
Bölüm 11: Kirpikten Kanat
“Söylenemiyor çok şey,
susmadan.”
(Özdemir Asaf)
Cigara dumanı soğuk havaya karışırken adam olduğu yerde durdu. Gölgeler arasından uzaklaşan silueti gözden kaybolana dek izledi. Ayakkabılarının altında ezilen taşların çıtırtısı bile duyulmaz olmuştu. Ceketinin yakasını rüzgâra karşı kaldırıp cebinden gümüş çakmağını çıkardı. Çakmak, sokak lambalarının loş ışığında parladı. Bir an duraksadı, sonra sigaranın ucunu ateşledi.
İlk nefes ciğerlerine dolarken, bir ağırlığın göğsüne oturduğunu hissetti. Sanki içindeki huzursuzluğu bastırmak için her nefeste daha çok duman çekiyordu. Rüzgâr hafifçe yüzüne çarptı; soğuk ama taze bir nefesti bu. Birkaç metre ötede bir kedi çöplerin arasında sessizce hareket etti, sonra aniden kayboldu. Ayaklarının dibine düşen sigara izmaritine bakarken kafasının içinde yankılanan düşüncelerle yüzleşmek istemediğini fark etti. Yavaşça izmariti yere bırakıp topuğuyla ezdi. Geriye kalan kül, rüzgârın ilk hamlesiyle dağılıp gitti.
Ceketinin iç cebine uzanıp telefonunu çıkardı. Ekran parmağının kaymasıyla bir ışık gibi parladı. Uzun süre ekranın karşısında hareketsiz durdu. Ne yazacağını, ne yapacağını bilemiyormuş gibi hissediyordu. Sokak lambasının sarı ışığı yüzünün bir yanını aydınlatırken, karanlık tarafı daha ağır basıyordu. Gökyüzüne baktı; yıldızlar, şehrin kirli ışıkları arasında görünmez olmuştu. İçindeki boşluk hissi büyüyordu. Telefonu cebine geri koydu. Yavaşça yürümeye başladı, adımları ne hızlı ne de yavaştı. Sanki nereye gittiğini bilmeden ama bir yere yetişmeye çalışır gibiydi. Uzaklarda bir köpeğin havlaması duyuldu. Sokak lambalarının arasındaki mesafe giderek kısalıyordu. Ve her adımda, yalnızlığı omuzlarına biraz daha ağırlık olarak çöküyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Zihni, yaşadığı son birkaç günü hızlı bir şekilde tarıyordu. O sokakta duyduğu çığlık, gözlerinin önüne gelen kan lekeleri, yere düşen o ağır sessizlik… Her şey üst üste binmiş, zihninde tekrar tekrar canlanıyordu. Bir parçası bunları unutmak isterken, diğer parçası her şeyi çözmek ve sona erdirmek için yanıp tutuşuyordu.
Dizlerinin üzerine kapanıp başını ellerinin arasına aldı. Dışarıdan bakıldığında yalnız bir adamın parkta kendi karanlığıyla boğuştuğu görülebilirdi. Ancak iç dünyasında kopan fırtınaları kimse bilemezdi. Ve bu fırtına, onu ya doğru yola sokacak ya da tamamen yutacaktı.
Adam başını ellerinin arasına almış otururken, zihnindeki düşünceler, bir fırtına gibi birbirine çarpıyordu. Geçmişin hayaletleriyle bugünün karmaşası iç içe geçmiş, her biri ona farklı bir yönü işaret ediyordu. Derin bir nefes aldı, göğsünden çıkan sıcak hava, soğuk gecede buharlaşıp kayboldu.
Zihninde beliren görüntüler keskin ve canlıydı. O çığlık, gözlerinin önüne düşen o gölge, elindeki kana bulanmış anılar… Hepsi birbirine dolanıyor, ona gerçeğin ağırlığını hatırlatıyordu. İçinde iki ses çarpışıyordu: biri kaçması gerektiğini, her şeyi unutup kendini kurtarmasını söylüyordu; diğeri ise yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu, kaçtıkça bu yükün daha da ağırlaşacağını haykırıyordu.
Çaresizlik duygusu, göğsünde bir kaya gibi oturmuştu. Bu yük, onu yere çekiyor, omuzlarını eğiyordu. Ancak aynı zamanda, bu yükün altında ezilmeyecek kadar güçlü olduğunu da biliyordu. Onu yıllarca ayakta tutan, her darbeye karşı dik durmasını sağlayan şey tam da bu karanlığın içindeki dayanıklılığıydı. Kendini bu kadar güçlü hissettiği anlarda bile, neden bu kadar yalnız olduğunu sorguluyordu. Güç, yalnızlıkla mı geliyordu?
Keskin bakışlarını yerdeki taşlara dikti. Gözleri, ışığın altında parlayan nemli zemini tarıyordu. Bir şeyler arıyormuş gibi ama aynı zamanda hiçbir şey bulmak istemiyormuş gibi bir hâli vardı. Dışarıdan bakıldığında, bu bakışlar tehditkâr ve kararlı görünüyordu. Ancak iç dünyasında, aynı bakışlar her şeyi sorgulayan bir çocuğun bakışlarıydı.
Bu karmaşa içinde, kendi içinde büyüttüğü gücün farkındaydı. Çaresizlik, onu yok etmiyordu; aksine, her seferinde yeniden şekillendiriyor, daha sert, daha dayanıklı bir hâle getiriyordu. Kendi karanlığını kucaklayabilen bir adamdı o. İnsanların gözlerinde bir tehdit, ama kendi içinde kırılgan bir denge taşıyordu.
Bir kez daha derin bir nefes aldı ve doğruldu. Bakışları daha sert, daha odaklanmıştı. Kendi zihnindeki fırtına dinmese de, onunla savaşmayı bırakmıştı. Artık bu fırtınanın içinde yürümeyi öğrenmiş gibiydi. Gücünü, zayıflıklarının farkında olmaktan alıyordu. Ve bu farkındalık, onu hem yalnızlaştırıyor hem de ayakta tutuyordu. Kendi kendine mırıldanır gibi bir düşünce geçti zihninden: “Yıkılmak, yola devam etmekten daha kolay olurdu. Ama ben kolay olanı seçmedim, asla seçmem!”Bu kararlılık, onu bir kez daha hareket etmeye zorladı. Çaresizliği hâlâ oradaydı, ama güçlü olmanın ağırlığıyla birlikte yürümeye alışmıştı.
***
Saat gece yarısını geçmişti, ama gözlerim bir türlü kapanmıyordu. Kafamın içindeki düşünceler birbiriyle yarışıyordu. Toprak’ın bugün söyledikleri, gözlerindeki o bakış… Tüm bunlar beni hem korkutuyor hem de sinirlendiriyordu.
Balkon kapısını açtım ve dışarı çıktım. Soğuk hava yüzüme çarptı, ama bu iyi gelmişti. Gecenin sessizliği her zaman içimi bir nebze olsun rahatlatırdı. Ama bu gece huzur bulamıyordum. Aklımda hep aynı soru vardı: Toprak neden beni bulmuştu?
O sırada telefonum titredi. Masanın üzerindeki ekrana baktığımda bir mesaj gördüm. Bilinmeyen bir numaradan gelmişti. Mesajı açtım,
“Kaçmanın bir faydası yok, Aslı.”
Arkamdan gelen sesle olduğum yerde irkildim. Hızla döndüğümde Toprak’ı balkon kapısında, ellerini cebine sokmuş halde dururken buldum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.
“Sen… burada ne işin var?” diye sordum, sesi titreyen bir fısıltıyla.
Ailem?
Ailem öğrenmemeliydi onun burada olduğunu. İçeride uyuyor olsalar da en ufak bir sese dahi uyanabilirlerdi.
Omuzlarını hafifçe silkti. “Seninle konuşmam gerekiyordu.”
“Evime yine gizli gelerek mi?” Sesim sert çıkmaya çalışsa da korkumun tonuma sızmasına engel olamamıştım.
Toprak, sakin bir şekilde birkaç adım attı ve balkonun demirlerine yaslandı. “Kapını çalsam beni içeri almazdın. Böyle daha kolay.”
“Beni rahat bırak,” dedim kararlı bir şekilde. “Bugün kafede söylediklerin yetmedi mi? Ne istiyorsun benden?”
Gözlerini üzerime dikti. Bakışları her zamanki gibi soğuk ama bir o kadar da keskin ve derindi. “Sadece cevaplarını öğrenmek istiyorum, Aslı. Ama sen kaçıyorsun.”
“Ağzına pelesenk etmişsin sürekli kaçıyorsun, diyorsun ama kaçmıyorum. Bak,” parmağımı göğsüne vurdum. “Tam karşındayım!” dedim, öfkeyle. “Ayrıca beni neden bulduğunu bile bilmiyorum. Bu işten uzak durmak istiyorum, o kadar!”
Toprak alaycı bir şekilde güldü. “Beni tanımıyorsun. Ama anlaman gereken bir şey var: Bu mesele senin düşündüğünden daha büyük.”
Derin bir nefes aldım, sakinleşmeye çalışıyordum. “Ne demek istiyorsun?”
“Bu cinayet,” dedi alçak bir sesle. “Tanık olduğun şey… seni bir hedef haline getirdi. Eğer sen kendini koruyamazsan, ben korurum.”
“Koruma mı?” diye tekrarladım, şaşkınlıkla. “Beni tehdit eden sendin! Şimdi korumaktan mı bahsediyorsun?”
Toprak’ın ifadesi sertleşti. “Tehdit etmek başka, korumak başka. Olayları kontrol ediyorum, Aslı. Ve seni korumak için bunu yapmak zorundayım.”
Sözleri kafamda yankılanıyordu, ama bir anlam veremiyordum. O sırada Toprak bir adım daha attı, aramızdaki mesafeyi iyice kapattı.
“Beni düşmanın gibi görebilirsin,” dedi, sesi sakin ama ürkütücüydü. “Ama bu dünyada dostun olabilecek tek kişi de benim.”
“Hayır,” dedim geri çekilerek. “Ben sana güvenmiyorum.”
Toprak hafifçe başını salladı. “Zamanla güveneceksin. Çünkü başka çaren olmayacak.” Toprak arkasını dönüp balkon demirine yaslandığında bir an sessizlik oldu. Gece rüzgârı saçlarımı savuruyor, kalbimin atışlarını daha da belirgin hale getiriyordu. İçimde bir şeyler kopuyordu; korku, öfke, merak…
“Ne demek başka çarem olmayacak?” dedim sonunda, sessizliği bozarak. “Beni bir hedef haline getiren sensin, değil mi? Bu işin arkasında sen varsın!”
Toprak başını hafifçe yana çevirerek bana baktı. Yüzündeki ifade, o alışık olduğum alaycı bakışların yerini ciddiyete bırakmıştı.
“Bu soruların cevabını gerçekten bilmek istiyor musun, Aslı?” diye sordu, sesi alçak ama ürpertici bir tondaydı.
Öfkemin kabardığını hissettim. “Evet, bilmek istiyorum! Eğer beni koruyacağını iddia ediyorsan, bana her şeyi anlatmak zorundasın!”
Toprak derin bir nefes aldı ve yüzünü tamamen bana döndü. Gözlerindeki karanlık beni içine çekiyordu.
“Tamam,” dedi sonunda. “Ama önce bir şeyden emin olalım. Sana söylediklerimden sonra beni düşman mı, yoksa müttefik mi göreceksin?”
“Bunu ancak anlattıklarını duyduktan sonra söyleyebilirim,” diye karşılık verdim.
Bir adım daha yaklaştı. Bu sefer kaçmadım. Gözlerini gözlerime dikti ve fısıldar gibi konuştu:
“O gece, tanık olduğun cinayet…” dedi ve sustu. Ardından, “benimle ilgiliydi…” duraksadığında duyduklarıma inanamaz gibi gözlerim büyüdü. Elim ağzıma kapandı.
Bu…bu çok kötü… “Ama düşündüğün gibi değil. Ben o cinayeti işleyen kişi değilim, Aslı. Ama o dünyada var olmanın bedelini ödüyorum.”
Ne demekti bu şimdi? Nefesim kesildi. Bu itiraf beklediğimden daha karmaşıktı. “O zaman neden oradaydın? Neden bu kadar rahatsız edici şekilde hayatıma girdin?”
“Çünkü sen,” dedi yavaşça, “yanlış zamanda, yanlış yerdeydin. Ve şimdi o insanlar, seni tehdit olarak görüyor. Seni susturmak isteyecekler.” Benim yüzümden mi?
Kelimeleri sindirmeye çalışıyordum. Korku damarlarımda dolaşıyordu ama aynı zamanda bir şeyler anlam kazanıyordu.
“Yani,” dedim kısık bir sesle, “ben bu işin içine tamamen tesadüfen mi çekildim?”
Gülümsedi, “Belki de kaderin ikimize de bir oyunudur bu…” dedi fısıltı kadar naif sesiyle. Duymadığımı düşünse de duymuştum işte…
Kaderin oyunu olabilir miydi, sahi?
Toprak başını salladı. “Sana zarar vermelerine izin vermem. Ama bunu yapmam için, bana güvenmek zorundasın.”
Gözlerim dolmuştu ama ağlamadım. Bu karmaşanın tam ortasında kendimi ne kadar savunmasız hissettiğimi anladım. Ama yine de bir adım geri atıp, net bir şekilde sordum:
“Peki, sana güvenmek bana ne kazandıracak?”
Toprak gülümsedi, ama bu gülümseme ürpertici bir sakinlikle doluydu. “Hayatta kalmanı.”
Arkasını döndü ve balkon kapısına doğru ilerledi. Kapıyı açmadan önce bir kez daha bana baktı.
“Düşünmek için zamanın var, Aslı. Ama çok değil. Çünkü onlar harekete geçmeden önce kararını vermelisin.”
Ve sonra, sessizce kayboldu. Yalnız kalmıştım. Ama bu sefer yalnızlığım korkutucu bir gerçeklikle doluydu.
Onlar…
Onlar kim?
Kolundan yakalayıp gitmesini engelledim. “Tamam, ne olacaksa olsun bir an önce bitsin şu iş.” dedim kararlılıkla. Çok bile uzamıştı. Bir katilin belki de şuanda aramızda elini kolunu sallaya sallaya dolaşması mümkün olmamalıydı lakin biri yahut birileri tarafından bu böyleydi.
Bunun önüne geçilmeli, bir yolu bulunmalıydı.
Toprak, kolumun aniden onu durdurmasına şaşırmış gibi bir an duraksadı. Yüzündeki ifadeyi okumak zordu. Gözleri, sanki içimdeki en karanlık köşelere bakıyormuş gibi derinleşti.
“Emin misin, Aslı?” diye sordu. “Bu işin içine daha fazla girdiğinde geri dönüş olmayacak. Sadece hayatta kalmaya çalışmayacaksın, aynı zamanda vicdanınla da mücadele etmek zorunda kalacaksın.”
“Elbette eminim!” dedim kararlılıkla. Sesimdeki titremeyi gizleyemedim, ama gözlerimden çekilen yaşlar buna engel değildi. “Zaten geri dönüşü olmayan bir noktadayım. Eğer hayatımı mahvettiysen, en azından bunu telafi etme fırsatını bana borçlusun.”
Toprak derin bir nefes aldı. Sanki bu sözlerim onun üzerindeki bir ağırlığı daha da artırmış gibiydi. Sonra, hafifçe başını salladı ve balkon demirine yaslanarak konuşmaya başladı.
“Pekâlâ,” dedi. “Bunu bilmen gerek. O gece tanık olduğun şey bir tesadüf değildi. Seni oraya çektiler.”
“Beni… ne?” diye sordum, kelimelerin anlamını kavrayamadan.
“Evet,” dedi Toprak, ses tonu buz gibiydi. “Sen bir yemdin, Aslı. Seni oraya, benimle bağlarını çözmek için çektiler. Seni kullanarak bana bir mesaj gönderdiler.”
Duyduklarım beynimde yankılanırken nefesim kesildi. Ellerim istemsizce balkon demirine yapıştı.
“Yani o gece…” dedim, cümleyi tamamlayamadan.
“Evet,” diye onayladı Toprak, gözlerini bana dikerek. “O gece tanık olduğun cinayet, tamamen beni hedef alan bir mesajdı. Ve şimdi seni susturmak istiyorlar çünkü bu olay onların sırlarını açığa çıkarabilir.”
Kalbim hızla çarpmaya başladı. “Kim bu insanlar? Neden beni bu kadar kolay harcayabileceklerini düşünüyorlar?”
Toprak bir an durdu, sanki söylemek üzere olduğu şeyin ağırlığını ölçüyormuş gibi. Sonra fısıldar gibi konuştu:
“Onlar, benim ait olduğum dünya. Güç, para ve kanla beslenen bir dünya. Ve eğer bu işten sağ çıkmak istiyorsan, benimle hareket etmek zorundasın.”
“Sana nasıl güvenebilirim?” dedim sertçe. “Beni bu dünyaya sen sürükledin. Şimdi nasıl oluyor da kurtarıcı rolüne bürünüyorsun?”
Toprak, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle bana yaklaştı. Gözlerimiz yalnızca birkaç santimlik mesafeyle birbirine kenetlendi.
“Çünkü,” dedi yavaşça, “ben senin bu dünyadan kurtulman için tek şansınım. İster bana güven, ister güvenme. Ama başka seçeneğin yok, Aslı.”
Bu sözleri söylerken sesi keskin bir bıçak gibi kalbime saplandı. Kafamın içinde fırtınalar kopuyordu, ama başka bir seçenek gerçekten var mıydı?
“Peki,” dedim sonunda, nefesimi düzenlemeye çalışarak. “O zaman, bana her şeyi anlat. Bu işi birlikte bitirelim.”
Toprak, bu cevabı bekliyormuş gibi başını hafifçe salladı. “İyi. Ama önce bazı kurallar var. Bu işin ciddiyetini anlaman gerekiyor.”
“Ne gibi kurallar?” diye sordum, sesimde hem merak hem de korku vardı.
“Birincisi,” dedi, “kimseye güvenmeyeceksin. Hatta bana bile tam olarak güvenmeyeceksin.”
Bu cümle beni allak bullak etti. Ama sessiz kaldım, çünkü daha fazlasını öğrenmek istiyordum.
“İkincisi,” diye devam etti, “sorularını zamanı geldiğinde soracaksın. Fazla merak, seni tehlikeye sokar.”
“Üçüncüsü?” dedim.
Toprak’ın yüzünde bir gölge belirdi. “Üçüncüsü… her şey bittiğinde, bu dünyayı tamamen unutmaya hazır olmalısın çünkü geçmişini arkanda bırakmadan ilerleyemezsin.”
Bu kurallar, basit gibi görünse de her biri kendi içinde bir tehdit gibiydi. Ama artık bu oyunun bir parçasıydım ve geri dönemezdim.
“Anlaştık,” dedim sonunda ve duraksadım. “Lakin…” dediğimde gözleri yüzümde gezindi. “Sen bunları yapabileceğinden emin misin?” dedim kollarımı birbirine dolarken.
Kaşları çatıldı, “Ne demek istediğini anlıyorum ancak,” Üzerine doğru eğildi. “Ben bu oyunlara gelmeyecek kadar büyüğüm.” deyip göz kırptı.
Toprak’ın göz kırpışı beni hem şaşırtmış hem de sinirlendirmişti. Sanki her şey onun kontrolündeymiş gibi davranıyordu, oysa benim dünyam baştan aşağıya altüst olmuştu. Büyükmüş! Beni öperken senden büyüğüm demiyordun ama! Kendimi toparlayarak ona baktım, yüzümdeki kararlılığı göstermeye çalışarak. İşine geldiğinde büyük oluveriyordu ne hikmetse!
“Büyük olmak yetmez, Toprak,” dedim, sesimde bir meydan okuma tonu vardı. “Bu dünyayı unutmamı istiyorsan, önce senin bana her şeyi anlatman gerekiyor. Yarım gerçeklerle hareket edemem.” dediğimde bir an durdu. Yüzündeki ifadeden, söylediklerimin ona dokunduğunu anladım. Ama bu, onu rahatsız etmemiş gibiydi. Aksine, hafif bir gülümseme belirdi yüzünde.
“Her şeyi zamanla öğreneceksin, Aslı,” dedi. “Ama şu an için bilmen gereken tek şey şu: Bu işte yalnız değilsin. Seni koruyacağım, ama bunun için kurallarıma uyman gerek.”
“Beni korumaktan bahsediyorsun, ama o gece beni yalnız bıraktın,” dedim, kelimeler dudaklarımdan dökülürken öfkem giderek büyüyordu. “Sana nasıl güvenebilirim? Ya yine arkamı dönüp baktığımda yalnız kalırsam?”
Toprak’ın yüzündeki gülümseme kayboldu. Gözleri karanlık bir ifadeyle buluştu. “O gece bir hata yaptım,” dedi, sesi alışılmadık bir yumuşaklıktaydı. “Ama o hatayı bir daha tekrarlamayacağım. Sana söz veriyorum.”
Bu sözler bir anlığına içimi rahatlatsa da, hala şüphelerim vardı. Toprak’ın sözlerine ne kadar güvenebilirdim? Beni bu kadar karmaşık bir dünyaya çeken adam, gerçekten kurtuluşumu sağlayabilir miydi?
“Peki,” dedim sonunda. “Ama bir şartım var.”
Kaşlarını kaldırdı. “Dinliyorum.”
“Bundan sonra her adımda bana açık olacaksın. Ne yapıyoruz, neden yapıyoruz, kimlerle karşı karşıyayız… Hepsini bilmek istiyorum. Eğer bunu kabul etmiyorsan, seninle bu oyunu oynamam.”
Toprak, bir süre sessizce bana baktı. Ardından başını yavaşça salladı. “Anlaştık,” dedi. “Ama sen de bil ki, bazı gerçekler canını yakabilir. Bunlara hazır ol.”
Bu uyarı, içimde bir ürperti yarattı. Ama artık geri dönüş yoktu. Kendi karanlığıma adım atmıştım ve bununla yüzleşmek zorundaydım. Toprak’ın sözleri kafamda yankılanırken, içimde karışık duygular dolanıyordu. Bu, hayatımın en büyük risklerinden biriydi, ama aynı zamanda bir çıkış yolu gibi görünüyordu. Onun karanlık dünyasına adım atarken, kendi karanlığımı da beraberimde taşıdığımı fark ettim.
“Peki,” dedim, gözlerimi onunkilerden kaçırmadan. “Ne zaman başlıyoruz?”
Toprak, balkonun korkuluğuna yaslandı ve cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Duman, soğuk gece havasında ince bir bulut gibi dağıldı. Gözlerini kısarak bana baktı.
“Bu gece,” dedi kısa ve net bir şekilde. “Eğer ciddiysen, bu gece başlayacağız.”
Yutkundum. O kadar hızlı beklemiyordum. “Bu gece mi?” diye sordum, sesi titreyen bir şaşkınlıkla.
“Evet,” dedi sakin bir tonla. “Onlar hareketlenmeden önce bizim hamle yapmamız gerekiyor. Ne kadar beklersek, işler o kadar karmaşıklaşır.”
Toprak’ın her cümlesi bir satranç oyununun parçası gibiydi. Ama bu oyunda piyon mu, yoksa oyuncu mu olduğumu hala bilmiyordum.
“Tamam,” dedim, kararlılıkla. “Ama bu sefer gerçekten yanımda olacaksın, değil mi?”
Toprak, sigarasından derin bir nefes aldı ve başını salladı. “Her adımında.”
Birlikte içeri girdik. Balkondan odaya geçtiğimizde, tedirgince salona doğru baktım gelen giden varmı diye ve odanın loş ışığı altında yüzündeki ciddiyet daha da belirginleşmişti. Nereden getirdiğini anlayamadığım bir dizi dosyayı masanın üzerine koydu.
Kenarda açık duran laptop’u sakince kapatıp önünden çektim. Dolapların birine koyarken gözüm arkamda Toprak’ın yaptıklarındaydı.
“Bu,” dedi bir dosyayı bana uzatarak, “oyunun ilk hamlesi. Bu dosyada hem bizimle hem de düşmanlarımızla ilgili bilgiler var. Her şeyi dikkatlice oku. Kimle karşı karşıya olduğumuzu anlaman gerek.”
Dosyayı aldım ve ellerimin titrediğini fark ettim. İçindeki bilgiler, beni neyin beklediğini açıkça gösterecekti. Ama dosyayı açmadan önce bir kez daha ona baktım.
“Eğer bu oyuna girersem,” dedim, sesimde bir meydan okuma vardı, “sonuna kadar gitmeye kararlıyım. Ama beni yarı yolda bırakacak bir şey yaparsan, bunu asla affetmem.”
Toprak gülümsedi, “Güzelim…” dedi ve duraksadı ardından bana yaklaşırken gülümsemesi bana güven vermek istercesine büyüdü ama bu sefer gülümsemesinde bir sıcaklık vardı. “Beni yanlış tanıyorsun, Aslı. Ben yarı yolda bırakmam ama bu, her şeyin kolay olacağı anlamına gelmez.”
Dosyayı alıp odanın köşesindeki küçük masaya oturdum. Toprak sessizce beni izliyordu; bu durum beni rahatsız etse de ona bakmamaya çalıştım. Dosyayı açtığımda karşıma çıkan ilk şey bir fotoğraf oldu. Bir grup insanın bulunduğu siyah-beyaz bir görüntüydü. Herkesin yüzü ciddi ve sertti.
“Bunlar kim?” diye sordum, gözlerimi fotoğraftan ayırmadan.
“Düşmanlarımız,” dedi Toprak sakin bir şekilde. “Her biri, bir şekilde bu işin içinde. Onlar bizi yok etmek istiyor. Amaçları ne kadar kişisel ya da ne kadar profesyonel, henüz bilmiyoruz.”
Fotoğrafın altındaki isimlere göz attım. Hiçbiri tanıdık gelmiyordu, ama bir şey içimde rahatsız edici bir his uyandırdı. Bu insanlar, masum görünmüyorlardı.
“Bu insanlar neden bizimle ilgileniyor?” diye sordum, gözlerimi ona dikerek. “Neden bu kadar önemlisiniz?”
Toprak hafifçe güldü. “Aslı, dünyada kimse göründüğü kadar basit değildir. Bazı şeyleri öğrenmek için önce kendi gözlerinle görmen gerek.”
Dosyanın sayfalarını çevirdim. Bir sonraki sayfada, çeşitli mekanların fotoğrafları vardı. Bazıları lüks restoranlar, bazıları ise terk edilmiş binalar gibi görünüyordu. Yanlarında tarih ve notlar yazılmıştı.
“Bu mekanlar ne anlama geliyor?”
“Bunlar, bizim oyun alanımız,” dedi Toprak. “Onların toplanma yerleri, buluşma noktaları. Bize avantaj sağlayabilecek her şey.”
Sayfaları çevirdikçe, dosyada karşıma çıkan detaylar mideme bir düğüm attı. Silah kaçakçılığı, kara para aklama, hatta bazı cinayetlerin detayları vardı. Toprak’ın dünyası, düşündüğümden çok daha karanlık ve karmaşıktı.
Sonunda, dosyanın alt kısmında benim adım geçtiği bir bölüm gördüm.
“Bu ne?” diye sordum, şaşkınlıkla ona bakarak.
Toprak dosyayı elimden aldı ve dikkatlice kapattı. “O kısmı okumasan daha iyi,” dedi sert bir şekilde.
Ayağa kalktım, onun gözlerinin içine baktım. “Hayır, okumam gereken bir şey varsa bilmek istiyorum. Neden adım geçiyor?”
Toprak, bir an tereddüt etti, sonra derin bir nefes aldı. “Çünkü sen, onların radarına çoktan girdin. Seni kullanmaya çalışacaklar. O yüzden seni korumak için buradayım.”
Bu cevap beni yerime mıhladı. “Beni kullanmak mı? Neden?”
“Çünkü sen…” dedi, bir an duraklayarak. “Bu oyunda sandığından daha önemli bir yere sahipsin. Ve seni kontrol edebilirlerse, beni de kontrol edebileceklerini düşünüyorlar.”
Sözleri beynimde yankılandı. Bu oyunun bir parçası olmak istememiştim, ama artık çok geçti. Onların hedefi haline gelmiştim.
“Peki ya sen?” diye sordum sessizce. “Sen beni kullanıyor musun, Toprak?”
Ona meydan okurcasına baktım. Gözlerinde bir an için bir kırılma gördüm, ama hemen kendini toparladı.
“Benim seni kullanmaya ihtiyacım yok, Aslı,” dedi, sesi sertleşerek. “Benim tek derdim, seni hayatta tutmak.”
Bu sözlerin ağırlığı, odanın soğuk havasında asılı kaldı. Şimdi anlamıştım ki, kimseye tam anlamıyla güvenemezdim. Ama bir seçim yapmam gerekiyordu. Ve bu seçim, hayatımı tamamen değiştirebilirdi.
Toprak, pencerenin önünde durup derin bir nefes aldı. Dışarıdaki şehir ışıkları, karanlık geceyi aydınlatıyordu. Pencerenin kenarına yaslanıp bir süre sessiz kaldı. O sessizliğin içinde, odada adeta bir gerilim ipi gerilmiş gibiydi. Bana dönüp baktığında, gözlerindeki kararlılık daha da belirginleşmişti.
“Şimdi yapmamız gereken şeyleri sıralayalım,” dedi ciddi bir tonla. “Birincisi, seni kimlerin hedef aldığını tam olarak öğrenmeliyiz. Dosyada geçen isimler ve bağlantılar bu konuda bize bir ipucu verebilir. İkincisi, çevrendeki insanlara dikkat etmelisin. Kimseye güvenme.”
Kaşlarımı çattım. “Ceren’e ve Uğur’a bile mi?”
Toprak’ın yüzü sertleşti. “Özellikle onlara. Ceren, ağzı sıkı biri gibi durmuyor. Uğur ise… onun hakkında konuşmam için daha erken.”
Bu sözler içimde bir huzursuzluk dalgası yarattı. Ceren ve Uğur, bu kaosun içine çekilmeden önce benim tek normal bağlantılarımdı. Şimdi onlara bile şüpheyle bakmam gerektiği fikri midemi bulandırıyordu.
“Üçüncüsü,” diye devam etti Toprak, “senin kendini korumayı öğrenmen gerekiyor. Eğer bu insanlar harekete geçerse, yanında her zaman ben olamayabilirim.”
“Nasıl yani?” dedim panikle. “Beni yalnız mı bırakacaksın?”
Toprak’ın yüzünde bir gölge belirdi. “Seni yalnız bırakmam,” dedi kesin bir dille. “Ama işler planladığımız gibi gitmezse, kendini savunabilmen gerekiyor. Bunun için bir süreliğine benimle kalacaksın.”
“Seninle mi kalacağım?” diye tekrarladım, şaşkınlıkla.
“Evet,” dedi sakin ama otoriter bir tonla. “Bu durum, dışarıdaki tehditlere karşı seni korumamı kolaylaştırır. Ayrıca, birlikte daha hızlı hareket edebiliriz.”
Bu fikir beni tedirgin etmişti. Toprak’a güvenip güvenemeyeceğimden hâlâ emin değildim. Ama diğer yandan, onunla birlikte olmak bir tür güvenlik hissi de veriyordu.
“Peki ya ailem?” diye sordum. “Onlara ne diyeceğim? Aniden ortadan kaybolduğumu fark ederlerse?”
Toprak, bu sorumu bekliyormuş gibi hızlıca cevap verdi. “Onlara, bir arkadaşında kalacağını söyle. Ya da şehir dışında bir proje üzerinde çalıştığını. Bunu halledebilirim.”
“Bir proje mi?” diye homurdandım. “Sanki her şey bu kadar basitmiş gibi konuşuyorsun.”
“Çünkü karmaşıklaştırmak istemiyorum,” dedi, gözlerini gözlerime dikerek. “Bu iş zaten yeterince tehlikeli. Onları da bu işe bulaştırmak istemezsin, değil mi?”
Haklıydı. Ailemin bu işten uzak kalması gerekiyordu. Ama içimdeki huzursuzluk bir türlü dinmiyordu. Yine de başımı salladım. “Tamam,” dedim yavaşça. “Seninle kalacağım. Ama bu durum sonsuza kadar sürmeyecek.”
Toprak gülümsedi, ama bu seferki gülümsemesi soğuktu. “Merak etme. Sonsuza kadar sürmeyecek. Bu işi çözene kadar birlikteyiz.” Kafamı salladım.
Odam küçük ama düzenliydi. Çalışma masamın üzerinde birkaç kitap, yanına özenle yerleştirilmiş not defterim ve bir kalem kutusu duruyordu. Yatağım düzgün bir şekilde yapılmış, üzerinde yastığım ve küçük bir battaniye vardı. Raflarda birkaç çerçeve vardı, içlerinde çocukluk fotoğraflarım ve ailemle olan anılarım yer alıyordu.
Toprak, adımlarını sessizce atarak odanın içinde dolaştı. Elini masamın üzerine koyup hafifçe eğildi, defterime göz attı. Ama sayfaları karıştırmadı, sadece kapalı kapağına bir süre baktı. Sanki içeride yazılanları tahmin etmeye çalışıyormuş gibiydi.
Sonra raftaki çerçevelere yöneldi. Ellerini cebine sokarak, çerçeveleri tek tek inceledi. Çocukluk fotoğrafıma baktığında yüzünde bir şeyler değişti. Hafif bir gülümseme belirdi, ama bu gülümseme çok kısa sürdü. Hemen ardından yüzüne yeniden o tanıdık, ciddi ifade yerleşti.
“Burası seni anlatıyor,” dedi sonunda, arkasını dönmeden.
“Evet,” dedim, kollarımı göğsümde birleştirerek. “Benim dünyam burası. Her şeyim burada.”
Toprak, başını hafifçe salladı. “Düzenli ve sade. Ama aynı zamanda… savunmasız.”
Bu yorum beni rahatsız etti. “Savunmasız mı?” dedim kaşlarımı çatarak.
“Evet,” dedi, yüzünü bana dönerek. “Burası senin güvenli alanın. Ama dışarıdaki dünya böyle değil.”
Bir adım attı, odanın ortasında durdu ve gözlerini bana dikti. “Ama sana güveniyorum, Aslı. Burada neler yapacağını görmek istiyorum. Ne kadar ileri gidebileceğini.” Bana güneveniyor…
O an, bu sözlerin sadece bir meydan okuma değil, aynı zamanda bir sınav olduğunu anladım. Toprak, beni koruyacağını söylüyordu ama aynı zamanda bu kaosun içinde nasıl hareket edeceğimi görmek istiyordu.
“Benimle kalacağım diyerek zaten kararını verdin,” diye devam etti. “Ama bu kararın sonuçlarını düşünmelisin. Artık sadece kendin için değil, bu işin içindeki herkes için bir şeyler yapman gerekecek.”
Bakışları odamı taradı. Küçük, sıcak ve samimi odamda en sevdiğim koltuğuma doğru yönelmişti ki, ansızın durdu. Bakışları odanın bir köşesine kaydı. Yerde duran, üzerine yarım yamalak boyalar dökülmüş bir tuval dikkatini çekmişti.
“Ressam mısın?” diye sordu, hafif bir merakla.
Tam olarak değil, lakin kişisel zamanlarımda çizmeye önem verirdim. Her ne kadar resim dersinin gereksiz olduğunu düşünsem de eve her geldiğimde bir köşede beni bekleyen fırçaların olduğunu bilmek beni çok rahatlatıyordu.
Başımı salladım. “Amatörce… Bir şeyler karalıyorum işte.”
Toprak, tuvale yaklaştı ve dizlerini hafifçe kırarak eserin karşısına çömeldi. Tuvalde yarım kalmış bir manzara resmi vardı. Bir deniz kıyısı, uzakta dalgaların arasında kaybolmuş bir ufuk çizgisi. Ama detaylar tam olarak tamamlanmamış, renkler aceleyle karıştırılmış gibiydi.
“İlginç,” dedi, elini çenesine götürerek. “Bu kadar kaotik bir ortamda, böyle bir şey yaratabilmen etkileyici. Ama bitmemiş.” dedi bakışlarını resimden çekmeden.
“Evet,” dedim, hafif bir savunma tonuyla. “Zaman bulamıyorum.”
Toprak başını eğdi, dikkatlice boyaların izini inceledi. “Zaman bulamamak mı, yoksa tamamlamaktan mı korkuyorsun?”
Bu soru beni afallattı. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum, bir adım ileri atılarak.
Toprak, tuvalden bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinde bir meydan okuma vardı. “Bence bu resim, senin içindeki kaosun bir yansıması. Bitirirsen, neyle yüzleşeceğini göreceksin. Ama sen bundan kaçıyorsun.”
Sözleri ağırdı, ama bir şekilde doğru olduğunu hissediyordum. Resim, uzun zamandır bitirmeye cesaret edemediğim bir projeydi. Tıpkı hayatımda yarım kalmış birçok şey gibi.
“Sen her şeyi çok iyi biliyorsun, değil mi?” dedim alayla.
Toprak gülümsedi, ama bu sefer gülümsemesi sıcaktı. “Sadece dikkatliyim. İnsanların gizlediği şeyleri görmek konusunda yetenekliyim.”
Ayağa kalktı ve bir süre odanın içinde sessizce dolaştı. Çalışma masamın üzerindeki kitaplara göz gezdirdi, kitaplardan birini aldı ve kapağını okudu. Ardından bir kenara bıraktı.
“Sanat ve kitaplar,” dedi düşünceli bir tonla. “Senin dünyan bunlardan ibaret, değil mi?” dedi.
“Evet,” dedim, hafifçe iç çekerek. “Ama bu dünya artık yeterince güvenli değil.”
Toprak bana doğru döndü ve yüzü ciddileşti. “Bu dünyayı korumak istiyorsan, güçlü olman gerekecek, Aslı. Sana kim olduğunu hatırlatan şeylerden vazgeçme. Çünkü dışarıdaki savaş ne kadar sert olursa olsun, seni ayakta tutacak olan bu.”
Bu sözleriyle, içimde bir kıvılcım yandı. Haklıydı. Kaosun ortasında bile, kendime tutunmam gerekiyordu. Ama bu, Toprak’a ne kadar güvenebileceğimi değiştirmiyordu.
Toprak, bir kez daha odaya göz gezdirdi, sonra bana döndü. “İlginç birisin, Aslı,” dedi sakin bir tonla. “Bu yüzden seni izlemek eğlenceli olacak.”
“İzlemek mi?” dedim, kaşlarımı çatarak.
Göz kırptı. “Kendini bulmanı. Ama bunu yaparken dikkatli ol. Çünkü kaybolmak çok kolay.”
“Peki sen?” deyip kafamla onu işaret ettim.
“Ben, ne?” dedi anlamayarak.
“Yolunu…” deyip masaya yaslandım. O ise yatağıma ilerleyip ucuna oturdu. “Kaybettin mi?” Soruma afalladı.
Kaşları çatıldı, zihni bulandı.
Toprak bir an duraksadı, sonra başını yana eğip derin bir nefes aldı. Yüzü ifadesizdi, ama gözlerindeki dalgalanma, sessiz bir fırtına gibiydi. Sert ve keskin hatlara sahip yüzü, o an garip bir yumuşaklık kazanmış gibiydi. Çenesi sıkılmıştı, ama dudaklarının kenarında beliren hafif titreme, sanki kendisiyle savaştığını gösteriyordu. Gözleri koyu kahverengiydi; içine çekildikçe daha derinleşen, insanı saran bir karanlık gibi. Kirpikleri hafifçe titredi, ama gözlerini benden kaçırmadı.
“Kaybetmek mi?” dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar yumuşaktı. “Kaybolmayı bilmeyen biri, yolunu da bulamaz.”
Sözleri havada asılı kaldı, ama ben gözlerimi ondan ayıramıyordum. Parmaklarını dizlerinin üzerine koydu, ama sıkılı yumruklarından, bedeninin gerginliğini hissedebiliyordum. Yüzü her ne kadar sakin görünse de, içinde kaynayan bir şey vardı. Bunu hissediyordum.
“Yani…” dedim, cümlemi toparlamaya çalışarak. “Yolunu bulmak için kaybolmayı mı seçtin?”
Gözlerini bir anlığına benden kaçırdı, sonra yeniden bana döndü. Yüzündeki gergin ifade yerini, soğuk ama garip bir şekilde çekici bir gülümsemeye bıraktı.
“Seçmek mi?” dedi alaycı bir şekilde. “Kaybolmak bir seçim değildir, Aslı. Gittiğin yol seni oraya sürükler.”
Bu sözleriyle ne demek istediğini anlayamamıştım, ama yüzündeki o gölge… O kadar derindi ki, bir an sormak istediğim her şeyi unuttum. Yine de merakım beni durduramadı.
“Peki ya şimdi? Hâlâ kayıp mısın?” diye sordum. Toprak hafifçe gülümsedi, ama bu gülümseme gözlerine ulaşmamıştı. Yüzündeki gölge biraz daha belirginleşti, sonra bakışlarını pencereme çevirdi.
“Belki,” dedi usulca. “Belki de kaybolmak, bazılarımız için tek gerçek yoldur.” Sözleri odaya bir sis gibi yayıldı. Üstü kapalı, anlamı derin… ama bir o kadar da yoruma açık. Gözlerimi ondan ayıramıyordum.
“Kaybolmak bir yolsa,” dedim, hafif bir meydan okuma tonuyla, “o zaman bir çıkışı da olmalı. Ya da bu, kaybolduğunu kabul etmekle mi ilgili?”
Gözlerini tekrar bana çevirdi. Yüzündeki gülümseme tamamen kaybolmuştu, yerini ciddi bir ifade almıştı.
“Çıkış…” dedi, kelimeyi bir süre ağzında tarttıktan sonra. “Her zaman bir çıkış olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Bilmem,” Omzumu silktim. “Belki de düşünmek istiyorum,” dedim. Sesim kararlı çıkmıştı, ama içimde bir tereddüt vardı. Onun bakışlarının ağırlığı, beni daha fazla sorgulamaya itiyordu.
“Bazen çıkış,” dedi alçak bir sesle, “görmek istediğin bir şey olmayabilir.”
Kaşlarımı çattım. Toprak, yüzünde o tanıdık alaycı ifadeyle ayağa kalktı. Bir süre odada dolandı, sanki doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordu. Sonunda, pencerenin önünde durdu. Gözleri dışarıdaki karanlığa takılmıştı.
“Bazen çıkış, seni kaybolduğundan daha karanlık bir yere götürür,” dedi. “Bu yüzden bazıları kaybolmayı tercih eder. Çünkü o karanlıkla yüzleşmek, kaybolmaktan daha zordur.”
Sözleri beni irkiltti. İçimde bir ürperti hissettim. Onun yüzündeki gölgeler, kelimelerine karışıyordu.
“Peki ya sen?” dedim tekrar. “Sen o karanlıkla yüzleştin mi?”
Gözleri bir an parladı, ama bu parlama bir ışık değil, derin bir boşluk gibiydi. Cevap vermedi. Sadece bir süre durdu, sonra pencerenin önünden ayrılıp tekrar yatağın ucuna oturdu.
“Aslı…Aslı…Aslı,” dedi yavaşça, ayıplar gibi sesi neredeyse fısıldarcasınaydı. “Bazı cevaplar… sorulmaması gereken soruların arkasında saklıdır.”
Sorulmaması gereken sorular…
Evet?
Hayır?
Bir süre sessizlik oldu. Söylediklerini anlamaya çalışıyordum. Ama her cümlesi, başka bir soruya kapı aralıyordu.
“Bana böyle konuştuğunda,” dedim sonunda, “ne hissetmemi bekliyorsun?”
Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. “Hiçbir şey,” dedi. “Sadece anlamanı bekliyorum. Ama bu, sana bağlı. Belki de bazı şeyleri anlamak için önce kendinle yüzleşmen gerekiyor.”
Alayla konuştum. “Ne o felsefe dersinde falan mıyız?” devam ettim. “Merhaba hocam, memnun oldum, ben Aslı. Okulun felsefe alanında ve daha birçok alandan en iyisi!” dedim, alayıma devam ederken.
Güldü. “Pekte mütevazıyız.” dedi iğnelercesine.
Karşılık verdim. “Maalesef, mütevazılık kanımda yok.” deyip omuzlarımı silktim. Toprak ise başını iki yana sallayıp gülümsemeye devam etti. “Evet, fark ettim.” dedi. “Tabii, kendine fazla güvenip yanlış yola sapmazsan.”
“Yanlış yol mu?” dedim, ona meydan okur gibi. “Peki sen…Sen bir yola çıkmadan önce onun doğru mu yanlış mı olduğunu bilebilir misin?” deyip dudak büktüm.
Kaşlarını hafifçe kaldırdı, beni dikkatle süzdü. “bilirsin,” dedi sakin bir sesle. “Ama bilmek istemezsin. Çünkü yanlış olan daha cazip gelir.”
Gözlerimi devirdim. “Ah, yine o felsefi tondan konuşuyorsun. Şu an kendimi bir kitap karakteri gibi hissediyorum.”
Güldü, ama kahkahasında bir sıcaklık vardı bu sefer. “Belki de öylesindir,” dedi, gözlerini kısmış bir şekilde bana bakarken. “Belki de hayatının romanını yazıyorsundur, farkında bile olmadan.”
Omuzlarımı silktim. “O zaman yazarımla konuşmam gerek. Çünkü bazı şeyler gerçekten çok saçma gidiyor.”
Toprak eğildi, dirseklerini dizlerine dayayıp yüzünü bana yaklaştırdı. Gözleri hafif bir merakla parlıyordu. “Saçma mı? Mesela ne?”
Bir an durdum, söyleyeceklerimi toparlamaya çalıştım. Ama ağzımdan dökülen kelimeler, düşündüğümden daha samimiydi. “Mesela… her şey. Yaptığım seçimler, yaşadığım anlar. Sanki sürekli bir şeylerin ters gitmesini bekliyorum. Mutlu olmaktan bile korkuyorum bazen. Çünkü mutluluk, çok kısa sürüyor, biliyor musun?” Düşünceler zihnimi ele geçirmeye başlamıştı bile çoktan.
Toprak’ın yüzündeki ifade ciddileşti. Sessizce bana baktı, sonra yavaşça başını salladı. “Evet,” dedi. “Mutluluk… insanı hep hazırlıksız yakalar. Ama o yüzden kıymetlidir.”
Gözlerimi ona diktim. “Sana göre öyle olabilir. Ama bazı anlar mutlu olmak yerine, hiçbir şey hissetmemeyi tercih ediyorum. Çünkü hissetmek yorucu.” dedim.
Toprak bir süre sessiz kaldı. Sonra hafifçe gülümsedi, ama bu seferki gülümseme garip bir şekilde hüzünlüydü. “Aslı,” dedi yavaşça, “hiçbir şey hissetmemek de bir his aslında. Ama bunu anlamak için kendine izin vermen lazım.”
Kaşlarımı çattım. “Kendime izin vermek mi?”
Başını salladı. “Evet. Düşmekten korkmamayı öğrenmek. Hatalarını sevmek. Her şeyin kötü gitme ihtimalini kabul etmek. İşte o zaman hissetmekten korkmamayı öğrenirsin.”
Ona alaycı bir şekilde baktım. “Yine mi?”
Güldü. “Hayır. Sadece… deneyim.” dedi.
Bir an sessiz kaldım, onun sözlerini sindirmeye çalıştım. Ama içimde bir şey, söylediklerinin bir anlamı olduğunu kabul ediyordu.
“Sen hissetmekten korkmuyor musun?” diye soruverdim.
Toprak’ın gülümsemesi soldu. Yüzünde anlık bir karanlık belirdi, ama hemen toparladı kendini. “Ben… korkmayı çok önceden bıraktım,” dedi. “Çünkü hissetmemek daha kötü. Ama bunu anlamam biraz zaman aldı.”
Onun yüzündeki bu ifadeyi görünce, daha fazla sorgulamak istemedim. Sadece başımı sallayıp hafifçe gülümsedim. “Belki de haklısın,” dedim.
“Belki de,” dedi o da. Ama sesi, kelimelerin ardında saklanan bir şeyleri gizler gibiydi.
Toprak’ın söyledikleri kafamda yankılanıyordu. “Hissetmemek daha kötü.” Bu cümle, sanki içime bir hançer gibi saplanmıştı. Hissetmek, korkutucu ve yorucuydu. Ama bir şeyler hissetmemek… O tam anlamıyla bir boşluktu. Kendimi buna benzer bir noktada mı buluyordum? İçimdeki kaos, beni yutmak üzere miydi?
“Hayır,” dedim kendi kendime. “Henüz o kadar kaybolmadım.”
Ama ya kaybolmuşsam? Ya gerçekten kim olduğumu unuttuysam? İçimde bir yerlerde hâlâ direnen bir parçam vardı, biliyordum. Ama Toprak’ın sözleri o direnci daha da sorgulatıyordu.
Bana bakışı hâlâ gözlerimin önündeydi. O yüzeydeki soğukkanlılık, maskenin ardında yatan kırılmış bir geçmişin işaretiydi. Onun hakkında bir şeyleri anlamaya başlıyordum, ama bu beni hem korkutuyor hem de garip bir şekilde rahatlatıyordu. Çünkü Toprak’ın sakladığı her neyse, bu dünyadaki yalnızca benim kaosum değildi.
Onun sessizliği odada yankılanıyordu. Sanki gözleriyle bile konuşabiliyordu. “Ne düşünüyorsun?” diye sormak istedim, ama kelimeler boğazıma düğümlendi.
Sonunda, derin bir nefes alıp kendi iç sesimi bastırmaya çalıştım. “Daha fazla düşünme,” dedim kendime. “Kendi işine bak.” Ama beynim beni dinlemiyordu.
Toprak bir şeyler saklıyordu, bu kesindi. Ama bu sırların ne olduğunu öğrenmek, onun güvenini kazanmadan imkânsızdı. Peki, güvenini kazanmaya çalışmak benim için ne kadar doğruydu? Onun dünyasına çekilmek, daha da karanlığa gömülmek anlamına gelebilirdi.
“Bu kadar derine inmek istiyor musun, Aslı?” diye düşündüm. Ama cevabı bulamadan, Toprak bir adım daha attı bana doğru.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu, sesi yumuşak ama tehditkâr bir ton taşıyordu.
Başımı kaldırıp ona baktım. “Hiçbir şey,” dedim çabucak. Ama onun yüzünde alaycı bir ifade belirdi.
“Hiçbir şey düşünmeyen bir insan, bir odaya girdiği anda tüm havayı bu kadar yoğun yapmaz, Aslı,” dedi. “Saklama. Neyi sorguluyorsan, açıkça söyle.”
Onun bu keskin algısı beni şaşırtmıştı. İçimdeki karmaşayı saklamaya çalışsam da, gözlerinden kaçmamıştı. Bir an için ağzımı açtım ama kelimeler dökülmedi. Onun karşısında savunmasızdım.
“İnsanların hissetmekten korktuğunu söyledin,” dedim sonunda, sesim daha sert çıktı. “Ama senin de bir şeylerden kaçtığını hissediyorum. Kendini ne kadar gizlemeye çalışırsan çalış, sen de korkuyorsun.”
Toprak bir an için donup kaldı. Gözleri kısıldı, ama bu bir öfke ifadesi değildi. Daha çok, kendisiyle ilgili bir gerçeği tartıp ölçüyormuş gibiydi. “ haklısın,” dedi sonunda. Ama bu seferki sesi, maskesizdi. Sanki içindeki bir sırrı istemeden açığa vurmuştu. “Ama benim korkularım, seninkilerden çok farklı. Ve bu farkı anlaman biraz zaman alacak.”
Söylediklerinden yahut söylemek istediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Adeta bir bulmaca gibi konuşuyordu. Oldukça karmaşık ve yorucu bir sarmaşık gibi tüm uçları birbirine dolandırıyor söylediklerini zihnimde mantık çerçevesine asamıyordum.
Titrek bir nefes aldım, vücudum hala soğukla savaşıyordu. Camlar kapalıydı ama bu hissiyat, dışarıdan gelen soğuk bir rüzgar gibi içimi sarmıştı. Kollarımı sıkıca bedenime sardım, belki biraz olsun rahatlarım diye. Ama yok, hiçbir şey değişmiyordu.
Bir anda, Toprak’ın dikkatli bakışları üzerimdeydi. Onun gözlerinde bir şeyler fark ettiğini biliyordum. Kollarımı daha sıkı sardım, ama o anın verdiği huzursuzluk her geçen saniye büyüyordu. Başımı eğdim, ama o fark etti. Ceketini çıkarmaya başladığı sırada, dışarıdan gelen bardak sesleri her şeyi bir anda değiştirdi. Mutfaktan duyduğum o tıkırtı, odada yankılandı ve tüm dikkatimi oraya çekti.
Biri uyanmıştı, kahretsin!
Bakışlarım Toprak’a döndüğünde o da bana aynı tedirginlikte bakıyordu. İçeri biri girerse ikimiz de biterdik ama neyse ki odamın kapısı kilitliydi. Yine de onu göndermek zorundaydım. Hemen gidip hızla odamın tek ışık kaynağı olan masa lambamı söndürdüm. Böylelikle oda karanlığa mahkum kalmıştı.
“Gitmelisin!” dedim fısıltıma karışan telaşımla. Mutfaktaki tıkırtılar artarken kapıya parmak ucumda yürüyüp gelen giden var mı diye dinledim. Toprak, odanın karanlığında, gözlerinde hâlâ bir soru işaretiyle bana bakıyordu. Bir an için birbirimize sustuk, sadece sesleri dinledik. Mutfaktaki tıkırtılar, odadaki gerilimi daha da artırıyordu. Birinin uyandığını ve şimdi her an kapıdan içeri girebileceğini biliyorduk.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |