
BÖLÜM 6:
Yalan Hayat’ın Sonsuz Beklentisi
Az Yalan Söylenmez
Yalan Söyleyen Her Yalanı Söyler
(Victor Hugo)
Yıllar geçse de içimde unutamayacağım bi vicdan azabı var. Sebebiyse kalbimi yakıp kül ediyordu. Kalbimin etrafındaki ormanlık alan küçük bir kıvılcımla yakılıp yok olurken elimden hiçbir şey gelmiyordu. Sanki yanan ateşe bir odun da benim ellerimin arasından çıkıyordu. Kalbim her geçen gün sıkışıyor, acı içinde kıvranmama sebebiyet veriyordu. Günlerim bir döngüden, rutinlerim acıdan ibaretti. Ormanımda esen, önceden beni ferahlatan rüzgarım şimdi beni boğmak istiyordu ancak benim buna karşı koymam mümkün değildi. Elimde olmayan gücümle savaşamam, ona karşı gelemem. Kaderime boyun eğmek zorunda hissediyorum boğulmam gerekiyorsa boğulacağım. Kaderin döngüsü ancak buna izin veriyordu.
Elim, klavyede gezindi. Video bittikçe başa sardım, elimi oradan ayırmadan. Odamın sıcak atmosferi terlememe neden oluyordu içimde dışarı çıkma isteği oluştursa da zihnim buna izin vermiyordu. Olduğum yere mıhlanmış bir çivi gibi kalakaldım. Dikkatle dizüstü bilgisayarıma baktım. Masanın üzerinde bulunan bilgisayarım yarı açık yarı kapalı haldeydi.
Ailem tarafından odama olabilecek herhangi bir baskın sonucunda başım belaya girebilirdi. O gece çaldığım pardon biraz kaba oldu daha doğrusunu söylemek gerekirse aldığım görüntüleri telefonumdan daha güvenli bir alana yüklemek istemiştim. Gelebilecek her türlü tehlikeye karşı o görüntüleri korumam gerekiyordu. Onlar benim… Benim… son çıkışım olabilirdi.
Kurt kapana kısılmaz, kapana kıştırır. Bu hikayede kurt olmak istiyorsam planlarımı çifter çifter yapmalı, atacağım adımları ölçüp tartıp atmam gerekiyordu. Onun kadar gücüm olmasa da biz de az değiliz... Kafamız çalışıyor…
Telefonuma gelen mesajla irkildim. Masanın üzerine ters olarak koyduğum telefonu elime aldım. O geceden beri tam beş gün geçti. Beş gündür ona dair hiçbir ize rastlamadım. Okuluma gidiyor, derslerime kaldığım yerden devam ediyordum. Onsuz normal hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Ona dair kimseden haber alamıyordum. Zaten ona dair bana haber verebilecek kimse de yoktu yalnızca Toprağın bana verdiği numaradan mesajlar geliyordu ancak onlar da araştırmaların sonuçsuz olduğunu söylüyordu.
Her gelen mesajda umutlarım alevleniyor, sonucun olumsuz olduğunu görünce alevlenen umudum yitip gidiyordu. Bu numaraya en son ben mesaj atmıştım. ‘Haber var mı?’ Diye kısa mesaj göndermiş ardından yanıt vermesini beklemeye başlamıştım. Açıkçası bu sefer mesajın gelmesi uzun sürmüştü, onları fazla daralttım sanırım.
Önümde sürekli başa saran videoya kaydı gözüm sonra yeniden sohbete girdim. ‘Hayır, aramaya devam ediyoruz.’ Yazılmıştı. Cevap vermeden sohbetten çıktım. Bu kadar uzun sürmesi olacak iş değil. Alt tarafı bir suçlu, neden bu kadar korunuyordu? Arkasında kim varsa o adamı neden koruyordu? Konuşmasın diye mi? Bildiği ne vardı da o adam öldürülmüştü?
Oturduğum sandalyede tek bacağımı katlayıp kendime çektim. Telefonu kapatıktan sonra çalışma masamın üzerine bıraktım. Soruların cevapları için oklar tek bir yönü gösteriyordu. Sandalemde yayıldım kafamı geri yatırıp ‘of’ladım. Saçlarım geriye dağılırken odamın kapısının aniden açılması ile yerimden sıçradım ve aniden önümdeki laptopu kapattım. Hareketlerim o kadar ani olmuştu ki dizimi indirirken ayağımı masaya vurmuştum.
“Ahh!” Diye acı dolu bir nida ağzımdan döküldü. “İyi misin abla?” Dedi, telaşla.”
“Sikeyim!” Diye, tısladım dişlerimin arasından. Şu sıralar farkında olmadan çok küfretmeye başlamıştım, istem dışı olsa da bunu durdurmam gerekiyordu. Anıl’ın duyup duymadığından emin değilim lakin çok sessiz söylediğim için duymadığına kanaat getirdim. “İyiyim, ne oldu?” Dedim. Kapıyı gösterdim, hem açık bırakmıştı hem de kapıyı çalmadan içeri girmişti.
“Sana bakmaya geldim.” Dedi. İyi olduğumu anlayınca odamda en sevdiğim yer olan tek kişilik koltuğuma oturdu.
O koltuğu sevmemin en büyük sebebi yumuşak ve tüylü olup beni her oturduğumda rahatlatmasıydı. “Niye bakmaya geldin?” Dedim. Oturduğum sandalyemi ona doğru döndürüp kollarımı bağladım. Hayır, yemek saatine de daha vardı. Annemle babam çalıştığı için evde yoklardı. Anıl ve ben okuldan iki saat önce gelmiştik. O kendi odasına gitmiş ben de kendi odama ders çalışmak için gitmiştim ancak ders çalışmak dışında her şeyi yapmıştım. Zaten okulda öğrendiklerim yeterli oluyordu. Zihnim bu konularla ilgili çok doluyken en azından eve geldiğimde kendimi yormak istemiyorum. Babama göre çalışmadığım her dakika geriye düşsem de ben, çalışmadan da sınavda en iyi sonucu elde edbilecek bir birikime sahiptim.
Anıl göz kırpıp arkamı işaret etti. “Ne?” Diye sordum. Yeniden aynısını, gözünü kırpıp arkamı işaret etti. Ters dönüp masaya baktım, herşey olması gerektiği gibiydi. “Ne diyorsun Anıl?” Dedim sert ses tonuyla.
“Bilgisayarla ne yapıyordun?” Dedi, adeta karşımda pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. “Ne yapabilirim gerizekalı, bilgisayarla ne yapılır?” Diye sordum kinayeyle. “Sen daha iyi bilirsin,” elini çenesine atıp sessizce gülmeye devam etti. Şu gülüşü beni hep sinir etmiştir. İmalı bakışları odayı baştan aşağı süzdü ve ağzındaki baklayı çıkarmaya karar verdi. “Yoksa,” dedi son harfi uzatıp. “ayıp şeyler mi izliyorsun?”
Ne!
Yatağımda süs olarak kullandığım yastığı ona fırlattım. “Ne diyorsun Anıl?” Dedim, kaşlarımı çatıp. Fazla mı samimi olmuştuk? Ardından sinirle devam ettim.
“Ders çalıyordum, sana da öneririm!” Dedim, sinirli ve kısık bakışlarımı ona gönderip.
“Aman!” Dedi, hemen normale dönüp.
“Sana da hiç şaka yapılmıyor Aslı.”
“Anıl!” Dedim, dişlerimin arasında tıslarcasına.
“Abla diyeceksin!”Elini salladı. “Ohoo sen böyle yapmaya başladıysan iyileşmen yakındır.” Dedi, bıkkınlıkla. Ben zaten iyiyim yalnızca psikolojik destek almaya başlamıştım. Onu da babamın baskısıyla…
Ben psikoloğa gitmek istemiyordum çünkü gayet sağlıklıyım. Zihinsel hiçbir rahatsızlığım yok, çok şükür ki. Aksine etrafındaki insanlar benim rahatsız olduğumu düşünerek hata yapıyordu. Asıl onlar, fazlasıyla rahatsızdı. Kimsenin, beni bu akıl oyunlarıyla yenemeyecek kadar zekiydim. Yeteri kadar hayat görüşüm de bulunuyor, iyi ve kötüyü ayırt edebiliyorum.
Ben hasta değilim!
Cevap vermeden konuyu değiştirdim. “Umarım odama ‘pat!’ diye gelmen için önemli bir sebebin vardır Anıl.” Dedim.
“Var var.” Deyip, oturduğu puf koltuktan karşıma kadar gelip yatağıma çöktü. “Hiç sorma abla.” Dedi. Yatağıma oturduğu için kızacağımı bilse de oturmayı tercih etti. Ayrıca abla dediyse konu ciddiydi.
“Ne oldu?” Deyip gözlerim kısıldı. Ona yaklaştım. “Söyle.”
“Abla.” Kafamı iki yana salladım, ‘Evet’ dercesine.
“Anıl! Konuşsana.”
“Abla, bir kız var…” Deyince omzuna okkalı bir tokat geçirdim. Başına kötü bir şey geldi sandım. Ne de olsa mafyatik tiplerle uğraşıyorum. Kardeşime bulaşmaları an meselesi bile olabilirdi ama o gelmiş bana ‘bir kız var’ diyo! Sabrım sınanıyordu resmen.
“Abla! Ne yapıyorsun ya?”
“Asıl sen ne yapıyorsun, ne bu gizemli haller?” Dedim, öfkeyle. Resmen burnumdan alev çıkacaktı. Hiç sevmezdim zaten bu gizemli meseleleri. “Ne ya, ne olmuş?” Dedi. “Tamam, anlatmıyorum.” Deyip kalkacağı sırada onu durdurdum. “Otur. Tamam, anlat bir daha yapmayacağım.” Dedim, teker teker. Bir yandan da kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Sakin ol. Her şey yolunda, kimseye zarar verilmedi. Derin nefes alıp verdim. Resmen birine zara verilebilecek korkusu bende travma kalmıştı. Her olaya karşı temkinle yaklaşıyor, o günden sonra hayatım resmen iğne ucunun üzerinde geçiyor gibi hissediyordum.
“İyi.” Hemen de ikna oluyordu. “Madem bu kadar ısrar ettin anlatayım.”
Bugün başkasıyla yarın bambaşkasıyla takılıyorken benden tavsiye almaya gelmiş olması şaşırtıcıydı doğrusu. “Anlat.” Dedim bu sefer ben tek kaşımı kaldırdım imayla. “Ne iş?” Gözlerini benden kaçırdı. Nereden başlayacağını düşünüyordu.
“Şimdi şöyle, biri var… Özel biri…” dedi aralıklı konuşarak ardından sustu. “Eee benden ne istiyorsun?” Dedim. Zihnini mi okumam gerekiyor, neden devam etmiyorsun?
“Kızı tanıyorsun aslında Bana baktı, söyleyeceği için tepkimi ölçüyordu aklınca. “Kızla aramızı sen yapsan?” Dedi.
“Anıl, bak beni sinir etme ablacım. Çık dışarı.””
“Abla, sen niye bu kadar sinirleniyorsun? Alt tarafı bir şey istedim.”
“İstediğin şeyi farkında mısın?”
“Yapsan ölür müsün?”
“Evet, ölürüm Anıl.” Milletin kardeşi ablasından para ister yada ne bileyim gece dışarı çıkabilmek için annesini ikna etmesini ister, bizimkinin isteklere bak! Tamam, onları da istemiyor değil ama bir de Anıl’ın dertleriyle uğraşmak istemiyorum.
“Abla! Hadi ya!” Yanıma gelip elimi avcuna alıp sıkı sıkı tuttu. “Senden bir iyilik istiyorum.” Kolumu yerinden çıkarmak ister gibi salladı.
“Anıl! Derslerine çalış. Sen daha kaç yaşındasın, ne anlarsın aşktan meşkten?” Dedim.
“Abla.” Dedi son harfi uzatıp mızmızlanıp. Bu haliyle bebekten farkı yoktu. “Canım kardeşim, elimden bir kaza çıkmadan çık şu odadan!” Dedim, bir yandan kolumu ondan kurtarmaya çalıştım ancak bırakmamakta kararlıydı.
“Abla hadi ama nolur, bak kız çok güzel ama biraz,” eliyle iki parmağının arasını gösterdi. “utangaç ve benimle utandığı konuşamıyor.” Dedi. Kaşlarımı havaya kaldırdım ve kafamı iki yana ‘olmaz’ anlamında salldım. Başımda onlarca dert varken bir de Anıl’ın aşk hayatını dert edinemezdim. “Oh! Sen iyisin tabi! Ne güzel seneye üniversiteye gidiyorsun. Mutlusundur da! Kimse ‘Anıl sen mutlu musun?’ demiyor” Dedi.
“Biri duyacak, sus.” Dedim. Eğer komşulara ses giderse ailemize şikayet edebilirler ve şikayet giderse, işte o zaman sonucu hiç iyi olmazdı…
Muhtemelen babam ikimize de neden kavga ettiğimizi sorar -ancak kavga etmiyorduk- ardından tonlarca saat nasihatte bulunurdu. Durduk yere onlara laf anlatmaktan dilimde tüy biter gecenin sonunda zorla Anıl’ı dövmek zorunda kalırdım. Sonda söylediğim ironi olsa da böyle bir de ihtimal bulunuyordu.
“Tamam sustum.” Deyip kedi gibi yatağıma yeniden oturdu. Bu değişken hallerinin altında iyi bir yalakalık yatıyordu. Ona yardım etmem için yalvaracak etmeyeceğimi söylediğim zaman daha fazla yalvaracaktı. Anıl ve benim günlük döngümüz bundan ibaretti.
“Senin gibi kardeşimin olduğu günü seveyim.”
Omzunu silkti. “Aa! ama öyle deme abla, bugün sen bana yangın ben sana.”
“Ne yangın mı?” Kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini anlamadığımı belirtircesine kafamı salladım. Şaşırdı. “Yangın mı? Ne yangını?” Alık alık etrafı süzdükten sonra havayı kokladı. “Yoo, yanık yok.” Sonra aklına gelen şeyle yüzü değişti. “Kalbim yanıyor olabilir birazcık.” Dedi.
“Anıl ne diyorsun? Yangın dedin konuşuyorken.”
“Yok yangın demedim. Yarın dedim abla, sen yanlış duydun.” Öyle olsun dercesine yerimde kıpırdandım. “Peki, anlat.” Parmağımı ona uzattım, “Kısa olsun ama işlerim var, dışarı çıkacağım.” Bacaklarını yatakta toplayıp poposunun altına aldı , dedikoduya hazırlanırcasına.
Kafasını heyecanla salladı. “Abla, şimdi şöyle. Bir kız var ve çok güzel, resmen dünyanın en güzel kızı. Kendi güzel, sohbeti güzel kısacası her şeyi çok güzel biri.” Dedi. Kızı öyle bir anlatıyordu ki onu kesmek istemedim. “Tanıdık biri mi?” Dedim. Umursamaz dursam da kim olduğunu merak etmiştim. Anıl daha önce bir sürü kızı bana anlatmıştı ama bu anlatış diğerlerinden farklıydı. “Yok değil,” dedi laf arasında, sonra hızla konuşmasına devam etti.
“Bazen diyorum ki ben bu kızı yıllardır nasıl fark edemedim. Eğer etseydim bir dakika bile onsuz geçirmezdim.”
“Yalnız güzellik karın doyurmaz, Anıl bey.” Dedim. “Annem gibi konuşma abla.” Deyip burnunu kırıştırdı. “Ne yalan mı, bu yaşta aşk meşk ne demek oluyor?” Dedim.
“Ya, abla heves ettim sana önemli bir konu anlatıyorum, dinlesene işte.” Dedi hayal kırıklığına uğramış gibi, resmen duygu sömürüsü yapıyordu. ‘Devam et’ dercesine elimi havada salladım. “Kızın babası polis memuru olduğu için buluşmamıza korkuyor.”
“Ne alaka?” Dedim.
“Anlasana,” kaşıyla gözüyle işaret yaptı. “Babasından korkuyor kız.” Dedi. “Peki.” Sondaki ‘i’ harfini uzatarak. “Yani?”
“Acaba sen onun telefonundan babasıyla bizimle takılıyor muhabbeti yapsan da, biz gece biraz takılsak. Heh, güzel ablam nasıl olur?”
Kaşlarımı havaya kaldırdım, kafamı sallayıp ona bu fikrin ne kadar mantıklı olacağını söyleyecektim lakin böyle bir aptallık yapmadım çünkü daha yeni saçma sapan bir olaya şahit olmuşken hiç tanımadığım birine zarar gelsin istemezdim. Üstüne üstlük birde kardeşim bu işin içindeyken asla beni kimse ikna edemezdi.
Güldüm. Ben gülünce o da güldü. “Nasıl olur biliyor musun?” Hala gülmeye devam ediyordum, ben güldükçe o daha da gülüyor istediğini yapacağımı düşünüyordu. “Nasıl?” Dedi kafasını sallayıp.
“Sana burdan bir koyarım Anıl, yerde iki seksen uzanırsın.” Dedim, elimi havaya kaldırıp tokat işareti yaparken.
“Ya, ablaa.” Dedi.
“Anıl, ablacım. Her şeyi iste ama bunun için seninle tartışmayacağım.” Deyip ona arkamı döndüm. Telefonumu elime aldım, gelen bildirimleri görebilmek için ekrana tıkladım. “Abla, hadi işte. Ölmeyeceksin ya, bir kaç saat idare et beni..”
Of, Anıl! Gözümü devirmeden edemedim. “Başınıza bir iş gelirse ne olacak? İkiniz de daha çocuksunuz.” Dedim. “Abla, ne çocuğu? Çocuk mu kaldı Allah aşkına?” Dedi, sitemle.
Cıklayıp ona döndüm. “Bak seenn! Çocuk mu kalmış mış. Beyefendi, büyüyüp küçüldün de benim mi haberim mi yok?” Dedim. Ayağa kalktım, planım onu yakalayıp bir güzel boyunun ölçüsünü alabilmekti. “Abla gelme!”
“Abla, ciddiyim.” Dedi, benim aksime yatağımda tüm ciddiyetiyle otururken. “Ben değilim ama.” Lafı değiştirme çabam asla işe yaramıyordu. Yüzünde mimik kılırdanadı bennde yerime oturmek zorunda kaldım.
“Yardım edecek misin, etmeyecek misin?” Dedi. Pür dikkat gözlerimin içine bakıyordu. Kızın ailesi gece yarısına kadar dışarda bulunmasına izin vermemesi aslında iyi bir şeydi. Ne kadar kötü gözükse bile dünyanın binlerce hali vardı. Ben bile kendime güvenmiyorken başkası neden bana güvenip kendini emanet etsin ki?
“İyi, tamam ama gözümün önünden bir dakika ayrılın,” parmağımı havaya kaldırıp ona doğrulttum. Sertçe bakışlarım üzerinde gezinse de pekumrunda olmuyordu. Bakışları yavru kediyi andırırken kardeşime kızmam pek mümkün değildi. “İkinizi de acımam babasına söylerim.” Diye tehdit ettim.
“Valla, bak.” Yutkundu. “Bir dakika bile ayrılmayacağız.” Eşek sıpası, kız kandırmak için beni kullanıyorsun ya, bunun bedelini sa çok ağır ödeteceğim.
“Peki, anlaştık.” El sıkışıp onu sonunda odamdan yaka paça gönderdim. Yaka paça diyorum çünkü bir türlü elimi bırakmamış öpmeye bile kalkmıştı. İki yanağıma sulu öpücükler kondururken kendimi onun elinden zor kurtarmıştım. Manyak çocuk ya! Manyak falan ama onu çok seviyorum. Tırnağına taş değse ortalığı havaya kaldırırım, zamanında yapmışlığım var.
Üstüme özenle geçirdiğim kıyafetlerimi aynanın karşısında düzelttim. Harika görünüyordum. Öyleyse çıkmaya hazırdım. Çantama telefonumu koyup odamın kapısını ardımdan kapattım. Dalgalı saçlarımı atkımın içerisinden, rahatsız olduğumdan dolayı çıkardım.
Mutfaktan yemek kokuları geliyordu. Anıl’ı odamdan yaka paça kovduktan sonra ben de boş durmayıp saçlarıma şekil verdim. Hayat nereye kadar böyle gidecekse ben en iyi halimle orada olacaktım. Bundan sonraki hayat mottomu buna önem vererek şekillendirmeye gayret edeceğim.
Ben saçlarımı yaparken annem eve çoktan gelmiş Anıl ise arkadaşlarıyla dışarı eğlenmeye çıkmıştı. Hayatımızı herbirimiz eski düzenine oturtmaya çalışıyorduk. Sanırım, bunda tek başarısız olan bendim, yine de onlara karşı bu duyguyu hissettirmemeye çalışıyorum.
“Anne ben çıkıyorum.” Mutfağa, annemin yanına girdim. Annem, elindeki pirinç dolu paketi tezgahın üzerine bırakıp bana döndü. “Nereye?” Dedi. Çantamın düşen askısını düzelttim.“Dışarı çıkıyorum, kütüphaneye gideceğim. “Annem beni baştan aşağı süzüp kafasını salladı. “Peki, dikkatli ol. Gözlerin yolda olsun, kimsenin işine de karışma.” Diye beni tembihledi.
Gülümsedim. “Merak etme gecikmem, gözlerim de hep yolda olacak.” Deyip onunla vedalaşmak için sarıldım. Annem, Anıl’a da bana da dışarı çıkacağımız zaman hep tonlarca nasihatte bulunurdu. Onun bize karşı şevkatini seviyordum. “Cansu da seninle birlikte mi olacak?” Dedi. Kafamı iki yana salladım. “Hayır, tek başıma olacağım.” Dediğimde hala sarıldığımız için sesim boğuk çıkmıştı.
Geri çekildiğimde nedensizce gözlerim dolmuştu. Annemin beni bu hde görmemesi için hızla arkamı dönüp ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım. Kendime engel olamamamın sebebi psikoloğum ve babamın benim için verdiği ilaçlardı. Babamın verdiği ilacı uzun süredir kullanıyorum fakat psikoloğumun verdiği ilaçlara daha yeni başlamıştım.
Adımlarım birbirini takip ederken düşünmeye başladım. Toprak, beni eve bıraktırdıktan sonra evime gidip yorganımın altına gizlenmiş, tüm gece boyunca yaşananları düşünmüştüm. Sabah olduğunda Anıl gitmediği için zorla ekmek almaya çıkmış o günden beridir takip edildiğimi iliklerime kadar hissetmiştim.
Beni takip ediyordu. Nerede ne yaptığımı, kiminle buluştuğumu, belki de okulda hangi derse girdiğimi bile biliyor olabilirdi. Arkamı ber döndüğümde birinin varlığını hissetsem de onu tam olarak görmedim. İşinde iyiydi lakin benden kaçabilecek kadar değil…
Mevsimler değişse de insanlar aynı kalmaya mahkûmlardır. Ellerinde bulunan şansı yeterince iyi kullanamayıp ilahi güçten binlerce yardım dilenir kaderde yoksa buna hiç bir zaman ulaşamazlardı. Onları değiştirmeye gücü yeten ilahi güç, biz insanları kaderinin kalemini avuçlarımız arasına bırakıverirdi.
Bize bu adil gelmese de her zaman kendi seçimlerimiz yönünde ilerler, yolumuzu aydınlatacak kıvılcımı kendimiz seçerdik…
Anneme kütüphaneye gideceğim desem de bu yalandan ibaretti. Gideceğim yerin kimse tarafından bilinmemesi gerekiyordu.
İstemsizce avuç içim terliyor bazen kıyafetlerime sürüp rahatlamayı umuyordum. Evet. Takip edilsem de bugün sabahtan itibaren kimse peşimden gelmiyordu, bunun rahatlığıyla polis merkezine gidip işlerin ne kadar ilerlediği hakkında bilgi almak istiyordum. Tabi ki de eğer bana bilgi vermek isterlerse.
O olaydan sonra beni yalnız bırakmayan polis memuruyla görüşmeyi planlıyordum. Esen rüzgar saçlarımı savurdu. Taksiden inip çantamı koluma taktım. İçeriye adımımı attığımda negatif bir enerji bedenimi çevreledi. Herkesin yüzü asık, kimse birbirine tahammül bile edemiyor gibiydi. Yorgun bakışlara maruz kalarak merdivenleri tırmanmaya başladım.
En son geldiğimde, o polis memuruna numaramı bıraksam da gelişmeler için beni aramamıştı bu yüzden bende bizzat gelmeyi denemiştim. İsminin Sunay, olduğunu öğrendiğim ve beni olay gününden itibaren yalnız bırakmayan polis memurunun odasına çıkacaktım. Bina şehir merkezindekine kıyasla küçük olduğu için aramam kolay olmuş ilk kattaki odanın üzerinde buyuk harflerle Sunay Karakaya yazan odaya yaklaşıp kapıyı çalmıştı.
Geleceğim ani olduğundan haber verememiştim. Umarım sorun etmezdi. “Merhaba,” deyip kafamı kapıdan uzattım. Kafasını önündeki karışmış kağıt yığınından kaldırıp bana dikti. İlk baş, kaşları çatar gibi dursa da beni görünce düzelmişti. Bundan cesaretle tekrar konuştum.
“Gelebilir miyim?”
“Tabi,” eliyle masanın önünde bulunun ikili koltuğu işaret etti. “Buyur, otur.”
“Teşekkür ederim.” Deyip, tebessüm ettim. Karşımdaki kadını her gördüğümde ciddiyete bürünüyor, bir o kadar da güvende hissediyordum. “Rica ederim. Terapiye başlamışsın.” Dedi sorarcasına. Tebessüm ettim. “Ailemle oldukça yakınsın anladığım kadarıyla?” Zira bu bilgiye ailemden başkası bilmiyordu, bu da demek oluyordu ki; ailem benim buraya geldiğimden haberi vardı. Sesimde hiçbir kinaye yoktu ama yine de merak ettmiştim. Parlak bakışları beni bulmuştu, elimi avucumda gezdirdim. Babam mı öğrenmişti yoksa Sunay kendi isteğiyle mi ailemle iletişime geçmişti?
Peki ona bundan sonra nasıl güveneceğim? Elimdeki değerli bilgiler sayesinde belki yolu aydınlananilecekken, ailemi araya katması benim zor duruma düşebileceğimi gösteriyordu. Üstelik yalnızca ben değil, ailem de. Bana cevap vermemeyi tercih etti, bunun yerine omuzlarını silkti. “Ne için gelmiştin?” Deyip, gelme sebebimi bilse de anlamamazlıktan geldiğini anladım. Onun yaptığı gibi omuzlarımı silktim. Gözlerimi onun gözlerinden çekip önündeki kağıt yığınına baktım.
“Sanırım yanlış bir zamanda geldim.” Deyip çıkarıp sehpaya bıraktığım atkımı elime aldım. Bu sıra da Sunay beni durdurdu. “Hayır, lütfen. Rica ederim.” Deyip eliyle kalktığım sandalyeyi gösterdi. “Otur lütfen.” Dediğinde, çoktan atkımı geri bırakmış, kaldığım yere kurulmuştum. “Her şey yolunda mı?” Diye sorup ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Kafamı salladım. “Şimdilik iyi gidiyor.”
“Bu ne demek?” Bıkkınca nefes verdim. “Sınav haftam yaklaşıyor.” Dediğimde, ‘anladım’ dercesine kafa sallayıp dudaklarını birbirine bastırdı. Daha fazla uzatmamak adına konuya girdim. “Herhangi bir haber var mı?”
Uzunca bana baktı, yüzümü şefkatle inceledi. Bakışlarında, annemi andıran bir duyguyu hissettim. Şimdi fark ettiğim şeyler oldu. O kadar da genç durmuyordu, yüzündeki kırışıklıklar ancak dikkatli bakıldığında belli oluyordu. Anlaşılan zaman, Sunay için de acımasız olmuştu. “Sana bundan bahsedemem.” Dedi.
Kaşlarım çatılıp bakışlarım değişti. “Ne demek bundan bahsedemezsin? Bu olayda bizzat ben de vardım.” Diye sessizce mırıldandım. Sanki odayı dinleyenler olacakta onların duymasını istemiyor gibiydim.
Solundaki bilgisayarda açık bir resim bulunuyordu.
Orada takılı kaldım, fotoğraf çok tanıdıktı. Zira bu Gürkan değilse kimdi? Çünkü tam olarak ekranda Gürkan’ın bitometrik fotoğrafı bulunuyordu. Ekrana kayan bakışlarımı fark eden Sunay, laptopun ekranını kapattı. “Suçlu mu?” Deyiverdim.
“Hıhım, öyle.” Deyip beni geçiştirdi.
Gürkan’ın, Toprak için çalıştığını biliyordum ve elimdeki görüntüler sayesinde birçok şeyi daha ancak Sunay, Gürkan’ın fotoğrafını neden araştırmıştı, bunu bilmiyordum. “Ailen bundan rahatsız.” Dediğinde aklım ondan çok bilgisayardaki görüntüdeydi. O resimi neden o ekranda görmüştüm? Babama beni şikayet etmiş olması canımı sıktı. Alayla ‘hıh’ladım. O haber vermeseydi buraya geldiğimden kimsenin haberi olmayacaktı. Yine de konuştum,
“Onların haberi olmaz.” Kafamı yana yatırıp masadan ellerine uzandım.
“Lütfen!”
“Olmaz,” kendini geri çektiğinde boşlukta kalan ellerime baktım. “Bu konu üzerinde çalışıyoruz ayrıca olay çözüme kavuşana kadar buraya gelmezsen sevinirim, benden sana bir abla tavsiyesi.” Dudaklarımı büktüm ve cebimden telefonumu çıkarıp hazırda bekledim. “En azından ölen adamın ailesinden haberi var mı?”
Bana baktı. “Söz, bir daha gelmem.” Dedim. Neden kimse bir şey söylemiyordu? Delirmek üzereydim, kimse fark etmiyor mu? “Ailesine ulaştık lakin karısını konuşturmak kolay olmadı. Ölen adamın iki de çocuğu var. Devlet hem eşine hem de çocuklara sahip çıkacak merak etme.” Deyip biraz da olsa beni teselli etti. Yine de söyledikleri içimi acıttı.
“Nasıl yani, bir ailesi olduğunu bile bile mi öldürmüşler adamcağızı?” Deyip, hayretle elim ağzıma kapandı. “Peki, adam neden öldürülmüş olabilir?” Diye sordum. Bana ‘cevap vermeyeceğim’ der gibi baksa da dayanamayıp cevap verdi.
“Benden hiçbir şey duymadın, küçük hanım.” Heyecanla kafamı sallayıp oturduğum koltuktan ileriye atıldım. “Söz, duymadım.” Diye konuştum.
Buradan çıktıktan sonra takip edilecek miydim acaba?
“Vefat eden adamın ailesi ile bizzat kendim ilgilendim.” Deyip, arkasına yaslandı. “Kadınla ilk görüştüğümde, kocasının ölümünün şokuyla konuşamadı tabii ancak olayları anlayınca, içinde ne varsa döktü.” Elindeki kalemi masaya vurup devam etti. “Adam, bir kaç haftadır çok garip davranıyormuş,” dediğinde kanımın akışı hızlandı. “Nasıl yani?”
“Eve geç gelmeler, yemek yiyememeler, eşiyle ve çocuklarıyla konuşmamalar, erken kalkmalar ardından selamsız sabahlar, gerisini sen düşün…” Deyip zihnimdeki düşüncelerin birbirini yemesi için resmen bana alan açtı.
“Peki adam hiç karısıyla konuşmamış mı?” Kafamı yana yatırdım. “İllaki konuşmuş, anlatmıştır.” Dedim. Adam, eşine anlatmışsa ölüm sebebini öğrenebilirdim. Böylece katilin kim olduğu da ortaya çıkmış olurdu.
Dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gerilen bakışları, ortamı da germişti. Kafasını iki yana salladı. “Maalesef.”
“Ne demek maalesef Sunay? Anlatmış olmalı, anlatmalı. Nasıl anlatmaz? Aklım almıyor.” Aramızdaki yaş farkına rağmen ona adıyla seslenmemi garipsemedi.
“Maalesef, adam resmen ölümüne hazırlanır gibi zaten ruhsuz dolaşıyormuş, kimseyle de temasta bulunmuyormuş.” Elimi saçlarımın arasından geçirdim. Aldığım nefesin sesi
kulaklarıma baskı yapıyor zihnim çınlıyordu. “Öğrenebildiklerim bu kadar.” Dahası vardı ama bana anlatmayacaktı. Benim bir şekilde o kadını bulmam lazımdı.
Yine zihnimde fısıltılı konuşmalar başlamıştı. Sirkelenip Sunay hanıma baktım. “Geçen geldiğimde, adamın baronlara bulaşmış olabileceğinden bahsetmiştin.” Deyip hatırlamasını umdum. Masaya yaklaşıp, “Evet.” Dedi.
Yaşamak değil de acıyı hissetmek güzeldi çünkü bu hayatta acıyı hissediyorsan yaşıyorsundur. Kim bilir belki de öldürülen adamın ailesi tutunacak bir dal arıyordu.
“Elimde bir şeyler var.” Dedim. Bunu yapıp yapmam hakkında emin değildim. Şimdi sırası mıydı? Diye geçirdim içimden. “Ne gibi bir şey?” Bana kuşkuyla bakıyordu, yerimde dikeldim. Odada gezindi bakışlarım, burada anlatmam doğru olur muydu, bilemedim. Perdesi kapalı odayı, bozulmaya yüz tutmuş bir lamba aydınlatıyordu. Yutkunmamı gördüğünde bana destek vermek adına elime uzandı. “Bana anlatabilirsin.” Dedi.
Kapı çalınıp cevap beklemeden içeri girildi. “Sunay, acil durum. Özkan amirim seni bekliyor.” Dedi. Gelen polis memuru nefesler içinde kalmıştı. “Birazdan geleceğimi söyle.” Dedi.
“Sunay amirim; Özkan amirim, çok önemli dedi. Odasında sizi bekliyor .” Sunay, aceleyle yerinden kalktı. “Gelişme mi var?” Dedi. Gelen polis memuru kadında aynı Sunay kadar sert bakışlıydı. İçeri girdiği andan itibaren onu izliyordum, memurun bakışları çok kısa bir an bana dönse de işini yapmaya kaldığı yerden devam etti. “Amirim, dün gelen adamların sorgusuyla alakalı.” Dedi. Sunay, önündeki kağıt yığınını gelişi güzel toparlayıp memura baktı.
“Ötmeye başladılar mı?” Polis memuru kafasını salladığında odadaki varlığımın unutulduğunu düşündüm lakin Sunay bana döndü. “Söyleyeceklerini unutma! Beş dakikaya geliyorum.” Deyip yanındaki memurla odadan çıkıp beni burada yalnız bıraktı.
Sırıttım. Beni burada yalnız bırakıp gitmedi büyük hataydı. Benim bu fırsatı değerlendirmem gerekiyordu, hemen ayağa kalkıp Sunay’ın oturduğu yere ilerledim. Kağıtları gelişigüzel topladığından dolayı masa iyice dağılmıştı.
Kağıtların arasına elimi daldırıp karıştırdım. Önüme gelen saçımı da kulağımın arkasına itip ilgimi çeken bir kağıt çektim. Seçtiğim A-4 kağıdında koyu renkle yazılmış yazı dikkatimi çekti. Alabayoğulları’nın düğümü çözülüyor. Yıllardır çözülemeyen gizem emniyet tarafından sıkı takipte. Yazının geri kalanını okuyamadan telefonumdan çektim. Eve gidince, sakin kafayla okumak daha mantıklıdı. Sayfaları karıştırdım, önümde onlar hakkında binlerce bilgi bulunuyordu.
İyi de Sunay neden Alabayoğulları’yla ilgileniyordu ki? Hadi ama işime yarayabilecek başka şeyler de olmalıydı! Çekmeceleri karıştırmayı denedim, ilk çekmecede ilaç görünce kaşlarım çatıldı ancak ben bunları biliyorum, babamın her evde bulunması gerektiğini söylediği ilaçlardandı. Kimisi baş ağrısı için kimisi boğaz ağrısı yahut nefes darlığı içindi. Polisliğin zor bir meslek olduğu aklıma geldi.
İkinci çekmeceyi çektim. Adrenalinden elim ayağıma dolanıyordu. Çekmeceyi aniden çektim, içinde kalem kutuları, kulaklık, kurşun kalem, küçük boy kağıtlar bulunuyordu. Bunu da kapattım. Son çekmeceyi açmayı denediğimde açamadım. Eğilip çekmeceye baktım, üzerinde kilit bulunuyordu. Anahtar bulmam lazımdı bu yüzden diğer çekmecelerde olabileceğini düşündüğüm için tekrar baktım ama orada anahtar yoktu. Aklıma gelen fikirle duraksadım. Son çare çantamdan eskiden perçemlerim için kullandığım tel tokalarımı çıkardım. Tel tokayı ikiye ayırıp ucunu kilidin içine soktum. Üç kere içinde çevirip, kilidin dişine değdiğine kilit kendini bırakmış çekmece geri geri açılmıştı. Aferim Aslı, senin yapamayacağın hiçbir şey yok! Kendimi övme seansımın ardından çekmeceye baktım. İçinde mavi bir dosya üstünde ise bir silah vardı. Silaha elimi değdirmeden dosyayı alttan çekip aldım.
Bu yaptığımın etik olmadığını bilsem de, kendimi dosyanın içini incelerken buldum. Bu dosya fazla garipti.
Karanlık.
Sır gibi. Sayfaları çevirdikçe şaşkınlığım artıyordu çünkü bu dosya Alabayoğulları’ndan ibaretti. Halis Alabayoğulları, Nadir Alabayoğulları, Seren Alabayoğulları, Cumali Alabayoğulları, İdil Alabayoğulları, Toprak Alabayoğulları ve daha fazlası…
Yurt dışında hayatını sürdüren aile üyeleri, ülkede kendi markasını kurup hayatına devam edenler yada Alabayoğulları soyadını kullananlar mevcuttu.
Dosyada beni ilgilendiren pek bir şey yoktu. Ben magazinci yahut polis değildim, onların hayranı hiç değildim. Bu aile her kimse polis tarafından pek sevilmedikleri kesindi. Toprak’ın köklü bir aileden geldiğini bu dosyayı görmeden bile anlamıştım çünkü bakışlarındaki hırs ve tatmin olmayan aşağılık egosu, onu buram buram eleveriyordu. Bu yüzden dosyayı aldığım gibi yerine koyup silahı da üzerine bıraktım ve çekmeceyi kapattım. Tam yerime oturmaya gideceğim sırada, öldürülen adamın dosyasını gördüm.
Hızla ona uzandım, parmaklarımın arasına alıp kağıdı kendime çektim. Fotoğraftaki adam resmen canlıydı. Bakışları, o gece bana bakan gözlerdi. Bu bir fotoğraf olsa da, beynim gerçeğinden ayırt edilemeyecek bir ilizyon olarak algılıyordu.
Adamın ismi yazıyordu, Azmi Tutucu.
Azmi.
Tutucu.
Altında kişisel bilgileri ve özgeçmişi yer alıyor ailesine ait de kısa bilgiler bulunuyordu. Sayfanın en altında iletişim bilgileri ve adres yazan kısmın fotoğrafını çektim. Elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Sunay, gelmeden benim bu odadan tüymem lazımdı. Madem kimse benimle işbirliği yapmıyor o zaman ben de kendi işimi kendim halledeceğim.
Odadan çıkarken temkinliydim fakat yakalanma korkumdan dolayı arkama bile bakamadım. Zemine değen her bir adımımda az önce yaptıklarımı sorguluyordum. Doğru olan bu değilse neydi? Ecel terleri dökmeyi bırakıp polis merkezinden çıkış yaptım. Önüme ilk gelen taksiyi çevirip telefondaki adresi şoföre uzattım. “Ne kadar sürer?” Dedim.
“Valla abla nerden baksan rahat, üç buçuk bilemedin dört saat sürer.” Dedi, rahat tavrıyla. Telefonumun ekranını kendime çevirip saati kontrol ettim. Saat, 20.02’yi gösteriyordu. En iyi, yol üç saat sürse bile 23.00’ de orada olabilirdim. Geri dönüşüm ancak gece yarısından sonra olurdu ve bu da benim en büyük problemim olurdu. Ailem neden bu kadar geç kaldığımı sorar ben de haliyle peşinde olduğum şeyi anlatamayacağıma göre inandırıcı bir yalan buamazdım. Elimle saçlarımı ittirip of’ladım. Eve varmam zaten geç olacakken oraya gidebilemem bu saatte imkansızdı. Moralimi düşürmemeye karar verip, öldürülen adamın ailesini ziyaret etmeyi sonraya erteledim ancak planlarım arasında en önemli yerde bu olacaktı. Taksici abi, benim bir adres söylemem için bekliyordu. Ona dikiz aynasından bakıp gideceğim yeri yani evimin adresini söyledim.
***
Başımdan akan sıcak su tenimi yakıyordu. Alnımdan yüzüme süzülen su damlacıkları gözlerime girip görüşümü zorlaştırıyor. Dudaklarımı birbirine bastırıp banyonun soğuğuna dağmen kurulanıp kıyafetlerimi giydim. Saçlarımdaki banyo havlum ha düştü ha düşecekken çoraplarımı da giyinip başımdaki havluyla su akan saçlarımı kurulamayı umdum. Genelde saçlarımı kendi kendine kurumasını beklerdim böylece geçen zamanda düşünmeden duramayan zihnime zaman ayırabilirdim. Saçlarım tamamen kuruduğundaysa zihnimdeki düşünceleri bıçak gibi kesip atardım. Ancak saçlarım ıslakken bu kadar uzun düşünür sonrasında yapmam gerekenlere devam ederdim.
Üzerime ince askılı, siyah atlet giymiş altımaysa genel olarak evde hep giydiğim kısa, gri, beyaz çizgileri olan şortumu. Saçlarımın yeteri kadar kuruduğuna kanaat getirdikten sonra baştan savma tarayıp banyodan çıktım. Polis merkezinden geldikten sonra elimdeki bilgilerle ne yapabileceğimi düşünürken uyuyakalmıştım. Duvardaki saate baktım, 23.45’i gösteriyordu.
Annem ve babam son dakika, akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermiş, Anıl da bundan istifade hala eve gelmemişti. Haliyle bu akşam evde tektim. Mutfağa girip ışığı yakmaya gerek duymadan dolabın kapısını açtım. “Bir şeyde istediğim gibi olsun.” Diye sitemde bulundum. Annemin işe gitmeden önce Anıl ve benim için taze sıktığı meyve suyu şişesini çıkarıp kendime bir bardak doldurdum. Şişenin bardağa değdiğindeki tiz sesi kulaklarımı tırmaladı.
Eve geldiğimde Anne ve babam çoktan çıkmışlardı. Onları bir- iki dakikalık arayla kaçırmıştım gerçi kaçırmasaydım da planları bozulmasını istemezdim. Ben eve girdiğimde annemden kısa mesaj gelmişti, ‘Kızım, ocağın üstünde çorba ve makarna var. Acıkırsan kendine ve Anıl’a bir tabak ısıtırsın.’ Yazmıştı. Altında bir mesaj daha bulunuyordu, ‘ilaçlarını almayı unutma çiçeğim.’ Gülümsedim, Anıl eve gelmedi, bense aç değilim. Hiç iştahım yoktu o yüzden yemeği es geçtim. O olaydan sonra beni yalnız bırakmamak için seferber olmuşlardı.
Onların evde olmayacağını bilseydim eğer, adamın eşini ziyarete de gidebilirdim. Adamın hayali; eski, yırtık ve dayak yemekten kanlanmış kıyafetleri gözümün önünde belirdi. “Yine olmasın, nolur bırak beni.” Diye mırıldandım. Elimin başıma gittiğini fark etmemiştim, saçlarımın arasına geçirdiğim parmaklarımla bir an önce bu sanrılarım geçmesini diledim. “Bitsin bu artık!” Diye dişlerimin arasında acı içinde inledim. Meyve suyumu yudumlayamadan psikoloğumun verdiği ilacımı aramaya başladım.
Bedenimi üşüme sardı. Normal şartlarda soğuktan etkilenmesem de duş aldığımdan dolayı hafiften üşümeye, bedenim titremeye başlamıştı. Odamdaki çekmeceme koyduğum ilaç kutusunu elime aldım ancak son kalan ilacı sabah kullanmıştım. Emin olmak adına kutuyu salladım ancak hiçliğin sesini duydum. İlaçtan başka bir şey düşünemiyordum.
Yedek kutular neredeydi?
Hızla mutfaktaki ilaç kutusuna baktım. İlacımı bulabilmek için etrafı biraz dağıtmak zorunda kalmıştım. Sesler, zihnimde çığlık misali büyüyordu. “Ahh! Neredesin?” Odaların birinden soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Kollarımı bedenime sarıp kendimi biraz oldun soğuktan korumayı denedim. “Çok üşüyorum.” Deyip, camın açık olduğunu düşündüğüm odaya yöneldim. Salonun camı bozuk olduğu için genelde rüzgara karşı koyamıyor arada sırada açılıyordu. Babam ve annemin işten zamanları olmadığından bir türlü yaptırmaya vakti olmuyordu. Kış gelmeden yaptırılmalıydı, lanet cam.
Soğuğa yaklaştıkça daha net hissediyordum. Salonun kapısından söylene söylene girdim. Hem camı kapatacak hem de çekmecedeki yedek kutudan ilacımın kalıp kalmadığına bakacaktım. Salona girip cama yöneldim. Garip bir ürperti bedeni sardı, izleniyordum. Biri beni izliyordu!
Oturma odamda biri var!
Karanlıkta bir adam vardı, koltuğa rahat tavırıyla oturmuş beni dikizliyordu. “S…sen k…im..sin?” Dedim, geri geri ilerlerken. Hedefim ondan oldukça uzağa gidebilmek hatta mümkünse kapıdan kaçmaktı. Bu herif buraya nasıl girmişti. Camdan mı? Yok artık!
“Ce…vap v…er!” Dedim. “S…en?” Korkudan keklemeye başladım. İlacıma ihtiyacım giderek artıyordu. Adımlarım her saniye geri giderken koltuğa çarptım, hafiften kafamı geri çevirdiğimde duvarın çok uzağımda olmadığını fark ettim. “K…kimsin?” Koltuğa eğilip, kumandayı avuçlarımın arasına alıp ona doğrulttum. Bacağının tekini diğerinin üzerine atmıştı, takım elbisesinin karanlıkta bütünleşmiş olması onu geç fark etmeme sebep olmuştu. “Oysaki çiftlikteyken bu kadar korkak değildin.” dedi iğneleyici tonda. Korkumdan besleniyordu, manyak herif! Onu korkuyla baştan aşağı süzdüm, elleri koltuğun baş kısımlarına tutunmuştu.
Elindeki bir kutu dikkatimi çekti. “Sen?” Genizden gelen sesi kulaklarıma doldu. Sert rüzgar eserken onun kokusunu içime çektim. Islak Toprak Kokusu. Karnıma tekme atıldığını hissettim. Saçmalama. “Ben?” Dedi.
Beni öldürmeye mi geldi?
Hayır!
Ayağa kalktı, “Gelme!” Diye, uyardım. Elindeki kutuyu salladı. İlaçlarım ondaydı. O kutuya ihtiyacım var. O nereden bulmuş ayrıca ihtiyacım olduğunu nasıl anlamıştı. Gözlerim çekmeceye kaydı. Tabii ya! Çekmeceyi karıştırmıştı! Sinirle nefes aldım. Onu nasıl duymadım?
Kafamı salladım, “Ne işin var evimde?” Dedim. Hırsız gibi evime girmesi beni düşünce çukuruna çekiyordu. “Nasıl girdin içeriye?” Diye sordum. Ailem görürse biterdim.
Nefesim hızlanırken giderek daralıyordum. Ona ihtiyacım vardı.
“Elindekini ver!” Diye, emir verdim. Zira hiç dayanacak gücüm yoktu. İki kere cıkladı, “Verir misin?” Diye, ukalaca bana yaklaştı. Geri adımladım. “Toprak, elindekini ver.” Dedim. Güldü, gülüşü giderek büyürken ondan korkmaya başladım. Silahı belinde mi diye kontrol etmek istedim ama bakışlarımı gözlerinden alamadım. “Korkuyorum.” Dedim.
Aramızda kendimi, ondan koruyabileceğim yalnızca kumanda vardı. Bir şey mi olmuştu da bana böyle bakıyordu? Bana doğru her adım attığında geri gittim, sessiz konuşması sonlandığında sonunda benimle konuştu! “Sen kimsin?” Dedi.
Kaşlarım çatıldı. “A…anlamadım?” Hastanede konuşmuştuk bunu.
Sesindeki tını birazdan burada iyi şeyler olmayacağını söylüyordu. “Kimsin sen?” Diye yineledi.
Bakışlarım yere kaydı. Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum. Daha önce defalarca konuştuk. Yoksa telefonunu benim çaldığımı mı anlamıştı? Ona derdimi, istediğimi anlatmıştım. Nefesi hızlandı, hırlamasını işittiğimde şaşkınlıkla kafamı yerden kaldırdım. “Ne oluy-” lafımı bitirmeden beni duvara yapıştırdı. Sırtım soğuk duvarla buluşurken. Duvarla onun bedeni arasında sıkışıp kaldım, hareket dahi etmeye gücüm yoktu. Yutkunduğu için gözlerim adem elmasına kaydı, oradan yüzüne, ok gibi olan kirpiklerine ondan sonra yüzüne birkaç tutamı dökülmüş saçlarına.
Sokak lambasından içeri giren loş ışık yüzünün yalnızca bir kısmını aydınlatıyordu. “Toprak-“ elini dudaklarımın üstüne sertçe kapadı. İlaca ihtiyacım var diyecektim. Beni bacakları arasına kıstırıp hareket etmemi engelledi. Bunu yapmasaydı da zaten hareket edebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Elini kaldırıp ilacı işaret etti, “Bunu mu istiyorsun?”
Kafamı aşağı yukarı salladım. “Beni iyi dinle.” Yeniden kafamı salladım. Sakin ancak bir o kadar anaç tavrı beni deli ediyordu. “O adamla aranda nasıl bir ilişki var?” Elini dudaklarımdan çekti.
“Hangi adam, öö…öldürülen adam mı?” Deyip sustum. “Aynen.” Dedi sert tavrıyla. Gözlerini kısıp mimiklerimi analiz ediyordu. Kendinden asla taviz vermiyordu. Hala hain olduğumu düşünmüyordu değil mi?
“Ya şimdi konuşursun ya da ömür boyu susarsın.” Dedi. Karşı geldim ve “Önce ilaç.” Deyip, ilaç kutusuna uzandım ama o benden önce davranıp kolunu geri çekti.
Elim boğazıma gitti, nefes darlığım giderek çoğalıyor dayanılmaz hale geliyordu. “Lü…t-fen!” Onu tüm gücümle ittirip yere eğildim, nefes alabilmeyi umuyordum. “D-ayanamı…yorum.” iki büklüm yüzüne baktım.
Bakışları, hala aynı değişen tek bir şey vardı o da, mesafeydi. Yalan söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Öksürmeye başladım. Ciğerlerimden başlayan yangın hissi, boğazımı da yakıyordu.
“Hey?” Dedi, kulaklarım uğuldamaya başladı. “Aslı! İyi misin?” Yanıma çömelip sırtıma vurdu.
Eline uzandım, bu sefer ilacı geri çekmemişti. Kutuyu titreyen ellerimle açıp almam gereken miktarda alıp yutkudum. Parmaklarımı, Toprak’ın omzuna geçirdiğimi fark etmeden tüm gücümle sıktım. Canım, onun yüzünden yanıyordu, belkide hıncımı bu şekilde alabileceğime inandım. Tepki vermedi, bilincim kayıyordu.
İki elimde düşmemek için ona tutunmuştum, kolları bedenimi sardı. Boynu, burun girintime isabet ederken derin nefesler almama sabep oldu. Yağmurdan sonra etrafı şenlendiren o enfes koku…
Kokusu da ismi gibiydi. Toprak.
Daha çok zehirli bir toprak.
“Sakin ol.” Deyip ıslak saçlarıma elini geçirip sırtımı okşadı. Ne yapması gerektiği konusunda şaşırmıştı.
Ciğerlerimi oksijenle doldurdum. Kokusu uykumu getiriyordu. “İyi misin?” diye fısıldadı Toprak. Yutkundum. Kafamı salladım. Yanlışlıkla yüzümü gömleğine sürmüştüm. Bedeni kaskatı kesildi fakat geri çekilmedi. Saniyeler hatta dakikalar birbirini kovaladı, biz yerde garip bir pozisyonda oturuyorduk.
Nefeslerim artık düzene girerken parmaklarımı üstünden çektim. Çünkü şu an bu parmaklar, yapması gereken şeyi yapacaktı. Bakışlarım usulca gözlerini bulurken onu bu kadar yakınımda beklemiyordum. İri gözleri, bedenimi süzüp az önce olanları anlamaya çalışıyordu. Uzun kirpikleri, sarmaşık misali bedenime kavradı. Gözlerimiz birbirimizin üzerinde asılı kalırken ilk hamleyi ben yaptım.
Yakasına yapışıp onu kendime çektim. Bir elim yakasındayken diğer elimle yüzüne tokat attım! Attığım tokadın sesi salonda yankı yapmıştı. Sersem bakışları beni buldu.
Bu hareketim onu şaşırttı, gözleri sonuna kadar açıldı. Onun yüzünden ölecektim! Çıkık elmacık kemiğinin üstünde el izi çıkmıştı. “Bu neydi şimdi?” Deyip, ayaklandı. Beni öylece yerde bırakıp dik dik yüzüme baktı. “Hayatını kurtaran adama fazla acımasız davranıyorsun.” Dedi.
“Hayatımı kurtaran adam mı?” Deyip ona atıldım. “Beni öldürüyordun!”
Kollarımı bağlayıp hareketsiz kaldı. “Çok bencilsin.” Dedi. Sakin tavrı beni çileden çıkarıyordu. “Bunun bencillikle ne alakası var?” Ağzımdan ‘hah!’ Diye bir ses çıktı. “Ölüyordum! Anlıyor musun? Senin yüzünden, manyak!” Alışıksındır sen tabii!
“Ayıp oluyor ama. Asıl ben olmasaydım, sen çoktan can çekişmeye başlamıştın. ”deyip cıkcıkladı. Şuan resmen karşıma geçmiş aşağılayıcı tavırla benimla alay ediyordu. O ilacı aradığımı nereden biliyordu? Allahım aklımı kaçıracağım. Yaşananların bir rüya olmasını o kadar çok isterdim ki…
“Kimsin ya sen? Kimsin, ya kimsin?”
“Bana bak, benim de sabrımın bir sınırı var. Canımı sıkıyorsun.” Dedi uyarıcı tonda. Yok ya! Beyefendiye bak sen. Hem evime izinsiz, sapık gibi gir hem beni öldürmeye teşebbüs et hemde üste çıkmaya çalış, yok ya!
“Ne diyorsun sen be, senden iyi can sıkan mı var!”
“Sana bir can borcum olmasa burada bir dakika olmazdım.” Dedi ağzının içinden. “Seni hiç sevmedim, bil isterim.” Dedim.
“Ha, ben sana bayıldım.”
“Evime nasıl girebildin?” Dedim.
Tek kaşını kaldırdı. “Gerçekten bunu merak ediyor musun?”
“E…Ediyorum.” dedim, kararsızlıkla kafamı sallarken.
Ben uyurken de burada mıydı yoksa yeni gelmişti? Her halükarda çok saçma, sesini duymamış olmam garipti.
Yine de alayla güldüm, camdan girecek hali yok ya kapıdan girmiştir. İyi de kapıyı nasıl açabilmişti? O açtıysa; hırsızlar, katiller, mafyalar da açabilirdi! İfademi değiştirip ciddi oldum.
Kollarımı bağladım. “Kapıyı nasıl açabildin?” dedim. Ciddi ifadesi bozulup tebbessümü büyüdü. Gülümsemesi… Tarif edilemeyecek psikopatlıkta gülmesi, gerilen bedenimi daha da geriyordu. Sakin ol Aslı, dikkatini dağıtmasına izin verme. Geri adımlayıp kalktığı koltuğa rahatça oturdu. Elimde ona ait önemli kozlar varken değil bana zarar vermek tırnağıma bile dokunamazdı.
Tek bir tuşla ona ait tüm görüntüler, insanlık tarafından izlenir, ama sen öldüğünle kalırsın. “Heyy! Sana diyorum.” Deyip elimi ona doğru salladım.. Babasının evi gibi ne bu rahatlık, kardeşim!
“Kapıdan girmedim.” dedi sessizce, sır verir gibi.
“Ne?” Diye fısıldadım. Şaşkınlığım giderek büyüyordu. Kapıdan girmediyse… Arkamı döndüm, ardına kadar açık cama baktım. Bir saniye! Yok! Hayır canım. Ahahah! Bu kadarını yapmış olamaz!
İki kat vardı uçarak giremeyeceğine göre… yok artık tırmanmadı değil mi? Teyit etmek için ona döndüm, ki o da konuşmama izin vermeden lafa atladı. “Evet… Oradan..” Dedi mekanik bir sesle. Ya biri gördüyse ve babama söylerse…
“Ne yaptığını sanıyorsun? Bu yaptığına taciz denir.” Dedim hırsla ve ardından devam ettim.
“Sen manyaksın!” Dedim. Sakinliğimi koruyamayıp salonda ileri geri yürümeye başladım.
“Sen… sen kafayı yemişsin!”
Kabullenir gibi kafasını sallayıp gülümsedi. Bundan zevk mi alıyordu anlamasam da sinirlerim iyice gerilmişti.
“Bunu daha önce yüzüme söyleyebilen olmadı.” Dedi. ‘Ne yapabilirim’ dercesine ellerimi açtım. “Eee?”
Evimden bir an önce defolup gitmesi gerekiyordu. “Klişelerle mi ilerleyeceksin?” Elimi çeneme koyup düşünür gibi yaptım. “Aa şeyde söyleyecek misin? ‘Bana ilk defa biri böyle davranılıyor’ falan.” Dedim, dalga geçercesine.
Güldü.
Tek kaşını kaldırdı. “İstersen...”
Manyak herif!
Madem manyaksın o zaman izle ve gör. Sen manyaksan ben senden manyağım.
Konuşmaya devam etti. “Tabi sen istersen böyle de diyebilirsin ama ben pek bunu pek tercih etmem.”
“Aa! elbette fikrini söyle. Senin zamanında neler kullanıldığını merak ettim.” Dedim, alayla. Laf arasında onun yaşlı olduğunu söylemiştim, umarım fazla alınmazdı.Güldü. Ben kızacağını düşünmüştüm ama aksine çokça keyiflendi.
Kafasını çevirip düşünür gibi yaptı. Bedenimi baştan aşağı sapık gibi süzdü. Bu hareketi elimle kollarımı sarmama sebep oldu. Utançtan ne yapacağımı bilemedim. Az önce
neredeyse kucağında sakinleşmiştim, bu düşünce zihnime hücüm edince kan akışım hızlandı. “Benim zamanım?” Dedi.
“Evet senin zamanın. Ne? Yaşlı değil misin? Bilirsin böyle yürüme taktiklerini.”
“Nerden vardın bu kanıya?”
“Bilmem. Öyledir herhalde.” Omzumu silktim. Yalan söylüyorum o kadar yakışıklısın ki mutlaka birine söylemişsindir.
“Oradan bakınca birine yürümüş gibi miyim?” Dedi. Ne dediğini idrak edebilmek için duraksadım. Şaşkınlığımdan faydalanıp beni köşeye sıkıştırdı. “Ben istediğim herşeyi elde edebilecek türden bir adamım. Böyle bayat yöntemlere ihtiyaç duymam. İsterim…” Duraksayıp gözlerime baktı. Saçımı kulağımın arkasına ittirdi. Saçımla derdi neydi? İstemsizce nefeslendim. Büyülü kokusu beni kendine zincirliyordu. Eli saçlarımdayken devam etti. “Ve oluverir. Uğraşmama gerek bile kalmaz.” Fısıltılı konuşması tüylerimi ürpertti. Ne kadar uzun boylu olsam da onun yanında kısa kalmıştım.
“Benden etkilendiğini başka yöntemlerle söyleyebilirsin.”
“Ne! Ben. Senden,” ikimizi işaret ettim. “Etkilendim.” Kafasını salladı. “Daha neler?” Deyip kafamı açık kalan cama çevirdim. “Babam yaşındaki adamdan da etkilenecek kadar düşmedim.” Bu yakınlık beni kör edici bir rahatsızlıkla dürttü.
“Senin baban 28 yaşında mı?” Dedi alayla. Ondan falan etkilenmiyordum. Beni etkisi altına almaya çalışıyordu, bunu anlamamak için aptal olmak gerekir.
“Aaa! Daha büyük değil miydin? Ben, neredeyse sana amca falan diyecektim.” İmalarım onu güldürdü. Erkeksi gülüşünde takılı kaldım. Yanımdan uzaklaşmadan önce kulağıma eğildi.
“Sen çok küçüksün…” Dedi.
Ego’lu.
Benden uzaklaştı.
Hiçbir şey olmamış gibi, “Düşündüm de söylediğin de mantıklıymış.” Dedi.
Sen hakikaten iyi değilsin, Toprak. Onun aksine ben, tetikteydim. Her an yakalanabilme korkusuyla ayakta bekliyordum. Zorunda kalırsam onu camdan bile atabilirdim. “Evime CAMDAN girdiğine göre söyleyeceklerin var!” Dedim kollarımı bağlayıp. Işığı açmadığım için karanlıkta birbirimizi görmemiz zordu, yalnızca onun koltukta oturan, varla yok arasındaki bedenini görüyordum.
“Akıllı kız.”
Göz devirdim, bu imasına.
“Kapıdan girseydim daha mı iyi olacaktı, Aslı?” Dedi.
“Evet daha iyi olacaktı. Burası senin malikanene benzemez. Bu sitede oturan herkes birbirini tanır, sever sayar, korur, kollar.”
Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. “Malikane mi? Orası çiftlik.” Dedi. Ciddi misin? dercesine ona baktım. “Aynı şey.”
“Değil. Sana burda malikane ve çiftliğin farkını mı öğreteyim yani?”
Kendimi beğenmiş, yapay bir ifadeyle güldüm. “İstemez! Biliyorum zaten aynı şey.”
“Belli oluyor.” Diye mırıldandı.
Ona kafa tutabilmek için her yolu deniyordum. İkisi de aynı şeydi işte!
Aklıma gelen şeyle duraksadım. Başına dikildim, “Bir saniye sen güvenlikli bir siteye nasıl girebildin?” Dedim. “Yeterince güvenlikli değilmiş demek ki.”
“Güvenliklere zarar vermedin değil mi?”
Güldü. “Ahaha, bu kadar paranoya psikolojin için değil.” Kaşlarım çatıldı.
Ben huzursuzca yerimde dahi oturamazken onun bu denli rahat konuşması her saniye sinirlerimi geriyordu.
“Sen merak etme, psikolojime neyin iyi geleceğine ben karar verebilirim.”
“Ben uyarıyım da.” Deyip ellerini teslim olur gibi kaldırdı.
“Evet, seni dinliyorum.” Dedim. Artık sıkılmaya başlıyordum, ailemden gizli yaptığım her iş beni rahatsız ediyordu.
Söyleyeceklerini beklemiyordum, “Neler yaptın, koca bir hafta?” Dediğinde şaşırdım çünkü çok basit bir soru sormuştum. Evime gelmesinin nedeni öldürülen adamdı. Katil bulundu mu bunu söyleyecekti ama o söylememekte öyle ısrarcıydı ki…
Benim fark etmediğimi düşünse de o koca hafta boyunca gittiğim her yere takip ettirmişti. Peşimde birileri olduğu için her an tetikteydim. Okulda, sokakta, arkadaşlarımla, tek başıma…
Anlamamazlıktan geldim. “Klasik.” Omuz silktim. “Okul, kurslar, ev.”
“Ne kursu?” Dedi.
“Sorguda mıyım, memur bey?” dedim, alayla.
“Halini hatrını soruyorum.” dedi kendinden emin şekilde. Ne de güzel hal hatır soruyordu, sorguda gibi!
“Halimi hatrımı soruyorsun?” dedim, öne eğilerek. “Öyle.” Deyip beni süzdü. “Peki. Sor bakalım.”
“Karakola neden gittin?” Dedi. Oturduğum yerde kalakaldım. B…beni yine takip mi ettirmişti? Nasıl? Nasıl anlayamadım? Ama daha önce takip edildiğimi anlamıştım öyleyse şimdi nasıl fark edemedim. Aslı bittin sen! Ne cevap vereceksin?
Sana hesap mı vereceğim?
Bağazım düğümlendi. Ne söyleyebileceğimi özenle seçtim. “Sana açık olacağım.”
Kafasını ‘seni dinliyorum’ anlamında eğdi. “Pekala, dinliyorum.”
“O gün bana verdiğin numaradan yeterli bilgi alamayınca…” diyip sustum.
“Sen de, çareyi karakola gitmekte buldun?” Kafamı salladım. “Ne öğrenebildin?”
Seni.
Aileni.
Örgütünü.
Her Şeyini.
Kocaman bir manyak olduğunu öğrendim. İnsanlara zarar verebilecek kadar soğuk kanlı bir manyak olduğunu, binlerce suç dosyanın olduğunu öğrendim. Söylediğin gibi bir örgüt olduğunu ve bu örgütte binlerce sabıkalı adam yetiştirdiğini öğrendim. Onlarca gazetede çarşaf çarşaf arandığını, para için senin ve ailenin her şeyi yapabileceğini öğrendim.
“Aynı şeyler, hala bir gelişme yok.” Dedim. Duygularımı belle etmemek konusunda iyi değilim ama bundan sonra oldukça ihtiyacım olacaktı. İfadem düz duvardan ibaretti. Söylediklerime ben bile inanmıştım.
“Sen bu-” Dedim. Giriş kapısından tıkırtıları duyunca kulağımı kapıya verdim. Toprak ile göz göze geldik. Saniyeler içinde ayağa kalıp camdan kendini fırlattı!
Beni, öylece bırakıp gittiğinde bedenim boşluğa düştü. Sanki az önce yaşananlar bir hayalden ibaretti. Etrafıma bakındım, sahi az önce o buradaydı. Evime, salonuma kadar girmişti. Üstelik kendi evimde; benden rahat davranmış, binevi beni sorguya çekmişti.
Kafayı yemiş olmalı. Camdan atladığında, “Hey!” Deyip onu tutmaya çalışsam da başarılı olmadım. Camdan baktığımda korkunç bir manzarayla karşılaşmayı beklesem de öyle olmadı. Arabasına binip çoktan gaza yüklenmişti.
Benim, bu işin içinde Toprak’ın olup olmadığını öğrenmem lazım. Eğer Toprak bu işin içindeyse yoluma taş koyacak, belki de beni ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Bu yüzden ona sonsuz güvenemezdim. Diğer ihtimalde ise Toprak bu işin içinde yoktu ve dedesini kurtardığım için bana yardım etmek zorunda hissedecek bende bundan sonuna kadar faydalanacaktım.
Sahi, dedesini sormayı unuttum. Aklımdan binlerce düşünce geçerken, korkudan dedesini sormayı unuttum.
Bir daha nerede karşılaşabilirim?
Verdiği numaraya mesaj atsam döner miydi?
Bu buluşma çabuk olsa iyi olurdu.
“Abla?” Dedi Anıl. Yüzüm beton gibi beyazladı.
“Efendim?” Çantasını kolundan çıkarıp açık cama yöneldi. “Ne yapıyorsun burada? Cam da açık, içerisi buz gibi olmuş, üşümüşsündür.” dedi merakla.
Elimdeki ilaç kutusunu gösterdim. “İlaç almaya geldim.” Şüpheyle beni süzdü. “Odanda da vardı?” Dedi.
Silkelenip kendime geldim. Böyle giderse pat diye her şeyi ortaya dökeceğim. “Orada kalmamış.” deyiverdim. Anıl, anladım dercesine kafasını saladı. Odama gitmek için kapıya yöneldim. “Abla.”
“Efendim, Anıl.” Ona döndüm.
“İyi misin? Bir garip gibisin?” O kadar fark ediliyor muydu korkakça davranışlarım!
“İyiyim, neden iyi olmayayım?” Omuzlarımı silktim. “Gayet iyiyim, sen nasılsın?” Dedim şüphesi azalması adına.”
Kaşları çatıldı, kafasını yana yatırıp yüzümü inceledi. Ah Aslı! Kaş yapayım derken göz çıkarıyorsun. “İyiyim… iyiyim.” Deyip kafasını salladı. “Pekala.” Deyip hızla arkamı dönüp yürüyecektim ki aklıma gelenle duraksadım. “Aç mısın?” Dedim.
“Açım.” Deyip alık alık yüzüme baktı.
“İyi, ocağın üstünde yemek var. Git ye.” Dedim. Ne ben mi yedireyim?
“Neyse, buz gibi olmuştur şimdi.” Diyip yürümeye başladı. Zamanında yemeğin altını ısıtmayı öğrenseydin diyemedim.
Duraksadım.
Benim bu iyi niyetim ne olacaktı? “Bekle başımın belası, bekle.” Deyip onu durdurdum. Heyecanla yüzüme baktı. “Git ellerini yıka, kıyafetlerini de çıkar,” parmağımı onu tehdit edercesine salladım. “Ve kirli sepetine at! Sonra da mutfağa gel.” Dedim.
Anıl’ı bildim bileli dağınık bir çocuktu ayrıca huysuz ve inatçıydı da. Bu özellikleri sebebiyle benden oldukça uzaktı çünkü onun aksine ben tam tersi özelliklerdeydim. Hareketlerime dikkat eder nerede nasıl davranacağımı iyi bilirdim.
Aslında bu özelliğimi aileme borçluyum. Onlar sayesinde hayata uyum gösterebilme yeteneği edinebilmiştim. Onların beni yetiştirme tarzı, Anıl’ınkinden oldukça farklıydı.
Bir dergide okumuştum, küçük kardeşler, büyüklerden daha rahat yetiştirilirmiş. Gerçekten doğruydu.
Bende her zaman Anıl’ı koruma içgüdüsü vardı. Elbette onda da beni koruma güdüsü vardır ancak ablalar da daha baskın olurmuş.
Etrafta, sanki hala onun kokusu vardı. Gecenin bir yarısı evime girmiş ve bu çok normalmişcesine benimle alay etmişti.
Sorduğu sorular karşısında elim kolum bağlanmıştı. Birine yalan söyleyebilme kitabımda yazmıyorken şimdi kitabın ilk kuralıydı; hayatta kalmak için yalan söylemelisin.
Hayatta kalmak için yalan söylemek…
Yalanla dost olmak, bir nevi şeytanla dost olmak değil de nedir?
Sanki her şeyin sorumlusu bendim.
Bütün bu olanların sebebi benmişim gibi hissetmek özsaygıma ihanetten başka bir şey değildi.
Yaşananlara alışmaktan başka ne gelir elden?
Alışmak…
Kollarımı bedenime sardım. Şu sıralar karmaşık duygular tüylerimi ürpertiyordu.
Ya da soğuk…
Üşüyen kollarımı biraz olsun ısıtmayı umdum. Soğuklar hızla kapıya dayanıyordu. Yaz ne kadar hızlı bitmişti. Ömür gittikçe kısalıyor derlerdi de inanmazdım.
Yaş aldıkça eski insanların söyledikleri daha mantıklı hale geliyordu.
Isınan tencereleri ocaktan alıp tezgahın üstüne yerleştirdim. Mutfak dolabından iki tabak alıp yemek doldurdum. Masaya tabakları yerleştirirken Anıl’ın seslenmesini işittim.
“Abla!”
“Noldu?” dedim merakla. Elimdeki tabağı masaya bırakıp mutfak kapısından kafamı uzattım. “Bir baksana buraya.” Dedi. Mutfaktan çıkıp odasına ilerledim ama odasının değil salonun ışığı yanıyordu bu yüzden yönümü salona çevirdim.
“Efendim?” deyip kapıda duraksadım. Anıl, elinde parlak metal bir şey sallıyordu. “Bu ne?” dedi merakla. Üstüne mavi pijama takımını geçirmişti.
O ne?
Valla ben de bilmiyorum, Anıl.
Elinde salladığı şeyden metalik sesler geliyordu. Işığın altında parladığı ne olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Anıl, sinirle yüzünü ovuşturdu. “Abla, sana diyorum. Bu nereden geldi?” Dedi.
“Ne o?” Dedim.
“Saat.” Deyip şüpheyle gözlerini kıstı.
“Ne saati?”
“Ben de sana soruyorum abla, onu.” Elimi kapıdan çekip doğruldum. Saat mi, ne saati? Ben saat falan… Toprak! Tabi ya, o saat Toprak’ın.
Camdan kaçmak isterken yanlışlıkla düşürmüş olmalıydı.
Elindekine baktım. “Ver onu.” Deyip Anıl’a doğru adımladım.
“Kimin bu?” Deyip bana göz kırptı.
“Anıl, ver şunu.” Dedim dişlerimin arasında. Kolunu yukarı kaldırıp ona ulaşmamı engelledi. Kollarımı bağlayıp Anıl’a baktım. “Anıl, ağzımı bozmak istemiyorum kardeşim. Ver şu elindekini.”
“Sen eve erkek mi aldın yoksa?” Deyip şaşkınlıkla suratıma baktı.
“Sabrımın sonuna geliyorum artık. Ne eve erkek alması? Cansu’nun o saat.” Dedim. Yalancı Aslı.
Daha ne kadar yalan söyleyeceksin?
“Ceren bize mi geldi?” Dedi.
Hayır.
“Evet, biraz ders çalıştık. Malum sınav yaklaşıyor, senin aksine bizim bir hedefimiz var.” En azından Cansu’nun vardı.
“Yalancı, Ceren ne zamandan beri erkek saati kullanıyor?” dedi şüpheyle.
Bugün ne kadar çok sorguya çekilmiştim böyle. Bıkkınca ofladım. “Ne biliyim Anıl? Yarın okulda sorarsın senin mi diye?”
“Sen merak etmedin yani?” deyip tekli koltuğa oturdu.
“Niye merak edeyim ki? Farketmedim bile.” Diye yalan söyledim.
Elindeki saati inceledi. “Rolex yazıyor içinde.” Deyip dudağını büktü.
Saatin içine bakmam için bana uzattı. İçi parlak asker yeşiliyken dışı parlak griydi. Lüx bir markaya benziyor, ben pahalıyım diye bağırıyordu. Gerçi onun, saatinin marka olması çokta şaşırtıcı değildi.
Kafamı salladım. Saati göz hizasında kaldırıp incelemeye başladı. “Ulan, çakması bu kadar güzelse orjinali nasıldır acaba?” deyip kendi kendine hayallere daldı.
‘Orjinal zaten’ diyemedim.
Diyemezdim de zaten.
“Yemeği masaya koydum, gel hadi.” dedim ama bakışlarım elindeki saatteydi. Onu almam lazımdı. “Saati ver.” Dedim.
“Yarın ben versem, olur mu?”
“Olmaz.” deyip eline uzandım. Saati kaptığım gibi eşofmanın cebine koydum. “Yedim sanki.” dedi sitemle. “Anıl, yapma şöyle. Emanet biliyorsun, kız düşürmüş ayrıca kayıp olursa ne olacak?” dedim ayağa kalkıp yürürken.
“Aldığı yerden yenisini alırım, ne olacak.” Yenisini alamazsın, Anıl’cığım.
Çünkü bu saatin parası, evimizi bir yıl boyunca geçindirebilirdi.
Hayat şartları oldukça acımasızdı.
Tamam bizim de maddi durumumuz kötü olmasa da malikane alacak kadar da iyi değildi.
“Hadi, seni bekliyorum!” diye mutfaktan bağırdım.
“Ne yemeği var?” deyip masaya baktı. Gördüklerinden pek memnun olmasa da yemek zorundaydı zira aç kalmak istiyorsa o başka. “Ohoo!” diye sitemde bulundu. “Kendileri yemeğe çıkısın, bize de bu babaanne yemeklerini bıraksınlar. Ne ala memleket yahu.”
“Küçük değilsin artık. Çocuk gibi ağlayacağına otur yemeğini ye.” Dedim. Cam kenarının önünde bulunan en baş köşeye oturup ellerimi birleştirdim. “Banane, ben de onlarla gitmek istiyorum.” Göz devirdim. “Eve girseydin de gitseydin o zaman, kardeşim.” dedim bıkkınca. Eve girdiği yoktu bir de karşıma geçmiş bana sitem ediyordu. Anne, babama bile bu kadar nazlanamıyor.
“Aslı, ben bunları yemek istemiyorum.” dedi. Tabağımdan bakışlarımı kaldırıp ona baktım. Kaşığı ona fırlatırcasına uzatıp konuştum. “Abla!” Dedim dişlerimin arasında.
Kaç kere daha söyleyeceğim?
Anıl, dediğini düzeltti. “Abla, ben bunu yemek istemiyorum.” deyip burun kırıştırdı. “Ne yapayım? Evde bunlar var, bir güncük idare et.” Dedim.
Banyo da yaptığım için saçlarım kurudukça uyku bastırıyordu. Anıl, koltuğa oturup kaşığını önündeki kaseye daldırdı. “Hayır yani, dışarıdan sipariş versem bu saatte her yer kapalıdır da.” diye kendi kendine söylendi.
Derin nefes aldım. Cam mı açık kaldı, neden bu kokuyu alıyordum? “Anıl, garip bir koku alıyor musun?” diye sordum.
Anlamaz gözlerle bana baktı. Etrafı kokladı, “yanık gibi mi? Çünkü ocaktaki tencerenin altı açık.” deyip ocağı işaret etti.
Ofladım. “Kahretsin ya. Gözümün önündekini nasıl unuttum?” deyip ocağın altını kapattım.
“Bir şey olmaz abla ya, ne olacak?” diye beni teselli etmeye çalıştı, Anıl.
Camları açıp içerideki kokunun çıkmadını umdum. “Bugün çok çalışmış olmalısın.” Cevap vermeyip masaya odaklandım.
Bugün hiç çalışmadım Anıl.
Dün, bugün hatta yarın…
Adımlarım kendinden emin, bastığım yeri inletircesine geçip gidiyordum. Arkama dahi bakma gereği duymadan ilerledim, geride bıraktığım her parçamda ruhumdan bir parça eksiliyordu. Uzun koridorda gideceğim yeri iyi biliyordum.
Kalbim hızla atıyordu. Adımlarım hedefe ulaşma arzusuyla yanıyor, volkan gibi kaynıyordum. Muhtemel sonda beni bekleyen parlak ışığa ilerledim.
Gözlerim, ışığın parıltısından dolayı kamaşıyordu. Ellerimi ışıga siper edip bilinmezlikte yürümeye devam ettim. Işığa ilerledikçe sanki zaman daralıyordu. Zaman, kırılıyor bedenim zamanın çekimi altına giriyordu. Parlayan ışık, beni kendine çekse de yaklaştıkça bedenimde korku da artıyordu.
Kulaklarım çınlamaya başladı.
Yaklaştım…
Yaklaştım..
Sonunda elimi ışığa uzatıp bu sonsuz boşluktan çıktım. Ağzım hayretle açıldı.
Burası… neresiydi böyle? Cennete mi düştüm yoksa? Ağaçlar, kuşlar, karşımdaki berrak akar su… Masaldan fırlamışcasına bir heyecan hissettim.
Binlerce güzellik vardı burada ancak keyfini çıkarmak uzun sürmedi.”Yardım edin!” Etrafıma bakındım. Ağaçların arasından boğuk çığlık sesleri durdum. Bedenimde az önceki huzurlu halimden eser yoktu. Yalnızca çığlık sesine odaklanmış etrafımdaki binbir doğa harikasını bir anda unutuvermiştim.
Burada tek başıma mıydım, kimden yardım isteyebilirim ki? Rüzgarın uğultusu kulaklarıma doluyor esen yelden dolayı kavak ağaçları sallanıyordu. Yere dökülen ağaç yaprakları bir baharın daha sonlandığının habercisiydi. “Kim var orada?” Tedirgince adımladım.
Yağmur bulutları yükseliyordu. Ama… az önce güneşliydi. Sanki her adım attığımda hava biraz daha kararıyordu.
Büsbütün korkuya düşüyor, fark etmeden soğuk terler döküyordum. “Kim var dedim!”
“Yardım et!” Ağaçların arasından gelen çığlık sesleri yüzünden kargalar kaçmayı tercih etmişlerdi. Adamın bağırmaları artarken ben de hızımı arttırdım. Gözlerim, onu görebilmenin umuduyla yanıp tutuşuyordu. “Neredesin?” Diye bagırdım.
Ama… sessiz olmam gerekiyordu yoksa kötü şeyler olabilirdi. Varlığım anlaşılırsa bana zarar vermeye kalkışabilirdi.
İstemeyeceğim şeyler…
Korkum, kendini yeniden açığa çıkarmanın sevinciyle bedenimi ele geçiriyordu. İçimden kendime telkinler versem de bu koca ormanda yalnız başımaydım. Kendime bile yardım edemeyebilirken o’na nasıl edeceğim?
Yerden elim kadar büyüklükte bir kaya parçası aldım. “Lütfen… zarar verme bana!”
Kalakaldım. “Yalvarırım, dokunma bana.”
Bu adam…
o’ydu… ölen adam.
Ben, nasıl?
Gözlerimi ovaladım. Bu… bu yaşananlar gerçek olamaz.
Aynı derinlikte bakan gözler.
Bu gözleri asla unutamıyorum, ömrümün sonuna kadar unutamayacaktım da.
İyi de maskeli adam, neredeydi?
Ölmemiş… Kolları arkasından bağlı, yere diz çöktürülmüştü. Yanına gitmek istedim ama duraksadım.
Ya izleniyorsam? Deli saçması. Ona baktım.
Beni hala fark edememişti. Etrafa attığı umutsuz bakışları yüreğimi dağlıyordu. Ona doğru yürümek istedim. Ne olursa olsun, kimseden korkum yok!
Yalancı.
İliklerine kadar korkuyorsun!
Yüzüme su damlası düşünce kafamı refleks olarak gökyüzüne kaldırdım. Yağmur yağmaya başladığına inanamıyorum…
Düşen yağmur damlalarının yere çarpmasıyla orman şaha kalkıyor adeta, yer yerinden oynuyordu.
Esen rüzgarla beraber saçlarım oraya buraya savruluyordu.
Ne duruyorsun, Aslı?
Gitsene yanına, kurtarsana onu.
Bu bekleyiş neden? Titreyen parmaklarım göğsüme kapandı. Kriz başlamamalıydı.
Onu oradan çekip kurtarmam gerekiyordu.
İleri atıldığımda arkamda hissettiğim bedenle duraksadım.
“Korkuyorsun.” İrkildim. O burada ne arıyordu? Fısıltılı konuşması kaskatı kesilmeme sebep oldu. Kokusu burnuma dolup ciğerlerimi sızlattı. Onun kokusu muydu yoksa yağmurdan dolayı mı böyleydi? Bir süre arkamda kaldı. Ne o hareket etti ne de ben.
“Kimse yok mu?” diye bağıran adama baktım. ‘Var!’ diye öne atıldığımda beni kolumdan yakaladı.
Tam o anda göz göze geldik. Karanlık kuyusuna beni davet etti.
Daveti bana o kadar tatlı geliyordu ki, gözlerim kapanmak istiyordu. Ben buraya nasıl gelebilmiştim?
Neresiydi burası?
Saçlarım yağmur yüzünden sırılsıklam olmuş öndeki tutamlar yüzüme yapışmıştı. Yağmur şiddetini arttırıyordu. “Gitme!” diyerek beni kendine çekti. Kolumu ondan kurtarmak için kendime çektim ama nafileydi. Bırakmamakta kararlıydı. Böyle yaptıkça canım acıyordu ama bunu ona belli etmek istemedim.
“Kolumu bırak!” dedim emreder gibi.
Tısladı, “Gitmeyeceksin!” dedi, benim gibi konuşarak.
Bir yardım çığlığı koptu. “Nolur bana yardım edin. Kimse yok mu?” diye bağırdı.
Gözlerim doldu.
Kolumu neden bırakmıyorsun, Toprak. Derdin ne?
Beni yeniden engellemesine izin veremezdim. Kolumu çekiştirdim. “Bırak…” sıkı sıkı tuttu. “Bırak dediysem bırakacaksın!” Dedim. Uyguladığım kuvvetten hiç etkilenmemişti. Öylece durmuş beni izliyordu. Kaşlarım çatıldı, “Çek elini diyorum, onun kurtarmam lazım.” dedim sır vericesine.
“Onu kurtaramazsın.” Dedi tok sesle. Yağmur giderek arttığı için söylediklerinin bir kışmını anlamamıştım. “Yapabilirim.” dedim.
Dern nefes aldım, “Bana ihtiyacı var.” deyince beni kendine çekti.
“Sana ihtiyacı yok.” Dedi hala aynı sakinlikte.
Böyle yapmaya devam ederse elimden bir kaza çıkacaktı. Beni bırakmamaya kararlıydı ama ben de kolumh bırakması için kararlıydım.
Hem yanımda Toprak varken onu kurtarmam daha kolay olurdu.
Silahı var mı diye Toprak’ın beline sarıldım. Bu hareketim onu kaskatı kestirmeye sebep olurken elimle belinin çevresini yokladım.
Kemerine dokundum ama silah yoktu sanki.
Kolumu da bırakmamıştı, sanırım gideceğimden korkuyordu.
Doğru da düşünüyordu.
O gece korkumdan gidememiştim ama şimdi elimdeki fırsatı tepemem, korkumu umursamıyorum çünkü o hayatın kurtulması gerektiğini biliyorum. Beni anlamıyorsun, Toprak. “Beni anlamıyorsun!” deyip onu göğsünden ittirdim. Gök gürlemeye, şimşekler ardı ardına çarpmaya başladı. Saklandığım ağacın arkasından çıkıp hedefime koşmaya başladım.
Ayağımın altında hışırdayan yaprak seslerini duyup kafasını geldiğim yöne çevirdi.
Geldiğimi anlamışcasına dudakları kıvrıldı. Kurtuluşun gülümsemesiydi bu.
Sararan göz çevresi, yakında hastalık geçirip geçirmediğine ittirdi beni.
Bir anda maskeli adam yanında belirdi. Kalbim hızla atmaya başladığında arkamda koşturan ve beni yakalamaya çalışan Toprak, sırtımdan bnei yakalayım havaya kaldırdı.
Kolları arasında küçücük kalmıştım.
Beni göğsünün arasına, oyuncak bebek misali sıkıştırdı. Sırtım onun göğsüne değiyordu. Nefes alışverişini sırtımda hissediyordum. Gözüm bir anlığına olanları algılamada zorlandı.
Maskeli adam, belinden silahı çıkardı. Namluyu adamın kafasına dayarken kalp atışlarım hızlandı. “Dur!” deyip yerimde debelendim. Elimi, sanki durdurabilecekmişim gibi oraya uzattım.
Beni neden duymuyordu? “Yapma!” çığlığım ormanda yankılandı. “Seni duyamaz.” dedi fısıltıyla. Onu umursamadım. “Yapma!”
Bana baktı. “Buradayım, sana hiç bir şey yapamaz.” dedim ama duyduğundan pek emin değildim. Sesim onlarca çığlığa dayamamamış ve kısılmıştı. Gözlerinde umut ışığıyla kurtarılmayı bekliyordu. İçimi okumuşcasına,“Seni göremez.” dedi.
Kafamı salladım.
“Yalan söylüyorsun, sana inanmıyorum. Sen hayatımda tanıdığım en kötü insansın, senden ölesiye nefret ediyorum.” Yalan söylüyordu çünkü beni, bizi görüyordu. Göremese neden bana umut dilercesine baksın?
Toprak’ın bedeni kasıldı, ilk defa bu kadar nefret cümlesini bir arada duymak onu kızdırsa gerek. Yine de umursamadım.
Gözlerimden akan yaşlara aldırmadan maskeli adama bakıyordum.
Her şey… O gece gibi, yerdeki adamla konuşuyordu. Bu mesafeden ne konuştuklarını duyamıyordum, yaklaşmam gerekiyordu. Toprak, ne yapmamı bekliyordu anlamıyorum? Kaya gibi kollarını belime belime dolamıştı, başım boyun girintisinde hizalanmış ellerimi koyacak yer bulamamanın azizliğiyle koluna tutunmuştum. Ne yapmalıyım? Ayaklarına mı kapanmalıyım?
Asla. “Onu ö…öldürecek!” dedim.
Engelleyememenin sebebi Toprak’tı. Beni bırakmalıydı. “Beni bırakmazsan, onu öldürecek.” Sabrım taşıyordu.
“Lütfen bıra…” silah sesi.
“Bırak!” Koluna vurdum. “Bırak!”
Ani kalp atışlarıyla gözlerimi açtım. Nefes nefese gözümden akan yaşı sildim. Etrafıma bakındım, elimi terden ıslanan saçlarıma geçirdim. “Sikeyim!” dedim.
Bu nasıl bir kabus, ne kadar gerçekçiydi öyle?
Her şeyi çok net hissetmiştim. Dokunuşum, çığlıklarım, orman, o gözler… Hala etkisi, bedenim üstünde egemendi.
Saçlarımı karıştırıp yatağımda oturur pozisyona geldim. Her seferinde Toprak’a laf anlatmaktan çok sıkıldım. Rüyalarımda bile beni anlamamak direniyor, isteklerime karşı çıkıyordu. Onun kadar küstah birisini hayatım boyunca tanımadım, mümkünse tanımayayım çünkü onun gibi biriyle asla uğraşılanaz
Yatağımın yanında ki komidine uzandım, ışığı yakıp telefonu elime aldım. Ekranı açtım ve saate baktım, 04.32’yi gösteriyordu.
Boğazımda bir yumru vardı. Bu yüzden yutkunarak bunun geçmesini bekledim.
Duygulandığımda yada ağlamaya yakın olduğum zaman hep böyle olur, yutkunarak bunun geçmesini beklerdim. “Bu neydi şimdi?” Sırtımı, yatağın başlığına yasladım. İstemsizce boğazıma dokundum. Kabus, o kadar gerçekçiydi ki boğazım acıyordu.
Ofladım. Gözlerimi tavana dikip gördüğüm kabusun gerçekliğini düşündüm. Bu kabus kesinlikle gerçekti bunun başka açıklaması olamaz. Hislerim nasıl bu kadar keskindi? Sanki gerçek… gerçek dünyadaydım.
Geriye yaslanmış şekilde kafamı iki yana salladım. Sırtım yanmaya başladı. Utançtan yanaklarıma kanlar hücüm etti. Dokunuşu sahte olamayacak kadar gerçekti.
Peki ya, koku?
Toprak’ın kokusunu almam zihnimin bana bir oyunu olmalıydı.
Bu kabusu görmemin bir sebebi olmalıydı. Haberci bir rüya olabilir miydi? Gecenin bir yarısı rüyama kadar geldiğine göre bu işin peşini bırakmamı istemiyordu. Merak etme, mezarında rahat uyuyacaksın.
Peki ya adam, kötü biriyse Aslı? O zaman ne yapmayı planlıyorsun? Bütün sorunların çözümü olan o aklında bunun da bir çözümü var mı?
Sus.
Kes sesini.
Elimi kafama bastırıp zihnimden içime akan kara düşünce havuzunu durdurmayı istedim çünkü durmazsa kirlenecektim.
Üstümden yorganı kaldırıp bacaklarımı yatağımdan aşağı sarkıttım. Terliklerimi giyip masama oturdum. Bilgisayar ekranımı açıp hep yaptığım gibi gizlediğim dosyalara girdim. Dosyaları açarken bir yandan da bacağımla ritim tutuyordum.
Elimi farede gezdirip ihtiyacım olan videolara tıkladım.
İki adam, karanlıkta kutuları taşıyordu. Kayıt, onlar işlerini yaparken başlatılmıştı yani bu kayıt başladığında adamlar işlerini yapmaya çoktan başlamışlar.
Ne taşıdıklar belli olmasa da kamyona yükleme biçimlerinden iyi şeyler olmadığını söyleyebilirdim. Kamyonun arkasına saklıyorlar, üstüne örtü kapatıyor devamında ise başka kutularla alt kısma yerleştirdikleri sandıkları saklamaya çalışıyorlardı.
Elimde bunun gibi illegal onlarca görüntü vardı.
Bazı videolarda paketlerin içerikleri belli olsa da çoğunda paketler iyice sarılmıştı.
Birkaç video da Toprak ve Gürkan’a ait görüntüler de yer alıyordu. Onların haricinde onlarca adamın görüntüsünü de vardı. Her birinin yüzleri açık açık ortadaydı ama benim anlamlandıramadığım bu videolar neden çekilmişti? Hadi çekildi diyelim, Toprak, neden telefon gibi basit bir icatta bulunduruyordu ki? Yakalandığında ilk baktıkları şeylerin başında telefon geliyordu. Mouse'u oynatıp diğer görüntüye geldim. Bu videoda yalnızca Gürkan yer alıyordu. Her videoda olduğu gibi bu videoda da büyük kutular taşınıyordu. Gürkan, ellerini pantolonunun cebine sokmuştu. Videoya arkası dönüktü.
Bu videoyu çeken kişinin amatör olduğu belli oluyordu çünkü videoyu çekerken sürekli yön değiştiriyor, ekran titreyip görüntü kayıyordu. Gürkan, nakliyecilere seslendi, “Hop! Kardeşim, yavaş olun biraz. Onu öyle atarsanız bozuşuruz.” Dedi.
Videoyu çeken kişi, Gürkan’a seslendi. “Abi, başlattım.” dediğinde Gürkan, kameraya döndü.
“Oğlum söylesene hazırlanayım.” dedi. “Pardon abi.” dediğinde adam, Gürkan konuştu.
“Neyse,” dedi ve kameraya yaklaştı.
“Patron, buralar bende. Temizliğini yapıp geliyoruz,” eliyle etrafı gösterdi. “Şuraları da çek, görsün abim.” deyip kamerayı eline aldı.
Etrafında dönüp deponun içini gösterdi. Herkes elindeki kutuları kamyonlara yüklüyordu.
Sanki… daha önce yapmaları gerekenler planlanmıştı.
Ekranı yana kaydırdım. Karşımda Toprak vardı. Yanında kimin olduğunu bilmediğim bir adam vardı. İkisi omuz omuza gülerek çekmişlerdi. Arkalarındaki manzara bana çok tanıdık geldi. Burası çiftliğe ait olmalıydı, neresi tam kestiremesem de anlayabilmiştim.
Yana kaydırdım bir videoya denk geldim. Adamlar bu sefer kutu değil koltuk yüklemesi yapıyorlardı.Koltukların eskiden çok popüler olduğu dikkatimi çekti. Toprak, koltuk ticareti yapıyor olabilir miydi? Bu video hangi amaçla çekilmiş olabilirdi ki?
Elimi klavyeden çekip çeneme yasladım. Zaten yüz kere izlediğim bu videoyu yeniden başa sardım. Gözden kaçırdığım ne olabilirdi? Bir yandan uyku bastırdığı için esnedim. Derin nefes alıp gözlerimi kapattım. Çok düşünüyor olabilir miydim? Belki de sıradan videolardı, bunlar.
Sıradaki videoya geçtim. Peki, bunu nasıl açıklayacaksın Aslı? Bu video da mı öylesine çekilmişti? Video, adamlardan birinin yüzüyle başlıyordu. Adam, kamerayı düzenleyip yana kaydı. Bunu izlediğim her anda ağzım açık kalıyordu. Adam, yana kaydığında başka biri ekranda beliriyordu ancak bu adam ayaktaki kadar şanslı değildi. Odanın ortasına koyulan bir sandalyeye oturtulup kafasına çuval geçirilmişti. Elleri ve ayakları bağlı olduğu için hareket etmesi de imkansıza yakındı. “Toprak abi, emanetin bende.” Deyip kameraya garip bir selam verdi.
Kafasında çuval olan adam bağırmaya başladı. “Yardım edin!” kaçabilecekmiş gibi sandalyeyi ileri geri oynattı. Sandalye üstündeki adam her hareket ettiğinde eski olduğunu belli eden sesler çıkarıyordu. “Sus lan, karı gibi bağırma!” deyip adamın yüzüne yumruğunu geçirdiğinde, videonun kaydı burada kesilmişti.
Kim bilir daha nasıl işkenceler olacaktı, düşünmek bile istemedim.
Şu sıralar çok düşünüyor olabilirim. Gözlerim dalıyor, aklım karışıyor olabilir. Konuştuğum konudan bir anda başka bir konuya atlıyor olabilirim. Bazen fazla sessiz kalıp içimde beni kemiren düşüncelerle güreşiyor da olabilirim. Hayatımın her gününün yeni bir sefer, yeni bir başlangıç olduğunu düşünebiliyim. Gemi, limandan kalkmadan önce yapılan kontroller gibi eksik kalan yanımın eksik parçalarımın olduğunu ama o limandan kalkış yapılmazsa varılacak rotadan da mahrum kalacaklarını düşünebilirim.
Karanlıktan artık eskisi kadar korkmadığımı söylesem de yalnız kaldığımda yalanımı açığa çıkarabilirim.
Her adımımda değişirken beni tanıyanlara değişmediğimi de söyleyebilirim ama sana bunları hissettirmem.
Çünkü hissedersen, güçlü olmaktan artık vazgeçmiş olurum.
Videolar değiştikçe depolar da değişiyordu. Her videoda başka bir yer vardı. Hepsinin ortak noktasında eski olması dikkatimi çekti. Böyle işlerde sanırım el-ayak çekilmiş yerler kullanılıyordu. Bilgisayarın ekranına yaklaştım. Elimde yaklaşık on iki video bulunuyordu ve her bir videoda başka detaylar ön plandaydı. Kiminde tırlara bir şeyler yükleniyor kiminde tomarla para vardı kimindeyse kaçırılan adamlar. Bu videolar görünen yüzleriydi, görünmeyen yüzleri nasıldı? Dışarıya gösterdikleri yüz bambaşkaydı. Arama motoruna giriş yaptım. Alabayoğulları diye arattığımda karşıma dedesinin fotoğrafı düştü. Yanında eşi olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı. Kadın adamdan genç duruyordu ancak yaşlarının birbirine yakın olduğu da aşikardı.
Alttaki haberler baktım. Alabayoğulları’nın müthiş daveti…İşte haberin detayları.
Altta yalnızca buna benzer haberler vardı.
İsimleri kirli bir olaya karışmış olacağını düşündüğm için biraz daha aşağı kaydırdım.
Alabayoğulları’nın mutlu günü…
Alabayoğulları’ın yatırımları…
Alabayoğulları tarihçesi… Soyisimlerini iyi koruyorlardı. İsimlerinin kirlenmemesi için çok çalışmış olmalılar yoksa bu gibi aileler onlarca vukuatta bulunurdu ama bu aile yaptığı şeylere rağmen hala ülkenin en iyisi konumundaydı.
Alabayoğulları aile albümü, yazan linke tıkladım. En baştaki fotoğrafta dedesini vardı. Yanındaki kutucukta eşi olduğunu düşündüğüm hanımefendinin fotoğrafı vardı. Kutucuğun altında isimleride yazıyordu Halis Alabayoğulları ve Seren Alabayoğulları. Resimlerin altında çoçuklarının isimleri yazıyordu; Cumali Alabayoğulları, Nadir Alabayoğlları, Sezin Alabayoğulları, Kıraç Alabayoğulları. İlk iki kişinin resmi yoktu, kaşlarım çatılsa da üstünde durmadım. Çiftin üç çocuğu olmuş bunların ikisi erkek iken ortanca olanı kızdı. En büyük ve ortamcanın resmi yoktu, evet ancak sonuncu çocuğun resmi vardı.
Kıraç Alabayoğulları…
Resmin yanında eşinin ismi yazıyordu ancak onun da diğer kardeşler gibi fotoğrafı bulunmuyordu. Yanında eşinin ismi, İdil Alabayoğulları, yazıyordu. Altta bu ikisinden olan çocuklar yer alıyordu. Toprak Alabayoğulları…
Devamı vardı ama sabırsızlıkla ekranı yukarı kaydırdım. Halis Alabayoğulları, demek hayatını kurtardığım adamın ismi buydu. Halis…
Nesin sen Cumali… Kimsin, derdin ne?Dünyayla derdin ne? Yoksa sadece Toprak mı böyleydi? Öfke, Toprak’a mı aitti? Daha fazla bilgisayara bakmaya dayanamayıp ekranı eğdim. Gözlerimi ovuşturup şakaklarıma masaj yaptım. Bu aile ne yapmaya çalışıyor, anlaşılır gibi değil. Görüntüler olmasaydı eğer elimde, ben bile inanırdım bu kadar temiz olduklarına.
Laptopun ekranını kaldırıp amaçsız adamalarıma devam ettim. Döner sandalyemden kalkıp favori koltuğuma ilerleyip oturdum. Koltuğun başlığındaki şalı kollarımın üstüne örttüm. Şala sıkı sıkı sarılıp bir elimle de bilgisayara koydum. Dizlerimin üzerindeki laptopu dikkatle inceledim.
Cumali Alabayoğulları, Nadir Alabayoğlları’nın ilk varisi. Hakkında pek bir bilgi bulunmamaktadır, yazıyordu. Nadir Alabayoğulları,doğum; Warsaw-Poland. Sezin Alabayoğulları, doğum; Copenhagen-Denmark. Bu ikisi hakkında başka hiçbir bilgi yoktu, yada bir şekilde gizlenmişti. Kıraç Alabayoğulları ismine tıkladım. Doğum; 11/03/87, Berlin-wüsthoffstrabe.
Eşi, İdil Sartan Alabayoğulları
Babası Halis Alabayoğlulları’nın en küçük oğlu olmakla bilinen Kıraç Alabayoğulları, İngilterenin en iyi okulu olan Universty of Cambridge’de okuma fırsatı bulmuştur. Mühendislik okuduğu bilinmekle birlikte bu okuldan mezun olamadığı da bilinmektedir. Ala Holding’in yatırım payını yükseltip gelirini %300 kat arttırdığı bilinmekle birlikte yatırımcıları dünyanın önde gelen isimleri olan… Devamını okumadım. Aşağı kaydırdım.
İkinci evliliğini yapan Alabayoğulları’nın varisi, bu mutlu gününde babasının yanında olamadığı bilinmektedir. Halis Alabayoğulları’nın oğlunun evliliğini onay vermediği bu evliliğin istem dışı olduğunu söylediği röportaj için tıklayınız…
Tıkladım.
Alabayoğulları, gündemi skandalla sarsılıyor. Halis Alabayoğulları’nın en küçük varisi, Kıraç Alabayoğulları boşandığı eşinden sonra evlenme kararı aldı.
Aşk evliliği olduğu bilinmekle birlikte Halis Alabayoğulları bu evliliği onaylamıyor. Sarsılan otoritede son kararı Kıraç Alabayoğulları vereceği kesinleşti. Eşine sonsuz aşkla bağlı olduğu bilinen Kıraç Alabayoğulları, bu evlilik bittikten sonra toplumda büyük tepkiyle karşılaştı. Bir zamanlar birbirlerinden ayrılmamak için her yolu deneyen çift son kavgaları sebebiyle ayrılma kararı aldıkları biliniyordu. Dillere destan aşkın ateşinin sönüşünden sonra Kıraç Alabayoğulları tarafından yeniden yakıldı.
Ailede büyük tepkilere neden olan Kıraç Alabayoğulları, Nadir Alabayoğulları tarafından miras reddine kadar ilerlediği bilinmektedir.
İstenmeyen gelin olan İdil Sartan’la geçtiğimiz yıllarda dünya evine girdikleri bilinmektedir. Sartan ailesi, Alabayoğulları ile dünyaevine giren kızları için mutluluklar dilediği de söylenmektedir. Sartan ailesi kızlarına evlilik hediyesi olarak iki yalı diresi ve %20’lik şirket hissesi bıraktığı bilinmektedir.
Haberin detayları için beklemede kalın…
Oğlunu mirasından red etmiş olamaz, hemde şirkette büyük katkıya sebep olmuşken. Gerçi şahit olduklarımdan sonra buna şaşırmış olmakta benim hatamdı sanırım.
Sayfadan çıkıp arama motoruna; Kıraç Alabayoğulları’nın evliliği neden bitti? yazdım. Merak duygum bu aile sayesinde her geçen gün çığ gibi büyüyordu. Kıraç Alabayoğulları, rüya gibi olan ancak biten evliliği karşısında tepkilere sebep oldu. Halk, Belçin Kırça ile neden ayrıldığını merak ediyor. Ayrılık, halk tarafından komplo teorileriyle kulaktan kulağa iletilmeye devam ediyor ancak
öğrenilen bilgilere göre her iki tarafında bu evliliği bitirmek istediği ve anlaşmalı olarak boşandıkları yönünde. Belçin Kırça’nın röportajında kimsenin kimseye kırgınlığı olmadığı arada güçlü bağlarımız, çocuklarımız, olduğu sürece iki tarafta arkadaş kalmaya devam edecektir, dediği öğrenilmişti. Bizler çocuklarımız için aramızdaki bağı koparmamaya yalnızca ara vermeye karar verdik, dedikten yalnızca altı ay sonra Kıraç Alabayoğulları yeni evliliğinin müjdesini vermişti. Bu haber üzerine Belçin Kırça; oğlu Toprak Alabayoğlulları ve kızı, Elif Alabayoğulları ile birlikte yemeğe çıkıp kameralara poz vermişler sorulan soruları ise yanıtsız bırakmayı tercih etmişlerdir. Alabayoğulları’nda skandala imza atan Kıraç Alabayoğlu, ailesi tarafından da tepkiyle karşılandığını söylemiştik. Babasıyla zor anlar yaşarken kameralara yansıyan Alabayoğulları ailesi, baskı sonucunda görüntüleri kaldırtmış olmakla birlikte yayınlanan haber kanalını da satın aldıkları öğrenildi. Düğüne çağırılan Nadir Alabayoğulları, gitmeme kararı aldığı düğünden bir gün önce öğrenildi. İtalya’da yeniden dünyaevine giren Kıraç Alabayoğulları ve İdil Sartan mutluluklarını balayıyla taçlandırdı. Bunun üzerine Nadir Alabayoğulları, oğlu Kıraç Alabayoğulları’nı tüm miras haklarını geri çekti. Aile, skandalla çalkalanırken Ala Holding’in yeni yönetici sahibi, uzun yıllardır yurtdışında yaşamını sürdüren Nadir Alabayoğulları’nın torunu olup Kıraç Alabayoğulları’nın öz oğlu olan Toprak Alabayoğulları olduğu açıklanmıştır.
Erkek değil misiniz? Hepiniz aynısınız. Açık açık yazsaydı keşke kadını aldatıp başka bir kadınla beraber olduğunu. Histerik bir şekilde güldüm. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle? Oğlunu mirastan reddedip, mirasından reddettiği oğlunun çocuğunu holdinge yönetici yapmak, cidden başka türlü nasıl anlatılabilirdi ki? Kafamı bilgisayardan kaldırdım. Etrafıma bakındım, sanki bir şey olmasını bekler gibi. Hava hala aydınlanmamış, karanlıktı. Bir gece daha uzun ve kötü olamazdı. Gözlerim hemen yanımda kalan pencereyi buldu. Karanlık, şehri etkisi altına almıştı. Sokaklar sessiz çığlıklarını atarken sanki herkes kulaklarını tıkıyordu. Çoğu binanın ışıkları sönüktü. Bir anlığına gördüğüm kabusu hatırlayıp tüylerim havaya kalktı. Kafamı iki yana salladım. Omzumdan kayan şalı düzeltip laptopu geriye yaslayıp kaldığım yerden devam ettim. Koyu renkle yazılan yer dikkatimi çekince bilgisayarıma yaklaştım.
Kıraç Alabayoğulları, aşkına yenik düştü. Alabayoğulları’nın en küçük varisi Kıraç Alabayoğulları ve İdil Sartan, mayıs ayında aşlarını basına duyurdu. Şok haberle sarsılan gündem, adeta bomba etkisi etkisi altında kaldı. Sartan ailesi bu birlikteliğe itiraz ettiği bilinmekle birlikte yapılan açıklamalar sonucunda beraberlik doğrulandı. Sabah saatlerinde beraber kahvaltıya giden çifte kumrular kameralarımıza yakalanmıştı. Ala Holding’in yöneticiliğinden istifa etmiş olduğu bilinmektedir. Ayrıca Nadir Alabayoğulları, bu ilişki hakkında açıklama yapmadığı, sessizliğini koruduğu bilinmektedir…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |