

1 Ekim 1993
Okuldan, okula ait olan her şeyden nefret ediyorum. Vakit kaybından başka bir şey değil! Sana olayın tüm teferruatını aralıksız anlatacağım. Şu an elim sinirden tir tir titriyor.
Eve geldiğimde Ayşe abla ne olduğunu sordu, koşarak odama kaçıp kapıyı sürgüledim ve çantamı bir köşeye fırlatıp, yatağıma yüzü koyun yattığımda tüm gücümle yastığı yumrukladım. Ağlaya ağlaya olduğum yerde kalakalmışım. Kapı sesine uyandım. Hava kararmıştı. Odayı aydınlatan sokak lambaları sayesinde odam bir tık daha aydınlık.
Tık tık tık.
“Ne var!?”
“Yemek hazır oğlum.”
“İstemiyorum!”
“Ama senin en sevdiğin yemeği yaptım. Kuru fasulye pilav, yanında da bol ekşili yörük ayranı, mmh mh mhmhmh nefis oldu.” ve buna ilaveten en can alıcı noktaya değindi. “Aa en önemlisini unuttum, bugün hanımlarla baklava açtık. Senin en sevdiğinden BOL CEVİZLİ EV BAKLAVASI, DUMANI ÜSTÜNDE BURAM BURAM TÜTÜYOR, sen yemezsen Ali yiyecek.” kapının ardında bir süre bekledikten sonra ayak sesleri uzaklaştı. Bir müddet suç işlemiş çocuklar kadar şaibeli, kapı kolunda duran buz kesmiş ellerimi, elimde olmadan yumruk yaptım. Bir süreden sonra ayaklarıma inen kara suyun üstüne midemin acı içinde inlemesine daha fazla dayanamayaraktan kapıyı yavaşça açtığımı hatırlıyorum.
İçeriye girdiğimde ışık gözümü aldığından elimi yüzüme siper ettim. Yer sofrasına oturduğumda yavaşça sofra bezini kendime çekerken, Ayşe abla da yemekleri tabaklarımıza doldurmakla meşguldü.
“Eee Aris anlat bakalım, okul nasıl gidiyor…” dedi Ali ağabey. Al işte buyur buradan yak. En sevmediği şeydir yalan söylemek. Şimdi bunu yapsam gözünde pul kadar değerim kalmaz. Diğer türlüde nasıl bir tepki vereceğini bilmem ki, kızar mı yoksa kayıtsız mı kalır. Ayşe abla varma üzerine bey biraz yorgundur demesi üzerine konu kapandı. Beni büyük bir yükten kurtardığını düşünsem de, aksi yönde cereyan eden hislerim buna karşı koyuyordu. Kafamın içindeki türlü tatsız düşüncelerle ağzıma bir yığın dolusu saman balyası yemiş kadar oldum. Keyif olmadan ağzının tadı da olmuyormuş. Yemek faslından sonra sofra kaldırmaya yardım ettiğim sıra Ali abi ile göz göze geldik. Yanındaki yere pat pat vurup gel işaret verdi. Utana sıkıla yanına çöktüm. Elindeki kibritle bir sigara yaktı kendine.
“Derdini anlatmayan dermen bulamaz, demiş atalarımız. İçine atarsan, bir gün pimi çekilmiş bomba misali patlar. Elinde olmadan hem kendine hemde çevrene, maddi manevi zarar verirsin evlat. Şimdi söyle bakalım.”
…
Bu konuşmadan müteakiben, masa başına geçmiş bu satırları yazmakta buldum kendimi. Bir ailem, bir arkadaşlarım, birde sen beni açıyorsun κατάσκοπος Rumca (Casus) demek. Bu ismi koydum çünkü benim farkındalığıma ışık tutan bir casussun. Benim içimdeki yarı Türk yarı Rum ruhumu yansıtıyorsun. Şşt aramızda. Neyse konumuza geri dönelim. Olayı enine boyuna şöyle bir gözden geçirdim ve ahvali peşinen tüm teferruatıyla başladım anlatmaya.
…
“Bugün ilk iki ders matematik, Rumca ve bir ders Türkçe işledik. Son ders tarihti ve benim en sevdiğim ders, sanırsam bu muallim yüzünden en sevmediğim ders oldu. Hoş diğer derslerimi de çok seviyorum.
Öğrendiğim dil arkadaş olur bana,
Gökyüzü hayallerimin rotası,
Tarihim; yaşadığım bu vatandan benim gibi nicelerin ayak izlerini yansıtan bir su birikintisi kadar berraktır ruhuma.
Bunu derken Ayşe ablayla gözleri faltaşı gibi açılınca bir duraksadım ve bu sefer Ayşe ablanın yüzünü inceledim. Ne gariptir ki, o da bu vaziyetten pek şaşkın ve gururlu ifadeyle beni gözledi. Akıllarından ne geçtiğini tefekkür ettim lakin söktüremedim.
“Tarih dersinde içimi bir huzursuzluk, karabasan kadar tesir etmiş, her an yüreğimi hoplatan dokundurmalardan rahatsız olmuştum. Bugün de yine ileri geri konuşunca el kaldırmadan söze atıldım. Kendi dilimde, “Madem öyle, neden bununla ilgili bir kaynağımız yok!” arkadaşlarıma açtığım konuya değinince, ortalık birbirine girdi. Bütün sınıf arkadaşlarım, gerek ailesinden gerekse arkadaşlarından mevzu bahis etti. Hele Atlas tükürükler saçarak, yarabbi şükür denecek cinsten biri. Ona göre eş, dost, akrabadan daha yakın Kurtlardan söz edince, bizim muallim barut oldu. Oh canıma değsin. En arka sıradaki Dima’yla konuştuğum esnada, öğretmenin sesi bomba gibi sınıfa düştü ve hepimiz sus pus olduk. Masasına sertçe oturdu. Çekmecesinden o lanet şeyi…
“Aris!”
“Özür dilerim.”
“Neyse işte, sınıfta iğne atsan duyulacak o kadar pürüzsüz bir sessizlik hakimdi. Bizi tahtaya çağırdı. Ne yaparsın; emir demiri keser sözüne iştirak etmek zorunda kaldık.”
“Arkadaşlarımın bir suçu yok, onları bağışlayınız ve ilaveten sözümün arkasındayım.” dediğimde beni şöyle bir tetkik etti ve öfke dolu gözlerini kısarak, bu… ee şey nasıl desem kızmayacaksınız ama…”
Ali ağabeyin eli dostça omzumu sıvazladı. “O kahrolası dediğin kelimeyi bize ithafen söyledi, öyle mi?” kafamı olumlu anlamda salladığımda, devam et demesi üzerine bir müddet nefeslendim.
“Sonra bizi karşısına alıp, ilk sırada ben olmak üzere bütün sınıfı sıra dayağı çekti. Eli taş gibi. Bir ara tırnaklarım parmağıma kaçtı sandım, o kadar dehşet verici bir acıydı. Arkadaşlarım benim yüzümden sıra dayağına tabi tutuldu. Ne için Ali ağabey… Sence biz ikisini bir kazana koysan kaynamaz cinsten miyiz?”
Öylece yüzümü inceledi. Gözünde öfkeli parıltıların tekinsiz ışığı, yüzünde belirsiz bir ciddiyet ile düşünceli tavırla, beni şöyle bir süzdü. “Et tırnaktan kopmaz Aris, bu yaşında bunları düşünmek bile seni diğerlerinden farklı kılan en önemli özellik.”
“Farklı olmak iyi mi peki?”
“Her zaman değil.”
“Nasıl yani?”
Çayından bir yudum aldı. Eliyle bıyıklarını çekiştirirken, yine derin düşünceler içinde onu izledim. “Farz et ki, arkadaşlarınla yakar top oynuyorsun. Bir tarafta Aleksi, sen, Giorgios ve Angeliki diğer taraftaysa Ziya, Tahsin, Hilal ve Leyla var. Oyunda biri vuruldu ve çıktıysa burada oyunu kuralına göre oynarsın ve oyundan çıkarsın, karşı tarafa sıra gelince yine bu kural devam eder. Eğer biriniz oyunbozanlık yaparsa ne olur?”
“Kavga çıkar.”
“Doğru, eğer sen ya da karşı taraftan biri oyunda hile yaparsa olur olmaz sebeplerden ötürü birbirinizi incitirsiniz. Bu yaşta bilmemen gereken şeyleri öğreten öğretmeninizde, aranızdaki bu dostluğa çomak sokan kıskanç bir arkadaş.”
“Tıpkı Dimitri ve Hatice gibi desene...”
“Bu yaşta kendini ve çevreni görmen, bunu düşünüp doğruyu yanlışı sorgulama çabasına girmen, ayırt etmen, senin ne denli zeki bir çocuk olduğunu gösteriyor Aris. Bir gün…”
“Arkadaşlarımda benimle aynı fikirde yani onlarda mı zeki?” güldü. “Bir gün sen ve arkadaşların bizim yaşımıza geldiğinde bu sözlerimi unutma. Ne olursa olsun haksızın yanında olmayacağına; bu sizden ya da bizden hiç fark etmeksizin, Türk ve Rum dostluğunu koruyacağına ant içer misin?”
O an ve şu satırları yazarken elimde olmayan sebeplerden ötürü gözümde yaşlar belirdi. Boğazım düğümlenmiş, karşısında ufak bir çocukken genç bir yiğit kadar güçlü hissetmiştim. Hazır ola geçip kafamı dikleştirdim ve gür bir sesle, “ANT İÇERİM” dediğimde gururla kafasını salladı. Ayşe abla Aras’la ilgilendiği için biz baklavamızı ve çayımızı birlikte yedik içtik.
“Bizden sonra kardeşin sana emanet. Birbirinizi idare edin. Sevin, sayın, dört kolla birbirinize sarılın çünkü kardeşinin arkasında durursan seni devirmeye çalışanları, bir elin nesi var iki elin sesi var hesabında cevabınızı verirsiniz.”
Mütevazı ol; Saygınlaşırsın.
Çalışkan ol; Kazanırsın.
Nazik ol; Hatırlanırsın.
Cömert ol; Bereketlenirsin.
Meraklı ol: Öğrenirsin. Bunu biliyormuşçasına imalı bir biçimde söylemesine karşın tebessüm ettim.
Affedici ol; Hafiflersin.
Kendin ol; Mutlu olursun.
Güvenilir ol; Değerlenirsin.
“Şunu sakın unutma! Emek olmadan yemek olmaz. Çabala, azmet ama bunu yaparken kendine veyahut başkalarına zarar vermemeye özen göster. Büyüyorsunuz; değişiyor, gelişiyorsunuz. İyi- kötü herkesin kendi aile dinamiği, kendi karakteri ve çevresi var. Arkadaşının hoşuna gitmeyen davranışları ve yahut kafanızın uyuşmadığı zamanlar olacak. Çevrene zarar vermiyorsa senin buna saygı duyup, onu da o şekilde kabul etmen icap eder. Çocukça küsüp kavga etmek yerine konuşmak en üsluplu davranış, lakin bir kişiye bir kere demek yaraşır zira altın sözünü pul edersin. O kişi anlamak istediği kadar anlar. Herkesin bilgi, zeka ve bilinç seviyesi aynı değildir ve sen ne kadar konuşursan konuş, bu bir noktadan sonra misal Aleksi’den ziyade senin sorunun haline gelir. Son kısımda söylediğim sözde eğer biri seni değersiz hissettiriyorsa evlat, buna müsamaha gösterme! Ne kendine ne de çevrene... Anladın mı beni!?”
“Evet çok iyi anladım Ali… Baba” dedim. İlk kez söylediğim kelama kendim bile şaşırdım. Ne de olsa bunca zaman sonra ilk kez böylesine derin mevzulara girişmiştik. Tıpkı baba- oğul gibi. Ayşe abla da arkamızdan ikinci baklavaları getirdiğinde, hemen onun kucağına atladım. Babam otuz iki dişiyle sırıtırken, Ayşe annemse beni idare etmek için gıdıklıyor, ara sıra öpücüklere boğuyordu. Kıkırdamaktan karnıma kramp girdi. Benden mesudu yok! Ailem bu hayatta sahip olduğum en kıymetli varlıklarım, öyle işte.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
