
iyi okumalar🍒🍒
BÖLÜM 10: AŞK OLSUN
“Yalnız seni seviyorum diye ölmek isterim
Bir anlık değil, sonsuz bir ölüme hazırlanır gibi.”
(Cemal Süreya)
Karaya adımımı atar atmaz Toprak’ın yakasına yapıştım. “Manyak herif!” Onu sarsabildiğim kadar sarstım.
“Ölüyordum ulan manyak, senin yüzünden!” diye bağırdığımda çevreden dönen birkaç bakışı yakalamıştım. Beni cıkcıkladı. “Çok ayıp.” dedi fısıldayarak. Ayıpmış! Toprak, yüzündeki o sakin ve alaycı ifadeyle beni izliyordu. Ben ise öfkemin her zerresini ona göstermek istercesine kollarımı daha da sıkılaştırdım.
“Beni öldürtmeye mi çalışıyorsun? Hangi akla hizmet peşimizdeki adamları bu kadar yaklaştırdın, ha? Ne sanıyorsun sen kendini?"
“Bitti mi?" diye sordu sonunda, yüzünde küçücük bir pişmanlık bile belirtisi olmadan.
“Hayır, bitmedi!" diye bağırdım. "Seni öldüreceğim!"
Toprak, ellerimi yakasından nazikçe ayırdı. "Aslı, farkında mısın bilmiyorum, ama şu an hayattasın. Hem de benim sayemde. Eğer teşekkür edeceksen... Ah, pardon, sen teşekkür etmezsin değil mi?"
Onun bu soğukkanlı tavırları öfkemi daha da körüklemişti. Yumruğumu sıktım, ama ona vurup vurmayacağımı bilmiyordum. O sırada çevremizde toplanan bakışların daha da arttığını fark ettim. Birkaç turist, durup bize bakıyor, aralarında fısıldaşıyordu.
Toprak bunu fark etmiş olacak ki eğilip alçak bir sesle konuştu. “İstersen sahilde sahne yapmaya devam edelim. Yoksa daha sakin bir yere gidip birbirimizi öldürmeyi orada mı denesek?"
Dişlerimi sıkarak ona karşılık verdim. "Seni bir gün gerçekten öldüreceğim, Toprak."
“Şst, yavaş ol bakalım küçük hanım.” deyip ellerimden tutup beni kendine bastırdığında etraftan dönen bakışlar aniden kesilmiş herkes kafasını önüne çevirmişti.
Bana yaklaşmaya devam ederken çevredeki fısıltıları duyabiliyordum. Ellerimi avuçlarından kurtarıp onu sarstım. Manyak herif!
Toprak’ın yüzündeki sakin ifade, öfkemi daha da körükledi. Gürkan da birkaç adım ötede duruyordu, ikisi de bu durumdan hiç etkilenmiş gibi görünmüyordu.
“Aslı,” dedi Toprak, sesini sakin ama tehlikeli bir tona çekerek, “Beni sarsmayı bırak ve kendine gel. Hayattasın. Şükretmeye ne dersin?” dedi.
Şükretmek mi? Bu kelimeyi duyduğumda gözlerim daha da parladı. “Şükretmek mi? Yanan bir depodan zar zor kurtulduk ve bu senin aptal planın yüzünden oldu!”
Gürkan o sırada dayanamayıp bir adım öne çıktı. “O depoyu kim yaktı sanıyorsun?” diye sordu sert bir sesle. “Toprak senin için her şeyi göze aldı. Ama sen hâlâ memnun değilsin, değil mi?”
Ona döndüm, gözlerim kısılmıştı. “O depoyu yakması bir başarı mı? Az kalsın hepimiz yanıyorduk!”
Gürkan’ın gözleri bir anlığına sinirle parladı. Toprak’ın durdurmaya çalıştığını fark etsem de Gürkan’ın sesi yükseldi. “Senin için hayatını tehlikeye atan bir adam var burada, Aslı. Ama sen hiçbir şeyden memnun olmayan bir çocuk gibi davranmaya devam ediyorsun!”
“Ben mi çocuk gibi davranıyorum?” diye tısladım. “Sizin ego savaşlarınız yüzünüzden az kalsın ölüyordum!”
Gürkan, bir adım daha atıp gözlerimin içine baktı. “O depoyu yakmak Toprak’ın fikriydi, Aslı. Çünkü başka türlü seni o cehennemden çıkaramayacağımızı biliyordu. Bunu senin için yaptı. Ama sen sadece suçlayacak birini arıyorsun. Hep böyle misin? Hayatında kim ne yaparsa yapsın, hiçbir şey yeterince iyi olmaz mı?” Benim için yakmış, Hah!
Sözleri içime işledi, ama belli etmemek için dudaklarımı sıktım. Birkaç saniye boyunca sessizlik oldu. Toprak, Gürkan’a sert bir bakış attı. “Yeter, Gürkan,” dedi soğuk bir sesle. “İşi kişiselleştirme.”
Gürkan, bir şey daha söylemek ister gibi göründü, ama sonra başını çevirip sessizce uzaklaştı.
Toprak bana döndü. Gözlerindeki ifade değişmişti, artık daha soğuk ve mesafeliydi. “Gürkan haklı, ama o da bazen sınırını bilmiyor. Şimdi dinle: Hayattasın ve güvenli bir yerdeyiz. Şikayet etmek yerine bir süre sessiz kal ve bize güven. Çünkü başka seçeneğin yok.”
Bir şey söylemek istedim, ama boğazım düğümlendi. Ne kadar öfkeli olsam da haklı olabileceklerini düşündüğüm bir an yaşadım. Ama hemen bu düşünceyi kafamdan attım. Bu adamlara güvenmek? Toprak’a güvenmek? Şimdilik, hayatta kalmak için mecburdum.
Arkamı dönüp birkaç adım attım. Sessizliğin içinde kendimi toparlamaya çalışırken içimdeki korkunun yerini yavaş yavaş başka bir duygu alıyordu İntikam!
“Çantamı getirin!” diye bağırdım. İçeriye kaçan korumalar merakla bana bakıyordu. Toprak’a döndüm, “Çantamı getir!” dedim emreder gibi.
Alayla bana döndü. “Emredersin!” dedi. Gürkan’a bakış attığında gözlerini benden kaçırdı. ‘Ben karışmıyorum’ der gibi.
“Çantamı getirsene, ne bakıyorsun hala?” dedim öfkeyle.
“İçeride askıda, git kendin al.” dedi beni umursamayan bir tavırla. Sıkıntılı herif!
Manyak!
Ruh hastası!
“Sen aldın sen vereceksin!” dedim dişlerimin arasında. Ellerini kumaş pantolonundan sokup keyifle bakındı ve burnunu çekti. “Vermezsem?” dedi sorarcasına.
“Vereceksin!” dedim.
“Vermeyeceğim.” dedi inatla.
Üstüne yürüdüğümde gülümsemesi büyüdü. Aklımdan bin tane cinayet planı geçiyordu lakin yapmacağım. Hadi bakalım Toprak bey! Ona uzattığım parmağımı geri çekip adımlarımı yere vura vura çiftliğin girişine ilerledim.
Kapının sağ tarafındaki devasa portmantoya asılı çantamı gördüm. Fermuarı acıp içine telefonumu koyup koymadığına baktım. Açtığım fermuarda yoktu ve ikinci fermuarı çektim
Telefonumu almış olamaz değil mi, o zaman nerede bu alet?
Telefonumu göremeyince mideme bir yumru oturdu. Çantamın diğer gözlerini de hızla karıştırmaya başladım. Yoktu. Sanki içimdeki tüm öfke birden yerini panik ve çaresizliğe bırakmıştı. İçindeki özel videoları görmemesi gerekiyordu ve eğer görürse işte sonun o zaman gelmişti.
“Toprak!” diye bağırdım, sesim çiftliğin duvarlarında yankılandı.
Biraz önceki alaycı yüzüyle girişte belirdi. Ellerini hâlâ cebinden çıkarmamıştı. Keyfi yerinde gibiydi.
“Bir sorun mu var?” dedi sanki hiçbir şey olmamış gibi.
“Telefonum nerede?” dedim, gözlerimi kısarak.
Bir an duraksadı, sonra yavaşça başını eğdi ve yere doğru bir adım attı. “Hangi telefon?” dedi, o lanet olası sırıtışı yüzünden hiç silinmeden.
Adımlarımı sertçe ona doğru attım. İkimizin arasındaki mesafeyi bir nefeste kapatmıştım. “Saçmalamayı kes! Telefonumu sen aldın, değil mi?”
Omuzlarını silkti. “Bilmiyorum, olabilir de olmayabilir de. O kadar şeyi hatırlayamıyorum, Aslı.”
“Bu oyunları bırak!” dedim. Ellerim titriyordu. Telefonum sadece bir eşya değildi. İçindeki bilgiler… Her şeyim!
“Telefonunu neden isteyeyim ki?” dedi ve bir adım geri çekildi. Bu adamın bu kadar soğukkanlı olması beni delirtmek üzereydi.
“Eğer bir daha böyle saçma sapan oyunlar oynarsan…” dedim ama sözümü tamamlayamadan beni susturdu.
“Ne yaparsın, Aslı? Telefonun olmadan buradan mı kaçarsın? Yoksa bana bir tehdit mi savurursun?” Ses tonu buz gibiydi. Bir an için kalbim hızla çarpmaya başladı.
Aramızdaki mesafe kapanmıştı. Gözleri gözlerimdeydi. “Benimle uğraşmayı bırak. Telefonun burada değilse, o senin sorunun,” dedi, sesindeki o keskin tınıyla.
Bu kez geri çekilen ben oldum. Aklımda tek bir şey vardı: Bu adamın oyunlarına daha fazla boyun eğmeyeceğim. Ama önce… o telefonu bulmalıydım. Hissettiğim öfke ve kararsızlık arasında gidip geliyordum. Bir yandan beni köşeye sıkıştırmasına sinirleniyor, bir yandan da üzerindeki sakin ama tehditkar tavrın altında eziliyordum. Gözlerim istemsizce onun bedenini taradı, ceplerine, ellerine, hatta ayakkabılarına baktım. Sanki her şey bir tuzak gibiydi, ama bunun içinde saklı bir mantık vardı.
“Ne oldu?” dedi, dudaklarının kenarında beliren alaycı bir gülümsemeyle. “Beni mi arıyorsun, yoksa telefonu mu?”
Gürkan, bu durumdan sıkılmış olacak ki,” Ben içeri geçiyorum, Paton.” deyip yanımızdan ayrıldı.
İçimden yükselen çaresizlikle derin bir nefes aldım. “Bana bak!” dedim, sesimdeki kararlılığı korumaya çalışarak. “Eğer telefonumu aldıysan, söyle. İşim var, burada vakit kaybedemem.”
O ise hiç istifini bozmadı, sırtını duvara yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi. “Ne kadar emin konuşuyorsun,” dedi yavaşça. “Ama asıl soru şu: Eğer telefonun bende değilse, bana böyle davranmanın bir bedeli olacak mı?”
Bu sözleri duyduğumda kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. Bu, tehdit miydi? Yoksa sadece beni kızdırmak için mi böyle konuşuyordu? Her şey bir anda daha karmaşık bir hal aldı.
Ama geri adım atamazdım. Ona yenilirsem, bu iş burada bitemezdi.
Neresine saklamış olabilirdi? Ona uzandım geri çekildi. Gözlerimi ondan ayırmadan bir adım daha attım. “Telefonum nerede?” dedim, sesim öfkeyle titriyordu. O ise hâlâ o soğukkanlı tavrını koruyordu, gözleri bir an bile gözlerimden ayrılmadı.
Ona uzandım, bu kez iyice yaklaştım, ama yine geri çekildi. “Gerçekten ciddisin, değil mi?” dedi, alayla.
“Dalga geçmeyi bırak,” dedim sert bir şekilde. Tekrar hamle yaptım, ama o bir kez daha arkaya adım attı. Şimdi aramızdaki mesafe neredeyse yok olmuştu, ama bu beni daha da geriyordu. Onun oyununun bir parçası haline geliyordum, bunu biliyordum.
“Telefonun benim üzerimde olduğunu düşünüyorsan, neden cesaretini toplayıp aramıyorsun?” dedi, meydan okurcasına.
Sözleri beynimde yankılandı. Gerçekten mi? Bunu istiyor muydu? Ellerim istemsizce yanlarımda sıkıldı. Bir yanım bu meydan okumayı görmezden gelmemi söylüyordu, diğer yanım ise ona dersini vermek için harekete geçmemi.
Derin bir nefes alıp ona doğru bir adım daha attım. Bu kez geri çekilmedi. “Peki,” dedim alçak bir sesle, bakışlarımı sertleştirerek. Onun ise bakışları sertleşti. Sanki ona dokunmamı istemiyor gibiydi yada…başka bir şey. Ceketinin cebine ellerimi soktuğumda ciddiyetimi anlayıp teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı.
Ellerim cebinden çıkmadan önce bakışlarımı gözlerine diktim. “Bulup bulmamam sana bağlı. Eğer buradaysa, bu işi uzatmanın anlamı yok.”
O ise hafifçe geriye yaslanarak derin bir nefes aldı. “Ciddi misin? Beni burada soymayı mı planlıyorsun?” dedi alayla. Ama gözlerindeki tedirginliği gizleyememişti.
“Soyulacak bir şeyin varsa, söyleyeyim, umurumda değil,” dedim, dişlerimin arasından. “Tek derdim, telefonumu almak.”
Sonunda, cebin içinden bir şey bulup çıkardım. Ama bu, telefonum değildi. Onun cebinden bir çakmak çıkmıştı. Elimde tutup ona baktım. O ise sadece kaşlarını kaldırarak gülümsedi. “İşte bu kadar ısrarcı olman… biraz gereksiz değil mi?”
Ama bu iş burada bitmeyecekti. “Ceketin başka cepleri de var,” dedim, gözlerimi diğer ceplerine çevirerek. Bu kez alaycı gülümsemesi kayboldu. Yüzündeki ciddiyet geri dönmüştü. “Bakalım, saklayacak bir şeyin kaldı mı?”
Ceketin iç cebine uzandığımda elimi havada yakalayıp tuttu. “Güzellik yanlış sularda yüzüyorsun.” dedi.
“Bırak elimi!” deyip elimi ondan kurtardım ve ardından pantolonunun cebine yöneldim.
Hareketimle birlikte yüzünde anlık bir şaşkınlık belirdi, ama bu sadece bir saniye sürdü. Elini hızla cebine götürdü, benim ulaşmamı engellemek için. “Daha fazla ileri gitme,” dedi, sesi bu kez sert ve tehditkârdı.
“Her şeyi bilmek istemezsin,” diye fısıldadı, bu kez sesi alçak ama keskin bir uyarı gibiydi. Gözleri karanlık bir sır saklıyordu. O an geri adım atmam gerektiğini hissettim ama gururum buna izin vermiyordu.
“Elimi çekersen, kendim bakmam gerekmez,” dedim ve ellerimi daha sıkı yumruk yaptım. Gözleri, benim kararlılığımı tartar gibi gezindi. Ama sonra… dudaklarının kenarı, yine o alaycı gülümsemeye döndü.
“Tamam, güzellik,” dedi ve elini yavaşça cebinden çekti. “Eğer bu kadar cesursan, devam et. Ama pişman olursan beni suçlama.”
Bir anlık tereddütten sonra elimi pantolonunun cebine soktum. Hissettiğim sert şeyle heyecanlandım. Sevinçle gülümserken alabilmek için yukarı ittirdim. Kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda dumura uğradım.
“Tt…toprak?”
Yüzü kızarmıştı. “Buldum.” dedim bir anlık gafletle. “O telefon değil.”
Ne?
Nasıl değil?
Sert…
Ama parmaklarımın ucundaki…
“Şimdi anladın mı?” dedi, sesi bu kez hem sakin hem de tüyler ürpertici bir alayla doluydu. Neyi?
“O ne?”
Tıslayarak konuştu, “Bilmek istemezsin.” dediğinde elimi kızgın tencereye dokunmuş gibi geri çektim. Yüzümdeki kızarıklığın boynuma kadar indiğini hissedebiliyordum. “Sen…” dedim, kelimeler dilimde düğümlenmişti. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
O ise dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz bir gülümsemeyle beni izliyordu. Gözlerinde hem eğlence hem de meydan okuma vardı. “Bir şey mi oldu?” dedi, sesi alayla karışık bir sakinlik taşıyordu.
Gözlerimi kaçırdım, ama gururum hâlâ yerinde duruyordu. “Telefonun nerde o zaman?” diye hırladım, boğazımdaki utancı öfkeye çevirerek.
“Belki de yanlış cebime baktın,” dedi ve hafifçe eğilerek pantolonunun diğer cebine dokundu. Gözleri hâlâ benim üzerimdeydi, sanki tepki vermemi bekliyordu.
“Bak Toprak, benimle oynama,” dedim dişlerimi sıkarak. Ama ne yapacağımı bilmiyordum. Daha fazla ileri gitmek istemiyor ama geri adım atmayı da gururuma yediremiyordum.
“Kim bilir?” dedi omuz silkerek. Ardından ciddileşen bir yüz ifadesiyle bir adım daha yaklaştı. “Ama bilmeni isterim ki, bazı şeyler öğrenilmek için fazla tehlikelidir. Bu yüzden…” Ne demek istiyordu?
Cümlesini bitirmeden aniden cebinden bir şey çıkardı ve önüme uzattı. Elindeki şey… telefondu.
Birkaç saniye hareketsiz kaldım. Gözlerimi ona diktim. Gözlerinde o sinsi parıltı hâlâ vardı. “Beni bu kadar zorlamana gerek yoktu,” dedim, telefonu hızla elinden çekip alırken.
“Zorlamak mı?” dedi gülerek. “Senin dokunmayı bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum. İlginç bir deneyim oldu.”
Öfkem artık yüzümde gizlenemeyecek kadar büyümüştü.
“Bana sapıkmışım gibi davranma!” dedim dişlerim arasında.
Toprak bir adım daha yaklaştı, gözleri beni tartar gibi kısıldı. “Sapık mı? Hayır, sen yalnızca fazlasıyla… meraklısın.” Sesindeki alaycı ton, öfkemin damarlarıma yayılmasını hızlandırdı.
“Beni ciddiye al!” diye çıkıştım, telefonu sıkıca kavrarken. Onun yüzündeki kayıtsızlık, öfkemi daha da körüklüyordu.
“Ciddiye almak mı?” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. “Senin gibi biriyle ciddi olursam, işte o zaman tehlikeli oluruz.”
Bu sözleri beni anlık bir şaşkınlığa sürükledi. Ne demek istiyordu? Beni bir anlık duraksamada yakalayıp kolumdan tuttu. Tutması ne sert ne de nazikti; kontrol ediyordu.
“Bırak beni!” dedim, ama o kımıldamadı bile. “Bırakmam.” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Manyak mısın ya? Bıraksana kolumu!” deyip çekiştirdim.
Kolumu kurtarsam bacağımı, bacağımı kurtarsam kolumu kapıyordu ruh hastası!
“Ne demek bırakmam? Bırakacaksın!” dedim. “Ne var telefonunda?” diye sorunca kalakaldım.
“H…hiç…hiçbir şey…” dedim.
Kolumu kurtarmak için daha da sert çekiştirdim, ama o inatla bırakmıyordu. “Ne var telefonunda?” sorusunu tekrar etti, bu sefer daha kararlı bir sesle. Gözleri öfkeyle ama bir o kadar da merakla parlıyordu.
“Hiçbir şey dedim ya! Sana ne!” diye bağırdım. Sesim çatallandı; sinirden mi, korkudan mı, bilmiyordum. Ama o hala yerinden kıpırdamıyordu.
“Yalan söylüyorsun,” dedi sakin bir tonla. İşte bu sakinlik beni daha çok ürküttü. Sinirlenmesini tercih ederdim. “Hiçbir şey olsa böyle davranmazdın.”
Kafamda milyonlarca senaryo dönmeye başladı. Telefonumu nasıl kurtarırım? Ona karşı nasıl üstünlük sağlarım? Ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Sadece kalakaldım.
“Toprak, lütfen verir misin? Annem merak etmiştir.” dedim hüzünle. “En azından herhangi bir arama varmı diye bakayım.” dedim.
Umarım manipülasyonun işe yarayabilirdi.
Kısa bir an yüzüme baktı. Gözlerindeki sertlik, yavaş yavaş bir tereddüte dönüşüyordu. Bu, bir anlık bir zaaf mıydı? Yoksa benim oyunumu sezmiş miydi?
“Annen merak etmiştir, öyle mi?” dedi alayla karışık bir ses tonuyla. “Pekâlâ, o zaman bir bakalım. Kimse seni aramış mı?”
Elindeki telefonu havada salladı. “Ama tam o an, parmaklarının ekranı sıktığını fark ettim. Ekran açılmıştı, “Şifresi ne?” diye sordu. Burnumdan soluyordum resmen, ekrana baktığında kolunu çekiştirip telefonu elinden aldım. Toprak, yeter artık!” dedim, sesim çatlayarak. “Ne istiyorsun? Telefonumu neden geri vermiyorsun?” Derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalıştım. Ama kalbim hızla çarpıyordu. Oyununu devam ettirirse pes edebilirdim. Onun gözleri, bir yandan beni kontrol etmeye çalışırken bir yandan da başka bir şey söylüyordu.
Alayla ona baktım. “Ne o, yoksa şifreyi bulamadın mı?” etrafıma bakındım. “Halbuki şifreyi çoktan öğrendin sanmıştım.” deyip onu kenara sıkıştıdım. Aklıma bir şey gelmişcesine duraksadım. “Ama doğru değil mi, sen daha cinayeti kimin işlediğini bile bulamadın?” Dudaklarımı büzdüm. “Demek ki neymiş, ne kadar varlıklı da olsan bazen büyük laflar etmeyecekmişsin.” dedim, yalandan sitemle.
“Öyle diyorsun yani…” dedi.
Kafamı salladım. “Aynen.” bakışlarım yüzüne tırmandı. “Öyle diyorum.” dedim kollarımı bağlayıp.
Toprak, dudaklarının kenarında beliren hafif bir gülümsemeyle gözlerini bana dikti. Bir an için, söylediklerim onu gerçekten umursamamış gibi görünüyordu. Ama gözlerindeki o tanıdık kıvılcım, içindeki huzursuzluğu ele veriyordu.
“Sen bayağı eğleniyorsun, değil mi?” dedi, alaycı bir tonla.
Omuz silktim. “Belki de hak ediyorsundur.” dedim, başımı yana eğerek. “Sonuçta, bu işlerde zekadan çok paranın işe yarayacağını sanan sensin.” Hayretle bana baktı. Yani sanırım?
Adımını bir adım ileri attı. Aramızdaki mesafe daha da azaldı. Gözleri derin, karanlık bir kuyu gibiydi. “Dikkat et Aslı,” diye mırıldandı. “Boyundan büyük konuşuyorsun, senin için tehlikeli olabilir.”
Gözlerimi kısmıştım. Geri adım atmamı bekliyordu ama o şansı ona vermeyecektim. “Tehlike mi?” dedim, dudaklarımda küçümseyici bir tebessümle. “Ne yaparsın?” diye sordum.
Bir an için sessizlik oldu. O sessizlikte, sadece nefes alışlarımız duyuluyordu. Sanki her kelimenin ardından başka bir savaşa giriyorduk.
Toprak’ın yüzündeki ifade bir an için değişti. Dudaklarının kenarında beliren ince bir gülümseme, tehditkâr ve aynı zamanda tuhaf bir şekilde büyüleyiciydi. “Ne yaparım, ha?” diye fısıldadı, sesi soğukkanlı bir meydan okumayla doluydu.
Bana doğru biraz daha yaklaştı, aramızdaki mesafeyi tamamen yok ederek. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı ama yüzümdeki ifadeyi bozmamaya çalıştım. Gözlerimle onun karanlık bakışlarını karşılamaktan geri durmadım.
“Senin sandığın kadar tahmin edilebilir biri değilim, Aslı,” dedi. “Tehlikeyi tanımlamakta bile acele ediyorsun. Belki de yanlış yerde arıyorsundur.”
Dudaklarımı araladım, bir şey söylemek istedim ama kelimeler dilime gelmeden önce konuşmaya devam etti. “Ama haklısın,” dedi alayla, başını yana eğerek. “Paradan çok zeka gerek. Fakat şunu unutma… Parası olanın zamanı da vardır. Zekası olanın sabrı.”
Bu kez ben ona bir adım attım, aramızdaki sınırı bir kez daha bulanıklaştırarak. “Zeka ve sabır mı? Peki, Toprak,” dedim, alaycı bir tonla. “Hangisini daha önce kaybedeceksin?”
O an bir şey değişti. Gözlerindeki o kıvılcım, daha da tehlikeli bir hale büründü. “Sanırım bunu çok yakında öğreneceksin,” diye mırıldandı. Sesi o kadar alçak ama bir o kadar da ürperticiydi ki, vücudumda bir titreme hissettim. Ama geri çekilmedim. Çekilmeyecektim.
O sessizlikte, savaşı kazananın kim olduğunu söylemek hala mümkün değildi.
***
Yemekhaneye adımımı attığım anda yüzüme çarpan sıcak, ağır hava beni neredeyse geri püskürtecekti. Çeşit çeşit yemek kokuları havada asılı duruyordu: kızarmış patatesin yağı, sulu yemeklerin baharatı, yan masadan yayılan ekşi bir çorba kokusu. Hepsi birbirine karışmış, nefes almayı zorlaştırıyordu. Seslerse daha beterdi. Kaşıkların tabaklara çarpma sesi, öğrencilerin bağıra çağıra konuşmaları, sıra bekleyenlerin homurdanmaları… Bir kaosun tam ortasında gibiydim.
Kendime boş bir masa bulmak imkansızdı, bu yüzden Uğur’un oturduğu köşeye doğru ilerledim. O beni fark eder etmez yer açtı, yanına oturdum. Onun hemen yanında ise en yakın arkadaşım, Zeynep vardı. Bir eliyle patates kızartmasını atıştırırken diğer eliyle sürekli telefonuna bakıyordu. Sanki burada değil de başka bir dünyadaydı.
Camdan içeri sızan yalancı güneşe baktım. Güneş, dışarıda soğuk bir rüzgarın estiğini unutup içeriyi aydınlatmaya çalışıyordu ama nafileydi. Yemekhanenin kasvetli havasında, o sıcak ışık bile yetersiz kalıyordu. Herkes buraya bir an önce yemek yemek için gelmiş, aynı hızla çıkmak için çırpınıyordu.
“Bugün çorba biraz fazla ekşi, değil mi?” dedi Uğur, bir yudum aldıktan sonra yüzünü buruşturarak. Ses tonu her zamanki gibi rahat ama biraz alaycıydı.
“Daha tadına bakmadım,” dedim omuz silkerek. “Ama kokusundan çok şey anlatıyor zaten.”
Kızıl Afet’im kafasını telefonundan kaldırdı. “Hep şikayet ediyorsunuz. Şuraya gelip sessizce yemek yiyemeyecek miyiz?” dedi, biraz sinirli bir tonda. Uğur’la göz göze geldik. İkimiz de ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Sonra patatesini Uğur’un tabağına doğru salladı. “Al, senin şu mükemmel çorban yerine bunu ye.”
Uğur gülerek patatesi ağzına attı. “Teşekkür ederim, cömertlik ödülünü bu yıl sana veriyoruz.” dedi eliyle ‘okey’ işareti yaparken. Yanımda oturan kızıl afet adeta Uğur’un bu lafına mest olmuştu.
Ben onların laf dalaşını dinlerken, yemekhanedeki sesler giderek daha da yükseliyordu. Arka masalardan biri kahkahalara boğulmuştu. Birkaç masa ötedeki çocuk, yere dökülen süt kutusunu toplamaya çalışıyordu ama her hamlesiyle daha da yayıyordu. Yemekhanedeki karmaşa, bir yandan sinir bozucu, bir yandan da komikti.
Tabaktaki yemeğime bakarken bir an için içimden buradan çıkıp gitmek geçti. Ama sonra Uğur’un omzuma dokunan dirseğiyle kendime geldim. “Aslı, dalıp gittin. Yoksa sen de çorbanın sırrını mı çözmeye çalışıyorsun?” dedi, gözlerinde alaycı bir pırıltıyla.
“Hayır,” dedim gülerek. “Sadece buranın kargaşasına hayran kalıyorum.”
Kızıl Afet, kafasını telefondan zar zor kaldırıp suratıma baktı. Yüzü düşmüştü. Kafamı salladım, “Hayırdır?” diye sordum. Ekranı bana uzatırken gözlerim pörtledi. “Şaka yapıyorsun!” dedim.
Uğur, ikimize anlamayan gözlerle bakıyordu. “Ne oluyor?” dedi korkuyla karışık şaşkınlıkla.
Telefonu ona doğrulttum. Ekrandaki yazıları olbir süre anlamaya çalıştı ardından, “Sınavlar başlıyor…” dedi şaşkınlıkla.
Uğur, telefon ekranına baktıktan sonra kafasını kaldırdı. “Sınavlar mı başlıyor? Cidden mi?!” dedi, biraz panikleyerek. “Ben daha buradaki kitapları bile düzgün almadım.”
Ceren, sessizce yerinde kıpırdandı. O her zamanki kendinden emin havası gitmiş, yerine utangaç bir ifade gelmişti. “Şey… Sana yardımcı olabilirim aslında. Yani istersen,” dedi, sesi fısıltı kadar zayıftı.
Uğur, ona şaşkın bir bakış attı. “Ciddi misin? Gerçekten mi?”
Kızıl Afet’im başını salladı ama gözlerini Uğur’un yüzüne bakmaktan kaçırıyordu. Ben ise bu sahneyi sessizce kıkırdayarak izliyordum. Bazen insan, doğru anda susmayı bilmeliydi. Ama içimden bir ses, Ceren’in Uğur’a karşı olan hislerinin onu daha da zor bir duruma sokacağını söylüyordu.
“Tamamdır! O zaman ders çalışmak için ne zaman buluşuyoruz?” diye sordu Uğur, heyecanla. Kızıl Afet’in yüzü biraz kızardı. “Okul çıkışında bir kafede çalışabiliriz aslında.” dedi hızlıca. Bu bir teklif miydi?
Uğur başını sallayıp bir yudum çorba aldı. “Harika. Teşekkür ederim, çok iyi olur.”
Ceren,tekrar telefonuna bakarak durumu toparlamaya çalıştı ama ellerinin hafifçe titrediğini fark ettim. Göz ucuyla bana baktı ve sanki, “Hiçbir şey çaktırma!” der gibi bir bakış attı. Başımı hafifçe sallayıp ona güven verdiğimi göstermek istedim.
Ama işin garip yanı, Uğur’un hiçbir şeyin farkında olmamasıydı. Bazen bir insanın bu kadar oblivious olabileceğine şaşırıyordum.
Masadaki bu küçük gerilim dalgasını dağıtmak için konuyu değiştirdim. “Bu arada, sınavlardan önce şu dergi projesini halletmemiz gerekiyor. Hoca bayağı ciddiydi.”
Uğur’un kaşı havaya kalktı. “Dergi projesi mi? O da ne?”
Ceren, iç çekerek açıklamaya başladı. “Okulun dergisi var, her dönem öğrencilerden katkı bekleniyor. Biraz karışık ama aslında eğlenceli.”
“Harika,” dedi Uğur alaycı bir şekilde gülerken. “Burada hayatta kalmam için daha kaç tane ‘küçük detay’ öğrenmem gerekiyor?”
“Bu daha başlangıç,” dedim gülerek. “Ama merak etme, alışacaksın.” deyip göz kırptım.
Ceren, gülümsedi ama gözlerinde bir şey vardı, sanki içinde bir yerlerde bir karar almıştı. Belki de artık Uğur’a olan hislerini saklamaktan vazgeçmek üzereydi. Ama bunun nasıl sonuçlanacağını bilmiyordum.
“Hatta şöyle yapalım,” dedi, Uğur. İkimize bakındı ardından, “Çıkışta hep birlikte gidelim. Hem dergi projesini aradan çıkarırız hem de okulumuzun en çalışkan kızından biraz taktik alırız.” deyip Ceren’in yüzüne baktı.
“Pek emin değilim.” dedim.
“Emin olmayacak ne var canım, hep birlikte ders çalışacağız.” dediğinde Ceren’e baktım, ‘ne yapayım?’ dercesine. Ceren kollarını indirip kaldırdı.
Gitmek istemsem de, “Olur, gelirim.” demiştim.
Ceren, Uğur’a yaklaştı. “Yalnız Aslı cimridir, notlarını kimseyle paylaşmaz.” dedi. Uğur alayla gülerken bana döndü. “Benimle paylaşacağına eminim.” deyip bana gülümsediğinde aklıma gelen düşünceyle duraksadım. Notlarımı paylaşma konusunda pek cimri değildim aslında ama Ceren neden böyle söylemeyi tercih etmişti ki?
Anlam veremeyerek yüzüne baktığımda bakışlarını benden kaçırdı.
“Ben sınıfa gidiyorum o zaman.” deyip masadan ayaklandım. “Zil çaldığında beraber giderdik.” dedi Uğur.
“Siz oturun benim sınıfta yapmam gerekenler var.” deyip hızla yanlarından ayrıldım.
Çıkış zili çaldığında, sınıfın kargaşası arasında kendimi toparlayıp eşyalarımı çantama koydum. Uğur, her zamanki rahat tavrıyla sırasının kenarında oturmuş, Ceren’le bir şeyler konuşuyordu. İkisinin de yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Ceren’in bu gülümsemesi her zamankinden farklıydı; içinde hem heyecan hem de tedirginlik barındırıyordu.
“Hazır mısınız?” diye sordum, yanlarına yaklaşarak.
Uğur başını kaldırıp bana baktı. “Hazırız. Hadi gidelim.”
Ceren, çantasını toparlayıp bize katıldı. Koridorda yürürken, Uğur sürekli bir şeyler anlatıyordu. Yeni geldiği bu okulda ne kadar garip olaylar yaşadığını, bir türlü hangi koridorun nereye çıktığını öğrenemediğini anlatıyordu. Ben ise yarı dikkatle onu dinlerken, Ceren’in yüzüne kaçamak bakışlar atıyordum. Gergin görünüyordu ama aynı zamanda yanındaki her saniyeden keyif alıyor gibiydi.
Okulun kapısından çıkıp yakındaki bir kafeye doğru yürüdük. Ceren, “Burası hem sakin hem de çalışmak için ideal,” dedi. Bu seçimi yaparken ne kadar özenli davrandığını görebiliyordum. Uğur da keyifle başını salladı. “Bayağı iyiymiş burası. Sık sık geliriz artık.”
Bir köşe masasına oturduk. Masanın bir tarafında Uğur ve Ceren yan yana, ben ise karşılarında oturuyordum. Defterlerimizi çıkardık, ders notları masaya yayıldı. Ama Uğur’un dikkatini derse çekmek pek mümkün değildi. Sürekli başka konular açıyor, bazen de konuyu tamamen dağıtıyordu.
“Şu sınav sistemine hâlâ anlam veremedim,” dedi, notlarına boş boş bakarken. “Siz bu kadar şeyi nasıl aklınızda tutuyorsunuz?”
Ceren gülümseyerek ona döndü. “Planlı çalışarak. Mesela ben her konuyu ayrı bir deftere yazarım. Bu şekilde düzenli olur ve kolayca tekrar yaparım.”
Uğur kaşlarını kaldırdı. “Vay be, gerçekten etkileyici. Bana da öğretsene şu düzenli çalışmayı.”
Ceren’in yanakları kızardı. “Tabii… Şey, yani istersen…” dedi. Sesi neredeyse fısıltı kadar inceydi.
Ben o sırada kağıtlarımı düzenliyormuş gibi yaparak onları izliyordum. Ama içimden bir ses, bu sahnede çok fazlalık olduğumu söylüyordu. Derin bir nefes aldım ve Uğur’a döndüm. “Ders çalışmayı ciddiye almazsan sınavda zorlanırsın,” dedim, biraz sert bir tonla.
Uğur şaşkın bir ifadeyle bana baktı. “Tamam tamam, ciddiye alıyorum. Hadi başlayalım.”
Ceren hemen devreye girdi. “Önce şu konuyu halledelim,” diyerek bir matematik sorusu açtı. Uğur dikkatle dinliyormuş gibi görünüyordu ama gözlerinin ara sıra Ceren’den bana kaydığını fark ettim.
Bir süre ders çalışmaya devam ettik. Ancak Ceren’in Uğur’a olan ilgisi, Uğur’un ise bu ilgiyi fark etmemesi, masadaki havayı gittikçe daha da tuhaflaştırıyordu. Bir ara Uğur, Ceren’e eğilerek bir şeyler sordu. Ceren’in yüzü bir anda ciddileşti ve hemen ardından utangaç bir şekilde gülümsedi.
“Ne oldu?” diye sordum, olan bitene anlam veremeyerek.
Ceren başını salladı. “Hiçbir şey,” dedi, ama yüzündeki ifade aksini söylüyordu.
Uğur gülerek bana döndü. “Ceren, bana gizli çalışma yöntemlerini anlattı. Ama bana saklı tutmamı söyledi.”
Ceren kaşlarını çatarak Uğur’a baktı. “Şaka yapıyorsun!”
“Evet, yapıyorum,” dedi Uğur, kahkahalar atarak. “Ama yüz ifadene paha biçilemezdi.”
Ceren ona sinirlenmiş gibi yapıp koluna hafifçe vurdu. “Onu ciddiye alsan iyi edersin aksi taktirde adını listenin sonunda görmeye alışırsın.”
“O kadar iyi diyorsun yani?”
Kafamı salladım. “Hatta abartıyorum, daha iyisi diyorum.” dedim.
Ceren, övülmeye dayanamamış olacak ki sırıtmaya başladı. “Efendim, sizin övgülerinize layık olduğum için mutluyum.” dedi ikimize birden bakarak. Güldüm. Canım sıcak bir şeyler çekiyordu. “Ben kahve alacağım isteyen var mı?” dedim.
“Benim canım istemiyor.” dedi Ceren. Uğur’a döndüm, “Sen?” diye sordum.
Omuzlarını silkti, “Yok ya şuan istemiyorum.” dediğinde kafamı salladım. “Peki ben gidiyorum o zaman.” dedim. Ayağa kalktığımda ikisi de kendi halinde ders kitaplarını açmış birlikte çalışıyorlardı. Belki onları yalnız bırakırsam işleri büyütebilirlerdi. İkisi arasında kalmak beni bunaltmıştı. “Bir tane latte alabilir miyim?” Kahve sırasına geçtiğimde, oraya nazaran içeriden gelen hafif müzik ve kahve kokusu beni biraz sakinleştirmişti. Derin bir nefes alıp cüzdanımı çıkardım. Latte siparişimi verip ödeme yapacakken, arkamdan tanıdık bir ses duydum.
“Bir latte de bana,” dedi Uğur, sesi her zamanki gibi rahat ve umursamazdı.
Şaşkınlıkla arkamı döndüm. “Sen kahve istememiştin?” diye sordum, kaşlarımı kaldırarak.
Omuzlarını silkerek gülümsedi. “Fikrimi değiştirdim,” dedi. Gözleri her zamanki gibi canlıydı, ama içinde hafif bir oyunbazlık vardı.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. “Peki,” dedim, içimden hafif bir rahatsızlıkla. Onları yalnız bırakmak için gelmiştim, ama şimdi yanımdaydı. Yine de belli etmemeye çalışarak sırayı birlikte beklemeye başladık. Aramızdaki sessizliği bozan yine o oldu. “Bu kadar mı sıkıldın bizden? Kahve bahanesiyle masadan kaçtın resmen.”
Gülümsememi bastırmaya çalışarak ona döndüm. “Sıkılmadım. Ama belki sizi yalnız bıraksam daha rahat edersiniz diye düşündüm.”
Kaşlarını kaldırdı, sanki söylediklerim hiç anlamlı değilmiş gibi. “Biz gayet iyiydik. Ama senin ders notlarına olan takıntını izlemek de eğlenceliydi doğrusu.”
“Takıntı mı?” diye sordum, kaşlarımı çatıp hafifçe gülerken. “Ders çalışmanın ne olduğunu sana öğretmeye çalışıyoruz, takıntı değil.” doğrusu şaşırmıştım.
Kahkaha attı. “Tamam tamam, belki biraz abartıyorum. Ama cidden, çok düzenlisin. İnsan kıskanıyor.”
Bu iltifat beni şaşırtmıştı. Ona bir an dikkatlice baktım, ama bakışları her zamanki gibi rahat ve kendinden emindi. Siparişlerimizin hazırlanmasını beklerken bir şey düşündüm ve gülümseyerek ona döndüm.
“Kahven benden,” dedim, cüzdanımı çıkararak.
Uğur önce şaşırdı, sonra yüzüne o tanıdık alaycı gülümsemesi yerleşti. “Bir kahveyle kurtulabileceğini mi zannediyorsun?” diye sordu. “Ne?” Güldüm. “Ahaha…hayır tabiki de.”
“O zaman ben öderim.”
“Rica ediyorum.” deyip onu durdurdum.
“Olmaz, bir kadına asla hesap ödetmem.” dedi. Kaşlarım çatıldı. “Neden, benim param, para değil mi?” dediğimde bir süre bocaladı. “Ondan değil de…”
Sırıttım. “Şaka yapıyorum canım, ciddiye alma.” deyip kartımı uzattım. “Aslı…” dediğinde onu durdurdum. “Uğur, beni mahcup ediyorsun lütfen.” dedim.
“Peki madem, senden olsun bakalım.” dedi. Gülümsedim. Dediğim olduğu için mutluydum. Kahveyi avuçlarımın arasına alıp Uğur’a baktım. “Ne oldu, niye bakıyorsun?” dedim.
“Seni gülerken izlemek harika.” dedi elini kafasına koyup yüzümü süzerken.
“A…anlamadım?” Saçlarıma uzandığında kahvesinin geldiğini görüp geri çekildim. Daha fazla konuşmasına izin vermeden, “Kahven geldi!” diye bağırdım adeta.
“Tamam, sakin ol.” deyip güldü.
“Ahah…evet, haklısın.” deyip yalandan tebessüm ettim. Ne oluyor?
Uğur’un gözleri hafifçe kısıldı. Sanki söylediklerimde başka bir anlam arıyormuş gibi. Kahvesini alıp teşekkür ederken, bende bir gariplik olduğunu anlamış olmalıydı. O gülümsemesi… Tanıdık ama tedirgin edici bir şeydi.
“Bir sorun mu var, Aslı?” diye sordu sonunda, kahvesinden bir yudum alırken.
“Hayır, yok. Neden soruyorsun?” diye hızlıca cevap verdim, belki biraz fazla hızlı.
“Bilmiyorum,” dedi omuz silkerek. “Sadece, garip davrandığını düşünüyorum. Yoksa benimle baş başa oturmak mı rahatsız ediyor seni?”
Gözlerimi devirdim. “Saçmalama, Uğur. Baş başa oturmakla ilgili bir problemim yok.”
“Peki, neden bu kadar gerginsin?” diye sordu, kahvesini masaya bırakırken. Yüzüme dikkatle bakıyordu, kaçacak bir yer bırakmadan. Bir an sustum. Söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. Çünkü o haklıydı. Garip davranıyordum. Ama neden? Bunu bile ben çözemiyordum.
“Ben…” diye başladım, sonra duraksadım. Gözleri gözlerimdeydi. Birkaç saniye geçti. Bu sessizlikte kendimi daha da küçülmüş gibi hissettim.
“Evet?” diye sordu, biraz daha yaklaşarak. Sanki konuşmam için beni cesaretlendiriyordu ama aynı zamanda sabrını test ediyordu.
“Sanırım sadece yorgunum,” dedim sonunda, yalanla gerçeğin karıştığı bir ses tonuyla.
“Yorgun, ha?” dedi, kaşlarını kaldırarak. “Pekala. Ama bunu bana açıkça söyleyemeyecek kadar mı yorgunsun?”
Derin bir nefes aldım. “Uğur, bazen bir şeyler hissettiğinde bunu hemen ifade etmek kolay olmuyor. Bunu sen de anlamışsındır, değil mi?” O anda bir şey değişti. Yüzündeki alaycı ifade yerini daha ciddi bir bakışa bıraktı. Sanki söylediklerim onu gerçekten etkilemişti.
“Anladım,” dedi yavaşça. “Belki de haklısın. Herkes her zaman kendini açıklamak zorunda değil.”
“Teşekkür ederim,” dedim hafifçe gülümseyerek. Ama o anda onun gözlerindeki karanlık, içimde bir şeylerin ters gittiğini hissettirdi. Kahvemden bir yudum alırken Uğur tekrar konuştu. “Ama Aslı…”
“Evet?”
“Eğer durumlar kötüyse, burdayım.” Bakışlarım onu takip etti. “Yeni demek istediğim…” dedi. Tebessümüm büyüdü, “Sağol, burada olduğunu bilmek gerçekten iyi geliyor.” dedi. Gözlerindeki merak kırıntıları ona olanları ve daha fazlasını anlatıp anlatmama konusunda beni ikilemde bırakıyordu. Uğur, iyi biriydi…
Bana yaptığı iyilikten sonra oldukça samimi geliyordu gözüme. Ağzımı açtığım gibi sustum çünkü Ceren, “Nerede kaldınız ya, merak ettim sizi?” dedi, elini Uğur’un koluna atarken. “Kaç saattir gelemediniz.” diye devam etti.
“Şimdi geliyorduk.” dedi Uğur, Ceren’e bakarak. “Ee hadi, daha dergiyi yapacağız, gün uzun.” dedi. Kafamı salladım. “Haklısın.” dedim ve Uğur’a döndüm. “Hadi…” deyip elimle işaret ettim önden yürümeleri için. Ceren, bana gülerek bakarken ona havada kısa bir öpücük gönderip göz kırptım.
“Bu dergi işi nasıl olacak?” diye sordu Uğur, merakla kaşlarını çatarak.
Ceren hemen atıldı. “Şöyle ki,” dedi, hafifçe doğrulup ciddi bir ifadeyle. “Her sene düzenlenen bu yarışma okul için çok önemli. Haliyle bizim için de öyle.”
Bize bir bakış attı, ikimizin de gözlerini taradı. “Bu yüzden işi ciddiye almalıyız ve birinci olmalıyız.”
Uğur’un yüzünde hâlâ bir soru işareti vardı. “Ama neyin yarışı bu?” dedi sonunda, anlamaya çalışarak.
“Okulda her yıl güz döneminde bir dergi yarışması düzenleniyor,” dedim, kısa bir açıklamayla.
Ceren hemen lafa girdi. “Ve kazanan grup ödüller kazanıyor. Geçen yıl, mesela, derginin çok satması sayesinde birinci grup Bulgaristan’a gitmişti.”
Uğur şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı. “Satılıyor mu?”
“Hıhım,” dedim hafifçe gülerek.
“Peki, geçen yıl kim kazandı?” diye sordu, merakını gizleyemeden.
Ceren bana doğru döndü ve beni işaret etti. “Tam karşında oturuyor,” dedi hafif bir gülümsemeyle.
“Ciddi misin?!” dedi Uğur, gözlerini iyice büyüterek. “Sen Bulgaristan’a mı gittin? İçeriği ne bu derginin? Ne yapmamız gerekiyor? Malzemeler neler? Başka nerelere gittin?”
Ceren’e dönüp gülerek, “Bulgaristan lafını duyunca gözleri nasıl açıldı, fark ettin mi?” dedim.
Ceren başını salladı. “Aslı doğru söylüyor. Bulgaristan gibi başka ülkelere de gidildi ama Aslı bazılarına katılamadı. Okulun sitesinde bu projeyle ilgili bir sürü fotoğraf var. Ama şu önemli: Bu yarışmaya sadece 11 ve 12. sınıflar katılabiliyor. Daha erken katılma şansı yok.”
Uğur, bu bilgiyi işlediğini belli edercesine başını salladı. “Beğendin mi peki Bulgaristan’ı?” dedi, gözleri heyecanla parlayarak. “Alexander Nevsky Katedrali’ni gördün mü?”
Heyecanla, “O kadar büyüleyiciydi ki…” dedim, içimdeki hayranlığı saklayamayarak. “Orayı anlatacak doğru kelimeleri bulamıyorum.”
Uğur, biraz daha öne eğilip gözlerini kocaman açarak, “Ne demek anlatamıyorum? Öyle bir yer mi gerçekten?” diye sordu.
“Gerçekten öyle,” dedim. “O devasa kubbeler, o işlemeler… İçeriye adım attığında sanki başka bir dünyaya geçiş yapıyorsun. Huzur ve hayranlık aynı anda hissediliyor.”
“Vay be…” dedi Uğur, düşüncelere dalmış gibi. “Bence o kadar da abartılacak bir yer değil.” dedi ağzının içinden. Anlamamazlıktan gelerek, “Efendim?” dedim.
Kafasını salladı, “Peki, bu yarışmayı kazanmak için tam olarak ne yapıyoruz? Yani… Sadece yazı mı yazıyoruz, yoksa başka bir şey mi var?”
Ceren, ellerini masaya koyup açıklamaya başladı. “Dergi dediğimiz sadece yazıdan ibaret değil. İçerik çeşitliliği önemli. Yazılar, röportajlar, fotoğraflar, tasarımlar… Hepsi bir araya geliyor. Geçen yılın dergisinde mesela Aslı’nın yazdığı o seyahat yazısı inanılmaz beğenilmişti.”
Uğur’un başı bir kez daha bana döndü. “Seyahat yazısı mı? Sen hep böyle havalı işler mi yapıyorsun?”
Gülerek omuz silktim. “O kadar da değil. Ama elimden geldiğince iyi bir şey ortaya koymaya çalıştım.”
“Tamam, o zaman,” dedi Uğur, masaya vurur gibi hafifçe elini koyarak. “Bu yıl da birinci oluyoruz. Ben de bir yerlere gitmek istiyorum. Hatta senin yazından da ilham alırız, Aslı.”
Ceren, hafif bir kahkaha attı. “Sen önce derginin ciddiyetini anla, sonra hedef koyarsın, Uğur. Daha yapılacak çok iş var. Bir plan yapmamız gerekiyor.”
“Plan mı?” diye sordu Uğur, biraz tereddütle. “Ben yazı yazmayı pek sevmem. Ama… ne bileyim, başka işlere yardımcı olurum. Fotoğraf çekmek falan mesela. Ya da kapak tasarımına bakarız.”
“Kapak tasarımı demişken,” dedim, biraz daha ciddileşerek. “Geçen yıl kapakta bir hata olmuştu. Bu yıl daha dikkatli olmalıyız. Kapak, derginin ilk izlenimi sonuçta.”
Ceren başını salladı. “Kesinlikle katılıyorum. Hem içeriğin hem de tasarımın güçlü olması lazım. Ama bu kadar konuşmayı bırakıp işe başlamamız lazım. Önce kim ne yapacak, onu belirleyelim.”
Uğur, hafif bir esneme ile geriye yaslandı. “Tamam, tamam. Ama şu Bulgaristan hikâyelerini dinlemek için de bir ara otururuz, değil mi? Motivasyon için şart bence.”
Gülerek başımı salladım. “Anlaşıldı, Uğur ama önce bu dergi için ciddi bir ekip çalışması yapmamız gerekiyor. Hadi bakalım!” deyip ellerimi birbirine sürttüm. Bu yıl daha eğlenceli geçecek gibi bir his vardı içimde.
Uğur’un sözleriyle konuşma biraz dağıldı, ama bir şeyler bana garip geliyordu. Onun bu kadar hevesli olması normaldi, ama bu hevesin ardında bir şeyler saklanıyor gibiydi. O heyecanının içinde bir tuhaflık vardı, anlam veremediğim bir hava.
Ceren konuşmaya devam ederken göz ucuyla Uğur’a baktım. Düşünceli görünüyordu ama aynı zamanda sanki aklında bir şey saklıyormuş gibi davranıyordu. “Tamam,” dedi sonunda, sanki kafasında bir şeyleri toparlamış gibi. “Bulgaristan’a gitmek büyük olaymış, hak veriyorum.”
“Evet, gerçekten öyleydi,” dedim, onun bakışlarını yakalamaya çalışarak. “Sen daha önce hiç yurt dışına çıktın mı?”
Uğur bir an durakladı, sanki yanlış bir şey söylememeye çalışıyormuş gibi. Ama o saniyelik duraklama bana yetmişti. “Evet… şey, bir iki kez çıktım,” dedi, gözlerini hafifçe kaçırarak.
Ceren araya girdi. “Ne güzel! Nerelere gittin?” dedi ellerini yüzüne yaslarken.
Uğur’un yüzünde hafif bir tereddüt belirdi. Sonra bir çırpıda, “Bulgaristan’a da gittim mesela,” dedi, ama hemen ardından yüzündeki ifadeyi fark edip toparlamaya çalıştı. “Ama öyle turistik falan, pek önemli bir şey değil.”
Sözleri havada asılı kaldı. Ceren bunu çok önemsememiş gibi görünüyordu, ama ben o anda içimde bir huzursuzluk hissettim. Uğur’un sesi, gözleri, hatta beden dili bile bu söylediği şeyin tam olarak doğru olmadığını fısıldıyordu.
“Bulgaristan’a gittin demek…” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Ne zaman gittin?”
“Geçen yıl gibi bir şeydi,” dedi, ama sesi eskisi kadar kendinden emin çıkmıyordu. “Aileyle gittik. Kısa bir geziydi işte.”
“Ne tesadüf,” dedim, biraz da sorgular gibi. “Geçen yıl dergi yarışmasında birinci olan grup da Bulgaristan’a gitmişti. İlginç bir denk gelme.”
Uğur hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Evet, öyleymiş. Ama benim gidişimle bir alakası yok tabii. Zaten o zamanlar dergiyle ilgim bile yoktu.”
Ceren bu konuşmayı pek ciddiye almıyor gibiydi. “Bence bunu sonra konuşuruz,” dedi. “Şimdi dergiye odaklanalım. Aslı, sen içeriği organize et. Uğur, fotoğrafları sen çekersin. Ben de tasarımla ilgilenirim.”
Uğur başını salladı, ama benim içimdeki o garip his bir türlü gitmiyordu. Sanki Uğur’un söylediği her şey bir perdenin arkasına saklanmış gibiydi. Ve bu perdeyi kaldırmadan içim rahat etmeyecekti.
Sende iyice paranoyak oldun, Aslı. Saçmalama!
Ceren, geçen yıl ki dergiyi eline alıp gözlerini hızla taradı. Uğur ise bir süre sessiz kaldı, dergiyi inceledikten sonra kafasını kaldırıp bana döndü. “Aslı, bu ayki yazılar nasıl? Seninle bir gözden geçirelim mi?” diye sordu, hafif bir gülümsemeyle.
Gözlerim dergiye kaydı. Bazen her şeyin üzerinde düşünüp duruyordum ama şu an dergi, her şeyin dışında, biraz daha sakinleşmemi sağlıyordu. “Olur,” dedim, ellerimi masanın üzerine koyarak. “Yazıları gözden geçirebiliriz. Birkaç düzenleme yapmam gerek.”
Ceren, biraz sabırsızca dergiyi karıştırarak, “Bunlar ne zaman hazır olacak? Hala birkaç sayfa eksik,” dedi. Uğur, Ceren’in söylediklerine dikkatle bakarak, “Bir hafta içinde toparlarız,” dedi. “Ama Aslı, bu yazıları biraz daha özgünleştirebiliriz, ne dersin? Hani biraz daha ‘konu dışı’ olsa da, dikkat çeker.”
Uğur’un önerisi, beni düşündürdü. Bir yandan yazılarımı seviyor, diğer yandan bazen biraz daha cesur olmam gerektiğini hissediyordum. Ama her şeyin bir sınırı vardı, değil mi? “Bunu bir deneyelim,” dedim, hafifçe gülümsedim. “Ama çok fazla sınırları zorlamak da istemiyorum.”
Ceren, bu konuşmaların arasında dikkatle bize bakıyordu. Sonunda, “Sınırları zorlamak her zaman iyidir,” dedi, başını sallayarak. “Ama Aslı, senin tarzın zaten oldukça dikkat çekici. O yüzden fazla değişim yapma, bence.”
Benim için her şeyin dengeyi bulması gerekiyordu. Yazılarımı her zaman bir adım önde tutmak istiyordum ama bazen o sınırı aşmak, kendimi kaybetmek gibi geliyordu. Uğur, her zamanki gibi biraz daha cesur olmamı istiyordu ama Ceren’in dediği gibi, belki de kendi tarzımı korumak daha doğruydu.
Bir süre sessiz kaldık. Deri ceketimi düzelterek, “Belki de her şeyin kendi doğallığında kalması gerek,” dedim, dergiyi tekrar Ceren’e doğru iterken. “Yani, fazla oynamadan ama daha dikkat çekici olabilir.”
Ceren, dergiyi eline alıp, “Evet, bu ay gerçekten farklı bir şeyler yapmalıyız,” dedi. “Ama fazla acele etmeyelim. Her şeyin zamanında olması önemli.”
Uğur, Ceren’in söylediklerine katılmakla birlikte, “Tamam o zaman, Aslı, sen nasıl istersen. Ama ben yine de biraz cesur olmanı istiyorum. Yazılar seni yansıtmalı,” dedi.
Bilemiyorum, sonuçta dergi yapıyoruz ve bu yazıların beni yansıtması ne kadar doğru olur ki? Farklı bir tarz lazım…daha önce denenmemiş…
İçimden, “Belki de gerçekten biraz cesur olmalıyım,” diye düşündüm. Ama her şeyin yerli yerinde olmasına da özen göstermeliydim. Sonunda, “Hadi bakalım, o zaman,” dedim. “Birlikte çözeriz.”
Uğur, eğilip yazdığım yazıya baktı ve şaşkınlığı giderek arttı. “Sen…ingilizce yazıyorsun?” dedi sorar gibi. Bu kadar şaşıracak ne vardı canım. Herhalde ingilizce yazılacak, türkçe mi yazılsın? “Evet.”
“Hiç, şaşırdım sadece.”
Ceren, “Daha nasıl becerileri var bir bilsen.” dedi, Uğur’a. “Tahmin edebiliyorum.” dedi ağzının içinde, doğru mu duydum ben bile emin değilim, o derece. Tepki vermek yerine gülümseyip işime devam ettim. Böyle giderse hepimiz akşama kadar burada kalacaktık.
“Uğur, hatırlıyor musun? Resim dersinde hoca ne demişti?” dedi ve ardından devam etti. Bir yandan onu dinlerken diğer yandan işimi yapıyordum. “Hayallerini takip edersen yaptığın resim senin mükemmelin olur, demişti.”
“Evet, Ceren?” dedi sesi sorgular gibiydi. Ceren çantasını karıştırıp içinden eskiz defterini çıkardı. “Bir bakın!” dedi heyecanla.
“Ne var?” diye sordu. Resme baktığımda pek bir şey anlayamamıştım bu yüzden Ceren’in yüzüne baktım. “Ka…karalama?” dedim.
“Hayır, onu demiyorum. Dikkatli bakın.” dedi. İkimizden de ses çıkmayınca bıkkınlıkla nefes verdi. “Bu çizim bizim yolumuza öncülük edecek” dedi tüm ciddiyetiyle. “Emin misin?” diye sordu, Uğur. “Bu bizim yolumuza nasıl öncülük edecek?” diye sordu alayla.
Zira önümdeki garip çizim en yakın arkadaşımın olmasa kâlâ bile almazdım. “Ciddisin?” dedim sorarcasına.
Gözlerim onu taradı. “Arkadaşlar bakın beni ciddiye alın. Bu çizimler sayesinde belki de derginin en mükemmel dokunuşunu yapacağız.” dedi.
Resmi önüme alıp inceledim. “Sen burada portre mi çizmeye çalıştın?” dedim.
Kafasını salladı.
“Aynen öyle ama…” Ceren, başını salladı. “Bu bir portre değil, bu bir his. Bu, bizim dergimizin temsil ettiği şeyi ifade ediyor. Özgürlük, kaos, yenilik… Hepsi bir arada.”
Uğur bir an düşündü ve ardından, “Tamam, diyelim ki bu çizim bir anlam taşıyor. Ama bunu dergiye nasıl uyarlayacağız? Herkes soyut sanat anlamaz, Ceren,” dedi.
Ceren, inatçı bir şekilde konuşmaya devam etti. “Ama anlamak zorunda değiller! Hissetmeleri yeterli. Eğer bir duyguyu aktarabilirsek, işte o zaman bir şeyler başarmış oluruz.”
Bir anlık sessizlik oldu. İçimden Ceren’in ne kadar iddialı olduğunu düşünmeden edemedim. Bazen bu tutumu bana komik gelse de, aslında haklı olabileceğini düşündüm.
Sonunda, “Tamam,” dedim, biraz gülümseyerek. “Belki de senin dediğin gibi yapmalıyız. Ama önce şu his meselesini biraz daha açalım. İnsanların ne hissetmesini istiyoruz?”
Bir an düşündü ardından yüzü aydınlandı. “İlham,” dedi kısaca. “Yaratıcılığın sınırsız olduğunu hissetmelerini istiyoruz. Hayallerini takip etmenin bir yolu olduğunu.”
Uğur, hafifçe başını salladı. “Pekâlâ, o zaman. Ama bunun işe yarayıp yaramayacağını görmek için biraz daha detaylı bir plan yapmamız gerek. Dergi, sonuçta sadece bir fikir değil, bir proje.” dedi.
“Aynen öyle, o yüzden kazanıp kazanmamak önemli değil. Önemli olan sınavlardaki başarımız.” dedim. Sınav demişken buraya sınava çalışmak için gelmiştik lakin şimdi oturmuş daha zamanı olan dergi hakkında konuşuyorduk. Uğur bir kahkaha attı, “Sınava çalışmak için geldik ama şimdi dergiye dalmış durumdayız. Bu da tam bizim yapacağımız bir şey zaten.” dedi alayla.
Ceren, “Aslında, bence bu bir problem değil,” dedi rahatça. “Çünkü bu dergi, bir nevi bizim sınavımız gibi. Hem yaratıcı düşünmeyi hem de iş birliğini öğreniyoruz.”
Ben ise Ceren’in rahatlığına gülümseyip, “Keşke hocalar da bu kadar anlayışlı olsa,” dedim. “Yoksa matematik hocası beni tahtaya kaldırdığında dergi fikrimizden bahsedip kurtulmam mı gerekiyor?”
Uğur, gülümseyerek, “Bence bir denemelisin. Belki hoca etkilenir,” dedi.
“Kesinlikle olmaz!” dedim hızlıca. “O adamın etkilenmekten ne anladığı şüpheli. Ama neyse, biraz toparlanıp gerçekten şu sınava çalışmaya başlasak iyi olacak.”
Ceren, hâlâ elindeki eskiz defterine bakarak, “Tamam, ama bu dergi fikri gerçekten harika olacak. Şu sınavlar bitsin, her şeyi netleştireceğiz,” dedi.
“Anlaştık,” dedim, çantamdan sınav notlarımı çıkarırken. “Ama şimdi öncelik sınavlar. Eğer geçemezsek, bu dergi de hayal olur.”
Uğur, masasındaki kitaplara göz gezdirirken başını salladı. “Haklısın. Ama söz veriyorum, sınavlar biter bitmez dergiye tam gaz devam edeceğiz.”
Ceren, isteksizce eskiz defterini kapattı ve notlarına uzandı. “Tamam, hadi bakalım. Ama bu defter benim ilham kaynağım olacak, unutmayın,” dedi gülerek.
Ve böylece sessizlik aramızda hüküm sürdü. Kalemlerin kağıda sürtme sesi ve sayfa çevirme sesleri arasında, hepimiz derslerimize odaklandık. İlk hangi sınav vardı?
Matematik..
Evet, matematik sınavı vardı sonra Tarih ve Edebiyat geliyordu. Biri kolumu dürttü. Kafamı kaldırıp kolumu dürten kişiye, Ceren’e baktım. “Ne oldu?” dedim.
“Şu adam!” diye fısıldadı.
“Efendim? Duyamadım.”
Ceren, başını kafenin kapısına doğru eğerek fısıldadı. “Şu adam! Hani Anıl’ın dövdüğü adam vardı ya… O değil mi?”
Sözleri duyduğum anda içimde bir ürperti hissettim. Hızla kafamı kapıya çevirdim ve o anda gördüm. Evet, Toprak’tı. Dövmek demeyelim de…
Nefesim kesilmiş gibi hissettim. Kalbim hızla atmaya başlamıştı. Onun burada, bu kafede olması… Bu kadar tesadüf olabilir miydi? Yoksa gerçekten bizi mi takip ediyordu? Hayır tabiiki
Ceren, şaşkın bakışlarla beni süzüyordu. “Aslı, ne yapacağız? Bu adam kesin bir sorun çıkaracak!”
“Sorun yok,” diye fısıldadım. Gözlerim hâlâ Toprak’ın üzerindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi rahat bir şekilde içeri girmiş, etrafı süzüyordu. Onun bu sakinliği beni daha da rahatsız etmişti.
Toprak, bakışlarını bir süre kafede gezdirdikten sonra masamıza doğru çevirdi. Göz göze geldik. O an her şey durmuş gibi hissettim. Bakışları her zamanki gibi keskin ve kontrolcüydü. Gözlerinde garip bir alaycılık vardı.
Ceren, dirseğiyle beni dürtüp tekrar fısıldadı. “Aslı, bu adam neden burada? Bizi mi takip ediyor?”
“Hiç sanmıyorum,” dedim, ama içimdeki şüpheler büyüyordu. “Belki de tamamen tesadüf…” Sesimden bile emin değildim.
Toprak, masamıza birkaç saniye daha baktıktan sonra kafenin köşesindeki bir masaya oturdu. Garsonu çağırdı ve sipariş verdi. Ancak bakışlarının ara ara tekrar bize kaydığını fark ediyordum.
Ceren, alaycı bir şekilde, “Sanki bizi hiç görmemiş gibi davranıyor ama gözleri her şeyi ele veriyor,” dedi.
“Ceren, sessiz ol,” dedim uyarı tonunda. “Bu mesele büyümesin. Anıl’ın işleri zaten yeterince karmaşık.”
Uğur da durumu fark etmiş olacak ki, sessizce konuşmaya katıldı. “Kim bu adam? Aslı, bir şey mi saklıyorsun?”
“Hayır,” dedim hızlıca. “Kimse değil, biz kendi işimize bakalım.” Duraksadım. “Yani, aslında…” Sözlerim yarıda kaldı. Toprak, oturduğu yerden tekrar bize bakıyordu. Bu seferki bakışı daha doğrudandı.
Ceren, iyice eğilerek, “Tamam, Aslı. Bu işin sonunda büyük bir şey çıkacak demedi deme. Ayrıca bu adam, bir şeyler planlıyor gibi duruyor.”
Dudaklarımı büzdüm.
Ne planlayabilir ki?
O sırada garson, Toprak’ın siparişini getirdi. Toprak, kahvesini alıp arkasına yaslandı. Ceren ise gözlerini Toprak’ın üzerinden almıyordu. Ceren, sorun çıkartmazsa iyiydi.
Uğur, masanın üzerinden elime uzandı. “Rengin değişti, iyi misin?” dedi. “İ…” iyiyim diyemeden ağzımı kapattım çünkü karşı masadaki bir çift göz kararmış gözlerle elimin üzerindeki ele bakıyordu. Sinirli bakışları korkumun nüfuz etmesine sebep oldu.
Elimi tutmasından mı rahatsız olmuştu, yoksa?
Toprak’ın bakışları, bir uyarı gibi üzerime saplanıyordu. O an içimde bir şeylerin değiştiğini hissettim. Ceren’in hafif fısıldamaları ve Uğur’un endişeli yüzü arasında sıkışmıştım. Ama asıl mesele, Toprak’ın burada olmasıydı. Onun bu kafede olması bir tesadüf olamazdı.
Elimi hızlıca Uğur’un elinden çektim ve bakışlarımı masadaki defterlere çevirdim. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordum ama içimdeki huzursuzluk büyüyordu.
Ceren, dirseğiyle beni dürttü. “Aslı, bu adam seni rahatsız mı ediyor? Belli ki bir şeyler dönüyor. Hadi, anlat artık.”
Başımı hafifçe salladım. “Ceren, lütfen. Şimdi değil,” dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak.
Ama Ceren ısrarcıydı. “Aslı, bizi tehlikeye mi atıyorsun? Kim bu adam? Neden böyle bakıyor?”
Tam o sırada Toprak, sandalyesini geriye doğru itti ve ayağa kalktı. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ne yapacağını tahmin edemiyordum. Yavaşça masamıza doğru ilerlemeye başladı. Ceren ve Uğur, şaşkınlıkla onu izlerken, ben nefesimi tuttum.
Toprak masamıza vardığında, yüzünde sakin ama bir o kadar da tehditkâr bir ifade vardı. “Aslı,” dedi, sesi soğuk ve keskin. “Birkaç dakika konuşabilir miyiz?”
Uğur hemen araya girdi. “Hayır, konuşamazsınız. Aslı’nın burada bizimle işi var.”
Toprak, Uğur’a doğru hafifçe eğildi ve yüzünde beliren küçümseyici bir gülümsemeyle, “Sanırım bunu Aslı’ya sormak daha doğru olur,” dedi, sert sesiyle. Yüzündeki ifade gören herkesin ürkeceği türdendi.
Ceren nefesini tutmuş, olanları izliyordu. Gözlerim Uğur ile Toprak arasında gidip geldi. Ne diyeceğimi bilemeden, “Toprak, şu an doğru bir zaman değil,” dedim sonunda.
Ama Toprak kararlıydı. “Bu, bekleyecek bir şey değil,” dedi. “Hadi, dışarı çıkalım.”
Uğur ayağa kalkmaya yeltendi ama elimi kaldırıp onu durdurdum. “Tamam,” dedim yavaşça. “Sadece birkaç dakika.”
Ceren ve Uğur şaşkınlıkla bana bakarken, sandalyemi geriye ittim ve ayağa kalktım. Toprak, gözlerini benden ayırmadan kapıya doğru yöneldi. Onu takip ederken, arkamdan gelen Ceren’in fısıltısını duydum: “Aslı, dikkat et.”
Dışarı çıktığımızda, soğuk hava yüzüme çarptı. Toprak, kafenin köşesine doğru yürüdü ve durdu. Yüzünde hâlâ o soğuk ifade vardı.
“Burada ne işin var, Toprak?” diye sordum, sesimdeki endişeyi gizlemeye çalışarak.
“Seninle konuşmam gerekiyordu,” dedi basitçe. “Ama buraya girmem bir tesadüf değildi. Seni takip ettim.” Bunu bir de söylüyor muydu?
Hah!
Şaşkınlıkla geri adım attım. “Beni mi takip ettin? Neden?”
“Çünkü artık benden kaçamayacağını biliyorsun, Aslı,” dedi, gözleri karanlık bir kararlılıkla parlıyordu. “Seninle yarım kalan bir hesabımız var.”
Alayla konuştum, “Sen o hesabı çoktan kapattın, Toprak.” dedim. Kollarımı bağladım. “Hatta hiç açmadın ki!” dedim kırık bir tebessümle. “Ayrıca senden kaçmadığımı biliyorsun!” diye tısladım.
“Bunun böyle olmadığını biliyorsun,” dedi fısıltıyla. “Hep vardı, her an.” diye devam ederken sözleri havada asılı kaldı. İçimde bir ürperti dolaştı. Onunla aramda hâlâ çözülmemiş meseleler olduğunu biliyordum, ama bunu burada, herkesin gözü önünde konuşmak… Mantıklı değildi.
Derin bir nefes aldım, sakin olmaya çalışarak, “Toprak, bu böyle olmaz. Eğer gerçekten konuşmamız gerekiyorsa, doğru bir zaman ve yer bulalım. Ama şu an, arkadaşlarımın yanında olduğumu unutuyorsun.” Arkamı dönüp masaya baktım. İki adet meraklı göz bizi izliyordu. Onları işaret ederken, “Onları korkutuyorsun.” dedim.
Toprak, “Sen?” diye sordu konudan bağımsız.
Ne demeliydim?
Evet.
Hayır!
Cevap vermek yerine, uzunca bir süre yüzüne bakmayı tercih ettim. Toprak’ın yüzü ifadesizdi, ama gözlerindeki gerginlik açıkça okunuyordu. “Seninle konuşmam gereken şeyler var, Aslı. Bunu erteleyemem.”
“Evet, erteleyebilirsin,” dedim kararlı bir şekilde. “Çünkü ben buradayım ve şu anda başka bir şeye odaklanmam gerekiyor. Sınavalarım, projelerim vesayre..inan senden daha öncelikli. Eğer gerçekten önemliyse, sonra konuşuruz.” Yer seçimi gerçekten harikaydı!
Bir an sessizlik oldu. Toprak, beni gözleriyle süzerken düşünceli bir ifadeye büründü. Ardından, yüzünde hafif bir alaycılık belirdi. “Pekâlâ,” dedi soğuk bir sesle.
Kafamı salladım, “Güzel.” dedim. “Bir dahaki sefere aramayı yada mesaj atmayı unutma.” dedim. Ona baktım, “Kimse senin gibi bir şirket sahibi yada babası patron değil hepimiz normal ailelerde okulunu dereceyle bitirmeye çalışan öğrencileriz.” deyip arkamı dönüp yürümeye başladım.
Kimse kusura bakmasın. Beni burada arkadaşlarımın yanında rahatsız etmeye hakkı yoktu eğer isterse bana başka türlü ulaşabilirdi.
Kolumdan yakalayıp gitmeme izin vermedi. “Dereceyle bitirmek!” dedi alayla.
Kolumu bırakması için bir an mücadele etmeyi düşündüm, ama Toprak’ın gözlerindeki tehditkâr bakış beni durdurdu. Sesini biraz daha alçalttı, ama tonu hâlâ sertti. “Dereceyle bitirmek… Gerçekten mi? Bu kadar sıradan bir hayal mi kuruyorsun, Aslı?”
Kaşlarımı çattım ve kolumu kurtarmaya çalıştım. “Ne yapmaya çalışıyorsun, Toprak? Beni burada küçük düşürmek mi istiyorsun?”
Toprak, biraz daha yaklaşıp alaycı bir şekilde gülümsedi. “Hayır, sadece senin bu sıradan hayallerine inanmıyorum.” Hırsla bana baktı. “Sen daha fazlasını yapabilirsin. Ama bunu asla görmeyeceksin, değil mi?”
Onlar benim hayallerim!
Kimsenin inanıp inanmaması umrumda değil!
“Bu benim hayatım, senin değil!” dedim hışımla. Sesim istemsizce yükseldiği için etrafımızdaki birkaç masa bize döndü. Ama umurumda değildi. “Beni rahat bırak!”
Toprak bir an için geri çekildi. Ama gözleri hâlâ üzerimdeydi. “Rahat bırakmak mı? Aslı, kendini ne kadar kandırırsan kandır, gerçekler seni bulur. Hep bulur.”
Bu sözler beni çileden çıkarmıştı. Derin bir nefes aldım ve mümkün olduğunca sakin bir şekilde, “Eğer bana bir şey söylemek istiyorsan, burada değil. Arkadaşlarımın yanında böyle bir sahneye gerek yok,” dedim.
Toprak, birkaç saniye daha yüzüme baktı. Sonra elimi bıraktı ve geri çekildi. “Pekala,” dedi, sesi bu sefer daha yumuşaktı.
“Kaçan yok,” diye mırıldandım. Ama bu cümleyi kendimden emin bir şekilde söyleyemedim.
Toprak, kafenin kapısına doğru ilerlerken bir an durdu ve arkasına dönmeden, “Yakında görüşürüz,” dedi. Ardından kafeden çıktı.
Bir süre arkasından uzaklaşmasını izlerken ceketinin cebinden sigara paketini çıkarıp gümüş çakmağıyla ucunu ateşleyiverdi.
Dumanı ciğerlerine çekerken gözleri hâlâ onun arkasındaydı. Adımları kararlı, omuzları dikti ama her halinden içindeki fırtınalar okunuyordu. Derin bir nefes alıp sigarasını dudaklarının arasından çekti, dumanı yavaşça gökyüzüne doğru üfledi.
Ceketinin cebine tekrar elini atıp bir şey aradı; telefonunu çıkardı. Ekrana kısa bir süre baktıktan sonra vazgeçer gibi telefonu geri koydu. Aslında her şeyi söylemek istiyordu, her şeyi açıklamak, tüm bu karmaşayı bitirmek… Ama sanırım bunun için hazır değildi yada bana güvenmiyordu…
Arkasını dönüp dar sokaktan çıkmaya hazırlanırken bir an durdu. Birkaç saniye boyunca düşünceleriyle boğuştu, sigarasının izmaritini yere attı ve topuğuyla ezdi. Bir karar almış gibi hızla telefonunu tekrar çıkardı ve bir numarayı çevirdi. Sonrasındaysa gözden tamamen kayboldu.
Masama geri döndüğümde Ceren ve Uğur’un gözleri üzerimdeydi. Ceren, ağzını açıp bir şey söylemek üzereydi ama elimi kaldırarak onu durdurdum. “Adam, yaşanan olay hakkında konuşmak istemiş.” dedim fazla detaya girmeye gerek duymadan. Eğer daha fazlasını bilirlerse onlar da başlarını belaya sokabilirdi. “Sorun yok, merak etmeyin.”
Uğur, hafifçe kaşlarını çattı ama bir şey söylemedi. Ceren ise pes etmiş gibi görünüp notlarına döndü.
Kafamdaki düşünceler ise bir türlü susmuyordu. Toprak’ın ne planladığını öğrenmek zorundaydım. Ama bu iş beni tahmin ettiğimden daha derine çekebilirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |