalnız başına bırakmamaktı. Bir empatisi yoktu, başına hiç böyle bir şey gelmemişti. Ne, nasıl hissettirir bilmiyordu. Normalde düşündükleri geride bırakacakları olurdu, bu sefer geride kalan onlardan biri olunca ne diyeceğini bilmiyordu.
Askerlik zordu, askerin yari olmak daha zordu. Çünkü habersiz bekleme, her an acı bir haberin habercisi olma, sevdiğini bir bayrakta arama ihtimalin vardı. Geride tek kalmak zordu. Şimdi iki zorluk da Sarp'ın üstüne yığılmıştı. Geride bırakırım diye korkuyorken geride kalan olmak koymuştu ona. "Diğerlerine söyle onlar uyusun sen de arka tarafta nöbet tut o zaman Mert!"
Kimse yalnız bırakmak istemese de o yalnız kalmak istiyordu. Karşı gelemedi Mert, çöktüğü yerden kalktı. Sigara paketiyle çakmağı Sarp'ın yanında bırakarak uzaklaştı.
Gecenin ayazı sert vuruyordu ama burada kar yoktu. Başını zifiri karanlık göğe çevirdi, şehirlerin ışıkları yoktu dağın başında. Gök temizdi, yıldızlar varlığını belli ediyordu. Her şeyde olduğu gibi en parlak şey dikkat çekerdi, en parlak yıldıza baktı.
Kimin artık gökyüzünde olduğunu biliyordu. "Ahsen... Yine gözümün önünde parlıyorsun." En parlak yıldıza bakmaya devam etti. Sanki onun Ahsen olduğuna ikna olmuş gibiydi. "Her gece gel tamam mı? Benimle her yere gel."
Gözleri etrafı tararken arada bulduğu boşlukta yıldıza bakıyordu. "Sakın kayma." Kayarsa tutamazdı. "Gittin. Dokunamıyorum bari seni izleyeyim." Ahsen'e bakar gibi içi gidiyordu yıldıza bakarken. Yanında hiç yıldız yoktu. "Annenin yanında mısın?" Koca gökyüzünde diğer yıldızlardan uzak, parlak tek yıldızdı. Doğru yıldızı seçtiğini biliyordu. "Yine değilsin. Artık kimsenin yanında değilsin değil mi?"2
Yıldız da Ahsen gibi sessizdi. Aynı parlaklığıyla durmaya devam ediyordu. Bir ay gibi gittiği her yerde onu görmeyi uman Sarp'a eşlik edecekti. Ahsen'in annesini bir güneşte, bir yağmurda, bir yıldırımda, gökte aradığı gibi Sarp da Ahsen'ini gökte arayacak en güzelini ona yakıştıracaktı.
***
"Kötü oldu baya." diyen Ruhi, Mert'in yanındaydı. Sarp'a uzaktan bakıyorlardı.
"Bir karşılık almadan kaybetmek de kötü." diye devam ettirdi Mert.
"Siz de çok izlemeyin. Bırakın acısını yaşasın, rahat bırakın." Ediz araya girmişti. Sarp'ın tek kalmak istediğini biliyorlardı. Diğerleri izleyip duruyordu, Ediz müdahale ediyordu.
"Dalgın komutanım. Bir şey olursa diye bekliyoruz." Ruhi uzaklaşmak istemiyordu. "Onu ilk defa böyle görüyoruz komutanım." Mert de aynıydı. Ahsen'e soğuk diyenler Sarp'a için de aynı şeyi söyleyebilirdi. Sarp da soğuktu, üzülür belli etmez, ağlamak ister gözyaşlarını geride tutardı.
Bu ilkti. Üzülüp belli ettiği, ağlamak isteyip tutamadığı ilk duyguydu. Aşktı ama yarım kalmış bir aşk. Sevmiş, belli etmişti. Karşılık almak için uğraşmaya yeminliydi, almaya başlamışken elinden kaçırmış olması, onu bir daha görememe gerçeğiyle saklamayı umduğu hiçbir duygu yoktu.
Güçlü olmak için sakladığı, duygunun güçsüzlük olduğunu düşünen bir adam artık bunların hiçbirini önemsemiyordu. Yine herkesin içinde içli içli ağlamasa da içindeki çeşme hiç kapanmıyordu. Tuzlu damlalar yarayı yakıyordu.
"Yaşamayan anlamaz oğlum. Burada hiçbirimiz bu duyguyu anlayamayız. Bırakın rahat rahat yaşasın acısını. O belli etmek istemez, doludur. İzin verin boşaltsın biraz içini." Ediz son kez konuşunca Mert de, Ruhi de Sarp'tan iyice uzaklaştı.
***
Göreve gitmeden önce Mete'ye vermek için aldığı anahtarla şimdi Ahsen'in evindeydi. Mete'nin dönerken onar verdiği bir kolye vardı elinde. Ondan çıkmış, sevdiği kadına gitmişti, sonra kızına, kızından da dönüp yine Demir'i bulmuştu. Zamanla anlamı değişmişti. Aylin'in 'A'sı, Demir'in 'D'si sadece Ahsen Dide'nin baş harflerinin anlamına varmıştı.
Kolayca açılan kapıyla Ahsen'in evine girdi Demir. Ahsen'in kendi kızı olduğundan emin gibiydi ama Mete test yaptırmayı tercih etmişti, Demir'in baba olduğunu görmesini istiyordu, lafta kalsın istemedi, belgelensin istedi. Mete'nin dediğini yapacaktı. Bu eve ikinci girişi olacaktı, ilk girişi aklına geldi. Ahsen'in tek başına doldurduğu evin kapılarını kendi başına açması Demir'i kötü etkilemişti.
Ahsen'in odasından bir saç örneği bulmak için kapısının odasının önüne dikildi. Girip girmemek arasında kaldı, kızı olsa da bir kadının odasıydı. Hiçbir anına şahit olamadığı Ahsen'in odasına izinsiz giriyor olmak Demir'i her ne kadar rahatsız etse de odasına girdi.
Ahsen'in toplu odasına burukça gülümsedi. Bir nefes çekti. Evlat kokusunu bir odadan almak garipti ama en azından oda hala buram buram Ahsen kokuyordu. Aynalı komodinin yanına ilerledi, iki tel saç için çekmeceyi açtı. Ahsen'in tarağını aldı, ne olur ne olmaz ayıkladığı iki üç tel saçın köklerine baktı. Bir peçetenin arasına sıkıştırdı, cebine attı.
Odasında gözleri gezdi, Sarp'ın baktığı çerçeve fotoğrafa Demir de baktı. Duru ve Ahsen'i gördü. Çekmeceye biraz daha baktı, Ahsen'in değerli fotoğraflarını sakladığı albümü gördü. Eline aldı.
Ahsen'in yatağına oturdu. Albümü açtı. İlk fotoğrafta Ege ve Ahsen vardı, arkalarında lisenin koca binası. İkinci fotoğrafta Berkin, Ahsen, Zeynep ve Ege vardı, okulun yurdunda çekilmiş bir fotoğraftı. Aylin'in gidişinden sonraydı. Ahsen ancak o zaman bu kadar rahattı. Sırasıyla tüm fotoğraflarda dolandı elleri, parmakları tek bir kişiyi seviyordu; Ahsen'i.
Ahsen'in güldüğü tüm fotoğrafların hepsi buradaydı. Küçüklüğünden pek fotoğraf olmasa bile gençliğinden bolca vardı. Özellikle okulda oldukları. Mezuniyet fotoğrafları, balo fotoğrafları, üniversite mezuniyeti. Altay'ın ona giydirdiği cübbe fotoğrafı. Ahsen'in ehliyet sınavına giderken bile arkadaşlarının çektiği fotoğrafları vardı.
Demir tüm bu anları kaçırmıştı. Yerine yenisini yaşayacak zamanı da yoktu.
Kızının karnelerine geçti. İlk baktığı şey fizik dersi notlarıydı. Hepsi yüksekti, diğer derslerde olduğu gibi. Gülümsedi. Aylin öğretti sanıyordu ama yanılıyordu, Aylin de, Ali de anlatmadan yapıyordu her şeyi. Babası başarısıyla belki sever diye matematiği daha üstte tutardı.
Çekmecenin en kenarında yan, sıkışık bir oda anahtarı duruyordu. Yatak odasının kapısının üstüne baktı, bu odanın anahtarı duruyordu kapıda. Anahtarı alıp odadan çıktı.
Evi tek tek gezerken kilitli odaya geldi. Anahtarı kapıya taktı, kapıyı açtı. Ahsen'in gizli odasını Demir açmıştı. Karşılaşmayı beklediği şey karşısında asılı olan savaş pilotu üniforması değildi. Üstünde Ahsen'in ismi yazıyordu, kan grubu. Filo arması vardı.
Maket savaş uçakları, bir sürü dosya, bir hedef tahtası ortasında delik deşik Ali'nin fotoğrafı, Aylin'in onun için lunaparkta kazandığı ayıcık, abisinin ona verdiği hediye oyuncak bebek, bir yay ve okları... Ahsen'in herkesten sakladığı ama unutmak istemediği ne varsa buradaydı. Masanın üstünde minik bir yer kaplayan mermi vardı; onu öldürmeyen, silaha tutukluk yapan mermi de burada yer alıyordu. Demir de Ahsen dışında kimsenin bilmediği gibi bilmiyordu. Anlamıyordu da bunların ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini.
Ahsen'in asker olmadığını biliyordu ama olamadığını bilmiyordu. Savcı olduğunu, severek yaptığını biliyordu ama hiçbir zaman ilk seçeneğinin savcılık olmadığını, savaş pilotu bir asker olmak istediğini bilmiyordu. Bir heves olduğunu sanıyordu ama Ali yüzünden sağlıktan elendiğini bilmiyordu. Ahsen'i sadece kendini gösterdiği kadar tanıyordu, yani hiç tanıyamamıştı.
Odadan çıktı, hiçbir şeyin yeriyle oynamadı, Ahsen'in geri dönemeyeceğini bilse bile eskisi gibi yaptı her şeyi, kapıyı kilitledi tekrar ve anahtarı bulduğu yere geri koydu.
Yanına aldığı birkaç fotoğraf ve cebinde test için aldığı saç telleri vardı. Adli tıptan özle isteyecekti, uzun sürsün istemiyordu. Eşi Yeliz'le de konuşması gerekiyordu.
***
Demir, Ahsen'in saç telini ve kendi saç telini teste verdi. Eve döndüğünde eşi evdeydi. "Erken dönmüşsün." diyen eşinin yanına gitti, sarıldı.
"Erken döndüm... Biraz konuşmak istiyorum seninle." Yeliz'in ellerini tuttu. Seviyordu eşini, çok seviyordu hatta. Üzmekten korkuyordu.
"Dinliyorum hayatım." Demir'in üzgün olduğunu görünce endişelenmişti. "Hasta mısın? Solgun duruyorsun." Demir'in yanaklarına dokundu elleri.
Demir başını iki yana salladı, yanaklarında duran elleri tutup öptü. "Hasta değilim." Derin bir nefes aldı, nefesi ciğerlerine battı. "Seninle evlenemeden önce de bir evliliğim oldu demiştim ya," Yeliz'in gözleri Demir'in gözbebeklerine sabitlendi, başını sallayarak hatırladığını onayladı. "Savcının annesiymiş... Mete, manevi oğlum demiştim. Savcının abisi."
Ahsen'in öldüğünü bildiği için üzüntüsü arttı, Demir'in tanıdığı biri olması daha yaralayıcı olmuştu.
"Yeliz, canım... Biyolojik olarak çocuğum olabilir Ahsen." Bu cümleyi kurmak Demir'e da garip gelmişti.
Yeliz içinde şaşırtıcıydı. "Ne, yani nasıl? Bilmiyor muydun babası olduğunu? Anlamıyorum." Bir babanın çocuğunu bilmemesi kadar tuhaf bir şey yoktu, insan ne yaptığını bilir diye düşünüyordu.
Demir'in de düşündüğü buydu. Aylin ile yaşadıkları şeylerin farkındaydı. Aylin'in bile henüz hamile olduğunu bilmediği zaman Demir gitmişti evden. Aylin de söyleyememişti. "Bilmiyordum, Mete dedi. Ben gittiğimde, onlar eski hayatlarına geri döndüklerinde hamileymiş Aylin. Ben bilmiyordum."
"Emin misin peki?" Olayın şaşırtıcı etkisi büyüktü, hemen atlatacak kadar küçük değildi.
"Test verdim." Hızlandırılmış testti, özel bir rica ile adli laboratuvarda yapılıyordu. Haber bekliyordu Demir. "Büyük bir ihtimal Ahsen benim kızım." diyerek devam ettirdi.
"Babam dediği kimdi peki, o da seni bilmiyor değil mi?" Yeliz'in sorusuna başını salladı Demir. Yeliz'in üzüntüsü büyüdü. "Artık mümkün değil..."2
Demir'in gözleri doldu. "Geç kaldım." Ahsen'in baba dediği adam olamadığının farkındaydı. Baba dediği adamın ona yaşattıklarının raporları tam olmasa da Doruk tarafından dosya ile Demir'e iletilmişti ama henüz bununla yüzleşmeye hazır değildi.
"Neden sana söylemedi ki?" Yeliz'in sorduğu sorunun cevabı Demir'de de boştu. Onun da en çok merak ettiği şey buydu.
"Bilmiyorum." Demir elleriyle suratını kapatıp gözlerini ovuşturdu. "Bana sinirli misin?" diye sordu. Kendini kötü hissediyordu. Karısına, eski karısından bahsetmekten, bir de ondan habersiz bir çocuğundan bahsetmedi rahatsız etmişti. Yeliz'i üzmek istemiyordu.
Ne Mete'den beklediği tokadı aldı, ne de Yeliz'den kötü bir cevap. Yeliz başını iki yana salladı. "Kızmadım. Seni seviyorum, beni sevdiğini biliyorum. Geçmişinde yaşadığın şeyler beni ilgilendirmez, sadece üzgünüm. Babalıktan mahrum kaldığın için." Kendi sağlık sorunları yüzünden Demir'e bir evlat verememişti, üzülüyordu. Demir'in bir çocuğu olduğuna sevinecekti ama sevinemedi. Ahsen'i o da tanıyordu, sevmişti.
Demir'in de üzüldüğü buydu. Ahsen'i baba kız ilişkisinden uzak, bir savcı olarak tanıdığı için üzgündü. Öğrendikten sonra kaybetmek nasıl bilmiyordu, ya da başından beri bilip kaybetmek bilmiyordu ama kaybettikten sonra öğrenmek hiç kolay değildi, bunu biliyordu. "Seni seviyorum." Yanında olan tek canına sarıldı. Yeliz'in çocuk konusunda kendini eksik hissettiği her bir anı söküp atmak istiyordu. "Senin üzülmeni istemiyorum." Yeliz'in saçlarından öptü.
"Bir evlat vermek çok istedim, benden mümkün değildi ama evlat vermiş sana Allah. Üzülüyorum. Keşke vakit geçirseydin." Babasız bir ömür bitiren kız, evlatsız yaşlanan bir baba düşündükçe üzüldü Yeliz. Onun kaybettiği bir şey yoktu, eşi hala yanındaydı ama kaybettikten sonra kazanılmış boş bir ümit içindi tüm bu mutsuz duygular. "O hastane kayıtları ne peki?" dedi birden. Demir bakamamıştı ama Yeliz ne olduğunu bilmeden bakmıştı.
"Baktın mı?" diye sordu Demir. Kızmamıştı, eve giren şeyin gizlisi saklısı olmazdı.
"Baktım. Bu kız kimden gördü bu şeyleri Demir?" Doktor değildi ama olmasına da gerek yoktu. Kayıtların altında yazan detaylardan, birinin yanlışlıkla ya da kendi kendine verebileceği bir zarar olmadığı belliydi.
Babasından demek için açılan ağzından sadece isim çıktı. "Ali."
"Babası bildiği adam." Bakmadığı raporları merak ediyordu. "Çok," yutkundu. "Çok mu kötü?"
Yeliz sadece başını salladı. "Sen nereden öğrendin, yani babası- pardon, o adamın yaptığını?"
"Abisi dedi, Aylin'i o öldürmüş. Kızını sevmezmiş, karısını öldüren sevmediği kızına da kıyar. Belki de biliyordu, onun kızı olmadığını bildiği için yapmıştı belki de." Çok sorusu vardı, Ahsen'e de, Aylin'e de çok sorusu vardı Demir'in. Hiç öğrenemeyeceğini düşündüğü binlerce soru.
Yeliz'in gözleri büyüdü. Sadece Ahsen'i değil aynı anda Mete'yi de düşündü. Öyle bir aileden yetişmenin gerçekliğini düşündü. Çocuk için ne kadar çok dua ettiğini ama olmadığını fark etti. Herkesin anne baba olmaması gerekiyordu. Evlat, kolay söylenebilen bir kelime gibi kolay bir şey değildi. Alınması gerekilen büyük sorumluluk, verilmesi gereken büyük bir sevgiyi gerektirirdi.
Demir kağıtları eline aldı. Açamadığı dosyayı tutarken elleri titriyordu, ilk defa bir şey onu bu kadar çok geriyordu. İlk kağıdı gördü.
Çocuk Acil - Detaylar: Kafa travması (tanımlanmamış)
Çocuk Acil - Detaylar: Göğüs Daralması, Ağrısı (tanımlanmamış)
Çocuk Acil - Detaylar: Sol El Parmakları Kırılması
Çocuk Acil - Detaylar: Ağız İçi Kesikleri
Çocuk Acil - Detaylar: Düşme Yaralanması
Daha çok vardı, bakamadı. Okuyor olmak canını yakmıştı. Okuduğu ne varsa canı yanıyordu. Göğsü daralmıştı, başı ağrıyordu, elleri acıyordu, büyük bir darbe yemiş gibi sızlıyordu tüm kemikleri. İki eli birden yüzünü kapattı. Ali'nin hiç yakalanmamış olması da bir soru işaretiydi.
Çaresiz bir adamdı, yaşlanmıştı ama yaptığı tek şey yine birilerinden destek almaktı. Yanındaki eşine tutundu, yetmedi. Annesini aradı, ailesini çağırdı. İnsan kaç yaşında olursa olsun anne ve babasına ihtiyaç duyuyordu. Herkes ölümün farkındaydı ama uğrasın istemiyordu. Yirmi bir gramı eksik sayamıyordu.
Yaşı olmayan ölüm, Demir'in anne ve babasını almamıştı ama küçük kızı yoktu. Küçük ama kocaman olan kızı yoktu...
***
Sabah dörtte kalkan bir Ahsen vardı. Karanlıkta, soğukta bir saat dışarıda koşan, eve geldiğinde sessizce spor yapan bir makineye dönüşmeye çalışıyordu. Üç yıl önceki rutinine geri dönmüştü.
O koşarken dışarıda peşinden koşturdu iki adam daha vardı. İki gün sonra takibi bırakmışlardı. Dışarıda olası bir tehlikenin Ahsen'e bu düzende yetişmesi mümkün değildi. Koşusu bittikten sonra eve döndü. Herkes uyurken o kulağındaki kulaklıkla tavana asılı boks torbasının başına geçti. Defalarca vurdu, saat hızlı geçiyordu, anlamıyordu.
Arkasından yaklaşan Taylan'ı duymamıştı ama hissetti. Vuracakken Taylan geriye adımladı. "Benim ben!"
Kulaklıkları çıkarttı Ahsen. Nefes nefese konuştu. "Ben oyalanırken böyle yaklaşma!"
"Ne yapabilirim? Kulaklıklasın." Boks torbasına dönen yeniden vurmaya başlayan Ahsen'i izledi.
"Bir şey fırlat, ışığı aç kapat ne bileyim. Yaklaşma." Terlemişti ama önündeki cansız bir kum torbası gibi gözükmüyordu Ahsen'e. Nefret ettiği ne kadar yüz varsa hepsi birleşmiş bir vücut oluşturmuş da karşısında dikilmiş gibi görüyordu. Vurdukça vurası geliyordu.
"Kaçta kalktın?" Ahsen'in bu düzenine eskilerden hakimdi Taylan. O kişiliğin geri dönüp dönmediğini merak ediyordu.
"Dört." Kısa bir cevap verdi. Nefesini boşa harcamak istemiyordu.
"Dört saatlik uykuyla daha ne kadar böyle devam edeceksin?"
"O kadar saat kafi!" Bir dirsek, bir diz attı karşısında duran torbaya. Vurdukça sarsılıp sallanan torbanın geri gelmesini beklemiyordu. Torbanın üstüne gidiyordu. Tekmeledi. "Ben memnunum halimden."
"Dide eskiden antrenmana ihtiyacın olduğu için yapıyordun, bir şey demiyorduk. Şimdi ihtiyacın yok, belli." Ahsen'in daha iyi olmak için yapmadığının farkındaydı.
"Taylan o baby face suratına dirsek yemek istemiyorsan bulaşma bana." Ahsen de ihtiyacı olmadığının farkındaydı ama kafasını dağıtan tek şey buydu. Elinin altında parçalayabildiği tek şey de buydu.
Taylan uzaklaştı. Elini sardı, eldiven geçirdi. "Gel. İndirdiğin an biter."
Ahsen durdu. Taylan'ın emin olup olmadığını bir süre inceledi. Kaşları havalandı. "Emin misin?"
Taylan başını salladı. "Yorgunsundur artık herhalde?" dedi sessizce.
"Adrenalin Taylan." Taylan, Ahsen'in dediğinin ne anlama geldiğini anlamıştı ama eldivenleri çıkartmadı. Ahsen bir kez daha konuştu. "İkimizden biri pes edene kadar..."
"Yani ben pes edene kadar." Taylan, Ahsen'in karşısına geçti.
"Ben kilide almam Taylan biliyorsun. Ya diz atarım, ya dirsek. Muay Thai mi? Kick boks mu?" Muay Thai ile ilgilenen Ahsen'di. Kick boks'a yıllarını veren de Taylan.
"Bacak arası, baş arkası hariç istediğin olsun kara panter." Ahsen'in darbelerini biliyordu. Attığı bir dizle kaburgasının çatladığını da hatırlıyordu. Ölmek istemiyordu.
"Ölmeye yakın pes et. Yoksa ne olur biliyorsun?"
Soner'in sesi geldi. "Durun!" Ahsen de Taylan da Soner'e döndü. "Diğerlerini de çağırayım ben." Kapıdan kısa süreliğine ayrıldı. Yüksek sesle seslendiğinin sesi geldi. "Çağla! Mutlu! Gelin!"
Mutlu'yu da Çağla'yı da çağırdı. "Bu anı bir kez kaçırmıştım, bir daha kaçıramam." Soner konuşmaya devam etti. "Kim alır?"
Çağla ikiliye baktı. "Bitiş Taylan'da olabilir." Soner de Çağla'yla aynı fikirdeydi. Mutlu'ya döndü. "Sence?"
Mutlu, Ahsen'le göz göze geldi. "Dide. Üstüne bahis bile yaparım."
"Başla Taylan." O kadar sesten sonra Ahsen konuştu. Herkes konuşmaya devam etti, Ahsen beynindeki sesleri susturdu. Tek dileği bir süre sonra gördüğü yüzün nefret ettiği kişilere dönüşmemesiydi.
"Güreş var mı?" diye sordu Taylan.
"Düşürürsen neden olmasın. Ama suratın..." Ahsen olduğu yerde sallanıyordu. Annesinden sonra başlamıştı dövüş öğrenmeye. İki yıllık bir boks geçmişinden sonra kendi tercihiyle Muay Thai yapmaya başlamıştı, sekiz yıldır profesyonel olarak yapıyordu. Bu sporun da ekmeğini çok yemişti. "Suratını dizime yaklaştırmayı deneme Taylan."
Taylan, Ahsen'e yaklaşmaya başladı. Adım adım yaklaşırken gözleri Ahsen'deydi. Vurmaktan çekinmeyecekti, karşısındaki kadın zayıf biri değildi. Suratına doğru sert bir yumruk salladı.
Yanağını teğet geçen yumruğa gülümsedi. "Suratın çok açık Taylan." Suratına vurmadı, karnının yanına sert bir yumruk attı. Henüz dirsek için erkendi. Ahsen'in adrenalini Taylan'dan çok daha fazlaydı. Taylan sakin başlamıştı. Onu biraz sinirlendirmek istiyordu.
Gelen yumruk Taylan'ın suratını hiç bozmadı. Taylan da gülmeye başladı. "Devam et." O da Ahsen'in karnına sert bir yumruk attı. Tekme atmak için hareketlendi.
Kick Boks'ta tekme yakalanmazdı ama bu Ahsen'in sporunda geçerli değildi. "Yakalarsam yatırırım." Taylan'ı düşürdü, üstüne çıktı. Dediği gibi kilide almadı, peş peşe karnına vurdu. Bir başkası olsa sadece karnıyla kalmazdı ama Taylan lazımdı.
"Üste çıkarsam yatarsın." Taylan durumu değiştirdi. Yerdeyken yakaladığı Ahsen'i döndürüp yatırdı. Ahsen'in aksine boyun kilidine aldı. Ahsen'in boynuna bastırdı. "Pes edersen diye..."
Boğazı sıkılan Ahsen sadece kıkırdadı. Şu an konuşamıyordu. Belinden aldığı destekle Taylan'ı kaldırdı, Taylan'ın kolunu biraz gevşettikten sonra nefes aldı. Boynunu kaptırmamak için çenesini sıkıştırdı. Taylan'ın çenesine dirsek attı, beliyle de Taylan'ı üstünden fırlattı. Hızlı toparlandı. Yerdeki Taylan'ın tepesine çıktı. "Pes etmek?" Taylan'ın göğsüne bastırdı. "Ne zaman duydun? Ne zaman yere iki kere vurduğumu gördün?"
Zor ve az bir nefesle Taylan konuştu. "Görmedim." Ahsen'in yüzüne yumruk atmaya çalıştı, gelmedi.
"Kolların mı kısaldı Taylan? Uzanamadın mı?" Ahsen, Taylan'ın biraz daha kışkırmasını, sinirlenmesini bekliyordu. "Kalk Taylan! Hemen böyle düşecek misin?" Dizleriyle iki yana vurmaya başladı. "Pes edecek misin?" Taylan'ı sınamaya devam ediyordu.
Yavaş yavaş Ahsen'in istediği oluyordu. Taylan'ın nefesleri sıklaştı. Yediği sert darbelerin acısının artması gerekirken Taylan hissizleşmeye başlamıştı. Taylan da, Ahsen'in içinde bulunduğu duruma giriyordu. Ahsen'i yere sertçe fırlattı, üstüne yürüdü. "Kalk Dide!" Ahsen'in bacağını sıkıştırdı. "Bacağını kırmama izin mi vereceksin?"
"Unutmuşsun..." diyen Ahsen yerde keyifliydi. Taylan'ı getirdiği halden memnundu.
"Yediğin tekmeyi." Taylan'a attığı tekme sert olmuştu. Gücünün yarısından fazlasını kullanmıştı. Taylan, Ahsen'in üstünden diğerlerinin ayak ucuna fırlayıp düştü. Ahsen kalktı. "Kalk, ben yerden sıkıldım. Kilide almayacağım." Yerde işi yoktu.
Taylan kalktı. "Kaburgamı bir kez daha kırdırmam Dide!"
"Bence de Taylan. Koru kendini, pes ettir beni." Ter içinde kalmış Taylan üstündeki tişörtü çıkardı. Ahsen'e doğru adımladı. İlk hamleyi Ahsen'den bekledi. Ahsen güldü.
"Gönder gelsin." Bu lafın üstüne Ahsen başlattı, üst üste yumruk atmaya başladı. Her birinden kaçan Taylan'a döndü. "Muhammed Ali izlenmiş?"
"Boks da o, bende tekme de var." Ahsen'e tekme attığı sıra Ahsen'in getirdiği diziyle kaval kemiğine sert bir darbe yedi Taylan. Sert olmuştu, acıya dayanamadı. Yere düştü. Ahsen kırmadığına emindi, Taylan'ın da attığı tekme belli bir hızdaydı. "Sikeyim..." Canı acıdıkça daha çok sinirleniyorlardı.
"Kalkacak mısın?" Taylan'ın başında bekliyordu. Vurmaya devam etmedi. Sesi sakindi ama hala Taylan'ın kalkmasını bekliyordu.
Kalkmaya çalışan Taylan'ı Mutlu durdurdu. "Yeter bu kadar. Görevde ikiniz de lazımsınız. Yaralanırsanız iyileşecek kadar süreniz yok." Bitirmek için en uygun zamanı kollamıştı. Bu anın gerisini Çağla da Soner de Mutlu da tahmin edebiliyordu. Ahsen ve Taylan ikisinden birisi dövüşemeyecek hale geldiklerinde bırakacakları kıvama gelmişlerdi. Durmaları gerekiyordu. İkisi de üstelemeden durdu.
Taylan yerden tişörtünü aldı. Ahsen eşyalarını topladı. "İyi misin?"
"İyiyim..." Aralarında birbirlerine duydukları sinir yoktu. İkisi de kazanmak istiyorlardı ama karşılarında olan kişilerin kim olduklarının farkındalardı. Ne Ahsen, Taylan'a acımasızca vurabilir, sinirlenebilirdi ne de Taylan, Ahsen'e. "İyi geldi."
"Her sabah buradayım Taylan'ım." Ahsen durduğu odadan çıkıp duşa girdi.
***
Hayat İzmir'de devam ediyordu. Mete için kısa bir ara verse de akıyordu. Duru bir süredir evdeki sessizliğe alışmaya çalışıyordu. Okuldaydı. "Duru'cum sen de katılmak ister misin dramaya?" Öğretmene cevap vermek için konuşmadı, sadece başını iki yana salladı.
"Neden?" Duru'nun katılmak işin heyecanlandığı dramaya neden katılmak istemediğini merak etti.
"Öğretmenim Duru'nun halası ölmüş." Sınıfın ortasında yüksek sesle Naz adındaki kız bağırmıştı. "Annem söyledi, babası konuşurken duymuşlar. Halasına vurmuşlar." Duru bu detayları bilmiyordu, babası sadece onun melek olduğunu söylemişti.
"Naz'cım böyle söylenmez ama." Öğretmenin uyarılarına omuz silkti.
"Ölmedi benim halam! Melek oldu dedi babam!" Üzüntüsünün üstüne minik bir sinir eklendi.3
"Baban sana yalan demiş o zaman!" Duru'dan öğretmenine döndü. "Annem dedi ki halası zaten deli gibiymiş, silahı da varmış." Tüm çocuklar korkmuştu.1
"Benim halam deli değil, savcı!" Duru hiç halasının silahını görmemişti. Ahsen, Duru'nun yanındayken yanında silah taşımamaya özen gösteriyordu.
"Naz, arkadaşına bu şekilde konuşamazsın. Savcılar silah taşıyabilirler, polisler gibi." Çocukların korkularını anlayarak açıklama yapan öğretmen Duru'ya baktı. "Naz arkadaşını kırdığın için özür diler misin?"
Naz omuzlarını salladı. Duru'ya bakmıyordu bile. "Naz arkadaşından özür dilemen gerekiyor." Öğretmenlerinin diretmesiyle Duru'ya döndü. İsteksiz bir şekilde konuştu. "Özür dilerim."
Öğretmen tüm çocuklara baktı. "Kimseye kötü söz söylemek yok, tamam mı? Siz arkadaşsınız, birbirinize destek olmanız gerekir."
Batu oturduğu sandalyeden kalkıp Duru'nun yanına geldi. "Üzgün müsün?" Duru başını salladı. "Sarılalım?" Duru yine başını salladı. Batu, Duru'ya sarıldı.1
Herkes oyun alanında oynarken Duru sadece masada resim çiziyordu. "Hamur oynayalım mı?" Batu'nun sorusuna cevap verdi. "Resim çizmek istiyorum."
"Biz hamur oynuyoruz Batu sen de gel." Naz, Batu'ya seslendi.
"Ben de istemiyorum." Duru'nun yanında oturmaya devam etti. "Kimi çiziyorsun?" diye sordu.
"Kimseyi." Bir tarafta babaannesi, yanına da halasını çiziyordu. Artık halasının arkasına da kanat ekliyordu. Batu'ya söylemek istemedi.
Duru oturduğu sandalyeden kalktı. Öğretmeninin yanına gitti. "Ben eve gitmek istiyorum."
"Az kaldı. Annen ve baban işteler, biraz daha oyna canım, zaman çabuk geçer."
"Babam işte değil. Kalmak istemiyorum, gitmek istiyorum." Eşyalarını toplamak için masaya geri döndü. Çizdiği resmin üstü karalanmıştı, halasının elinde silah vardı. Sinirlendi, bir şey söylemek yerine öğretmenine göstermeyi tercih etti. "Resmimi karalamış birisi." Naz olduğunu düşünse de emin konuşmuyordu.
"Çocuklar, bana bakın!" Öğretmeni, Duru'nun resmini sınıfa gösterdi. "Resmi kim karaladı?" Kimseden ses çıkmıyordu. "Kim yaptıysa söylesin lütfen, saygısızlığı yüzünden arkadaşınızdan özür dilemesi gerekiyor. Yalan söylemek kötü bir şey biliyorsunuz." Yine kimse ses etmedi. Öğretmenin de tahmini vardı ama emin olmadan kimseyi suçlayamazdı, ya da şahsi soramazdı.
Duru, öğretmenine döndü. "Babamı istiyorum..." Öğretmeni başını salladı. Mete'yi aradı.
Mete, kardeşi hakkında hiç telefon almamış aldığında ise kötü bir haber olduğunu öğrenmişti. Duru'nun okulundan da hiç aranmamıştı. Telaşlı açtı telefonu. "Alo? Duru'ya bir şey mi oldu?"
"Yok Mete Bey. Duru iyi ama sizin gelip almanızı istedi." Mete oturduğu koltuktan kalktı.
"Tamam ben geliyorum almaya." Mete acele bir şekilde evden çıktı, Duru'nun okuluna gitti. İçeride durmayı istemeyen Duru her şeyini toplamış kapının önünde babasını beklerken Mete arabadan fırladı. "Kızım?"
"Baba..." Duru, başka hiçbir şey söylemeden Mete'ye koştu, kucağına atladı. Ahsen'in gidişinin henüz farkında olmadığı için anlamamıştı. Birine üzülmek için gerçekten kaybettiğini anlamak gerekiyordu, Duru bugün halasının ölümünü kabullenmişti. Ağlamaya başladı.
Duru'ya sormak yerine direkt öğretmenle iletişime geçmeyi tercih eden Mete, kızı ağladığı için ve neye ağladığını bilmediği için sinirlenmişti. "Ne oldu?"
"Arkadaşlarıyla biraz..." Ne diyeceğini bilemedi. "Başınız sağ olsun." dedi ardından. Konunun ne olduğunu söyleyemedi ama ne anlatmak istediğini anlatacak tek şey buydu.
"Biri bir şey mi dedi?" Kızını hiç böyle üzgün görmemişti Mete. Duru'yu her ne kadar Dide'ye benzetse de Dide gibi ağlamasını istemiyordu. İki kişiyi ayıran özellik yavaş yavaş kayboluyordu. Duru, Mete'nin omzuna gömdü başını.
"Arkadaşının ailesiyle ben konuşacağım Mete Bey."
Mete bir şey demeden arabaya ilerledi. Duru'yu arabaya sokamadı ama. "Kucağında kalmak istiyorum." Mete de dik durmakta zorlanıyordu. Başını sallayarak arabasının kapısını geri kapattı. Kucağında sıkı sıkı tuttuğu kızıyla yolda yürümeye başladı.
"Anlatmak ister misin?" Kendi babası geldi aklına, o babası gibi değildi. Kızıyla ilgilenmek istiyordu.
"Halamda silah mı var?" Başını kaldırdı, babasını gözlerinin içine baktı. Minik elleri her zamanki gibi babasının yanağına çıkmıştı.
"Vardı." Duru'nun hiç görmediğini biliyordu ama ona yalan söylemedi. "Halan silahı boşuna taşımıyordu ama miniğim. Polis gibi, asker gibi. Halan savcıydı."
"Naz'ın annesi demiş ki halam vurulmuş." Mete ne Duru'ya ne de Naz'a sinirlendi, sinirlendiği tek şey Duru'nun yanında kendisi bile konuşmamaya özen gösterirken bir yabancının kardeşi hakkında küçücük bir çocuğun yanında böyle konuşmasıydı. "Nasıl vurdular ki? Silahla mı vurmuşlar?"
"Bunları bilmemen gerekiyor babacığım. Sana söylediğim kadarını bilmen gerekiyor. Ben senden hiç kötü bir şey sakladım mı?" Duru başını iki yana salladı. "Sadece halan da artık babaannenin yanında. Nasıl olduğu önemli değil, aynı yerde."
"Bir daha hiç göremeyeceğiz değil mi?" Duru'nun yeniden gözleri doldu.
"Kötü adamlar mı yaptılar baba?" Çok sorusu vardı, aklı ermiyordu ama sormak istiyordu. Cevapları anlamasa bile merak ediyordu. Ahsen'in dışarıya olduğu halini Duru hiç görmemişti.
"Bilmiyorum kızım, kim yaptı bilmiyorum." Mete, Duru'nun gözlerindeki ıslaklığı sildi elleriyle. "Evimize gidelim mi?"
***
Azra'nın telefonu çaldı. Herkesle birlikte dönmüştü ama dayanamamıştı, geri döndü İstanbul'a. Tek başına olmak istedi. Ahsen'in mezarına gidip duruyordu. Demir'in istediği hastane kayıtlarını düşünüyordu günlerdir, çocukluğu yine aklına gelmişken Diyarbakır'da kalmak istemedi. İşten uzak kalmak istedi bir süre, telefonun baktığında kayıtlı bir numara olmadığını fark edince kaşlarını çattı. Aramayı açtı. "Alo?"
"Alo, merhabalar." Kısık, genç bir erkeğin sesini duydu. "Avukat Azra'sınız değil mi?"
"Evet?" Tanımadığı bir sese cevap verdi.
"Bana arkadaşınız sizin kartınızı verdi, sizi aramamı istedi." Tedirgindi Sarp. İş yerindeydi, sessiz olmak zorundaydı.
"Ne için, kim ve nereden arıyorsunuz?" Bir an için tüm dikkatini telefonda konuşan sese verdi. Ahsen'in mezarının başındaydı. Diyarbakır'dan İstanbul'a yeni gelmişti, hemen dönemezdi.
Sarp, Ahsen'in adını bilmiyordu. "Çocukluk arkadaşınız olduğunu söyledi, hakkımı alabileceğimi söyledi. Sizin numaranızı verdi. İstanbul'dayım." Durakladı, süreyi hatırlamaya çalıştı. "Beş... Beş ay önce sizin numaranızı vermişti ama sizi şimdi arayabildim." İki gün sonra ara dediğinde de arayamamıştı zaten. Günler geçmişti.
Azra, o kişinin Ahsen olduğunu anlamıştı. Yine de "Kadın mı?" diye sordu, duymak için.
"Nasıl yardımcı olabilirim sana?" Karşısında yazan isme baktı, oturduğu yerden kalktı. Aylin'in mezarına da baktı bir süre.
"Telefondan anlatamam, sizin buraya gelme şansınız var mı acaba?" İş yaparken kesik kesik anlatmayı planlıyordu.
"Olur, bana konum at." Telefonu kapattı, mezarlıktan çıktı.
Sarp konum attı, altına kısaca durumu yazmıştı. Azra ne amaçla geldiğini biliyordu artık. İçeriye girer girmez rastgele bir masaya müşteri gibi oturdu. Her zamanki gibi ilgilenen kişi yine Sarp'tı. Azra, Sarp'ı gördü, Sarp da Azra'yı. Sadece Sarp'ı izledi bir süre, şanslı değildi, tipik bir davranış haline gelen durumu görmüştü. Sarp'ın durumunun farkındaydı, o anlara şahit olmuştu. Sarp bir süre daha dişini sıkacaktı.
***
İş çıkışlarında yani gece yarılarında Sarp ile ancak 15-20 dakika anca konuşarak hazırlamıştı dosyaları. Arkadaşı, Sarp'a eğer kartını vermişse bir bildiği vardır diye kabul ettiği davayı görünce hak vermişti.
On yedi yaşındaki bu genç sabah okul, akşam yemek sektörü derken hayatını yaşayamıyordu. Üstelik verilen maaşın da olması gerektiğinden iki kat eksik olması haksızlıktı. Sigortası yoktu, henüz küçük olduğu için kabul etmişti zaten. Ailesinin borcu olan patron yüzünden bu işten çıkıp bir başka işte çalışması da durumu zorlaştırmıştı. Sarp'ın babası her ne kadar borcu ödese de patron kabul etmiyordu. Ailesine hala aynı yerde zorla çalıştığını söyleyemeyen Sarp mecbur tüm maaşını ailesine veriyor ona rağmen maaşın az olduğunu düşünen annesine de 'Gerisini okul harçlığı yapıyorum.' diyerek maaş miktarı hakkında bile yalan söylemek zorunda kalıyordu.
Azra'ya her durumu anlatıyordu. Tüm işlerin ona yıkıldığı, mola süresini kullanmayışı, şiddet belirtileri, asgari maaş bağlanmaması ve sigortasız, kaçak gibi zorla çalıştırmayla ilgili bir dosya hazırladı Azra. Kamera kayıtlarını da isteyecek, dosyaya bunu da ekleyecekti. Çalışanlar hala Sarp'ın bir avukatla görüştüğünü ve dava açacağını bilmiyordu.
Doruk ile sürekli telefondan konuşuyordu. Yine Doruk akşam vakti Azra'yı aramıştı. "Canım. Nasılsın?"
"İyiyim." Azra hala hazırladığı dosyayı tekrar tekrar kontrol ediyordu. Yanlış ya da eksiz bir şey olsun istemiyordu. "Sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim. Ne zaman bitecek işin?" Özlemişti ama ondan da öte korkuyordu. Azra'nın her sabah söylemese de Ahsen'in yanına gittiğini biliyordu. Cenaze zamanı uyarıldıkları için korkuyordu. Azra ile birlikte dönmüştü ama Azra yeniden gitmek isteyince bir şey diyememişti, engelleyememişti.
"Biraz daha buradayım." dedi Azra sadece. Sessiz, içinden endişesini yaşayan Doruk'u sanki duymuş gibi konuştu. "Merak etme bir sorun yok. Bir şey olursa ilk seni ararım biliyorsun. Ben iyiyim."
"İzin alacağım." dedi. Şimdi almak istiyordu ama Sarp'a verdiği rapor sözü yüzünden ve hastanenin durumundan alamıyordu.
"Ne için?" Ne için olduğunu az çok tahmin etse de sorma gereği duydu.
"Senin için. Başına bir şey gelir gelmez umurumda değil, yanında olmak istiyorum. Sorunsuz bir gün de olsa ben olayım yanında. Sana bir şey olacak diye korkuyorum." Abisinin durumuna düşmek istemiyordu. Sevdiği birini kaybetmeyi göze alamazdı, Azra'nın yanında olmak istiyordu.
"Ben iyiyim. İşim bitince döneceğim." Azra'da da inat vardı. Doruk nasıl onu düşünüyorsa Azra'da Doruk'u düşünüyordu. Bir durum olduğunda iki kişi yerine bir kişiye olmasını tercih ediyordu. Azra da Doruk'a kıyamıyordu.
"Tamam beraber döneriz. Bana kaldığın otelin konumunu atar mısın?" Daha fazla bekleyemezdi. Kararını vermişti.
***
AHSEN DİDE KORKMAZ
Vakit geldiğinde herkes hazırlanıyordu. Tatil kısa sürmüştü, İskender ile Gerardo denen adamın buluşmak için belirledikleri tarihe gelmiştik. Neyse ki kıyafetlerim klasikti, içinde bulunduğum ve büründüğüm kişiye uyan bir tarzda giyinmiştim.
Vittoria denen kadının nasıl biri olduğunu bilmiyordum ama bu ne beni ne de İskender'i etkilemiyordu. Vittoria olarak beni görmüş ve bu durumdan da oldukça memnun görünüyordu. Oluşturduğum şey hakkında detaya ve gerçeğe gerek kalmamıştı.
Odadan çıkıp büyük salona ilerledim. İçerisi fazlasıyla kalabalıktı. "Herkes hazırsa çıkalım mı?" Üstüme kabanımı geçirdim. Kapıya ilerledim. Yanımda Taylan, Mutlu, Soner ve Çağla. Arkamızda da bir ordu gibi gözüken diğerleri vardı.
Tek tek arabalara dağıldık, biraz karışık bir şekilde trafikte kimsenin bilmeyeceği şekilde farklı kafalarda ilerliyormuş gibi görünen büyük bir konvoyla İskender'in bizim için attığı konuma geldik. Büyük bir fabrikayı andırıyordu, hatta andırmak değil, kullanıma kapalı bir fabrikaydı burası. Şehrin içinde değil, bir ucundaydı. Eski ve kirli görünüyordu giriş kapıları.
Karanlık ve boş duran giriş kapısının bir anda açılan ışıklarını gördük. Peşine gelen İskender'in bizimkilerden aşağı olmayan ordusu belirdi. Kapı bir süre açılmadı, arabamıza yaklaşıp cama tıklattığında Taylan arabanın camını açmak yerine indi. Adamla konuştuktan sonra bir adamın telefonla konuşmasını bekledik. Yaklaşık on beş dakika kapının önünde bekledikten sonra nihayet kapılarını açacak güveni verdiğimizde içeriye girdik.
İçeriye girdiğimizde kapının önünde tüm heybetiyle yanına bir sürü adamını almış İskender ATAY vardı. Durduğu yerden ayrıldı, tek başına arabamın olduğu yere kadar yürüdü. Kapımı açmaya yakınken Taylan izin vermedi. Arabadan inip kapımı açtı.
İskender bana bakıp gülümsedi. Elini bana uzattığında elimi hiç tereddüt etmedin eline uzattım, elimi tutan el dudaklarına gidip bir öpücük kondurduğunda kusmamak için kendimi çok zor tutuyordum, eve geri döndüğümüzde defalarca yıkayacağım elimi kabar bir şekilde, gülümseyerek geri çektim.
"Hoş geldin." dedi oldukça yumuşak bir ses tonuyla. Taylan yanımda bana çevirdiğinde ben de gülümseyerek cevap verdim.
"L'ho trovato piacevole. È bello rivederti."
"Hoş buldum. Sizi tekrar görmek güzel." Taylan da ben ne dersem İskender'e çeviriyordu. Sıkıcı bir durumdu ama buna katlanmak zorundaydık. İskender'in kalkan eli adamlarınaydı. Bir işaretti, İskender ilerlemeye başlayınca biz de onu takip etmeye başladık. Dışarıdan eski, kapalı bir fabrika gibi duran beton yığının içi hiç de dışı gibi değildi. Yaşanabilecek en güzel yer gibi duruyordu içerisi. Kocaman, yeni, temiz ve pahalı eşyalarla biçilmişti her yer.
İskender'in saklanacağı yeni yerini de biliyorduk artık. Büyük bir masanın önüne gelince durdu. Bir sandalye çektiği an öbür uca yönelecekken koluma olan temasla durdum. Elin sahibiyle göz göze geldim. Sandalye kendisi için değil, benim için çekilmişti. Kendimi gülümsemek için zorlayarak İskender'in çektiği sandalyeye oturdum. Uzun ve dolu masada yalnızca iki sandalye buluyordu. Bir uçta ben otururken diğer ucuna da kendisi kurulmuştu. "Sono l'unico a sedersi?"
İskender doğal olarak hemen Taylan'a bakıyordu. "Tek ben mi oturacağım diye soruyor."
İskender yutkunarak bana baktığında bir cevap bekliyordum. "Evet, yani bir sorun mu var?" Taylan da bana konuştu.
Kendi adamları onun için önemli değildi anlaşılan, belki racon buydu. Vittoria da böyle yapardı ama Vittoria'nın da kararları bendeydi artık, konuştum. "Se le persone che porto con me non si siedono qui, io non mi siedo qui." diye cevapladığımda yine tüm bakışlar Taylan'a döndü. "Yanımda getirdiğim insanlar da buraya oturmayacaksa ben buraya oturmam dedi İskender Bey."
İskender arkasında duran adamlara işaret yaptıktan iki dakika sonra masaya birçok sandalye eklenmişti. Gülümsedim. Oturan kişiler sadece bizimkilerdi. İskender'den kimseyi göremeyince soru sordum. "Non hai un partner?"
"Eşiniz yok mu?" diye söylediklerim çevrildiğinde İskender parlayan gözlerle bana baktı. "Yok. Vefat etti." Başımı sallamaktan başka bir şey yapmadım. Tek düşündüğüm bu olayın arkasında da İskender'in olup olmamasıydı. Ben merkezci olduğunu anlamak için çok zaman geçirmem gerek yoktu. Mezarlıkta bile tek düşündüğünün kendisi olduğunu belli etmişti.
Önümüze koyulan yemeklere baktık. Dışarıdan gelen açık şeyleri yemiyordum, bir süre beklediğimde bana bakan gözlerle İskender'e baktım. O önündeki tabağı yarılamıştı, bizimkiler de benim lokmamı bekliyordu. Mutlu'yla bakıştım. Gözlerini kapatıp yemem için işaret verdiğinde önümdeki çorbayı kaşıkladım.
Gözüm Altay abiyi arıyordu, onun yerine başka birisini görmüştüm. Gökhan... Babasının bilmediği işleri yaptığını biliyordum, Alperen'e bulaştığında da babasının hala bundan bi haber olduğunun farkındaydım. Aralarının kötü olduğunu düşündüğüm için onu burada beklemiyordum, şaşırdım.
O da beni hatırlamış olacak ki gözleri büyüdü. Bir şey demediği an yüksek bir ses çıktı. "Buraya uğramaman gerekiyordu Gökhan. Neyse ki bugün şanslı günündesin ki önemli misafirlerim var, defol git gözüm görmesin seni." Bu lafları söyledikten sonra hala öfkeli olan suratıyla Taylan'a döndü. "Bunu çevirme." Taylan başını salladığında bana dönen bakışla şaşırmış gibi kaşlarımı çattım. Bu ifadeyi yapmakta zorlanmamıştım çünkü şaşkındım. Gökhan'ı görmüş olmak ve İskender'in tavrına şaşkındım. Bana gülümseyip "Sorun yok devam edebiliriz." dediğinde başımı sallamaktan başka bir şey yapmadım.
Gökhan gözden kaybolduğunda konuşmak zorunda kaldım. "Devo andare al lavandino, da che parte?"
"Lavaboya gitmesi gerekiyor. Ne tarafa?" diyen Taylan'a cevap verdi. "Adamlarımdan biri yol göstersin."
Adamlarını istemiyordum ama reddetmek için Taylan'ın İtalyanca konuşmasını bekledim. Bana konuştuğu an başımı iki yana salladım. Peşimde onun adamı varken Gökhan'a ulaşamazdım. "Sarebbe un problema per te se andassi con il mio uomo?"
"Kendi adamlarından biriyle gitse sizin için bir sorun olur mu diye soruyor?" diyen Taylan'ın bakışları Mutlu'yu buldu. İskender'in aklında bana karşı en ufak bir şüphe yoktu bu yüzden onayladı. Adam hala peşimizde olduğunda Taylan, İskender'e dönüp "Siz tarif edin biz götürürüz." dedi. Adam eliyle bir yerler gösterdiğinde oraya adımlasak da amacımız Gökhan'ı bulmaktı.2
Koridorun sonundan sağa döndüğümüzde karşımıza direkt çıkan Gökhan işimizi bir hayli kolaylaştırmıştı. Oldukça hırpalanmış haliyle bana baktığında ağzını açtı ama konuşmadan geri kapattı. "Odan falan var mı burada?" Evet cevabını duymam pek mümkün görünmüyordu ama koca koridorun ortasında konuşmayacaktım. Kim olduğumu biliyordu Gökhan. İtalyanca zırvalayamayacaktım.
"Size ne?" Bu cevap karşısında aldığım derin nefesle bakışlarım Gökhan'ı buldu. Etrafa baktım önce, kimsenin olmadığından ya da herhangi bir tehdit görmediğimden emin olunca konuştum. "Konuşmamız gerek ve burada olmaz." sert çıkan sesimden hiç etkilenmemişti. Sorgudaki korkak hali yoktu.
"Konuşulacak bir şey yok." dediğinde gayet sakindi. Ağzımı açacakken adım seslerini duyduk, arkamı döndüğümde tam koridorun ucunda sinirli gözlerle bakan İskender vardı. Lakin bu bakışlar bana değildi önümüzdeki Gökhan'la kesişiyordu. Sesimin o noktaya gitmediğinden emindim, sadece gözüküyorduk.
"Gözüme gözükmediğin yere geri dön!" diyen sert ses karşısında hiçbir şey demeden geriye dönüp sağdan üçüncü kapıyı açtı ve içeriye girdi. Babasından korkuyordu. Olayları anlamaya çalışırken, suratımda oluşan ifade oldukça gerçekçi duruyordu sanırım çünkü İskender yanımıza gelmişti. Önce beni süzdü, yakalanmamıştık, bu süzme endişe bakışlarından oluşuyordu. Oğlunun bana zarar verdiğini düşünüyordu sanırım. Taylan'a döndüğünde "Ne oldu? Bir şey yapmadı değil mi?" Ben anlamazmış gibi dinliyordum. Bakışlarım, bir Taylan'da bir İskender'de gidip geliyordu.
Taylan başını iki yana salladı. "Hayır konuşamadık bile, sadece karşımıza çıktı. Bir anda biz de şaşırdık."
Ben döndüm bu sefer İskender'e. "Tuo figlio?" Çocuğunuz mu diye sordum. Cevabı biliyordum ama benim bildiğimi İskender bilmiyordu.
"Evet ama çok önemli biri değil."
Taylan'la göz göze geldiğim an konuştum. "Andiamo allo studio e parliamo di affari." Çalışma odasına gidip konuşmamız gerektiğini söyledim. Bunu söylerken de Mutlu'yu gördüm bu sefer. Taylan benimle gelirken Mutlu bizim gitmemizi bekliyordu, Gökhan'ın başında beklemesi için birine ihtiyacım vardı.
Odasına ilerlemeden önce başka bir yere gittik. Koca çelik bir kapı vardı. Güçlü bir şifreleme sistemi ile korunuyordu. Sadece İskender'in açabildiği kapıyı İskender benim için açmıştı. Ağır kapı yavaş yavaş açıldığı an sevkiyat mallarının bir kısmının hala burada olduğu gördüm. Madde ve silahlar sıralanmış, oldukça düzgün bir şekilde duruyordu. "Non hai ancora preparato la merce?" Malların henüz hazırlanıp hazırlanmadığını sordum. Fabrika fikrinin ne kadar mantıklı olduğu şimdi daha aşikardı. Her şeyi sığdıracak büyük bir alana sahipti.
"Her şey hazır. Bunlar da ikinci parça olacak. Risk içindeyim, biliyorsunuz nedenini..." Nedenin ben olduğumu biliyordum. Ne kadar tehlikeye battığını anlatmaya çalışırken battığı noktayı ondan daha iyi biliyor olmak beni tatmin etmişti. Onun bilmediği çoğu leye hakimdim ama o sadece üstü kapalı bildiğim şeyleri biliyordu.
Çalışma odasına girdiğimizde bize sevkiyatın detaylarını görsellerle destekleyerek anlatmıştı. Her şeyin içinde yer aldığımız bilindiğinden bunların görüntülerini almak bizim için kolay olmuştu. Elimizdeki kanıtlar birikiyordu. Büyük bir dikkatle dinledim, Taylan da her şeyi kayıt altına alıyordu.
Gün sonu elimiz dolu çıkıyorduk dışarıya, bu doluluk artıyordu. Arabadan Gökhan'ı da görmek beklenilmeyen bir şey değildi. Tüm görevi riske atamazdık. Buradan çıkmadan Gökhan ile konuşamazdım, aynı arabada değildik e aynı eve de sokmayacaktık onu. Yolun yarısında boş bir alanda duran arabayla benim de içinde bulunduğum araba durdu. Öndeki arabadan Gökhan indi. "Ajanlar ne zamandan beri adam kaçırıyor?" dediğinde güldüm. Elleri karşımda ceplerine girdiğinde gülerek konuştu. "Neden buradasın? Seni biliyorum ve babamın iki gün önce öldürdüğü savcının sen olduğunu da."
"Akıllı çocuk." Dişlerimi sıkıyordum. Ben de ellerimi kabanım cebine sokuşturdum. Umursamadığımı belli ediyordum.
"Nasıl bu kadar rahatsın? Kim olduğunu babama her an söyleyebilirim biliyorsun değil mi?" İskender'in evdeki tavırlarından o kadar çok şey anlamıştım ki içim rahattı.
Başımı iki yana sallayarak cıkladım. Gözlerim ceplerine kaydı elleri hala oradaydı. Belinde ufak bir kabartı vardı. "Yani biliyorum söyleyebilirsin ama söylemeyeceksin." Elimi uzattım, beline baktım.
"Silahım yok. Aldınız." Katlanmış kemerini düzeltmeye çalıştı. Kaşları çatıldı. "Nasıl bu kadar eminsin?" Karşımda rahat rahat konuşmaya devam edince elleri cebinden çıkıp önünde bağlandı.
Arabaya yaslanıp ayaklarını çapraz yaptığında ayağımla ayağına ufak bir tekme attım yandan. "Karşında hala savcı var belirtmeme gerek yok herhâlde." Karşıma alıp sertçe konuştuğum güne ufak bir hatırlatma yaptım.
Suratındaki ifade sekteye uğradığında olduğu rahat pozisyondan çıkarak toparlandı. "Nasıl bu kadar eminsiniz?" Resmiyete geçmişti.
"Ben salak değilim. Babanla aran iyi değil, Alperen'i adamlarına dövdürdüğünde toplasan altı kişi anca vardı, eminim ki babanın bu durumdan haberi bile yok. Onaylamana gerek yok zaten verdiğim cevapların doğru olduğunu biliyorum." Söylediğim gerçekler onu şaşırtsa da daha çok kırgınlık vardı yüzünde bu da beni şaşırtmıştı. "Babanla aranın iyi olmadığını zaten bugün de öğrenecektim. Anlaşılan onun sözünden pek dışarıya çıkmıyorsun, çıksan da babandan saklıyorsun ama patlayacaksın." Fazla aptaldı, yanlış hareket ediyordu.
Tek bir kelime döküldü dudaklarından. "Ne?"
"Yanındaki adamlar. Çok güvenme, kimseye güvenme. Birisi babana yaptığın şeylerin haberini uçuracak, çok uzun sürmez." Babasının yanından topladığı adamlara güveniyordu hala.
"Nereden çıkarttın?" dediğinde gülümsedim. Benimde babam böyleydi, ben de aynı şeyleri yaşadım, her yerde gözü kulağı vardır diyemedim. Her ne kadar yaşantısını kendime benzetsem de hala ona güvenmiyordum, üstelik Alperen'e yaptıklarının kini hala içimde silik bir olay değil de, oldukça taze bir şekilde duruyordu. "Tecrübe." dedim sadece.
"Sen nerden bilirsin ki bu alemlerin içini? Babasının süslü kızı, büyümüş savcı olmuşsun. Sen bu ortamlarda büyümedin, ne tecrübesi?" Yine saygı gitmişti. Bunu ağzından kaçırdığı belliydi çünkü söylediklerini bitirdikten sonra "Pardon." dedi.1
"Ben savcıyım ve özellikle bu davaların savcısı. Yaşın genç, her ne kadar babandan acımasızca şeyler görsen de, ben bu konularda senden daha bilgiliyim. Fark edersin ki şu an tam da bunu yapıyorum." Yine ciddi ifadesini kuşandı. Babası yüzünden dışarıdakilerin ona laf söz söylemesine müsaade etmeyebilir, ceza kesebilirdi ama karşısında onu yapabileceği biri durmuyordu, karşısında ben duruyordum. Kimin ağır bastığını sormaya gerek yoktu. Benim karşımda, etrafında istihbarattan dolu adamla kuşatılmıştı.
"Seni öğrenirse fişini çeker." dedi. Bu sefer oldukça ciddi hatta benim için endişeli gibi duruyordu.
"Sen kendine dikkat et. Babanın fişini çekmek için buradayım zaten. Beni bilen tek sensin, bırakıp gitsem yüzüne bile bakmayan babana ne anlatabilirsin ki? Ne kadar emin olsam da seni bırakmayacağım." Onun cevap hakkı yoktu, indiği arabaya geri bindirildi. Bizimle aynı yere girmeyecekti ama İskender'in yanına da gitmeyecekti.
***
Depoya gelen giden yoktu, gelen emir ile bir başka köye gelen tim etrafı temizliyordu. Göreve çıkmalarının üzerinden bir buçuk hafta geçmişti. Ortalığın karışık olduğu köyün temizliğiyle uğraşıyorlardı. Terör şehre dağılmıştı, Fırat ve Harun önemli adamlardı ama bitmiyorlardı.
"Komutanım içeriye giriyoruz." diyen Onat ve Ediz kapının önünde ellerindeki silahları ileriye tutmuş Sarp'tan onayı bekliyordu. Kıraç ve Yunus arka tarafı sarmış. Diğer yanlara da Mert, Ilgaz, Ulaş ve Ruhi geçmişti. Sarp da Onat ve Ediz'in yanındaydı. Bu geldikleri yer oldukça geniş alana sahipti ve diğer yerlerden daha tenha ve köşedeydi.
"Giriyoruz." Sarp telsizden konuştuğunda içeriye daldılar. Dışarıdan sessiz gözüken binanın içi doluydu, onlar da askerleri bekliyorlardı. Aynı anda ortalıkta kulaklara dolan kurşun sesleriyle önlerine çıkan her bir kişiyi yere serdiler.
İçeriye iyice girdiklerinde oldukça kalabalık olan örgütün hedefinde olan timin etrafı sarılmıştı. İçlerinden biri "Durun, ateş etmeyin." dediğinde tim geleni görmek için kalabalığın arasına baktı. En önde Sarp duruyordu. Kalabalığın içinden çıkan peçeli ama suratı açık bir adam Sarp'ın önünde durdu.
"Komutan? Hoş geldiniz." diyen adama baktı tim. Silahları peçeli adamı hedef aldı. Diğerleri de time elindeki silahları doğrultmuştu. Sarp bu suratı tanıyordu.
"Mejder!" diyen Sarp'ın sesi oldukça kalın ve sert çıkmıştı. Karşısındaki komutanın sesinden ürperen Mejder yerinde titrediğinde hemen kendini toparlayıp güldü. "Tanınıyoruz demek. Ben de seni tanıyorum ama komutan."
"Öyle mi? Kimim ben?" Suratları kapalı, isimleri gizliydi timin. Karşısındakiler de biliyordu birileri onların kimliklerini biliyorsa ölüm zamanları gelmişti.
"Bozo, beğendin mi?" dedi Mejder, kendi aralarında Sarp'a taktıkları lakaptı. Mejder'in keyfinin yerinde olduğunu gören Sarp sinirlenmişti. Şu an zaten bu olay canını sıkarken içinde hala kanayan yarasının acısı vardı. En büyük işkence bile onu keyiflendiremezdi. "Bizimkiler bulmuş sana bu ismi." Adamlarına baktı.
Elini yana tutup silahını ateşlediğinde Mejder'in yanındaki adamlardan birinin bacağına gelmişti. "Sen önce yanındaki adamları iyi seç de."
Mejder kahkaha attığında adamlarına döndü. "Ateş etmeyin."
"Fırat. Duyduğuma göre Fırat'ı paket etmişsiniz. Daha doğrusu bir kadın paket etmiş. Valla ne yalan söyleyeyim şaşırdım. Gerçi o da yok artık değil mi komutan? Sen söyle ölmüş müydü?" Sarp'ın yüzü görünmese de Mejder karşısındaki adamı sinirlendirdiğinin farkındaydı. İyice keyiflenirken Sarp da yanlış bir şey yapmamak için kendini zor tutuyordu. Şehirde olan her şeyden haberi oluyordu Mejder'in.
"Sen nereden biliyorsun öldüğünü?" diyen Sarp karşısındaki adamı gebertmemek için zor tutuyordu. Yanında tim olmasa çoktan kafasına sıkmıştı ama sıktığı an adamları da Sarp'a sıkardı. Bu Sarp için önemli değildi zaten bu anın fırsatını kolluyordu ama yanında timi vardı. Böyle bir sorumsuzluğu yapamazdı, onlara zarar gelmesine izin veremezdi. Bütün komuta ondayken en çok timini onun düşünmesi gerekiyordu.
Bir yandan da aklına gelen bir suret vardı. Gözleri dolu, saçları kıvırcık, üstü kırmızı kan gölüne dönmüş, çaresiz bakışlarıyla Sarp'a bakan Ahsen vardı. Rüyasında defalarca ölümünü tekrar tekrar görüp o acıyı yaşayan Sarp karar vermekte zorlanıyordu. İçinden mırıldandı. "Git Ahsen! Şimdi gelme aklıma. Şu an değil. Bakma öyle suratıma."
"Benim her yerde gözüm kulağım vardır komutan. Ama sen de fena sayılmazsın. Hala göremedik yüzünü. Ama birilerinin yüzünü çok iyi gördüm." Ahsen'den bahsediyordu. Fırat, Ahsen'e zarar verilmemesi için fotoğrafını Mejder'e vermişti, Ahsen'in fotoğrafı duruyordu hafızasında. Korktuğunu belli etmemek için çabalıyordu Mejder. Ellerini birbirine vurarak ses çıkarttı.
"Kes o sesini." Sarp bunları söylerken aynı şeyi aynı anda söyleyen iki kişi daha vardı. Onat ve Ruhi.
Mejder'in gülüşü iyice büyüdü. "Yav bak sen şu savcıya gider ayak herkesi etkisi altına almış. Sizde haklısın ben de etkilendim. Fırat alır buraya getirir diye düşünmüştüm erken oldu yakalanması." İç çekti. "Yanlış tarafta olunca erken gidiyor insan. Ben gelmesini beklemiştim."
Sarp iki koca adımıyla Mejder ile burun buruna geldi. Sarp'ın uzun boyu Mejder'in kafasını kaldırmasına neden olmuştu. Sarp eğilerek Mejder'in kulağına fısıldadı. "Eğer savcı kelimesinin ağzından bir kez daha çıktığını duyarsam önce şu arkanda topladığın titrek zennelerini sikerim. Sonra seni alır önce dilini keser, sonra o aklında kurduğun hayalini düşündüren beynini sökerim. Benim ayarlarımla oynama Mejder. Eğer şu an burada ölmek istiyorsan durma. Söyle o kelimeyi de tek tek sökeyim ağzındaki her şeyi. Söyle, konuş da o götüne sokacağım bombanın pimini çekeyim. Heh? Söyle hadi."
Mejder'in korkusu bariz suratından okunuyordu. Arkasındaki adamların hiçbiri tim de dahil olmak üzere bu konuşmayı duymamıştı. Ama adamlar zaten tir tir titriyordu, hiçbirinin tuttuğu silah sıkı değildi. Yine attığı iki adımla uzaklaştı leş gibi koku salan Mejder'den.
Arkasında duran adama el yapan Mejder yanına çağırdı adamın kulağına fısıldadı. "At sisi, kaçacağız. Askerlere sıkmayacaksınız sadece havaya duydun mu?" Kafasını salladı adam.
Tim ne yapacaklarını beklerken beklenen oldu. Ortaya atılan sis bombasıyla görüşleri yok oldu. Sadece birbirlerini gören tim önlerine sıkmaya başladı. Sarp ateş ettiğinde çıkan inleme sesinin sahibini tanıyordu. Mejder'den gelen sese doğru sıkmaya devam etti. "Kaçıyorlar! Mert, Ediz dışarıya çıkın." O noktada teröristlerden başka kimse bulunmuyordu, atış serbestti.
"Emredersiniz komutanım!" Mert ve Ediz dışarıya çıktığında geri kalan tim içerideki sesler susana kadar boşluğa sıkmaya devam etti. Sisin içinden geçip ilerlemeye başladılar. Dışarıya çıktıklarında Mert ve Ediz'in peş peşe altı, yedi tane giden araçlara sıkıyorlardı. İki araç durduğunda diğer araçlar uzaklaşıyordu. Mejder'in sesi geldi timin kulaklarına. "Geri döneceğim komutan. Gelirken de savcıyı mezarından alıp geleceğim." Adamlar kaçmaya çabalamaktan sıkmaya yeltenmiyorlardı.
Sarp elinde tuttuğu silahı ileriye doğrulttu, sisin içinden çıktı. Mejder'e sıktığında yığıldığı için göz önünde olmayan Mejder'in olduğu yere baktı. Muhtemelen ölmüştü ya da ciddi hasarlar almıştı. Çünkü tam olarak uzaklaşsalar da elindeki dürbünle baktığında Mejder'in bulunduğu araçtaki adamlar derin bir telaş içinde elleri kanlı aşağıya bakıyordu.
"Komutanım?" diyen Yunus oldukça sinirliydi. Gözlerinin önünde adamı kaçırmışlardı. Sarp elini yüzüne attı. Oldukça sinirli olduğundan başı ağrıyorken maskeyle nefes alması şu an zordu. Kimse yokken kendini toparlamak, temiz bir nefes çekmek için maskesini çıkarttı.
"Vurdum. Ölmüş olabilir. Ölmediyse bile eski hayatına pek dönebileceğini sanmıyorum." Kaçmıştı ama tim biliyordu ki bugün olmasa da, ölü ya da diri Mejder'i alacaklardı. Karşılaştıkları kişiler yıllar geçse de karşılarına çıkıyordu. Mejder'in ölümü timin elinden olacaktı.
Kimseye söylemediği için derdini anlatamıyordu. İçinin neden sıkıldığını, neden nefes alamadığını, neden savcı kelimesini duyduğunda sinirlerine hakim olamadığını ve ne zaman kendine geleceğini kendi bile bilmezken tim de bunların hiçbirini bilmiyordu. Her gün aklına gelen sureti görmekten hoşlanması gerekirken karşısına gelen suret gülmüyordu. Durmadan onu suçlayan ya da ağlamaklı suratı vardı Ahsen'in, Sarp'ın karşısında. Uyumak hiç bu kadar zor olmamıştı. Ahsen hayatına girdiğinden beri rüyasında onu gören ve yaşadığından emin olduğu günler bile onun hakkında kabuslar görüyorken öldüğünü bildiği günlerde kabusları daha da kötü bir hal alıyordu. Gözünü kapattığında Ahsen'i karşısında defalarca kez öldürüyorlardı. Sarp da öylece ağlayarak izliyordu.1
Ellerinde sadece topladıkları silahlar ve bombalarla dönüyordu tim. Sarp'ın aklında lacağı rapor ve gideceği bir şehir vardı.
***
İstanbul'a gelmiş, minik bir ev tutan Alperen eşyalarını dolaba dizmekle meşguldü. Son birkaç gündür içeriden arayan babasına cevap vermiyor babası da ısrarla onu aramaya devam ediyordu. Yine tam o sırada eline aldığı telefonu açtı bu sefer Alperen.
"Ne var?" dediğinde yüksek çıkan sesi babasına karşıydı ve hala oldukça kararlı çıkıyordu. Bu kararı veren Alperen'di ve babası ondan özür dileyene kadar bu davranışları devam edecekti. Özrün gelmeyeceğini biliyordu ama bu durumu sürdürmek Alperen için sorun değildi.
"Bana bak, benimle düzgün konuşacaksın!" diyen sert bir cevap da Aslan'dan gelmişti ama Alperen'in babasını artık pek taktığı söylenemezdi.
"Niye aradın? Sana savcı yanı kontenjanından daha iyi bir yer mi ayarlayayım istiyorsun? Ne oldu koğuşun mu değişti? Şişlendin mi ne oldu söyle?" Babasına olacak herhangi bir şeyden etkilenmiyordu. İçindeki sinir fazlaydı.
"Saçma sapan konuşma! Neredesin sen?"
"Sana söyledim baba bilgi ver dedim vermedin? Nerede olabilirim sence? İstanbul'dayım." Bilgi vermedin, İskender nerede bilmiyorum ama sorun değil. Onlar zaten beni bulur baba değil mi?" Belinde tek bir tabancası vardı, yanında kimse yoktu. Tekti.
"Geri dönüyorsun, şimdi! Duydun mu beni? Bir de seni düşünemem bu karmaşada." Aslan'ın sesi sinirle karışık panik içeriyordu. Hem savcının ayağına bağ olacaktı hem de başını belaya sokacaktı. Piyasayı biliyordu Aslan, büyük balık her zaman küçük balığı yerdi. Orada birçok hasmı vardı. Hepsi nasıl Aslan'ı tanıyorsa oğlu Alperen'i de tanıyordu. Alperen'in oraya gitmesi bile bile ölüme gitmekle eş değerdi. Onu tanıdıkları zaman öldürürlerdi hatta belki oraya adımını atar atmaz.
"Baba konuşman bittiyse biraz dinleneceğim yol yorgunuyum." Babasını sanki duymamıştı, hala kıyafetlerini dolaba yerleştirmeye devam ediyordu. Alperen de biliyordu yaptığı şeyin tehlikeli olacağını, ya da canına bile mal olacağını ama onun için aynı şeyi yapan birine daha da samimiyet kazanmışken aynı şekilde davranmamak bencillik olur gibi hissediyordu. Bu yüzden sonu ne olursa olsun İskender'e gidecekti.
"Baba, beni düşünüyormuş gibi yapmayı keser misin? Elim o kadar uzun değil, benden oradaki rahatın için bir şey isteme. İstesem de sana yardım edemem."
"Beni sinirlendirme Alperen, senden istediğim tek şey pılını pırtını topla buraya gel. HEMEN!"
"Ben sana kararımı yanındayken söyledim baba. Gelmeyeceğim, ne oraya ne de yanına. Beni bekleme. Bir daha arama. Çok düşünseydin oğlunu bu işlerden uzak tutardın. Neyden korkuyorsun beni tanıyıp öldürmelerinden mi? O zaman bu fırsatı vermeseydin, saklasaydın beni, ya da pis işlerle uğraşmasaydın. Dahil etmeseydin beni bu işe." Daha fazla Aslan'ın konuşmasına izin vermedi. Yanındayken çekip gittiğinin aynısını yapamasa da aynı anlama gelen şeyi yaparak bir kez daha babasını dinlemedi, telefonu suratına kapattı.
***
Elinde kapalı beyaz bir zarf tutuyordu Demir. Yanına çağırdığı ailesiyle ve eşiyle beraber açmak, öğrenmek istiyordu. Durumu eşine anlatmıştı. Yeliz ise üzülmenin aksine ona bir evlat verme ihtimali olmadığı için bir evladının olma düşüncesiyle sevinmişti ama bu sonuç her ne çıkarsa çıksın sonuç hep umutsuz olacaktı.
Sadece anne ve babası değil kardeşleri, onların çocukları da gelmişti. Durumu anlatmıştı ailesine, herkes zarftaki kağıdın içini görmek için sabırsızdı. Titreyen elleriyle yanında Demir'in babası Levent, annesi Seher, kardeşleri Oltan, Tuna ve Mercan vardı. Hatta yeğenleri bile onu yalnız bırakmamıştı, hepsi bu sonuca beraber şahit olmak istiyordu. Ellerinin titremesini bir kenara bırakarak zarfı açtı. Usulca içinden çıkardığı katlı kağıda baktı bir süre. Mete'yi tanıyorlardı ama Ahsen yeni bir üyeydi. Zarfın içindeki yazıya göre de ailenin biyolojik olarak ilk torunu olacak kişiydi.
Levent fazla meraklıydı. "Hadi oğlum! Aç artık." Böyle demesi kolaydı. Ailesine kızı olma ihtimalini söylemişti, o kızın öldüğünü söylememişti. Haliyle tüm herkes Demir'in babası çıkmasını istiyordu.
Kağıdı açtı. Önce üst taraftaki yazıları okudu. Hiçbir değeri anlamıyordu. Kağıdı tamamen açtı en altta yazan yazıyı okuduğunda ağlamaya başladı.
Demir YÜCEL ve Ahsen Dide KORKMAZ arasında biyolojik yönden ilişki bulunmaktadır.
"Değil mi?" dedi Levent. Oğlunun elinden kağıdı aldı, sayfanın en sonuna baktı hemen sonra da yüzü gülmeye başladı. "Ee babasıymışsın." Tüm aile sevinç yaşarken Demir söylemediği şeyi söyledi.
"Berbat bir babayım." Gülümsemeler duruldu.
Koca adamın yanına annesi Seher oturdu, bağrına baştı oğlunu. "Olur mu öyle şey! Sen bilmiyordun ki, öğrendin hem geç olsun güç olmasın şimdi yaparsın babalığını. Kabul eder seni de."
Ağlayışı daha da derinleşti. "Kabul edecek bir kızım yok anne."2
"O ne demek abi? Konuşursunuz senin bir suçun yok sonuçta, anlar seni." Tuna, abisine destek olmaya, yatıştırmaya çalışıyordu.
"Öyle değil. Yaşamıyor, şehit oldu." Evdeki herkes eli ağzında şok olmuştu. Az önce başka bir torunları olduğunu öğrenen Levent ve Seher, başka bir yeğenleri daha olduğunu öğrenen Oltan, Tuna ve Mercan hep birlikte ölüm haberiyle çökmüşlerdi. Hiçbiri bu konuşmayı beklemiyordu.
"Ne demek öldü? Nasıl?" Levent'ti ilk konuşan. Emekli tümgeneraldi, şehit kelimesini duyduğu an bir soru daha sordu. "Asker miydi o da?"
Kafasını iki yana salladı Demir hala ağlamaya devam ederken. "Savcıydı. Davasındaki adam... Bindiği arabada taramışlar."
"Tanışmış mıydın peki abi?" Kız kardeşi geldi bu sefer de yanına.
Demir'in suratında acı bir tebessüm oluştu bu soru karşısında. "Tanıştım. Upuzun boylu, güzel yüzlü, tatlı, nazik, iş içinde sinirli ve ciddi bir kadındı. Yirmi sekiz yaşındaymış, yeni girmiş. Kocaman olmuş."
"Savcı demek..." Oltan'da da acının o tatlı tebessümü oluşmuştu. Demir elinde telefonla bir numarayı çevirdi. Bu kişiye de söylemesi gerekiyordu. Bu ihtimali söyleyen kişi oydu. O oğluydu. Mete'yi arar aramaz açıldı telefon.
"Demir baba?" sesi kısık çıkıyordu Mete'nin de.
"Mete oğlum benim sana söylemem gereken bir şey var." Nasıl söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Mete üzülür mü üzülmez mi onu da kestiremiyordu.
"Ne oldu Dide'yi öldüren adam mı yakalandı?" Mete bunu bekliyordu ama Demir'in söylemek istediği şey bambaşkaydı.
"Hayır, test sonucu hakkında."
"Sonuç çıktı mı?" dediğinde Demir onaylanan bir mırıltı çıkarttı. "Sonuç ne?" Mete'de meraklanmıştı.
"Ahsen, benim kızım!" Demir'in kulaklarını dolduran ses artık Mete'nin konuşması değil ağlaması olmuştu. Sonuç ortadaydı Dide'nin babası Ali KORKMAZ değil, Demir YÜCEL'di.
Ahsen'in bir babası vardı, gerçek bir babası. Belgeli bir şekilde kanıtlanmıştı, doğum günü dilekleri kabul olmuştu, bunu görmemesinin sebebi Ali'nin gerçek babası olmamasıydı. Bir yerlerde, uzakta Ahsen'in iyi bir babası vardı. Gerçek ortaya çıkmıştı, geç de olsa bir baba kızı olduğunu biliyordu.
Ahsen ise henüz bunu bilmiyor hala aklında duran baba figürünün her gece kabuslarla onu rahatsız etmesiyle mücadele ediyordu.
2
***
BÖLÜM SONU...
NASIL BULDUNUZ? UMARIM BEĞENMİŞSİNİZDİR.
HEPİNİZ SALGINA DİKKAT EDİN, BEN DE ELENDİM, ÇOK KÖTÜ.
SAĞLICAKLA KALIN, SİZLERİ SEVİYORUM.
OY VE YORUMLAR İÇİN ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDERİM.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
25.58k Okunma |
2.5k Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |