
Bölüm 7: Çıkmaz Sokak Araları
Seni bulmaktan önce aramak isterim.
Seni sevmekten önce anlamak isterim.
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
Sana hep, hep yeniden başlamak isterim.
(Özdemir Asaf)
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştım. Gördüğüm garip kabus tüylerimi diken diken etmişken hala etkisinden çıkabilmiş değildim. Araştırmama ara verip okuldan nasıl kurtulabileceğim hakkında plan yapmaya başladım. Derse girmeden aldığım adrese gitmem gerekiyordu. Hayatımda ilk defa okuldan kaçacaktım bu yüzden elime yüzüme bulaştırmamam gerekiyordu.
Artık üzerime dar gelen bir çocukluk elbisesi gibi, ailemin benden beklentileri içinde sıkışıp kalmıştım. Yıllarım kafesteki güzel bir kuş gibi hissetmekle geçmişti. Ta ki hepsi dayanılamayacak hale gelene kadar…
Aslında ilk planım evden tek çıkabilseydim, okula hiç gitmemek olacaktı ancak Anıl olmadan gidemezdim. Babam, Anıl’ın başı derde gireceğinden yada haylazlık yapıp okula gitmeyeceğini düşündüğü için birlikte gitmemizi istiyordu. Yada bizden birine zarar gelsin istemiyordu, sonuçta baba yüreği. Çocuklarının zarar görmesini istemezdi. Sabah evden çıkmadan önce ilaçlarımı almam için hem annem hem de babam onlarca kez tembihlemiş sonunda ilaçlarımı alıp okula gelmiştim. Şimdiyse oturduğum kantin köşesinde buradan çıkış yolları arıyor hemde Cansu hanımın lavabodan gelmesini bekliyordum! Bir saattir o gelecek diye yer tutuyordum fakat gelen giden yoktu. O hariç herkes kantine gelmiş hatta bir kaç dakika sohbet bile etmiştik. Kalabalık arkadaş grupları gelip giderken gülüşmeleri kantinin duvarlarında yankılanıyordu. Zil yeni çaldığı için kantin de çok doluydu zamanla yemeğini yiyenler çıkıp giderken kantin de boşalırdı.
Dikkatimi toplayıp düşünmeye başladım eğer ana giriş-çıkış kapısından çıkarsam güvenlikler yakalayıp önce müdüre sonra en kötüsü, babama haber verebilirdi ama başka bir çıkış noktasından kaçabilirsem kimsenin ruhu duymazdı.
Elimi çeneme yerleştirdim. Okulun arka duvarlarından atlamaya kalkasam…
Karşımda biri varmışta ona cevap verircesine kafamı geri ittirip cıkladım. ‘Olmaz, düşüp bir yerlerimi kırarım kesin.’ İki metre duvardan nasıl atlamayı düşünüyorsun Aslı? Parmaklıklardan atlamayı denesem…
Olmaz.
Kendime zarar verebilirim. Demirler koluma, bacağıma batarsa ne olacak, aileme ne diyeceğim? Okuldan kaçarken mi oldu, diyeceğim?
Fikirleri bir bir elerken sıkkınca kafamı sallayıp ofladım. “Ne oldu?” Gelen sesle kafamı kaldırdım.
“Canın sıkkın gibi.” dedi Ceren, merakla. Neden geç kaldığı anlaşıldı…
Yanında okula yeni nakil aldıran çocuk vardı. Onun koluna girmiş neredeyse çocuğun içine düşecekti. Yavaş Ceren. Bu ne hız? Senden hızlısı ahirette. O çocukla Ceren’in bütün baskısıyla tanışmak durumunda kalmıştım. Kolundan çıkarken ikisinin meraklı bakışlarına maruz kaldım. Omuzlarımı silktim. “Her zamanki şeyler.” dedim. Dudaklarımı büktüğümde iki sandalye çekip çoktan yanıma oturdular. Kafasını sallarken, “Aman Aslı takma kafaya, zaten okul birincisisin. Bu kadar kendi üzerine gitme.” derken ciddiyetle gözlerine baktım.
“Öyle tabi de, elimde değil.” deyip omuzlarımı silktim. “Neyse boşver, nerede kaldın? Bütün okulla sohbet ettim neredeyse, bir sen yoksun.” dedim imayla. “Yolda geliyorken Uğur’la karşılaştım.” derken ismini söylerken bile ağzı kulaklarına varıyordu. Bakışları Uğur’u buldu. Sırıtırken konuşmaya devam etti, “Biraz okulda turladık.” dedi.
Gülümsedim. Çocuğu ağına düşürmeye başlamıştı ama keşke onu ağına düşürürken kendi de dikkat etseydi zira şu anda çocuğa karşı resmen salyası akıyordu. Ağzının sularını sil Ceren, dememek için kendimi zor tuttum, bunun yerine onun haline güldüm.
“Yemek yemeyecek misin?” dedim onu takıldığı ağdan kurtarmak ister gibi. Şaşırdı, “Ha?” Uğur’un hipnozundan kendini çekip çıkardı. “Evet, evet. Yiyeceğim.” Bana baktı. “Sen?”
“Ben çoktan yedim, seni mi bekleyeceğim?” dedim yalandan. Alayla gülerken onun bana bakışları sebebiyle ciddileştim. Bir aydır iştahtan kesilmiş, ağzıma lokma atamaz hale gelmiştim. Ceren de benim yanımda Anıl gibi hatta ondan öte hep destek olmuştu. Anıl’a elimde olmadan kızdığım, darıldığım ve izin vermediğim zamanlarda özel alanıma sakladığım anlarda beni hep oradan çekip çıkardı. “Gerçekten yedim, tokum istiyorsan abiye sor.” dedim yemekhanedeki abiyi işaret ederken. Uğur’a döndü. “Sen yiyecek misin?”
“Yok ben öğle arasında yiyecektim ama siz yerseniz ben de yiyebilirim.” dedi emin olamayan bir tavırla. Biz Ceren’le öğle tenefüsü olmadan yemeklerimizi yerdik böylece öğlen tenefüsünde test çözmeye vaktimiz kalıyordu. Böyle ufak zamanları avantaja çevirirdik. “Keyfin bilir.” dedim. Onu zorlayacak değiliz ya. “O zaman sen ye.” dedi Ceren’e.
Ceren, kafasını sallayıp yiyecek bir şeyler almak için sıraya girdi. “Yüzün solgun gibi.” dedi Uğur.
“Öyle mi?” Zoraki gülümsedim. “Fark etmemişim.” Merakla bana yaklaştı.
“İyi misin?” deyip dostça koluma dokundu. “Bunu sana söyleyip söylememekte kararsızım.” deyip Ceren’e baktım.
Sırada telefonuyla oyalanıyordu. “Bana söyleyebilirsin.” dedi ardından devam etti. “Bazen bazı şeyleri fazla tanımadığın insanlarla paylaşmak iyi gelebilir.” Gözlerimi kaçırdım.
Birden okuldan kaçmama gerek dersem korkabilirdi belki çünkü bu okuldaki kimse böyle bir öğrenci değildi. Herkesin bir hedefi vardı ve bunun için çabalıyordu.
Uğur’u daha yeni tanımaya başlasam da onun da hedefleri bundan ibaretti.
Bakışlarım yüzüne tırmandı. Kısık sesle konuştum, “Okuldan gitmem gerekiyor.” dedim. Fısıltılı sesimi bu gürültüde duyduğundan emin olamasam da geri çekilip yüzüne baktım. “Ailenden biri mi gelecek seni almaya?”
Kafamı yana çevirdim. “Yok, öyle değil.”
“Okuldan mı kaç-“ elimi ağzına kapadım. “Şşh! Sessiz olur musun? Söylediğime pişman etme.” dedim. Kafasını salladı. Elimi ağzından hızla geri çektim. “Pardon. Boşluğuma geldi.”
“Önemli değil de nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Güvenlikler kapıda, duvarlardan arlayamam…” deyip ona baktım. “Kendine izin kağıdı yazsana.” dedi rahat bir tavırla. Gözlerim parladı.
“İzin kağıdı mı? Onu müdür yardımcısı vermiyor mu ben nasıl yapacağım?” Gözünü kırptı, “Ben halledeceğim.” deyip arkasına yaslandı. Uğur, okula yeni gelse de kızlar tarafından pek bir sevilmişti. Okulun popüler erkekleri listesine adını yazdırmayı başarmıştı bu bir ayda. Yakışıklı bir arkadaştı. Hele de Ceren tarafından fazlasıyla beğeni yağmuruna tutuluyordu.
“Ceren’in haberi olsun istemiyorum.” dedim çünkü haberi olursa değil beni okuldan çıkarmak yanından ayırmayıp aynı derslere girerdik. “Neden diye sormayacağım.” dedi kendinden emin.
Bazı insanlar, diğerlerinin düşüncelerini anlayıp bunun hakkında soru sormamaları oldukça hoşuma giderdi. İnsanlar kimi zaman içlerini dünyaya açmak istemezler, sorunlarını kendi içinde, zamanla halletmek isterler. Böyle anlar, zaman zaman herkesin başına gelmiştir.
“Eğer beni merak ederse onu oyalayabilirsin, değil mi?”
Bu bir aylık süreçte kendi dertlerimle uğraşıp onunla kaynaşabilmek için pek zamanım olmasa da, tahmin ediyordum ki yaşadığım şeyleri Ceren’den duymuştur. “Oyalayabilirim ama bunların karşılığında tek bir şartım var.” dedi.
Dejavu?
Kafamı salladım. Hayır olamaz! Bunu çıkarcılıkla alakası yoktu, insanlar çıkarcıydı.
Hayat bana oyun oynuyor olabilir miydi?
Bu hayatta kimse karşılıksız bir iyilik yapamaz mıydı? Yine de bunu ona söylemeyip kafamı salladım. “Tamam, şartın nedir?”
“Her nereye gidiyorsan kendine dikkat edeceksin.” Donakaldım. “Demek istediğim, malum dışarıda ne olacağı belli olmaz. Araba çarpar ne bileyim anla işte…” şakaya vurdum.
“Başımı belaya sokma diyorsun, yani?” Cevap vermeye başladı, “Öyle demiyorum tabii ki Aslı ama-“ Güldüm. Söylediklerine bozulmadığımı anlayınca o da bana ayak uydurdu. Uğur’la çok iyi anlaşacaktım. Düşünceli arkadaşlar edinmek, hele de böyle bir dünya da pek mümkün olmuyordu ancak ben bu konuda çok şanslıyım. Bakışlarım arada Ceren’e kayıyordu ama kulaklarım Uğur’u dikkatle dinliyordu.
“Öğle tenefüsünde bütün öğretmenler yemek yemeye indiğinde ben, müdür yardımcısının odasına girip sana bir izin kağıdı yazacağım. Sen de, sanki o kağıdı müdür yardımcısından almış gibi kapıdan sağ salim çıkacaksın.” İnce düşüncesi karşısında gözlerim parıldamıştı ama yakalanırsak ne olacaktı?
“Ya güvenlikler müdür yardımcısının yamadığını anlarsa?” dedim süpheyle. Adamlada onca senenin tecrübesi vardı, illaki yazıları karşılaştırma yapardı.
Uğur, elini boynuna atıp duraksadı. Sonra konuştu, “Odasındaki evraklardan bakarım.” diye bir bahane üretti.
“Uğur, bu yol pek güvenli gelmedi bana. Yakalanırsak başımız büyük derde girer. Hem sen de yeni geldin okula, başını yakmayayım.” dedim. “Bana güven, bir şey olmayacak.”
Bana güven…
Ne çok duymaya ihtiyacım vardı bu cümleyi. “Tamam.” Sıkıntıyla ona baktım ve konuşmaya devam ettim. “Yakalanırsan bütün suçu benim üstüme atabilirsin, sakın üstleneyim deme.” dedim. Eğer yakalanırsa kendimi suçlu hissederim. Bencilce olabilir ancak kendi hislerimden kaçamayacağıma göre durum böyle olacaktı.
“Olmaz, seni satacağımı falan sanıyorsan yanılıyorsun. Ben yoldaşımı satmam.” dedi alayla.
Onun aksine ben bu konuda ciddiydim.
“Uğur, rica ediyorum.” Yutkundum ve kafamı yana yatırdım. Hocalar beni tanıyordu, belki bana bir torpil geçebilirlerdi ancak bu Uğur için olmayabilirdi.
Parmaklarım stresten masada ritim tutmaya başladı. Gözlerimde her an birini gözetliyorlarmış gibi bir tedirginlik vardı. “Tamam,” dedi Uğur, masaya doğru eğilerek. “Ama merak etme. Sana, ben yardım ediyorum.” dedi sesi alçaktı. O kadar alçaktı ki, sanki duvarlar bile duymadın istiyordu. Masaya dirseklerini koyarken dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Oo, Uğur bey,” elimi salladım.
“Çokta egoluyuz.” Kantinden gelen uğultu bir anlığına sustu. Cevap vermedi zaten cevap beklemiyordum. “İkimiz iyi bir grup olduk sanki, ne dersin?”
Bir anlık kahkaha bütün kantini doldurdu. Ama kahkahanın ardından ikimiz de ciddileştik. O kaçış planı, sadece bir şaka değil, gerçekten yapmak istediğim şeydi.
“Bakacağız, daha karar veremdim.” deyip dudak büzdüm.
“Bakalım.” En iyi arkadaşım olmaya kararlıydı.
Böyle giderse Ceren’i bile geçerdi… Bir kez daha omzumun arkasından Ceren’e baktım. “Ne yapıyoruz o zaman takım arkadaşım?” dedim alaylı bir tebessümle. Elini çenesine götürdü. “Hmm…” deyip bana baktı. “İyi bir plana ihtiyacımız var.” dedi onaylamamı beklemeden oturduğu sandalyeyi bana yaklaştırdı.
Ona belli etmesem de yakalanma korkusu bedenimi esir etmeye yetiyordu bile.
Ve sanırım bunu şimdilik bir süre sesli dile getirmeyecektim.
Bana yaklaştıktan sonra kendimi geri çekmek istesem de bunun garip bir davranış olabilecegimi düşünüp yapmadım. “Şöyle yapıyoruz; öğle tenefüsünü bekliyoruz ardından sen gayet rahat bir şekilde eşyalarını topluyorsun ve kütüphanenin önünde buluşuyoruz.” Ona baktım. “Sonrasındaysa sen yoluna ben yoluma, birbirimizi görmedik bilmiyoruz.” dediğinde kafamı hızla salladım.
Uğur’un bu yaptığı iyiliği asla unutmayacaktım.
“Tamam. Görmedik bilmiyoruz.” Elimi ağzımda hayali bir fermuar varmış gibi çekip kapattım. “Ceren’i nasıl oyalamayı planlıyorsun?”
Omzunu silkti. “Orasını bana bırak, düşünme.” bakışlarını benden ayırıp sıra kendine gelen Cerene’e baktı. “Anıl’ın haberi olacak mı gideceğinden?” dedi. Cevap vermemi beklemeden yeniden bir soru yöneltti. Gözleri kısılmıştı. “Anıl’ın haberi yok değil mi?”
Nasıl anlayabilmişti? Yoksa yüzümden anlaşılıyor muydu?
Dudaklarımı birbirine mahcupça bastırarak ona baktım. Kafasını ‘anladım.’ der gibi salladı. Uğur’un turkuaz rengi gözleri bana planımızı hatırlatıyordu. Yerimde huzursuzca kıpırdanarak sonunda konuşma cesaretini kendimde buldum. “Evet, yok. Kimsenin haberi yok. Olsun da istemiyorum.” dedim.
Ben bakışlarımı yere dikmişken onun hala beni izlediğini fark edebiliyordum.
Elini masadaki elimin üzerine dostça kapadı.
“Merak etme, sana yardım edeceğim.” dediğinde tebessüm ettim. “Teşekkür ederim. Seni tanımak benim için çok büyük şans. Yardımın olmasa hala kaçış planı düşünüyor olacaktım.” omzumu silktim. “Belki de kendimde o cesareti bulamayacaktım.” dedim. Uğur, sözlerime karşılık gülümsedi. “Böyle söylemeni istemem. Sen çok başarılı birisin, böyle konuşarak içindeki o cesaretli kızın kalbini kırabilirsin. Kendine güvenmelisin.” dedi ciddiyetle. Utanarak ellerimi ondan kurtardım. Kafamı salladım.
Aslında haklıydı, bu tür söylemler ve düşüncelerim sebebiyle her seferinde bir şeyleri başaramayacağımı düşünüyordum. Uğur haklıydı, kendime güvenmeliyim. Ceren, bir elinde tostu diğer elinde telefon ve kucağında meyve suyu kutusuyla bize yaklarıyordu.
Göz ucuyla sakladığı şeye baktım. Tost, meyve suyu ve kraker. Onu ben yemezsem ne olur? Canım çeker. Elimle ağzımın akan suyunu silip tostundan bir ısırık alacağı sırada kolunun altına sıkıştırdığı kraker paketini çekip aldım. “Oslo, hepsono yorosun sono dovorum.” Ağzı dolu olduğu için dedikleri tam anlaşılmasada Aslı hepsini yersen seni döverim, gibi bir şey söylemiş olabilirdi.
Güldüm. Paketi açıp ikişer tane ağzıma tıkıştırdım. “Aynen döversin.” deyip oturduğum yerden kalktım. Beni yakalayacak mıydı yoksa yemeğini mi yiyecekti emin olamadım. Ona mesafe koysam iyi olurdu. O benim kalktığım yere otururken ben de onların karşısına oturdum. “Bitirme!” diye bağırdı ağzındaki lokmasını yuttuktan sonra. Uğur, ikimize kaçamak bakışlar atarken bıyık altından da sırıtıyordu. Ceren’e dil çıkardıktan sonra elimdeki paketi Uğur’a uzattım.
“Dersiniz ne?” diye sordum.
Ceren’in ağzı dolu olduğu için Uğur cevapladı. “Matematik.”
“İyiymiş, valla bizimki de görsel sanatlar.” deyip elimdeki krakeri ağzıma atarken ofladım.
“Neden canın sıkkın? Ne güzel boş derste çalışırsın.” dedi Ceren olacakları bilmeden.
“Hoca bırakmıyor ki, ders işleyecekmiş.” Ceren’in dudakları aradından şaşırma nidası döküldü. “Ne? Son sınıf olduğunuzu bildiği halde ders mi işliyor?” meyve suyunu yudumlerken, “Allah sana sabır versin, iyiki bizim derse girmiyor.” dedi.
“Neden öyle diyorsunuz ki? Bizim okulda bu ders hep işlenirdi.” Omuz silktim. “Biz bu okula geldiğimizden beri adam akıllı hiç işlemedik. Boş geçiyordu hep.” Ceren kafasını salladı. “Aynen, önceden hoca yoktu yeni geldiler.” dedi yeniden ısırık alırken. “Ben severim bu dersi. Geldiğim okulda sürekli aktif çalışmalar yapıyorduk.” dedi.
Bir de bu adamın ömür yiyen konuşmasını mı dinleyecektim yani? Neyse, keyfimin yerinde olması gerekiyordu. Sirkelendim. Ayrıca suç ortağımın güce ihtiyacı vardı. Gelecek teneffüste okuldan kaçmama yardım edecekse ardımda yaralı bir asker bırakamazdım!
Elimdeki paketi Uğur’a uzatıp içinden alması için salladım.
Ceren elini uzatmıştı ki paketi son anda çekip aldım. Gözlerini kısıp pis pis bana baktı. “Yiyemezsin o krakeri bak ona göre.” Omzumu silkip yeniden Uğur’a uzattım. Uğur içinden iki tane alıp birini Ceren’e verdi.
Ne! Uğur, adamım sen en iyisisin. Aferim Ceren, nokta atışıyla en iyisini seçmişsin. Göz göze geldiğimizde ikimiz de aynı şeyleri düşünüyorduk.
Ceren, Uğur’un ona uzatmış olduğu krakeri alıp ağzına attı. “Teşekkürler.” deyip kıkırdadı.
Ceren, kıkırdadı?
Şuan bu masada neler oluyordu? İmayla Ceren’e baktım. Hemen kafasını başka tarafa çevirdi. Demek öyle…
***
Artık ihtiyacım olmayan her şeyle vedalaşacaktım. İstemeyerekte olsa bunu kendim için yapacaktım. Her deneyimim her düşüncem kendi lehim için olacaktı. Başkaları istediğini söyleyebilirdi lakin bunu üzerime alınıp alınmamak bana mahsus bir konuydu. Hayatta karmaşa yerine büyümeyi seçiyorum. Büyüyüp büyük düşünceleri…
Görsel sanatlar dersine gireli on dakika olmuştu. Dersin hocası, sınıf defterini doldurup kendi arasında konuşan sınıfa baktı. Kollarını birbirine dolayıp birden konuşmaya başlayınca tüm sınıf susup merakla söyleyeceklerini bekledi.
“Hani bazen tanıdık bir hisle dolar içimiz. Etrafınıza bakarsınız ama yalnızsınızdır. Yalnızca siz ve gün ışığının yakıcı sıcaklığı.” Elini kaldırıp rastgele bir öğrenciyi işaret etti. “Elinizin üstüne gelen güneş ışığını hissedersiniz sonrasında oraya diğer elinizi de uzatıp o hissin devam etmesini istersiniz.” Başka birini işaret edip dudak büzdü. “Yada istemezsiniz” deyip omuz silkip konuşmasına başka birini işaret ederek devam etti. “Hep olduğun yerde olduğunu düşünür fakat zihninin yanılsamalarından ibaret olduğunu anlarsın. Anılar bir bir aklına hücüm eder,” sıraların arasında gezinmeye başladı. “savaşçı misali.”
Tık. Tık. Tık.
Topuklu ayakkabının sesi sınıfın duvarlarında yankı yapıyor konuşmasıyla ritim tutuyordu. “Ancak düşünürsünüz. Kalbiniz hızlanır hızlanır göz bebekleriniz büyür bir şeyler hatırlamanın eşiğindesinizdir.”
Yanımdan geçerken elini omzuma koydu ve yeniden konuştu. “Eliniz bir şeyler arar.” Kafamı kaldırıp öğretmenime baktım. Sınıfa bakarak konuşsada elleri omzumda asılı kalmıştı. “Düşündüklerinizi not edebilmek yahut onu resmedebilmek için.”
Dudaklarımı büzdüm. Ben bu yönden hiç düşünmemiştim. Sınıf, öğretmenimizin konuyu nereye bağlayacağını merakla dinliyordu. “Şimdi sizde resim defterlerinizi çıkarın ve bahsettiğim şeylerle ilgili proje hazırlayın.” Sınıftan gürültüler yükseldi. “Hocaam!”
“Yapmayın hocam!”
“Ders sonuna kadar vaktiniz var.” dedi. Arkasını dönüp akıllı tahtadan klasik müzik açtı. “Hocam…” diye konuşmaya başladığım sırada müziğin sesini yükselterek gülümsedi. “Aslıcığım itiraz istemiyorum. Dersimde ders işleyeceğim.” deyip masasına oturdu. Aman iyi bir şey demedik say!
Yanımdakilere bakış attım. Hepsi paşa paşa defterlerini açmış çizim yapmaya başlamıştı.
Yuh artık!
Bu kadar çabuk ilham nasıl gelmişti?
“Ders sonunda kontrol yapacağım. Yapmayanlar -10 puan alacak.” diye uyarıda bulundu. Oha! -10 ne?
Alt tarafı bir resim dersi, ne kadar zor olabilirdi ki?
“Hocam 10 puan ne?” diye sitemde bulundum. “Biraz az kırsanız olmaz mı?” Kafasını iki yana ‘olumsuz’ anlamda salladı.
“Maalesef Aslı.”
“Hocam, lütfen.” dedim. “Yanımda resim defterim yok.” dedim yalandan. Benim yanımda resim defterim olmayacak?
Derse eksik geleceğim?
Ben? Olacak iş değildi elbette. Lakin ben resim yapmayı pek bilmem. Derste ne işlenirse zar zor onu çizmeye çalışırdım. Önemli olan azim ve çabalamaktı.
“Herhangi bir defterine yapabilirsin.” Sınıfa bakış attı. Benim gibi yapmayanlar yahut yapmak istemeyenler öğretmene boş bakışlar atıyordu. “Sizlerde resim defteriniz yoksa eğer herhangi bir boş sayfaya yapabilirsiniz yada arkadaşlarınızdan rica edin bir sayfa alın ama bir daha böyle defter getirmeyenler olursa bundan da puan kıracağım ona göre aklınızda bulunsun.”
Sınıftan yine mırıltılar yükseldi. “Hocam acıyın bize.” dedi sınıf arkadaşlarımdan bir.
“Çocuklar bunun acımakla yada acımamakla alakası yok. Sizler sınava çalışıyorken dış dünyaya olan bağlantınızı koparıyor orada olan bitenden bihaber oluyorsunuz. O yüzden en azından resim dersini kendiniz için değerlendirin ve emin olun hepiniz çok iyi yerlere geleceksiniz. Buna tüm kalbimle inanıyorum.” Oturduğu yerden kalkıp masaya yaslandı. “Şimdi lütfen defterlerinizi açın ve bir şeyler karalamaya başlayın.”
Ofladım. Masanın üstündeki çözmek için ayırdığım tüm testleri çantama tıkıştırıp resim defterimi çıkardım. Şimdi sorsa ‘hani defterin yoktu?’ dese be diyeceksin Aslı
Bu ders nasıl bitecekti?
Sabır çeke çeke…
Ne çizsem ki? Zil çaldığında okuldan kaçacakken kafamı toplamam kolay olmuyordu. Pekala, o zaman bununla ilgili bir şey çizebilirim.
Düşündüm. Bundan neler çıkabilir?
Sayfanın yarısına düz bir çizgi çektim. “Şöyle bir çizgi nasıl olur… hmm. Güzel…”
“Efendim?”
Ha? Ne? Sesli mi konuşmuştum? Sıra arkadaşım bana bakıyordu. Tereddütle konuştum. “Sesli mi konuştum?” diye sordum. Anlamazmış gibi kafasını salladı. “Evet.”
“Yok sana demedim. Sen devam et.” deyip aklımda dönen karmaşık desenleri kağıda dökmeye çabaladım. Kalemi yatırıp çizdiğim anlamsız çizgileri karaladım.
Sıra arkadaşıma çaktırmadan göz ucuyla baktım. Eliyle resminin karaladığı yerlerini dolduruyordu. Kollarımı sıvayıp aynısını yapmaya karar verdim. “Hmmm…Sen bayağı iyisin.” diye onu övdüm.
“Teşekkür ederim.” deyip tebessüm etti. En azından ondan kopya çektiğimi düşünse bile bir şey söylemez diye umdum. “Sen de iyi gidiyorsun.” dedi.
Alayla güldüm. “Sağol. İlk denemem değil, daha önce çok yaptım bunlardan.” diye bir yalan salladım.
Şaşırdı. “Ciddi misin? Belli oluyor ama.”
“Hadi ya? Oluyor mu?” Şimdiye kadar çizdiğim yerleri gösterdim. “Nasıl?” dedim.
“Harika gidiyorsun. Hocaya göstersene sana yorum yapsın.” dedi. “Yok ya gerek yok şimdi. Öylesine karaladım bir şeyler.” Bana söylemeden elini kaldırıp öğretmeni sıramıza davet etti. “Efendim İremciğim?” Eliyle beni işaret edip, “Aslı’ya kritik verir misiniz?” Elimle sıranın altından bacağını dürttüm susması için. Normalde resim dersine pek katılmazdım. Benim için önemli olanlar ana derslerdi ancak bu dersleri de can kulağıyla da dinlerdim. “İrem!” diye uyardım.
Kritik istesem kendim söyleyebilirdim!
Başka öğrencinin yaptığı resmi yorumluyordu. Ne yapılabileceği hakkında kendi düşüncelerini belirtiyor resmi yapana yol gösteriyordu. Bize doğru adımlarken konuştum. “Gelmenizi gerektirecek kadar iyi yapamadım aslında.” derken konuştu. “Sanatını küçümseme. Her insan kaleminin değerini bilmeli tatlım.” dedi edebiyat hocasını aratmayan tavırla. O gelene kadar ben de biraz daha içimden gelen, beni anda tutan tuhaf şeyler çizdim.
Kah karaladım kah elimle diğer taraflara yaydım. Dairesel şekillerin ortasını doldurmaya özen göstersem de resmin yukarısına çizdiğim ışık yansıması o daireleri delip geçiyordu. Dairenin tam ortasına düz bir çizgi çekeceğim sırada yanımda hareketlilik hissettim. “Ne güzel yapıyorsun işte, neden çizmek istemiyorsun?” diye sordu. Geçiştirdim. Omzumu silktim. “Bilmem tarzım değil.”
“Anladım. Bakalım resmine, hmm… güzel düşünülmüş.” dedi resmime eğilerek. Dokulup dağılmayan yerleri eliyle dağıttı. “Sana bırakıyorum.” deyip kalktı. “Ne, hocam?” diye şaşırma nidası çıktı ağzımdan. “İyi gidiyorsun, ders sonunda geleceğim yanına.” deyip onun çağıran sınıf arkadaşlarımın yanına gitti. Satıldım mı yoksa cidden iyi düşünülmüş bir resme karışmak istememiş miydi?
Neyse… “Çizmek ruhu dinginler. Dağınık zihinleri toparlar ve daha iyi çalışmanıza yardımcı olur.” dedi klasik müzik çalmaya devam ederken. Defteri evirip çevirdim. Biraz daha devam ettikten sonra ellerimi temizleyip kararan parmaklarımı ıslak mendille sildim. Saate baktım. Son iki dakika…
Çantamı toparladım, eşyalarımı içine doldurduktan sonra fermuarını çekip oturduğum yerden dakikaların akmasını bekledim. Ders hocamız resimlerin son halini akşam mail üzerinden göndermemizi istemişti. Şimdiden gönderip bu işi de halletmiştim, diğerleri gibi.
“Aslı, nereye canım?” dedi resim öğretmenimiz.
Batırdım!
Kekelememek için kendimi zor tuttum. Beni nasıl görebilmişti? Halbuki o kadar saklanmaya çalışmıştım. “Babam almaya gelecek de.” dedim ecel terleri dökerken. Hazır ola geçmiştim resmen. Kimseye görünmeden çıkmam gerekiyordu. “İyi misin, bir sorun mu var?” dedi. Saate kayarken bakışlarım h
Kafamı iki yana salladım. “Hayır yok erken çıkmam gerekiyordu o yüzden.” dedim. Aferim batır!
“Yani şey…ııı…” saçlarıma gitti elim. “Şey…babamın hastane ziyaretine gitmesi gerekiyor da… Aile dostumuz için.”
“Anladım canım geçmiş olsun.” dedi.
Dudaklarımı büzdüm. “Ihı… teşekkür ederim.” dedim. Hadii!
Son bir dakika.
50 saniye… Bacağımla ritim tuttum.
30 saniye…
10…
Vee…
Zil çaldığı gibi oturduğum yerden fırlayıp kapıya abandım. Sakin olmaya çalışarak sınıftan çıkarken telaşımı yalnızca ben biliyordum. Ecel terleri sırtımdan akarken hiçte rahat hissetmiyordum. Uğur’un işi ne kadar sürerdi bilmediğim için oyalanmadan kütüphanenin önüne gitmeliydim.
Merdivenleri inerken bir kaç kişiye farkında olmadan çarpmıştım. “Hey, dikkat etsene.” diye bağırdı arkamdan biri.
“Afedersin!” deyip telaşla ilerledim. Normal şartlarda olsam canının acıyıp acımadığını sorabilirdim lakin yapmam gereken önemli şeyler vardı. Çantamın kolunu iyice kavrarken kütüphanenin koridoruna girmiştim çoktan. Derin nefesler çektim içime. Aksiyonlu olaylar yaşadığım her an kendime telkin vermekten çok yorulmuştum. Umarım üstesinden başarıyla gelebilirdim, tüm kalbimle isteğim bu yöndeydi.
Uğur’u gördüm tam karşımda. Elleri cebinde camdan dışarı bakıyordu. Omuzlarım düştü. ‘Hadi amaa alamadım deme.’
Lütfen!
Gerçekten en son duymak istediğim şeydi. Arkasını dönüp beni gördüğünde turkuaz rengi gözleri parladı. Evet! diye zıplamak istedim. Kafamı ‘oldu mu?’ anlamında salladım. Etrafta kimse var mı diye bakındı ve ardından dişlerini göstererek gülümseyerek kafasını bir kere aşağı yukarı salladı.
Gülümsedim.
Koridor öğle tenefüsü olduğundan doluydu. Fırsattan istifade edip kalabalığa karışacak kendimi böylelikle fazla dikkat çekmeden dışarı atabilecektim. Bana doğru hareketlendiğinde ortada buluşacaktık. O koridordan yukarı çıkarken bende merdivenlerden aşağı inip bahçeye ulaşacaktım. Sağ elini cebinden çıkardı.
Beyaz kağıdı gördüm.
Kağıdı döndürüp parmakları arasına sıkıştırıp gelmemi ve elinden çekip almamı bekledi. Hızımı arttırıp elimi elinin üzerinden kağıdı alabilmek için uzattım.
Nolur düşme!
Ve… İşlem tamam.
Aldım, elimde. Gülümsemem büyürken bir ses duydum. “Uğur.” dedi kalın sesli biri ancak ses fazla tanıdıktı. Samet?
Eyvah! Yandık! Beni görmemiş olsun!!
Gördüyse okuldan çıkmam zor olabilirdi. Ayrıca okuldan gittiğimi hem Ceren hem de Anıl öğrenebilirdi bu yüzden yüzüme gelen saçlarımı biraz daha kapatması için kafamı eğdim. Uğur, Samet’e cevap verdiğini işitirken göz ucuyla arkama baktım. “Senin burada ne işin var, yemeğe inmemiş miydin?” deyip kolunu Samet’in omzuna atıp onu benim tersi yönüme çevirmeyi başarmıştı.
Son gördüklerim bunlar olurken kapıdan çıkış yaptım. Ceren ve Anıl’ın ne yaptığını merak ettim. Muhtemelen Anıl yemek yemek için kantine inmiş Ceren ise derste anlamadığı soruları hoca sınıftan gitmeden sormaya çalışıyordu muhtemelen ancak bundan sonrası yine Uğurdaydı. Hem Anıl’a hem de Ceren’e göz kulak olacağına söz vermişti. Ona olan minnettarlığım artmıştı. Nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum.
Birazdan ciddi ciddi okuldan çıkacaksın Aslı. Hemde yasal olmayan yollarla. Elimdeki izin kağıdına baktım. Daha öncede almıştım bundan. Tek bir sorun vardı. Uğur, diğerlerinin aynısını nasıl başarabilmişti bu kadar kısa sürede? İmzası hatta yazısına kadar aynı olması düşündürücüydü doğrusu. Güvenlik görevlisi oturduğu yerden bana bakış attığında ona elindeki kağıdı titreyerek uzattım. Titrememi durduramamıştım. Bravo Aslı, alt tarafı okuldan kaçacaksın bunu bile beceremiyorsun!
“Hasta mısın?” dedi bariton sesli güvenlik görevlisi.
Uğur, kağıda hasta olduğumu yazdığı için kafamı salladım. “Evet.” dedim kısık sesle.
“Bir saniye bekleteceğim seni.” deyip kablolu eski usûl telefonu kulağına koydu. Hayır ama ya hayır…
Gözlerim etrafı taradı. Ellerimi yumruk yapıp sıktım. Sıçtım. Tek kelimeyle, sıçtım. Müdür yardımcısını arıyordu ama öğle tenefüsünde açabilir miydi ki? Çaldı… çaldı… çaldı…
Kapan artık!
“Alo hocam, merhaba.” diye konuşmaya başladı ve ardından susup karşıdaki sesi dinledi. Kafasını salladı ve bakışları içeride gezindi. “Tamamdır. İsmin ne demiştin? Uğur…”
Uğur, ne yapmaya çalışıyorsun?
“Kaçıncı sınıflardansın?” Çok geçmeden bakışları beni bulup Uğur’un söylediğini tekrar etti. “Nöbetçisin… Anladım… Haberi olduğunu söylemiştin, emin misin?” dedi sorgular bir tavırda tek kaşını kaldırıp.
“Anladım…Bir daha bu telefonu sen açma tamam mı?” sessizliğin ardından bir düğmeye bastı ve kapı kendiliğinden açılmaya başladı. “Pekala, çıkabilirsin.” dedi. Eliyle kapıyı işaret etti.
Uğur, son sınıfken nöbetçi öğrenciyim demişti, cidden akıllıca düşünmüştü. Böylelikle yakalanma konusunda zorlanacaklardı. Eminim ki nöbetçi öğrencilerden biri Uğur isminde değildi. Öyle olsa bile elimde kocaman, kapı gibi bir kağıt vardı. Bu yüzden pek fazla sorgulayacağını düşünmüyorum. Yine de kalıdan adımımı attığım anda bu yaptığımın ne kadar doğru olmadığını düşündüm.
Okulun içine baktım. Bir kaç adım attıktan sonra bahçede ellerine cebine sokup dikkatle bana bakan kişiye odaklandım. Kafamı yana yatırıp gülümsediğimi gördüğünde elini başına koyup asker selamı verdi. Bu hareketine daha fazla güldüm. Şimdiye kadar kimse benim için karşılıksız bir iyilik yapmamıştı. İyi ki geldin Uğur.
İyi ki…
Öylece beklemeye devam edersem en sonunda zil çalacaktı bu yüzden hareketlenip yürümeye başladım. Bu saatlerde acaba taksi geçer miydi? Artık geçene kadar okuldan uzaklaşacaktım başka çarem yoktu. Şunu anladım ki hayat o kadar da cömert değil. Her kahkaha bir gün mutlaka solar acı bir göz yaşına her tebessüm bir karanlık bir hüzne dönüşebilirdi. Aslında hayat verdiği kadar aldıklarıyla ünlüydü de biz yalnızca verdiklerine odaklandık. Hatta öyle bir odaklandık ki götürdüğü anılara geç kaldık. Her yeni güne uyandığında göz kapaklarındaki yorgunluk belki de hayatın bize kendini hatırlatmasıdır? Sıcak nefesler vedalara sebep olurken ıslak gözyaşları bizi birbirimize bağlayan en yegane şey oluverirdi. Kalbindeki büyük hüzün çukurunu herkese kapatırsın kendini güçlü kılmak için lakin o hüzün çukuru büyümeye devam ederse topraklarında heyelana yenik düşer altında ilk önce sen kalırsın…
Taksiye el işareti yapıp durmasını sağladığımda korkumu da okulda bırakıp arabanın içine girdim. Bir yol seçmem gerekiyordu, artık hiçbir çarem yoktu.
Bir daha arkama bakarsam köprüyü geçemezdim.
Taksiciye telefonumdan gideceğim adresi gösterdim. Bu adreste umarım görmek istemediğim şeyler yoktur. Gerçi şu sıralar pek umduğum şeyler olmuyordu. Tam tersine, aksine çalışıyordu çarklar. Normalde trafik olan yollarda öğle saatleri nedeniyle tek bir araç dahi geçmiyordu.
Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanırken midemde rahatsızlık hissettim. Elimi karnıma kapattım. Regli olmama daha vardı. Bu his heyecan ve korkumun birleşiminden dolayı ortaya çıkıyor olabilir miydi ki?
Sessizce bu hissin bedenimi terk etmesini bekledim. Ama ne demiştik Aslı? Korkuyu taksiye binmeden bırakmıştık değil mi?
Evet.
Dikkatim dağılsın diye telefonuma odaklanmaktan geldiğimi fark edememiştim. Kafamı kaldırıp taksinin camından dışarısını seyrettim. Dapdar ara sokaklardan geçmeye çalışıyorduk. Çevreden arabaya dönen bakışlar benim kim olduğumu anlamaya çalışıyordu. Herkes gözlerini kısmış taksinin içini görmeye çalışıyordu. Okula yaşı yetmeyen yahut gönderilmediğini düşündüğüm çocuklar arabanın etrafını elliyor kimi zaman pat! küt! sesleri arabanın içini dolduruyordu. Taksi, ara sokak olduğu ve yolların dar olması sebebiyle yavaş ilerlerken sarsılıp kapıya tutundum. Bazen taksicihle göz göze gelsekte ‘beni neden buraya getirdin?’ diyemeyeceği için konuşmadı. Tekrar yola döndüğümde taksi bir anda durdu.
Taksiciye baktım. Şaşkın bakışlarımı fark ettiğinde konuşmaya başladı. “Daha ileri gidemem.” dedi. Anlamz gözlerle ona bakmaya devam ederken, “Buraya kadar anca.” dedi. Ne demek oluyor bu şimdi?
“Nasıl buraya kadar?” diye bir soru yönelttim. “Ben nasıl gideyim abi o kadar yolu?” dedim. Adam kollarını silkip konuşmadan bekledi. Kafamı sallayıp geldiğim yolun ücretini de ödedikten sonra taksiden indim.
“Hey allahım şu halime bak!” dedim. Neyse yapacak bir şey yok. Adrese kadar yürümekten başka bir şey gelmezdi elimden. Bu kadar yolu geri dönecek halim yoktu ya. Taksiden indiğim andan itibaren sokaktaki insanlar beni baştan aşağı süzüyor ardından kendi aralarında fısırdaşmaya başlıyorlardı. Aslı, senin böyle bir yerde ne işin var? Diye sordum kendime ama cevabı yoktu işte…
Telefonu adresin gösterdiği eve ulaşınca cebine sıkıştırdım. Burası o evdi.
Tanımadığım, bilmediğim ancak gözlerimin önünde öldürülen adamın eviydi ve o artık yoktu.
Gözlerim doldu.
Ağlamak için bahane arıyorlardı zaten.
Kapıyı çaldım. İçeriden küçük çocukların bağırışma sesleri geliyordu. Büyük ihtimalle oyun oynuyorlar hiçbir şeyin farkında bile değillerdi. Gözlerimi sımdıkı yumdum. Kapı açılmadan önce akan göz yaşlarımı elimin tersiyle sildikten sonra zor da olsan gülümsemeye çalıştım. Çok geçmeden kapı açıldığında karşımda kucağında 4-5 yaşlarında çocuklar bir kadın karşıladı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Konuşmaya dilim varmadı. Kendimi sıkmaktan kim bilir nasıl kızarmıştım. Kadın beni baştan aşağı süzerken utançtan yerin dibine girmek istedim. Hepsi senin yüzünden oldu, Aslı.
Senin…
Sus.
“Buyrun, kime bakmıştınız?” diye sordu merakla. Mavi gözlerindeki kırmızılıklar ne kadar da yakışmamıştı güzelliğine. Mavileri bunları hak etmiyorum diye çığlık atmak ister gibiydi. “Be.. ben… size bakmıştım.” diye konuştum.
“Efendim?”
“Size.” diyebildim.
Kadının ince kaşları çatıldı. “Sizin benimle ne işiniz var?” dedi kucağındaki küçük çocuğa sıkı sıkı sarılırken. Onu, ondan alacağımı mı düşünüyordu?
“Biraz konuşabilir miyiz?” dedim acıyan bakışlarım küçük çocuğundayken. Kadın, oğlunu benden sakınırken kafasını iki yana hızla salladı. “Olmaz!” dedi. “Olmaz! Git buradan. Vermem. Vermem. Oğlumu kimseye vermem.”
Sinir krizi geçirecekti böyle yapmaya devam ederse. Ellerimi havaya kaldırıp tehlikeli bir durumun söz konusu olmadığını ifade edercesine siper ettim. “Sakin olun. Sadece konuşacağım.” dedim. Arkadan koşturarak gelen kız çocuğu annesinin bacaklarına sarıldı. Utangaç ve korku dolu yüzle her iki çocukta bana bakıyordu. “İçeri gidin.” dedi çocuklarına.
“Lütfen,” kafamı yana yatırdım. “Sadece konuşacağım.” dediğimde kafasını iki yana salladı. “Konuşacak bir şey yok.” diye ben reddedip demir kapıyı kapatacağı sırada ayağımı kapının eşiğine sıkıştırdım. “Biliyorum korkuyorsunuz lakin ben size zarar vermek istemiyorum. O gece hakkında,” deyip duraksadım. Kapıyı ittiren kadın o gece lafını duyduğu anda kapıyı ittirmeyi bırakmış sözlerime kulak kesilir olmuştu. Derin nefes alıp konuşmama devam ettim. “O gece hakkında sizinle konuşmak istiyorum.” Onu ikna etmek istercesine kafamı eğdim. “Eğer sizde izin verirseniz.”
Kadın kapıyı açtı. Yüzü bir anda beyazlamış kafasındaki eşarbı yamulmuştu. “Ne konuşacaksın benimle?” diye sordu. “O gece oradaydım.” dedim sonrasında duraksadım. Etraftan dönen meraklı bakışlar beni baskı altında hissetirmişti. “Daha sakin bir yere geçebilir miyiz?”
Eliyle evini işaret etti. “Buyur.” dedi parlayan gözlerle.
“Teşekkür ederim.” deyip tebessüm ederek içeriye adım attım. Aydınlıktan karanlık gecekonduya girince gözlerim kamaştı. Gözlerimi kırpıştırarak kamaşmayı önlemeye çalıştım. Karanlık koridorda önden yürümek istemesem de önüme geçmediği için onu bozmadım. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. Hangi odaya girmeliydim? Üç kapı vardı. Hepsi de kapalıydı. “Sağdan.” diye uyardı beni kadıncağız.
Ona döndüm. Mahcupça, “Teşekkür ederim.” deyip dediğini yapıp odanın kapısını açtım ve içeri girdim. Küçük ve soğuk oturma odasında koltuğun bir köşesine kuruldum. İçeride sessizlik sürüp giderken konuşmaya başladım. “Nasılsınız?” dedim. Önce ayakta kalmayı tercih etse de sonradan karşımdaki eskimiş koltuğa oturmayı kabullendi.
“Nasıl gözüküyorum oradan bakınca.” dedi. Beni tersliyordu. Onu anlıyordum. Acısı büyüktü. “Anladım.” deyip dudak büzdüm. “Konuşacaklarınız vardı benimle.” dedi merakla. Sakinlikle kafamı salladım. Diğer odadan küçük çocukların oynadıkları oyunlarının sesi geliyordu. Konuşmaya nasıl başlayacağımı bilemediğimden bir süre onlara kulak kesildim.
Yutkunup konuşmaya başladım. “Size kendimi tanıtayım,” elimi uzatıp ismimi söyledim. “Aslı,” beni karşılıksız bırakmayıp elimi sıktı. “Seray.” dedi.
“O gece orada bizzat kendi gözlerimle olay anına şahit oldum.” dedim. Seray’ın gözleri dolar gibi oldu. “Etraf çok karanlıktı, ne olduğunu anlayamamıştım bile.” Elleri titremeye başladı. Sanki ben anlattıkça o da o geceyi yaşıyor gibiydi. “Onu gördün mü?” diye sorduğunda gözleri kararmıştı, böylelikle kimden bahsettiğini anlayabilmiştim.
Olumsuz anlamda kafamı salladım. “Kar maskesi vardı kafasında.” dedim.
“Ü…üstünde ne vardı, peki?” dedi ağlamaklı sesiyle. Eliyle üstündeki kıyafetlerini gösterip örnek göstermişti. “Bilemiyorum yani dediğim gibi karanlıktı etraf ama üzerinde tişört, pantolon olduğunu hatırlıyorum.” deyip sustuğumda evin içinde zil sesi yankılandı. Merakla ona bakıyordum. O ise, “Görümcem gelmiştir. Evlerimiz birbirine çok yakındır.” deyip kapıdan çıktı. Beni odada tek başıma bırakırken dış kapının açıldığını işittim.
“Seray, gelen kim?” dedi yabancı bir kadın sesi. Seray kadını susturmaya çalıştı. “Şşt! Sessiz ol, duyacak.”
“Ne diyorsun kız? Kim, neyi duyacak?” dedi yabancı kadın garip bir ağızla. “Misafirim var Kader abla, sonra gel.”
“Bakalım kimmiş misafirin?” deyip oturduğum odanın kapısı aniden açıldı. Seray’ın yanındaki kadın beni baştan aşağı süzdü. “Hoşgeldiniz?” dedi soran gözlerle. “Hoşbulduk.” deyiverdim.
Kendi aralarında köşede fısırdaştılar. “Niye gelmiştiniz?” dedi kadın, yabani gözlerle. Benden uzak duruyordu, onun için yabancı olduğumdan dolayı. “Seray hanımla konuşmak için gelmiştim.” dedim. Kadın, Seray’a dönüp baktı sonrasındaysa bana. “Ne konuşacaktın?” dediğinde, Seray atladı lafa, “Azmi’mi gören kızmış.” deyip kalktığı yere oturdu. Azmi bey’in eşiydi Seray. Fotoğraflarını kağıtların arasında gördüğümü hatırladım. Olanlardan yorulmuş gibi bir hali vardı bu yüzden derince bir nefes verdi.
Yeni gelen orta yaşlardaki eşarplı kadın şaşırmıştı. Doğrusu ben de şaşırırdım. Bu kızın burada ‘ne işi var?’ diye sorardım kendi kendime. Tam tahmin ettiğim gibi sormuştu da. “Hayırdır inşallah?” dedi merakla Seray’ın yanındaki boşluğa otururken. “Baş sağlığına gelmiştim.”
“Sağolasın.”
Tebessüm edip Seray hanıma baktım. “Siz nasılsınız?” diye sordum.
Nedense kadınının yanında Azmi bey hakkında konuşmak istememiştim.
“Nasıl olayım ki? Gelen giden çok. Düşünmeye vaktim bile olmuyor, acımı bile düzgünce yaşayamadım.” Üzüntüyle kafamı salladım. “Anlıyorum. Yani ne demem gerektiğini inanın bilmiyorum.” Camdan dışarı baktım kelimelerimi toparlamak adına.
Kader denilen kadın, söylediklerimi pek umursuyor durmuyordu. “Öncelikle başınız sağ olsun. Yaşadığınız hiç kolay bir şey değil.” İçeride sessizce hem bizi dinleyip hem de oyun oynayan çocukları işaret ettim. “Hele ki gördüğüm kadarıyla iki çocukla baş başa kalmak hiç değil.” derken Kader, lafa atladı. “Niye yalnız kalacakmış? Biz ne güne duruyoruz.” dedi yalandan bir samimiyetle. Seray da bu samimiyetten rahatsız olduğunu açıkça belli edip, “Kader abla, Adem abi seni merak etmesin?” diye sordu. “Yok etmez o. Yemeğini verdim zıbarmıştır şimdi televizyonun karşısında.” dedi kaba bir tabirle. Gözlerim sonuna kadar açıldı. Seray’ın bakışları beni bulurken Kader denilen kadını kolundan tutup zorla yerinden kaldırmayı denedi. “Kader abla, bence sen hava kararmadan evine gitsen iyi olur. Sonra Adem abi sokağa döküyor hepimizi.” dedi onu ikna etmek ister gibi.
Neden sokağa döküyordu?
Kader denilen kadın, kolunu ondan çekip ayaklandı. “Oldu o zaman. Siz sosyetik birine benziyorsunuz,” deyip sırıtarak bana yaklaştı. Elini uzatıp sıkmamı bekledi. Eline baktım. Emin değildim ancak yine de eli havada kalmasını istemediğimden ucundan da olsa sıktım. “Memnun oldum.” dedi.
Kafamı salladım. “Bende.” deyip yerime oturdum. İkisi birlikte kapıya doğru yürürken Arkalarından bakakaldım. Kader denilen kadının bakışları ne kadar da ürküntü öyle. Siyah gözlerinin altına kara kalem çekmiş olması onu daha da korkunç hale getirmişti esmer teni onun güneşin yakıcı sıcağına altında çok fazla beklediği izlenimini veriyordu.
Terli kokusu, kapıdan çıkarken burun deliklerimin sızlamasına neden olmuştu lakin bozuntuya vermeden Seray hanımın içeri girmesini bekledim. “Kusura bakmayasın, girme diyemedim.” dedi mahçupça.
“Sorun değil, otur lütfen.” diyerek sorun olmadığını söyledim. Gülümseyince bende tebessümle karşılık verdim. “Hep gelir mi?” diye gergin havayı dağıtmayı amaçladım. Düşünür gibi yaptı. “Önceden pek gelmezdi de şimdi sık sık gelir.” dedi. “Kardeşi öldükten sonra,” deyip burnunu çekti. “Sık uğrar oldu.” deyip gözleri yerdeki ince halının desenine takılı kaldı. “Üzülmüştür tabi o da.” deyince ona baktım. “Pek öyle bir hali yoktu ama.” diye mırıldandım.
“Efendim?”
“Ha? Yok bir şey.” diye geçiştirdim. “Önemli olan sizsiniz. Onun acısı olduğu kadar sizin de acınız.”
“Elbette öyle lakin yine de kardeşi, canı.”
Buraya kimin acısı daha büyük diye gelmemiştim. Yapmam gerekeni yapmalıydım. “Seray hanım, aslında buraya neden geldiğimi az çok tahmin ediyorsunuzdur. Size fazla rahatsızlık vermek istemiyorum ancak sorularım fazla vaktinizi almayacak.”
Güldü. “Kapıma dayanan polisler de aynısını söyledi.” diye mırıldandı. İçim parçalandı. Acaba onu teselli edebilecek, tanıdığı birileri var mıydı? Çünkü şu anda buna çok ihtiyacı vardı. Elimi omzuna koyup ona destek olduğumu belirtircesine sardım.
Bir süre sessiz kaldı. “Peki. Sor.” dedi kelimelerinin arasında duraksayarak. “Azmi bey de yakın zamanlarda bir gariplik sezdiniz mi? Yani ne bileyim; bakışı, duruşu, tavırları? Herhangi bir şey.”
“Iı…ı. Hiç. Normal Azmi’ydi.” Duraksadı. “Sadece,” dediğinde bekleyince ben de, “Sadece?” diye sordum.
“Durgundu.”
“Nasıl yani?” dediğimde gözlerini daldığı noktadan çekip gözlerime kilitledi. “Sanki o gitmiş yerine yeni biri gelmiş gibi.”
“Peki bunu sonradan mı hissettiniz yoksa…”
“Hayır, sonradan hissettim. Tek başıma kalabildiğim zamanlarda düşünüyorum da, yani genellikle gece yarıları…” gözlerinden damlalar süzüldü. Ağlamaktan kızaran gözleri kan çanağına dönmüştü, yeşil irislerinin aksine.
“Çocuklara nasıl babalarının… öldüğünü diyeceğimi.” deyip ağlamaya başladı. Yanına oturup kollarımı ona doladım. Gözyaşları sele dönercesine hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kollarımın arasında ağladıkça sarsıldım. O böyle ağlarken benim de dayanmam pek mümkün değildi. Gözyaşlarım akmak için göz pınarlarımda beklerken kafamı kaldırıp onları geri göndermeyi umdum. Seray’ın hıçkırıkları odanın içinde yankı bulurken çocukların oyun sesleri kesilmiş kesinlikle bizi dinledikleri anlaşılıyordu.
Onlar için de kolay değildi. Babalarının öldüğünü hala bilmiyorlarmış. Anneleri belki de haftalardır ruhsuz, bir ölü gibi evin içinde dolanırken elbette garip şeylerin döndüğünü anlamışlardır lakin çocuk oldukları için pek kâle alınmamışlardır.
“Anne?” Küçük kız utanarak ve biraz da annesinin neden ağladığını merak ederek kapıyı açtı. Seray, hızla gözyaşlarını silerken çatallaşmış sesiyle, “Efendim, kızım?” dedi. Elindeki peçeteyle burnunu sildi.
“Anne, neden ağlıyorsun?” diye sordu küçük sesiyle.
“Ağlamıyorum kızım, bak.” dedi.
Küçük kızın arkasından erkek kardeşi de eskimiş ayıcığına sarılmış halde merakla kalıya gelmişti. “Ağlıyorsun anne işte! o zaman neden her akşam ağlama seslerin geliyor?” diye annesine kızdı. Seray, ağlamayı kesse de kızının söyledikleri yüzünden içine içine ağlıyordu, bunu kim olsa anlardı.
“Yok, ağlamıyorum güzel kızım.” deyip kucağına aldı. Saçlarının kokusunu derince içine çektikten sonra kapıdaki oğlunu fark etti. “Yavuz? Gelsene sende anneciğim.”
“İsmin ne kadar güzelmiş, Yavuz’cuğum.” deyip öne atıldım. Ben de onu kucağıma aldım. “Ben de Aslı.” deyip elimi uzattım. Annesine bakıp elimi sıkmak için sessizce izin aldı. “Memnun oldum, Aslı.” Gülümsedim. Oyuncağına sıkı sıkı sarılmıştı. “Senin ismin ne güzellik?”
“İrem.” dedi siyah saçlarını kulağının arkasına minik parmaklarıyla gelişigüzel iteklerken.
“Memnun oldum, İrem. Okula gidiyor musun?” diye sordum.
Kafasını salladı. “Gidiyorum.”
“Hm… Kaça gidiyorsun, bakalım?” Parmaklarıyla ikiyi işaret edip annesine sokuldu. “İkinci sınıfa gidiyorum.”
“Ne güzelmiş.” dedim son harfi uzatarak. “Derslerin nasıl?”
“Güzel ama matematikte zorlanıyorum. Diğer derslerimin hepsi çok iyi. Değil mi anne?”
“Evet ablası. Benim kızım çok çalışkan çok zekidir.” dediğinde küçük İrem annesine sarıldı. Seray hanım burnunu çekip güldü. “Canlarım benim.” dedi buruk bir tebessümle.
“Biliyor musun, irem? Ben matematikte çok iyiyimdir.” Şaşkınlıkla bana baktı. “Matematikte iyi nasıl olabilirsin ki? Matematiği sadece bilim insanları yapabilir.” Neden bilmiyorum ama söylediği komiğime gitmişti. “Ahaaha, bilim insanı mı? Belki de ben gizli bir bilim insanıyımdır, ne dersin?” diye sordum.
Annesine döndü. “İnanamıyorum anne, evimizde bilim insanı var.” dedi haretle. “Ben de bilim insanı olacağım, biliyor musun?” ve ekledi. “Nasıl, havalı hissediyor musun?”
İrem’le alay etmek hoşuma gitmişti. Uzun zamandır bir şeyden bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum.
“Evet, hemde çok. Arkadaşlarımın yapamadıkları soruları ben yapabiliyorum.”
Sevinçle kıkırdadı. Kız neşesi…
“Hemen büyümek istiyorum.” Kucağımda oturan Yavuz ağırlığıyla dizlerimi ağrıtmıştı. Maşallah ne kadar da kiloluydu öyle. İrem’e cevap verdim. “Hemen büyümelisin.” dedim aynı onun kadar heycanla. Seray hanım konuştu kısa bir an sonra, “Hadi bakalım Yavuz’u da al içeride beraber oynayın, tamam mı anneciğim ?” Yavuz, kucağımdan inip ablasının yanına gitti.
“Hadi gel Yavuz.” deyip küçük elini ona uzattı tutmadı için sonra birlikte odadan çıktılar.
Seray hanıma döndüm. “Allah bağışlasın, çok tatlılar.”
“Sağolasın.”
“Babaları… babalarının öldüğünü bilmiyorlar değil mi?” Kafasını iki yana salladı. “Söyleyemedim.” diye fısıldadı. Bir çocuk dünyaya geldiğinde ailesinden en çok muhtaç olduğu şey onların varlığıdır; yani sevgi, ilgi, muhtaçlıktır. Ancak yaşamlarında bunların eksikliklerinde hayatları boyunca bunlara hasret kalacak özlemiyle yanıp tutuşacaklardı. Her zaman eksik olan yanlarını başkalarında tamamlamayı umacak, lakin istediklerini hiçbir zaman bulamayacaklardır. Kişi kime ihtiyacı olduğunu bilirdi, çocuklar da öyle. Bu yüzden İrem ve Yavuz hayatları boyunca babalarının eksikliğini derinden hissedeceklerdi.
Seray, tek başınaydı. Yardım edecek, onlara bakabilecek kimseleri yoktu.
Peki ya annesi ve babası, onlar da mı yoktu? “Ailen?” dedim. Ne demek istediğimi anlamışcasına bana baktı. “Uzaktalar, gurbetteler.” dedi.
“O gelen kadından başka bir akraban yok mu?” diye sordum.
“Önceden çok kalabalık bir aileydik ama kayınvalidem vefat edince hepsi başka şehirlere taşındı.” Anladığımı belirtircesine kafamı salladım.
“Öldüğünde cenazesini almaya gittiğimde bütün gün kapıya bakındım. Şimdi gelecek… birazdan gelecek… ama yok, gelmedi. Aslında epeydir canımı sıkan şeyler vardı. Belki de cevabını veremeyeceğim, haykırmak istesem de bunu yapamayacağım. Çığlıklarımı herkesin duymasını istesem de elimden gelen ancak bu kadardı.” duraksadı.
“Bu hislerini başkalarıyla paylaşmayı denedin mi?” diye sordum.
“Tek başımayım. Etrafımda çokça insan var ama onların da kendi dertleri varken bana pek zaman ayıramıyorlar.” dedi alayla.
İnsanın böyle zamanlarda desteğe ihtiyacı olurdu ancak Seray’ın etrafından destek görememesi onu içten yıkıyordu. Böyle olmamalıydı. Çocukları için herşeye rağmen dimdik ayakta kalmalıydı. “Acını anlıyorum desem yalan olur. İçinde kopan fırtınaları yalnızca yaşayan bilir. Ben yalnızca tahmin edebilirim.”
Dikkatle söylediklerimi dinliyordu. “Yani demek istediğim yalnız olmadığın. İstersen sana yardımcı olabilirim.” Destek olmak istercesine ellerine uzanıp tuttum. Gülümsedi. Yeşil gözleri parıl parıl parlayarak yüzüme bakıyordu. “Kapıdan içeri girdiğin andan beridir senin ne kadar iyi biri olduğunu anlamıştım.” Ellerimi sıktı. “Allah senden razı olsun ama ailemin yanına gideceğim.”
Ne yani şimdi? Kocasının ölümünü bu kadar kolay kabul ediyor olamazdı!
Bozuntuya vermedim ama yine de sordum. “Ka..katili merak etmiyor musun?” diye sordum. “Merak ediyorum ama benim elimden ne gelir ki? Halimi görüyorsun.” Gözleri nefretle açıldı. “Bizi bu duruma düşüren kim varsa Allah belasını versin. Ne bu dünyada ne de öteki dünyada iki yakası bir araya gelemesin!” dedi hiddetle.
“Gideceksin yani?”
Gözlerini sıkıca kapattı. “Başka çarem yok.” dedi. “Peki.” demekle yetindim. Eğer böyle karar verdiyse onu kararından çevirebilecek güçte değildim. Yetişkin insandı sonuçta. “Ailenle konuştun mu?”
“Konuştum, gelmemi bekliyorlar.” dedi garip bir hüzünle. Onun adına sevinmiştim.
“E, çok güzel. Neden mutlu değilsin?”
“Azmi’mi burada bırakırken nasıl mutlu olayım? De bana Aslı? Hem köye vardığımda anamla babam beni hoş karşılamayacaktır.” dedi.
“O nedenmiş?” dedim anlamadığımdan ötürü. “Gurbette evlendikten sonra geri dönen kızlara iyi gözle bakmazlar.” deyince şaşkınlıktan gözlerim sonuna kadar açıldı. “İnanamıyorum, hala böyle şeyler var mı? Ne yani milattan öncede mi yaşıyoruz…” elimi saçlarıma götürüp sıkıntıdan karıştırdım.
Şaka gibi. Gayet normal olan bir şeyi neden anormal hale getiriyorlardı? Aklım almıyor. Erkek yapsa gayet normal olan şeyi kadın yapınca farklı gözle bakıyorlardı.
“Başka yolu yok mu bunun?” diye sordum. “Benim… bizim için en iyisi gitmek.” deyince kafamı eğdim.
Hiçbir şey söylemeden, verdiğim kararın ne kadar doğru olduğunu düşündüm. Acı bir tebessüm belirdi yüzünde. “Anılar…” bana baktı. “Anılar acıtıyor Aslı.”
Kafamı salladım, sakinlikle. “Öyledir.” dedim duraksayarak. “Anılar acıtır…”
Duvarda tıkırdayan saate baktım. Geç olmadan kalmalıydım. “Müsadenizi istiyorum artık.”
“Bir şeyler içseydin?” dedi telaşla konuşmasına devam etti. “Aklıma da hiç gelmedi sormak.” deyip elini sinirle kafasına vurdu. “Lütfen...”
Ayakalanırken ona döndüm. “Zahmete gerek yok.” deyip gülümsedim. Çantamı koluma takarken konuşmaya devam ediyordum. “Hava kararmadan gitmesem iyi olacak.” İrem ve Yavuz konuşma seslerini duyul yanıma geldi. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum.” deyip ikisine birden buruk bir tebessümle baktım. Bu çocuklar babasız…
Arkamı dönüp adım atmak, çıkmak oldukça zordu.
Kapıdayken Seray, ellerime uzandı. “Gurbete gitmeden yeniden gel.” dedi gülümserken. “Olur gelirim.”
Aklıma okuldan kaçtığım geldi.
Bir daha gelebileceğim meçhuldü lakin yine de gelemem diyemedim. “Çocuklar seni sevdiler.” diye konuştu. Kapıdan onlara bakarken onların da merakla bizi seyrettiğini gördüm.
Elimi salladım. “Görüşmek üzere.” Onlarda bana minik ellerini salladı. “Bay bay Aslı abla.”
“Bay bay Yavuz’cuğum.” dedim. İrem’e de ayrıca el salladım. Seray, bizi gülerek izliyordu. “Sağol.” dediğinde yeniden ellerime uzandı.
Sıcacık ellerinden ellerime inanılmaz bir güç akıyordu.
“Siz sağolun, beni evinize davet ettiniz.” Dudaklarım mühürlendi sanki. İrem, yanıma kadar gelip kısa boyuyla bana aşağıdan bakış attı. “Yine gelir misin bilim insanı Aslı?”
“Bilmem, gelmemi ister misin?.” diye sordum. Yere eğilip düz saçlarını parmaklarımın arasına aldım.
Kafasını salladı. “İsterim.” dedi heyecanla. Çantamın cebinden bir kağıt birde kalem çıkarıp Seray hanımın eline tutuşturdum. “Bir ihtiyacın olursa çekinmeden arayabilirsin.” dediğinde Seray hanım minnetle yüzüme baktı. İrem’e döndüm, “Matematikte zorlanırsan mutlaka ara.” deyip ‘çak’ yapmak için ona eğildim. Elime vurduğunda mutluluktan havalara uçuyordu.
“Hoşçakalın.”
“Dikkat et kendine.” dediğinde çoktan evlerinin bahçesinden çıkıp geldiğim yoldan gerisin geri yürümeye başladım.
Adımlarımı atarken çamurlu ve ıslak yerler basmamaya dikkat ediyordum. Ellerim hemencecik soğuktan üşümeye başlamıştı. Okulun çıkış saatine yetiştiğim için mutluydum. En azından çıkışta Anıl’ı şüphelendirmeyecektum yine de bir tarafım kırgındı. Seray hanımla tanışmak beni biraz daha yormuştu. Üzgünlüğü, insanlara olan kırgınlığı, etrafındaki dolu kalabalığı, yanında duran insanların azlığı yaşamayan insanın anlamlandıramayacağı türden duygulardı. Çocuklarını yalnız büyütecek oluşu onların gelişimini etkileyecekti. Her ne kadar etkilememesi için uğraşacak olsa da yine de çocuklardaki boşluk hissi hiçbir zaman dolmayacaktı.
Kafamı yukarı kaldırıp derin bir nefes verdim. Nefesim gökyüzüne buharlaşıp giderken Seray hanımın evine gelen Kader denilen kadın bana seslendi. “Gidiyor musunuz?” diye sordu.
“Gidiyorum evet geç olmadan.”
“Yemek bir şeyler yeseydiniz, Seray sofra hazırlamadı mı?” deyince kaşlarım çatıldı. Hey allahım sen bana sabır ver! Kadının acısı vardı, bir de bana sofra mı hazırlayacaktı?
Kader denilen kadın sessizce kafasını eğip kendince Seray hanımı ayıpladı, sinsice. Evinin önüne yaklaştım, “Seray hanımda yemedim ama sizin bir çayınızı içmek isterim.” dedim emrivaki eder gibi.
Miden bulanmazsa tabi Aslı!
Kader hanım, emrivakime şaşırsa da ses etmedi. “Olur, buyur geliveresin.” dedi, evinin kapısını açarken. Elinde sirkeleme bahanesiyle kapıya çıktığı örtüyü, ben gelene kadar silkeledi ardından katlayıp koltuğunun altına sıkıştırdı.
“Buyur,” dedi, yeniden. Kapının eşiğindeyken telefonumun bildirim sesini duydum ancak gözlerim Kader hanımın evini inceliyorken pek oralı olmadım.
Karanlık beni ele geçirirken evin soğukluğu da üşümeme sebep olmuştu. Bu gidişle en sonunda hasta olacaktım yahu! Evin odaları, Seray hanımın evi gibi daracıktı ancak yine de ev bir türlü ısınamamıştı halbuki küçük evler kolay ısınırdı.
Kadın, “Buraya da hoşgeldin.” dedi. Bir bildirim sesi daha!
“Teşekkür ederim beni evinize davet ettiğiniz için.” dedim.
“Ne demek, bizde misafir yedirilir içirilir öyle gönderilir.” dedi kadın, yalandan bir tebessümle. Oturma odası olduğunu düşündüğüm kapıyı açtı. İlk önce kendi girerken içerideki birine bir şeyler fısıldadı. “Kalk! Misafir geldi toparlan hemen!” dediğini işittim. Telefonuma gelen bildirime bakındığımda kaşlarım olabildiğince çatıldı.
Neredesin? (15.22)
Konuşacağız! (15.23)
Bu kesinlikle Topraktan başkası olamazdı!
Yine ne oluyor?
Bu ne emrivasi böyle? Ayrıca bana emir verebileceğini kim söylemişti?
Cevap vermedim…
Kafamı kaldırıp odaya girip yaptığımda karşımda bir adet don-atletle oturan adam gördüm. Hayır, kesinlikle abartmıyorum! Adam tam karşımda yeşil iç çamaşırı ve beyaz atletiyle öylece suratıma bakıyordu. Beni gördüğü gibi koltuğa rastgele fırlattığı pantolonunu bacaklarından geçirdi.
Bakışlarımı başka yöne çevirip esmer adamı utandırmamak için elimden geleni yaptım. “Niye önceden söylemiyorsun önceden, hanım?” diye Kader hanıma kızdı.
Lafa atladım. “Kusura bakmayın, ben gelmek için ısrar ettim.”
Adam ağzının içinde mırıltılar çıkarırken Kader, oturmam için koltukları işaret etti. “Buyur, oturmaz mısın?” dedi, az önceki garip, yaşananları unutturabilmek amacıyla.
Yeniden bir bildirim sesi.
Koltuğa otururken sırt çantanı kenara bırakıp ikisiyle karşı karşıya kaldım. İkisi de gelen bildirimlerden garip bir durum olduğunu anlamışcasına beni inceliyor, telefona ne zaman bakacağımı bekliyorlardı. Sinirle telefonu cebimden çıkarıp Toprak’a ait olduğunu düşündüğüm mesajlara baktım.
Mesajlara bakıyorsun da ne diye yanıtlamıyorsun? (15.33)
Elim klavyenin üstünde gezindi. Aceleyle, Sanane, ayrıca önemli işlerim var. (15.33)
Yazıp gönderdim.
Ne işi? (15.33) Yazmıştı. Buna karşılık vermedim. Onun yerine Kader hanıma odaklandım. “Karnınız nasıl? Açmısınız?” İki yana kafamı salladım. “Teşekkür ediyorum aç değilim.”
“Ben o zaman çay may bir şeyler hazırlayayım.” deyip kalktı. Giderken adamın önündeki tabakları alıp gitse de beni, atleti hala daha üzerindeki adamla yalnız başıma bıraktı. Aramızdaki sessizlik büyürken adam, televizyona bakıyor arada sırada bakışları beni buluyordu. Sanki bana ‘keyfimi bozduğun için seninle konuşmayacağım.’ gibi bakışlar atıyordu.
Babam geldi aklıma. Bu saatlerde iş yerinde olurdu ama bu adam çalışmıyor gibi bir hali vardı.
“İsmim Aslı, sizin ki de…”
“Ekrem.”
“Memnun oldum Ekrem bey.” Yalancı tebessümle dudaklarını büzüp kafasını eğdi.
“Siz nerede çalışıyorsunuz?” diye sordum. “Pardon! Öyle pat diye sordum ama yanlış anlamayın.” dedim. Hiç umursamadı bile, gözleri televizyondayken cevapladı. “Yok… Çalışmıyorum ben.” diye cevapladı. ‘Anladım.’ dercesine kafamı salladım.
“Azmi beyin şüpheli ölümü hakkında…” ‘neler düşünüyorsunuz?’ diyecektim ama söyleyemeden iğrenç bir tavırla sözümü kesti. “Ölenin ardından konuşmam ben. Adamın eceli gelmiş, ölmüş gitmiş.” dedi.
Pekala.
Bu kadar fevriliğe gerek var mıydı? Sadece soru sormuştum. Ayrıca eceli gelmiş de ne demek? Azmi bey’in eceli falan gelmemişti. Zorla alıkonularak öldürülmüştü, buna adım kadar eminim. Sinirle soluduğum sırada Kader hanım, elinde üç adet çay bardağı tepsisiyle içeri girdi.
“Buyur, afiyet olsun.”
“Teşekkür ederim, yordum sizi de.”
“Esrağfurullah, bizde iki elin kanda olsa bile misafire hizmet edilir.” dedi. Gözlerimi devirmemek için zor durdum. En azından kadının acısına saygı duy be kadın. Senin kardeşin ölmüş ama hiç umrunda değil. Bunda bir bit yeniği var.
“Siz Azmi bey’le kardeşsiniz, öyle değil mi?”
Kader, sehpaları çekip hem benim önüme hem de kendi önüne koydu. Konuyu değiştirdi. “Şeker almayacak mısın?” Ani değişen bakışlarım onu buldu, “Kullanmıyorum.” dedim. Ekrem’le yan yana oturdukları için ortak kullanacaklardı. Bir çift çayı önündeki sehpaya bıraktı. Ekrem koltukta dağ ayısı gibi oturmaya son verip çayına şeker atıp karıştırmaya başladı. Trink!!! Yine bir mesaj gelmişti. Telefonumun mesaj ekranına geldim hemen.
Aslı! (15.42)
Senin ne işin var orada! (15.43) yazmıştı. Benim burada olduğumu biliyordu. Benim burada olduğumu biliyordu!
İyi de nasıl öğrenmişti ki? Peşimde kimsenin olmadığına emindim. Demek ki neymiş Aslı, hiçbir şeyden emin olmamalıymışsın. Bilmezlikten gelip, Neredeymişim? (15.43) yazıp gönderdim. Telefonuma ondan arama geldi ancak hemen kapatma tuşuna bastım. Açmadığım için kesin çok kızmıştı lakin pek umrumda değildi.
Niye açmıyorsun? (15.43) yazmıştı. Allah allah neden açmıyorum acaba!
Kader hanım, günlük hayatını beynime kazımak istercesine döndüre döndüre anlatıyordu. Sabahları ne yaptığını, öğlen nerelere gittiğini -hatta bir ara beni de götürmek istemişti- mahalledeki eski sokakların artık temizlenmediği gibi bir çok işime yaramayan bilgiler. Aklım telefondaydı. “Mahalleniz cidden güzelmiş.” diye yalandan övgüde bulundum. “Öyledir, biz de çok severiz.” dedi eşini alttan dürtüklerken. Ekrem, “Çook severiz!” dedi kinayeyle. Aslında pek sevilir tarafı da yoktu. Sokaklar karmakarışık, çamurlu ve yıkık döküktü.
“Ben kalkayım artık malum hava kararmadan gitmem lazım.” dedim.
“Peki madem.” Ayaklandım Kader de benimle çıkışa kadar yürüdü ancak Ekrem, sanırım keyfinden ödün vermek istemiyordu. Kader’e evinde bulunduğum süre zarfınca çok geilniştim. İnsan, neden kardeşi hakkında konuşmak istemez ki?
O ne anlatmak isterse onu anlatmıştı. Laf arasında çocuklarının olmadığını bile söylemişti. Öyle bir adamın çocuğunun olmaması normal tabii. Neyse banane, insanlar hakkında önyargıda bulunmak istemiyorum. Az önce saate baktığımda okulun çıkış saatine az kaldığını fark ettim. Anıl ararsa onunla gidemeyeceğimi söyleyecektim çünkü beni kütüphanede ders çalışıyor olarak bilecekti. İyi ki Uğur’u da tembihlemiştim yoksa bin kere aramışlardı.
Ana caddeye çıkana kadar ayaklarım çamur içinde kalmazsa iyidir. Yerler o kadar kötü durumdaydı ki parmak uçlarımda yürümek zorunda kalıyordum. Sürekli sağa sola dönüp elimdeki telefondan navigasyonun gösterdiği rotadan ilerlemeye özen gösteriyordum.
“Evet, şimdi sağa dönersem ana caddeye çıkacağım. Heyy!” Önümden hızla geçen taksiye el ettim ama durmadı. “Dursana be!”
“Dursaydın ölürdün!” diye söylene söylene geliğim sokaklardan geçmeye devam ettim. Saçlarım lodos sebebiyle yüzüme çarpıyor çarptığı yerleri kaşındırıyordu. Soğuk uğulduyor ağaçlardan bir bir sararmış yapraklar yerlere dökülüyordu. İnsanlar evlerine çekilmiş sıcak yuvalarında yaşamlarını sürdürüyordu. Mutlu aile tablosu da bundan ibaret değil de neydi?
Yürüdüğüm yolda arkamdan gelen araç korna çalarak yanımdan geçmişti. “Ne basıyorsun be! Kaldırımdayım işte.” dedim. Manyak mıdır, nedir? Yoldan araçlar nadiren geçiyordu. Yalnız hissetmemek için kendi kendime konuşuyordum. Kabanıma sarıldım. “Uvvv! Hava çok soğukmuş.” Önümden gelen karşı yoldaki araba yine korna çaldı ancak dikkatimi çeken şey az önce yanımdan korna çalarak geçen arabanın aynısı olmasıydı. Aracın içine baktım ama hızla geçtiği için hiçbir şey görememiştim. “Ne oluyor ya?” diye söylendim.
Arkamda siyah büyük kasa bir araba durdu. “Pardon hanımefendi, buradan Salih’liye nasıl gidebilirim.” Kaşlarım çatıldı. Arabanın camından uzanmış adresi soran adam güler yüzle bana adres sormuştu. Eğildim. Buradan bakınca önde oturan iki kişiyi çok net görebilmiştim.
“Bilmiyorum, ben de buranın yabancısıyım.”
Aniden arabanın arka kapısı açıldı.
“Ne oluyor ya?” derken İri yarı adamlar arabadan inmeye başlayınca geri geri yürümeyi amaçladım lakin içlerinden birinin parmakları koluma çoktan dolanmıştı. “Bilmediğin yerlere gitmemen gerektiğini öğrenemedin mi?” Çırpınışlarım artarken ayaklarım yerden kesildi, “Sikeceğim sizi!” ellerim ve kollarım sıkı sıkı tutulurken ağzıma örttükleri şeyle son söylediğim bu oldu.
***
Bizlere vad edilen cennet cehennemse o zaman biz neden bunun için savaşmalıyız. Binlerce insan arasından kurtulup bize vad edilenden birini tercih etmeli verdiğimiz kadarını almalıyız. Aç gözlerini vahşi kurt misali üzerime diken yırtıcılardan paçamızı kurtarıp onlardan yakamı silkmeliym. Eninde sonunda vad edilen neyse onun için savaşıp başardığım şeyleri diğerlerine göstermeliyim. Demeliyim… demeliyim ki onlara başarmanın kolay olmadığını ancak çabalarsak çokta zor olmadığını anlatabileyim.
Cennet…
İstediğim buydu.
Aydınlık yerini yavaş yavaş karanlığa bırakırken anlıyorum ki benim için de son yaklaşıyordu; diğerleri gibi. Gözlümü kamaştıran ışığa elimi siper ettim. Etrafımda ki tablolara bakındım onlarca, pahalı olduğu anlaşılan, eski zamanlardan kaldığı anlaşılan tablolar zihnimi bulandırdı. Tabloların dili olsa konuşurdu lakin sanki korudukları bir sır uğruna jelatini sökülmeden duvara monte edilmiş düzenlenen tören misali kalabalıkta parlıyordu. Ettikleri sessiz yeminle bu odaya terk edilmiş gobi duruyorlardı.
Tıpkı benim bu odada bulunmamam gibi. Başım ağrıyordu. Hayır… Her, her yerim ağrıdan çatlıyordu. “Ah!”
Başım döndü. Önümü göremedim bir süre ancak ortama alıştıkça nerede olduğumu kavramam uzun sürmemişti. ‘Neredeyim, burası neresi?’ Kaygılı düşünceler zihnimi ele geçirirken kapı açıldı. Sersem bakışlarım gelen kişiye odaklanmakta zorluk çekti lakin kendimi toparlamam uzun sürmedi.
Küçükken, başıma bir şeyler geldiğinde, hatta yakın zaman kadar da öyleydi, çok korkardım. Şimdi öyle değildi sanki. Savunmasızlığımın ardında beni alkış tutarak izleyen bir adet cesaretim vardı. “Uyandın mı?” diye sordu.
Bu tok, tanıdık ses tüylerimi diken diken eden bir yerden geliyormuş gibi yakın ama aynı zamanda uzak gibi boğuktu.
“Uyanmadım.” dedim, sinirle. Yapmacık bir şekilde dişlerini gösterircesine güldü. Baştan aşağıya onu süzerken bana baktı. “Kalkman lazım. Seninle beraber olmak istiyorum.”
Ne!
“Ne!”
Zihnimin kıyılarına vuran düşünceler, sadece kaçmamı söylüyordu ama kapının önünde bütün heybetiyle dikilirken bu pek mümkün olmayacaktı elbette.
“Seninle birlikte olmak istiyorum.” deyince çıldırdım. “Sen ne dediğinin farkında mısın? Bu söylediklerin… Sen beni ne sanıyorsun?” dedim. Yataktan kalkarken başım dönsede umursamadan dizlerimin üzerine oturdum.
“En başından beri isteğin bu yönde değil miydi? Oraya bunun için gitmedin mi?”
Toprak! sen… çok oluyorsun.
“Hah!” diye soluklandım. Hızla ayağa kalkıp beyaz gömleğinin yakalarına yapıştım. Bu hareketimle yüz hatları gerildi. Sinirli bakışlarım yüzünün her zerresinde gezindi. “Ne yani tüm bunları senin yatağına girebilmek için mi yaptım? Cevap versene! Sen kendini ne sanıyorsun?”
Her cümlemin sonunda gücüm yettiğince onu daha çok sarsıyordum fakat bir milim bile kıpırdamıyordu.
“Konuşsana! Dilini mi yuttun? Az önce söylediklerini bir daha söylesene!” diye bağırdım. Odada, tablolar bile bağırdığımda sallanıyordu.
Bana neden cevap vermiyordu?
“Ben senin kullanıp köşeye atabileceğin kızlardan değilim.”
Öfkeli miydi, sinirli miydi, eğleniyor muydu bu yakınlıktayken anlayamıyordum. Şaşırmış gibi görünse de o Toprak’tı, şaşıramazmış gibi geliyordu.
Yüzümü buruşturdum, bu arafta kalmaya. “Pisl…” lafımı bölerken ellerimi yakladı.
“Yavrum bir dur.” deyip iki elimi de tek avcunun arasına hapsetti. “Yanlış anladın, öyle birlikte olmak değil.” Beni kapıya bastırırken üzerime gelmedi yalnızca sakinleşmem için kendinden uzaklaştırdı. Kokusunu istemsizce içime çekerken buldum kendimi. Bu koku… Büyülüyordu.
Yavrum mu demişti?
Bir daha söyle.
Kafamı salladım. Saçmalama istersen Aslı. O senin hiçbir şeyin. Hiçbir şeyin de olmayacak, ümitlenmesen iyi edersin.
“Niye bu kadar heyecanlısın?” dedi bileğimi sıkı sıkı tutarken. “He…heyecanlı değilim.” dedim titreyen sesimle. Hemen yanıtladı. “Taşikardi var o zaman.” dedi bilmiş bilmiş. Sinirden mi yoksa…neyse işte sinirden yüzüm kızardı.
Evet. Sinirden! Heyecandan falan değil.
“Hayır, yok.” diye yanıtladım. Ellerimi avuçlarının arasından kurtarırken geri çekilmesi için omuzlarından bastırdım.
Olduğu yerden bir adım dahi geri gitmezken küçük bedenim kapana kısılmıştı. Kolunu kaldırıp kapıya yasladı. “Heyecandan o zaman.” dedi alt dudağını ıslatırken.
Nefes çektim içime zira bu şartlar altında bayılıp kalmadığıma şükreder olmuştum. Tam cevap verecektim ki kolunun altındaki küçük boşluktan kaçabileceğimi fark edip kendimi onun arkasından bakarken buluvermiştim.
“Niye heyecanlanacakmışım, bunda heyecanlanacak ne var?” deyip geri geri yürüp yatağa oturdum.
Omzunu silkti, bilmem der gibi. “Az önce ellerimin arasında titrerken gözlerin öyle söylemiyordu.” dedi. “Gözlerim ne söylüyormuş?” deyip onu alaya aldım. Kollarımı bağlayıp bir bacağımı diğerinin üzerine attım. İyice yayılırken bana doğru yaklaştı. “Gözlerin…” deyip duraksadı. “Evet,” dedim. “Gözlerim?” Söyleyecekleri içimde bir şeyleri hareketlendirmeyi başardı.
“Çok şey anlatıyor.”
Bulunduğumuz sıcacık odada gezindi bakışlarım. Perdeler kapalı olduğu için ardındaki manzarayı göremiyordum.
“Benim ne işim var burada? En son bana mesaj attığını hatırlıyorum sonra…” kendimi hatırlamaya zorladıkça başım zonkluyordu. Elimi şakaklarıma baştırdım. “Sonra eve gitmek için taksi arıyordum. Yoluma çıkan adamlar…” ayakta dikilip beni izleyen bir çift kehribar göze baktım. “Senin adamlarındı.” dedim kendi kendime.
“Benden ne istiyorsun, niye getirdin beni buraya?”
Bağladığı kollarını iki yana saldı. “Sana ihtiyacım olduğunu söyledim.”
“Çağırsan gelirdim. Bu kadar tiyatro çevirmene gerek yoktu.” dedim.
“Aradım açmadın, mesaj attım bakmadın. Ne yapmamı bekliyordun?” dedi, bir de haklıymış gibi.
“Ve sende buraya kaçırttın beni.” Ona ayıplar gibi baktı. “Cık cık cık…sana hiç yakışmadı.” Kaşlarını çatmış cümlemin devamını getirmemi bekliyor söyleyeceklerimi merak ediyordu, bu çok barizdi.
“Daha değişik bir şeyler deneyebilirdin.”
“Ne gibi?” dedi kafasını yana yatırıp yüzüne sinsi sırıtışını da ekleyip.
“Uyandığımda kendimi bulmak istemezdim. Ne bileyim; İngiltere olur, Fransa olur, Amerika olur oraya kaçırsaydın ya. Nasıl mafyasın be sen? çakma mafya!” dedim alayla.
“Emriniz başım üstüne bir daha oraları düşünürüz.” dedi ardından ekledi. “Hanımefendiye bak sen. Hayatında hiç yurt dışına çıkmamış, bir de ülke beğenmiyor.” dedi kendince alayla gülerken.
Kıkırdadım sonra aniden ciddi yüz ifadesine büründüm. Söylediklerinin anlamı neydi, bana neden benimle birlikte olmalısın demişti? “Bence sen bir kızla nasıl konuşman gerektiğini bilmiyorsun.” dedim.
“Hem ben yurt dışına çıktım bir kere ilki Yunanistan-Atina, ikincisi Bosna Hersek. Ayrıca bir kıza üstü kapalı imalar yapamazsın.” dedim.
Kaşları çatıldı. “O ne demek oluyor? Üstü kapalı îma yapmadım.”
Omzumu silktim. “Bir kıza, seninle birlikte olmak istiyorum, dediğinde ne anlar sanıyorsun?”
“Onların anlayabileceği şey her neyse seninde anlayacağını tahmin etmemiştim.” dedi sinsice gözlerini kısarken. Alttan alttan sırıtıyordu ve bu beni giderek deli ediyordu. “Niye anlamayayım ki, onlardan ne farkım var?”
Bir cevap beklemiyordum ancak onlar gibi ben de kızdım. Onlardan bir farkım yoktu, elbette.
Bana ‘bunu cidden sordun mu?’ der gibi sorgularcasına bakış attı.
Sorum karşısında bocaladı. Etrafına bakındı. Aradığı her neyse bulamayınca yeniden benimle göz teması kurmak zorunda kalmıştı. “Sen biraz şeysin…” söyleyeceği her neyse onu zorluyordu. Elini ensesine atıp boynunu kıs bir an kaşıdı. “Şeysin işte…”
“Neyim? Neyim Toprak, neyim? Söylesene bu kadar zor olan ne?”
“Zekisin… Hah! Evet. Zekisin!”
Yalancı.
Evet öyleyim.
“Ne demek istiyorsun?” dedim anlamamazlıktan gelirken. İçimdeki Aslı, Toprak’ın bu bocalamasına kahkahalarla gülüyordu.
“Hastanede kendin de söylemiştin…”
Bu haline gülmeden edemedim. Daha önce hiç yalan söylemişmiydi çünkü karşımda böylesine konuşurken benden bile beterdi.
Bazen onun suç çetesinin elebaşı olduğunu unutuyordum. Elbette söylemişti. O halde neden böyle davranıyordu?
“Sen diğerlerinden daha zekisin. En iyi okullarda okumuş ailen tarafından iyi yetiştirilmişsin. Annen baban işlerinde çok iyi olan iki doktor. Baban psikolog annen alanında uzman bir cerrah. Daha ne olsun?” dedi. daha çok batırıp.
“Sen beni mi araştırdın?” Beni araştırması gerektirecek kadar tehlikeli biri değildim. Benden bu kadar korkmasını gerektirecek bir şey yoktu.
Cevap vermedi. ‘Peki.’ dercesine kafamı salladım. “O zaman annemin bir katil olduğunu da biliyorsundur?” Manyak gibi kahkaha attım. “Biliyorsundur tabi.”
Benimki de soru işte!
“Zekiymişim! Çalışkanmışım! İşe yarıyormuşum!”
Hah!
“Babam ileride bana tıp yazdıracak, ben de yazacağım ama sonunda ne olacak biliyor musun?” dedim.
Kafasını iki yana salladı. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Öfkem aniden başlamıştı ve giderek büyüyordu. Aslında bunun sebebi Toprak değildi. Öfkemin sebebi bana yapmak istemediğim şeyleri zorla yaptırmak isteyenlereydi.
“Annem gibi ben de birinin katili olacağım. Bunu biliyor musun? Ha? Ölüm ne kadar kolay söylenebiliyor değil mi? Ancak öyle değil. Ardında bıraktığı binlerce mirası bilsen böyle söyleyemezsin, söyleyemezsiniz.”
Sustu.
Devam etmeme izin verdi. “Anlıyor musun? Söylediklerim sende herhangi bir çağrışım yaptırıyor mu? Düşünebiliyor musun?” diye sordum ard arda.
“Yok düşünemiyorum!” diye bağırdı. “Sen zaten benim hakkımda yaterince düşünmüşsündür.” dedi iğneleyici bir tonda.
Ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey vardı, o da onun hakkındaki düşüncelerimi biliyor oluşuydu.
O bir katildi.
Hep yaptığımı yapıp konuyu değiştirdim. “Yine de…” yutkundum. “korkularımı yenmek adına çok çabalıyorum-” yorgundum, her şeyden herkesten yoruldum, üstümde sonsuza kadar uyumak isteyen bitkinlik hakimdi.
Sözümü kesti.
“Bir kitapta okumuştum; kendimize güvenimiz yoksa bu dünyada, ne kadar çabalarsan çabala yine de en başında olacaksın hedefin’ diyordu.”
“Sen güveniyor musun ki kendine?” dedim küstahça kollarımı bağlarken.
“Güvenmesem burada olamazdım.” dedi, benim kadar kararlı bir tavırla. Dudaklarım aşağı doğru büzüldü. “Hah!” Gözlerimi devirmeden edemedim. Bir anda gözleri parladı.
“Onun için o adamın katilinin yakalanmasını bu kadar çok istiyorsun.” dedi, odanın içinde sigara yakarken. Sigara dalınını marifetli parmakları arasına alaıp sıkıştırışını izledim. Dumanı içine çekerken adem elması havaya inip kalktı. Gözleri uzakarda bir şey arıyordu.
Bundan nefret ediyordum. Bu koku… dayanılamazdı. Ses çıkarmayınca odanın kösesindeki pahalı koltuğa yayıldı. Uzunca içine çekti sigarasını. Ucundaki kıvılcım her içine çekişinde harlanıyor odada yalnızca o konuşuyordu, tek başına.
Dışarıya nazaran sıcacık olan oda, mayışmama sebep olmuştu.
Sessizlik ikimizi de ele geçirirken sessiz savaştan ilk vazgeçen ben olmuştum. “Tadı nasıl?” diye sordum, merakla. Öyle bir içiyordu ki sigaradan nefret etsemde onun sayesinde aşık olabilecektim neredeyse.
“Bilmem, hiç düşünmedim,” Sigarasından derince bir nefes aldı. “Tatsız.”
“Tatsız mı? Tadı yoksa neden bu kadar çok içiyorsun?” Güldü.
“Bir kere bağlandığında bırakamıyorsun.” dedi.
Kafamı ağır ağır salladım.
Sigaraya bağlanmış olmalı yoksa başka açıklaması olamazdı. Gözleri gözlerimde mekik dokurken bir haber olup olmadığını merak ettim.
Çoğu zaman aramızda sessizlik hakim oluyordu şuan olduğu gibi. Sanki susarak konuşabiliyorduk lakin bu çok saçmaydı. Onun gibi birini nasıl anlayabiliyordum. Zıt kutuplar aynı odada olsaydı, hiç şüphesiz ki o ve ben olurduk.
“Bana niye öyle bakıyorsun?” diye sordu, pürüzlü sesiyle.
“Nasıl?” dedim, kısık sesle. Duyup duymadığından emin değildim. İçerisinin karanlık olması uykumu getirmeye yetmişti. Uyumamak için direnen gözlerim ona odaklanmakta zorluk çekiyordu.
“İçimi görüyormuş gibi bakıyorsun ve ben bundan nefret ediyorum.”
Öyle baktığımı fark etmedim bile. Şaşkınlığım yüzüme yansırken, “Belki seni merak ediyorumdur.” deyiverdim birdenbire. Bunu ben de beklemiyordum.
“Beni merak ediyor musun?” dedi. Yüzünde tek bir mimik yoktu. Sanki şimdi de o benim içimi okuyordu. Sigaranın külü yere düşerken bunu umursamadı bile.
Evet. Hem de çok.
Ne yaptığını, görünürde şirketin başındasın ama bunun ardında gizemli olaylar dönüyordu. Nakliyeci gibi görünen dev adamlar her videoda ne taşıyor, bunu merak ediyorum.
“Etme.”
Aslında daha değişik bir cevap mı bekmediğimdendir bilinmez lakin içimde bir yerde bir şeylerin kırıldığını hissettim.
Midem bulandı ve yenilgiyle gözlerimi kapattım ancak karşımdaki varlığı karşı gelinemez olduğu için bocalamam bir saniye sürdü. Bozuntuya vermeden konuyu değiştirdim.
“Beni buraya getirdiğine göre elinde bir şeyler var?” dedim konuyu değiştirmeyi amaçlayıp çünkü bunu yapmasaydım durum çok farklı yerlere gidecekti.
Diliyle dudaklarını ıslattı ve yutkundu. Bir şey söyleyecekti, bulmuştu. O bulurdu.
Yeniden sigarasını içine çekerken “Seni bir yere götüreceğim.” dedi ayaklanırken.
Meraklandım. Sanırım bir ipucu bulabilmişti. Heyecanla onunla birlikte ayaklanırken o önden yürümeye başlamıştı bile. Arkasından ona bakarken gerilen sırtı dikkatimi çekti. Pantolonuna sıkıştırdığı beyaz gömleğiyle acaba ne kadar çekici olduğunu biliyor muydu?
Aslı, yine saçmalıyorsun. Her defasında ondan etkilenmekten vazgeç. Onunla uzun sürmeyecek bir ilişkinin olacağını kabul etsen iyi olur.
Düşüncelerin zihnimi ele geçirmesine fırsat vermeden koridorun sonunda merdivenlerin başındaki odanın kapısını açıp içeri girdi, bende
peşinden.
Odada buram buram O kokuyordu. Burası bir yatak odasıydı.
Toprak’ın yatak odası.
Modern bir tarza sahipti. Karanlık odada içeriyi aydınlatan yalnızca yatağın kenarındaki iki adet gece lambasıydı. Siyah yatak örtüsü içerisinin atmosferiyle uyumluydu. Perdeler açık olsa da ışıkların açık kalması tercih edilmişti. Gelecek olan elektrik faturasını düşünmeden edemedim.
Her şey çok düzenliydi. Salondakiler gibi kocaman camlara sahipti. Manzara harika gözüküyordu. Birden gömleğini sıyırmaya başlayınca ne yapacağımı bilemeyip hızla arkamı döndüm. Yanaklarıma hücûm eden kanlar alev alev yanmama, vucudumdan terlerin akmasına neden oldu.
“Heyy! Ne…ne yapıyorsun!” dedim sesimin tonunu ayarlayamayarak. “Manyak mısın kızım, ne bağırıyorsun kulağımın dibinde?” dedi imayla.
“Sapık mısın, ne diye soyunuyorsun aniden?” dedim aynı ses tonumla.
“Manyak mısın kızım sen? İzin veririsen üzerimi değiştireceğim.” dedi.
Manyak sensin bir kere.
“Ben mi manyağım? Asıl sen manyaksın. Söylesene; gelme içeri diye, ben nereden bileyim?” dedim.
İnanamıyorum ya, şimdiye kadar bir adımın sapığa çıkmadığı kalmıştı. Ayağımı yere vurdum, utançtan. Odadan hızla çıktım merdivenleri de aynı hızla inip girişte volta atmaya başladım. ‘Acaba dedesi burada mıydı?’
Aman buradaysa burada ne yapayım? Hem onun evi, elbette burada olacaktı. O gelene kadar biraz gezinsem mi acaba?
Aslında…biraz yaramazlık yapmanın kimseye zararı olmaz herhalde? Bakalım bu evi gizemli kılan şey neydi?
Yakalanmamak için arkama bakına bakına salona doğru ilerledim. Ardımdan gelirse eğer Toprak’ı görmem gerekiyordu. Dikkatle evi inceledim. Bugün içeride dazlak adamlardan yoktu, hayret! Sanırım o güne özeldi.
Yemek masasının arka tarafında kalan alanda şömine için açılmış alan bulunuyordu. Kocaman geyik kafası vardı. Gerçek miydi? Gözleri beni seyrediyor gibi nereye gitsem hareket ediyordu. Vay be Alabayoğulları! Paraya kıymaktan da asla çekinmiyor olmalılardı. Yumuşak koltuklarla çevrilmiş bu alanda dikkatimi çeken asıl şey şöminenin hemen üstünde dekorasyon amaçlı koyulan fotoğraf oldu.
Alabayoğulları ailesi.
Konsept bir fotoğraf çekilmişlerdi. İnternette gördüğüm hatta görmediğim bir sürü insan vardı bu fotoğraf karesinde. Genelde genç erkekler ayakta dikilirken kadınlar ve yaşlı adamlar koltuklarda oturuyordu. İçlerinde en tanıdık olan simada takılı kaldım. Koltukta oturan yeşil gözlü kadının yanı başında elleri cebinde sert yüz ifadesiyle dikiliyordu. Fotoğraf çektirmekten çok savaşmaya giden askerlere benziyordu bu haliyle. Oldukça sert yüz ifadesi onu değişik bir havada gösteriyordu. Toprak, karizmatik bir adamdı. Bunu kimse inkar edemezdi.
Dedesi fotoğraf karesindeki tek bastona sahip adamdı. ‘Mekanın sahibi benim.’ der gibi bir hali vardı.
Toprak’ın yanında daha önceden de gördüğüm adamlardan biri vardı. Toprak, bu adama çok benziyordu. Yüz simaları neredeyse birebir aynıydı, bu denli bir benzerlik şaşırtıcı değildi, doğrusu. Aile fotoğrafıydı, herkes bütün dişlerini göstererek gülümsüyordu ama bu fotoğrafta yalnızca üç kişi gülmüyordu. Toprak, annesi ve babası…
Sanki zorla bir araya gelmiş; babası, Toprak’ın yanında durmak istemiyor gibi bir hali vardı.
Diğer bir fotoğrafa bakındım. Burada kadınla ve kız çocukları yer alırken diğer bir fotoğraf karesindeyse yalnızca erkekler yer alıyordu.
Kadınlar fotoğrafta kahkahalarla gülerken erkekler yalnızca kamera merceğine bakmakla yetinmişlerdi. Kafamı bakabileceğim başka nereler var diye çevirdim ama arkamdan gelen sesle o yöne döndüm.
“Ne yapıyorsun orada?” dedi. Birdenbire arkamda belirmiş hiç haberim dahi olmamıştı.
Ne zamandır arkamda beni izliyordu?
Elimi kalbime koydum. “Ödümü kopardın.” Tüylerim diken diken olurken elimle işaret edip fotoğrafları gönderdim.
“Hiç, sıkılmıştım bunlara bakıyordum.” Yavaşca kafasını salladı. “Ne güzel fotoğraflar.” diye devam ettim.
“Bana kalsa onlar bir dakika orada kalmadan şömineyi boylardı.” dedi ağzının içinde ama ben duymuştum. ‘Niye?’ diye soramadan, “Çıkalım mı?” dedi.
Kaşlarım çatıldı. “Nereye?” dedim.
“Gel benimle.” deyip beni kolumdan yakaladı. “Merak ediyorum, nereye gidiyoruz?” dediğimde yan profilini izlemek zorunda kaldım çünkü cevap vermek yerine yürümeyi tercih etmişti. Eli kolumdayken kapının çıkışına gelmiştik. Kolumu tutan eline uzandım.
Elini tuttuğumu fark ettiğinde vücudu gerilse de bunu hissetirmek istemedi. “Korkuyorum.” dedim.
Bana olan sert bakışları yumuşadı ve, “korkma, yanındayım.” dedi.
“Ben yanındayken kimse sana dokunamaz.” dedi demir gibi sert sesiyle. Sorun da bu ya. Başkalarından değil, senin yapabileceklerinden korkuyorum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |