![nuperi / ELZEM (MAFYA AŞKI SERİSİ) [Basılacak] / Bölüm 8](https://cdn.kitappad.com/image/user-file/101107/img/foto-1737223091.jpeg)

öncelikle hepinize merhabalar.
uzun zamandan beri bolumu yükleyemiyorum çünkü hem vizelerim var hem de LALİN adlı kitabıma da bölüm yazmakla tüm zamanım gidiyor. Anlayacağınız bu bölümü tamamlayabilmek icin kıc bas dağıta dağıta bitirebildim. Bol bol yorum yapmayi unutmayin. Unutmayin sizlerin varligiyla mutlu olan bir ben varrr. 🥺🥺
Bölüm 8: Büyüleyici hayata ilk adım.
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
( Yahya Kemal Beyatlı)
Belki başka bir hayatta herkes istediği gibi bir yaşantı sürüyordur. Kimse mutsuz değil herkes mutluluğun, iyiliğin peşinden koşuyordur. Karşımda duran devasa şeye odaklanmaya çalıştım. O kadar büyük duruyordu ki hayal ettiğim den bile daha büyüktü.
Aman allahım bu kadar büyük hayal etmemiştim bile!
İçim içime sığmıyor, kalbim duvarlarıma yumruklar atarak oradan çıkmak istercesine gümlüyordu. “Bu inanılmaz bir şey.” dedim.
Güldü. “Öyledir.” Hayran bakışlarımı seyrederken ona döndüğümde konuşmaya devam etti. “Binmek ister misin?” diye sordu yüksek sesle. Zira burada onu duyabilmem pek mümkün değildi. “Evet!” diye bağıdım bende. Bu teklifi reddetmek büyük aptallık olurdu. Çıkan rüzgar sebebiyle saçlarım arkama doğru hızla uçuşuyordu.
“Gözlerime inanamıyorum.” derken ona bakıyordum. Yanımıza yaklaşan ve helikopterden yeni inen pilota baktı. Pilot başını eğerek Toprak’ı selamladı. “Toprak bey, bugün uçuş rotamız oldukça normal efendim.” dedi.
Toprak, “Harika!” dedi dişlerini göstererek gülümserken. “Şaka yapıyorsun sanıyordum.” dedim.
“Yapmıyordum.” derken, pilotun uzattığı kulaklığı kulağına taktı. “Sen demedin mi ‘Beni neden buraya getirdin? diye. Kaçırıyorum işte seni.” Pilot geldiğimiz yoldan geri giderken şaşkınlıkla ona döndüm. “Saçmalama şaka yapmıştım.” dedim hayretle ağzım açıldı. Helikoptere binmeme yardım etmek için elimi avucunun arasına aldı. Elim avcunun arasında küçücük kalmış hapsolmuştu.
Bunu niye yapıyordu?
Belki de bana acıdığındandır sonuçta ona en büyük sırrımı, korkumdan bahsetmiştim ancak ona alışmamayı umdum. Bu ne kadar imkansız gibi görünse de, onun gibi birine alışmamak elde değildi.
“S…sen bunu kullanmayı biliyor musun?” dedim. Helikopterin kanatları döndükçe sese katlanmak zorlaşıyordu. Bana dönüp göz kırptı. “Merak etme ölmeyeceksin.” Bedenim ürperdi, ağzından ölüm kelimesini duymak yüzümü soldurmuştu.
Önüne dönüp bir kaç tuşa bastı. Birazdan ayaklarım yerden kesilecek ve ben bütün insanlığa yukarıdan mı bakacağım?
Aklım almıyor, resmen özel bir uçakla neredeyse tek başıma uçacaktım. Neredeyse diyorum çünkü Toprak, helikopteri kullanacağı için tek başıma bütün manzaranın tadını çıkaracaktım. Aklıma gelen ilk şey Grinin Elli Tonu’ndaki Grey’in helikopter sahnesi olmuştu. Bu kadar büyüleyici bir an olduğu yaşamadan anlaşılamıyormuş. Umarım benim aklıma gelen onun da aklına gelmemişti. Yan yan çaktırmadan onu keserken üstündeki gözlerden hiçte rahatsız gibi durmuyordu aksine izlenilmeyi, beğenilmeyi seviyordu. Bunu iyi anlmıştım.
Dışardan ne kadar sert dursa da özünde öyle değildi. Bunu nasıl anladım bilmiyorum ama hislerim beni böyle yönlendiriyordu.
Kemere, sıkı sıkı onun yardımıyla bağlanmış uslu bir çocuk gibi birazdan olacakları seyrediyordum. Daha kalkış yapmadan bile manzara çok güzeldi. Aklıma gelen düşünceyle bir kaç saniye duraksadım. Çantam…
Çantam, neredeydi?
En son Toprak tarafından kaçırıldığımda sırtımdaydı. Toprak’a sormak en iyi fikirdi, o bilirdi nerede olduğunu. “Toprak!” diye bağırdım. “Çantam nerede? İçinden almam gereken önemli eşyalarım vardı.” dedim. Telefon gibi. Bu anı ölümsüzleştirebilecek tek araç oydu. Eliyle arkayı işaret etti. Dönüp baktım. Ee kimse yoktu. Ona döndüm. Sırıtarak bana bakıyordu. Kaşlarım çatıldı.
“Niye gülüyorsun ya?” dedim mızmızca. Ben de ona ayak uydurup gülümsemeye başlamıştım istemsizce. Önümde duran kulaklığı kafama geçirip sabitleyip bana baktı. “Çantan odada kaldı sakin ol, geri döndüğünde alabilirsin.” dedi. Sesi çok net duymuştum. Kulaklık sayesinde helikopterin kanat sesleri gitmiş Toprak’ın konuşma seslerini duyabilmiştim. Sakince kafamı salladım. Şansıma küsecektim artık.
Şimdi bu anı kime anlatsam inanmayacaktı. Yalnızca o ve ben…
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum beni duyduğunu bilerek rahatça.
“Gidince göreceksin.” dedi. Helikopter kalkışa geçerken bacaklarım hatta tüm bedenim kasılmıştı. İlk defa böyle bir alete biniyordum ve oldukça korkutucuydu. Benim aksime Toprak’ın ilk seferi olmadığı her halinden anlaşılıyordu. Rahat tavrı beni de sakinleştiriyor korkacak bir şey olmadığını anlıyordum.
Bazen bakışları bana değiyor hareketlerimi kontrol ediyor sırıtıp önüne, yaptığı işe geri dönüyordu. Yavaş yavaş havalanmaya başladıkça az önce yürüyerek geçtiğim yerler karınca misali küçülmeye başlamıştı. Cama iyice yaklaşıp yerde neler olduğunu görmeye çalıştı. Hakikaten de her şey küçülmüştü. Sanki şehrin tek hakimi kendim gibi hissediyordum.
Gülerek Ona döndüm. “Toprak!” dedim hayretle. Bana baktı. Gülümsemesi en az benimki kadar büyüktü. “Çok güzel gözüküyor.” dedim ağzım üç karış açılmış şaşkınlıktan mıdır mutluluktan mıdır anlayamamıştım.
“Evet, çok güzel.” dedi bana bakmaya devam ederken. Bakışları yüzümde gezinirken yüzüme hücum etmeyi bekleyen kan utancımdan yanaklarımı saklama isteğimi arttırmıştı. Gözlerimi kırpıştırıp utanarak önüme döndüm. Arka planda resmen Love Me Like You Do çalıyordu. İnanılmaz derecede harika duygular içerisine girip çıkıyor mutluluğu en tepede yaşıyordum.
“Heyy! Toprak, şu kuşlara bakar mısın?” dedim elimle onu tutul sarsarken. “Bizimle beraber geliyorlar.” deyiverdim.
“Her şey çok küçük.” dedim. “İnanamıyorum, manzara enfes görünüyor.” dedim.
Gülmesini işittim oldukça erkeksi ve genizden gelen bir tonda. Şaşırmam ve yersiz mutluluğum onu güldürüyor oluşu komikti yada belki de utanç verici, her neyse. Şimdilik bunu düşünmeyeceğim. Hayatım boyunca kaç kere helikoptere binecektim ki?
Aklıma ikide bir gelip duran Grinin Elli Tonu yüzünden aklım karışıyordu.
Aslı, sen de iyice değiştin kızım. Önceden böyle değildin sen!
Sessizliğimi garip bulmuş olacak ki, “Bir şey mi oldu?” diye sordu merakla.
“Yok bir şey. Aklıma bir şey geldi de, ondan.” dedim.
Kafasını sallarken bir yandan da uçakla ilgileniyordu. Gömleğinin kollarını kıvırmış boynundaki kravatını gevşetmişti. “İyi bir şey değil.” dedi.
“Anlamadım?” diye sordum.
Hemen yanıtladı, “Aklına gelen…pek iyi bir şey değil sanırım, yüzün düştü.”
“Yok…yok. Ondan dolayı değil de…”
“Neyden dolayı?” dedi, sırıtmaya devam ederken. Hangi ara bu kadar samimi olmaya karar vermişsek iyi yapmışız.
“Ne ima etmeye çalışıyorsun?” dedim.
Helikopterde kavga çıkarmaya hiç niyetin yoktu ama böyle yapmaya devam ederse benim de sabrımın sonun gelecektik ama canım, Aaaa!
“Hiçbir şey. Ne ima edebilirim ki?” dedi omuzlarını silkerken. Gözlerimi kısıp yalandan bir sorgulayıcı tavırla onu süzdüm. “Sen iyi değilsin.” dedim gülerken.
“Hey…hey! Seni duyabiliyorum.” dedi yalandan sinirlenerek.
Umursamazca omuz silktim. Duymalıydı zaten.
“Nereye gittiğimizi söylemeyecek misin artık?” diye sorduğumda helikopter yavaş yavaş inişe geçmişti. “Geldik bile.” dedi.
Buradan hiç inmek istemesem de yolculuğun sonuna gelmiştik. Neredeyse elli katlı bir rezidansın en üst katınının çatı katında helikopteri indirmiş uzun soluklu yolculuğumuzun ardından ikimiz de sonunda yere ayak basabilmiştik.
Gün batımı burada büyüleyici gözüküyordu. Şehrin ışıkları ayrı bir hava katmıştı. Resmen ayaklarımın altında küçük bir evren vardı da orayı ben yönetiyordum.
Neredeyse bulutlara dokunabilirmişim gibi hissediyorum. Bu kadar yüksekte olmamıza rağren rüzgar tatlı tatlı tenimi okşuyor beni buraya aşık etmeye çalışıyordu. Bu görüntüler ölene kadar zihnimin en güzel köşesinde yerini koruyacaktı.
Etrafımda, kollarımı sonuna kadar açarak, bir tam tur attım. “Burası gerçek olamayacak kadar harika” dedim.
“Burası mı yoksa helikopter mi? Karar ver.” dedi. Bal rengi gözlerine baktım ve baktığım an orada kalakaldım. Daha önce bu kadar güzel göz görmediğimi söylemiş miydim, yoksa söylememe gerek var mıydı? Bir insan nasıl bu kadar derin bakabilirdi ki gözlerime? İşte o kadar derin bakıyordu. Şimdi anladım ona nasıl baktığımı…
Beklemek, hep burada yan yana kalmak istedim bir süre. Zaman akıp gitti, nesneler yavaşladı. Rüzgar artık ikimiz arasında dans etmeye başlayınca sorusuna cevap vermek yerine kendimi ana kaptırdım. Sorusu aklımdan uçup gitti. Zaten o da bir cevap bekliyor gibi değil de ikisinin de güzel olduğunu söylüyor gibiydi.
“Benimle dans eder misin?” deyince nedense hiç şaşırmayıp gülümsedim. Kafamı yana yatırıp aklından neler geçtiğini merak ettim. Beni taklit edip o da sırıtarak kafasını yana yatırdı ardından elini kaldırıp tutmam için uzattı.
“Beni aşağı atmazsın değil mi?” diye sordum. Gülüyordum ama bunun olma ihtimali hiç aklımdan geçmemişti.
“Konuşmaya devam edersen neden olmasın?” dedi, kısık sesle kulağıma fısıldamıştı. Elimi tutup beni kendine çekti. Diğer elini belime yerleştirip beni kendine bastırdı.
Güldüm. “Sen manyaksın.” dedim gülüşümün arasında. “En az senin kadar.” dedi bana karşılık. Gülümsemem tüm yüzüme yayılırken Toprak’ın telefonu çaldı. Geri çekilmek için hamle yaparken beni kendine çekti. “Biraz daha kal.” dedi. Bu söylediğine kaşlarım çatılsa da kokusu beni mest ettiğinden dediğini yapıp omzunda bekledim ancak ardı arkasına kesilmeyen telefonlar yüzünden kafamı kaldırıp yüzüne baktım. “Açmalısın.” dedim.
“Üzgünüm.” deyip benden ayrıldı. Yüzünde hiç gitmek istemiyor gibi bir ifade vardı. O ellerini belimden çektikten sonra bedenim üşümüş ayakta durmaya zorlanmıştım. Kokusu…
Kokusu sarhoş etmişti…
Kafamı salladım kokusundan ayılabilmek için. Kiminle konuştuğunu merak etsem de soramazdım. Ben kimdim ki onun için?
Konuşmalarını dinledim. “Teslimat neden yapılmadı?” diye sordu kısık sesle. Etrafa bakınıyormuş gibi yaparak ona yaklaştım. Hala çatıda olduğumuz için saçlarım her tarafa uçuşuyordu. “Gürkan, abicim!” dedi dişleri arasında. “Dedemin kulağına gitmeden bu iş çözülecek!” dedi bastıra bastıra. Ardından devam etti. “Ben şimdi oralarda değilim, bana ulaşamazsın.” dedi.
Neden ulaşamayacakmış?
“İtalya’ya mı gelecekti? Hay sikeyim! Amına koduğum bugünü mü bulmuş?” diye konuştu. “Evet, İtalya’dayım.” dedi. Gürkan, telefonun ucundan uzunca bir şeyler anlattı. Bu mesafeden ne olduğunu anlamasam da onlar için önemli olduğu kesindi. “İyi, halletmeye çalışırım.” dedi. Ona kaçamak bakışlar atmıştım ama o hiç bana bakmamış pür dikkat konuşmasına odaklanmıştı. Telefonu kapatıp bana döndü.
Sanırım yavaş yavaş sadede geluyorduk. Katil bu şehirde olabilir miydi?
“Gitmem lazım.” deyince ona döndüm. “Nereye?” dedim şaşkınlıkla. Kafasını eğip ne demesi gerektiğini özenle seçti, daha doğrusu seçemedi. “Geleceğim.”
“Onu sormadım.” dedim yaklaşıp. “Nereye gideceğini sordum.” dedim. Yüzüme sorma der gibi bakıyordu. Kararlı bakışlarım yüzünde gezindi.
Yüzümde gezindi bakışları. “Sorma…bunu sana söyleyebilir miyim? Bilemiyorum.” dedi. Ellerine uzandım. “B…Bana güvenebirsin.” dedim. “Gitmeliyim.” deyip yürümeye başladı. “Bana ne olduğunu anlatmak zorundasın.” deyince duraksadı. Bana açıklaması gerekenleri ciddiyetle dinleyebilmek için kollarımı göğsümde birleştirdim. Başım dik, benden yalnızca bir kafa boyu uzun olan Toprak’ın üzerine doğru bir adım daha atarak doğrudan gözlerine baktım korkusuzca.
Kararlı bakışlarımı fark ederken karadız ruh haline bürünmüştü. “Şimdi değil.” diyerek yürümeye başladı. Arkasından gölge gibi onu takip edip nereye gittiğini anlamaya çalıştım. “Toprak!” diye onu uyardım.
Beni burada yalnız başıma bırakıp gidemezdi hiçbir yere. “Toprak!” dedim. Dönüp bakmamıştı bile. Bu kadar acil olan şey ne olabilirdi?
“En azından ne kadar süreceğini söyle.” dedim hayal kırıklığıyla, kapıdan çıkarken. “Çok sürmeyecek.”
“Şuna bak…” dedim alayla gülerken. “Hiç hayal ettiğim gibi olmadı.” dedim hüzün dudaklarımda büyürken.
“Üzgünüm, seni hayal kırıklığına uğrattım.”
“Sorun değil. Beklerim ben seni.” dedim. Kapıyı çekip çıktı. Çıldıracak gibiyim. Beni bilediğim bir yerde tek başıma bırakıp gittiğine aklım almıyor!
“Ne yapacağım, ne yapacağım? Düşün Aslı! Düşün!” dedim ellerimi kafamın arasına sokup ovuşturarak. “Yapamam! Yalnız kalamam.” Hem beni bir ipucuna götüreceği belliydi. Fazla uzaklaşmasına izin vermeden kapıyı açıp dışarı çıktım. Adımlarımı büyük atmaya özen göstermiyor onun yakalamayi umuyordum.
Toprak’ı asansöre binerken görmüştüm. Onu takip edip ben de diğer asansöre bindim. Kapılar açılırken. Dikkat çekmeyen adımlarına benim adımlarım karışıyordu. Rezidansın kapısında onu bekleyen parlak siyah limuzine ilerleyip içine girdi. Yoldan geçen taksiye işaret ederek durmasını sağladım. İngilizcem oldukça iyiydi, bu konuda asla mütevazı olamayacaktım. “Öndeki arabayı takip edebilir misin?” dedim aceleyle. “Tamamdır madam.” anlamına gelen bir şeyler söylerken adamı oek dinleyememiştim. Gözlerim yolda hızla ilerleyen limuzini takip ediyordu. Onu gözden kaçırırsam geldiğim yere geri dönmek zorunda kalırken elimde koca bir hiçliği de beraberinde getirirdim. Kafamı iki yana olumsuzca salladım. Böyle bir şey olmayacak!
Bulacağım!
Büyük binaların arasında dar sokaklardan geçtik. Ellerim fazla adrenalinden titrerken ellerime bakmamaya özen gösterdim. Odağımı yola vermem daha iyi olacaktı.
Limuzin en sonunda durduğunda taksiciye, fazla yaklaşmaması gerektiğini söylemiştim. Toprak arabadan inip harabe gibi olan deponun önünde durdu. Karşısında kim olduğunu bilmediğim beyaz saçlı bir adam bulunuyordu. Adamın garip bir havası vardı. Yaşlı desem değil genç desem o hiç değil ama bu adamın saçları nasıl bu kadar beyaz olabilmişti.
Çekici bir aurası vardı. Keskin çenesi, sinirli yüz hatları bu mesafeden bile okunuyordu.
Toprak, adama olan sinirinden midir bilmem dişlerini sıktı. Parmakları avuçlarında toplanırken öfkesine yenik düşmemeyi amaçlayan tavrı takındı. Toprak, adamın yüzüne yumruk geçirecekmiş gibi dururken beyaz saçlı adamın pek umrunda değildi. Adamın arkasındaki korumalar hazırda bekliyor Toprak’tan gelecek ilk hamlede atağa geçecekleri anlaşılıyordu.
Adam, Toprak’ı eliyle işaret ederek depoya davet etti. Toprak, limuzine bakındı. Kafasıyla işaret verip içindeki kimse sessizce anlaştılar ardından adamın davetine karşılık vererek neredeyse yıkılmaya ramak kalan eski depoya giriş yaptılar.
Taksici söylenmeye başlayınca ona döndüm. “Nereye getirdin beni?” deyince sakin olmasını belirten el hareketimle onunla dikiz aynasından göz göze geldim. “Sorun yok.” dedim kararlılıkla. Arabanın kapısını açıp dışarı çıktım. “Bir dakika sonra geleceğim. Beni bekleyebilirsin değil mi?” dedim.
“Madam, beni zor duruma sokuyorsun.” dedi hafif sitemle. Taksiciyle uğraşacak zamanım yoktu bir an önce gidip Toprak’ın ne işler çevirdiğini öğrenmeliydim.
“Geleceğim, beni bekle!” deyip kapıyı kapattım. Beklemek zorundaydı çünkü bu kadar yol gelmiştik. Bunca yolun parasını almadan gitmesi imkansızdı. Deponun arka tarafına doğru yürümeye başladım. Kafamı eğip araçta oturan kişiye görünmemeye çalıştım. Yakalanırsam ne olur? Kafamı iki salladım. Düşünmek dahi istemiyorum.
Deponun arkasında bekleyen olmadığına emin olduktan sonra eğilip açıklıktan bedenimi soktum. Karanlık ve soğuk olan bu depoda neler döndüğünü anlamam uzun sürmedi. Depoda yalnızca iki kişi vardı. Aralarındaki konuşmayı daha net duyabilmek için onlara yaklaştım. “Teslimatımı baltalayamazsın.” dedi beyaz saçlı adam.
Toprak, alayla güldü. “İzle ve gör.” dedi iddiayla. Kafama metal bir şey değdi. “Şşst!” diyerek eli ağzıma kapandı. Tepki veremeden ne olacağını anlamaya çalışıyordum. Soğuk silah kafama basılı halde dururken gizlendiğim yerden beni zorla çekip kaldırdı.
Toprak ve yanındaki adam hararetle konuşmaya devam ederken ağzımdaki el çekilmeden zorla yürütülmeye başlandım. “Patron!” diye bağırınca her iki çift göz de üzerimize döndü. Tek farkla, Toprak beni burada gördüğü için oldukça şaşkındı. Hemen Beyaz saçlı adamın yakasına yapıştı. “Lan hangi arada kaçırdın, it herif?” deyince, adam gülmeye başladı. Çirkin gözleri bedenimi süzerken başımdaki metal yığınının patlamasından korkuyordum.
Gülmeye devam ederken, “Ben değil, o ayağımıza gelmiş.” dedi hala gülmeye devam ederken. Bakışları beni bulurken ben utancımdan ona bakamadım bile. O bana otelden ayrılmamam gerektiğini söylemişti lakin ben onu dinlemeyip kendi bildiğimi yapmayı tercih etmiştim. Toprak, adamı yakalarından tutarken iyice silkeledi.
“Bırak lan kızı!” dedi ardından, “Senin derdin benimle.” dedi. Adam, yakalarını Toprak’ın elinden kurtarmak istercesine kendini geri çekti. “Seninle adam akıllı konuşurken kızı bıraksan iyi edersin.” deyince adam, “Yoksa?” diye sordu.
“Yoksa bu depoyu siz içindeyken yakarım!” diye bağırdı. Adam elini kaldırıp iki işareti yaptı. “İki kişiyken…” deyip alayla güldü. “Yalnızca iki kişiyken bunu yapmayı nasıl planlıyorsun?” dedi yeniden alaya karışık sözlerle.
“Daha önce yaptıklarım gibi.” dedi kararlılıkla.
“Doğru…” deyip Toprak’ın etrafında bir tur attı. “Sen iyi bilirsin emek yakıp kül etmesini.” dedi hayal kırıklığıyla. Toprak, adama doğru adım atınca kafama silah dayayan adam elini ağzıma bastırdı ardından silahı sanki beynimin içine sokmak ister gibi acıttı.
Acıyla inledim.
Bunu duyan Toprak, adama olan hareketinden vazgeçip bana baktı. Gözlerimi korkudan açamadım. Gözyaşlarım göz pınarlarımda birikmeye oradan da taşmaya başlayınca istemsizce iç çektim.
O…o da böyleydi…
Adamın da canı bu kadar yanmış mıydı?
Ağlamak iyi gelse de bir süre sonra gözlerimi yakmaya başlamıştı. Ağzımdaki parmaklar gevşemiş sonunda açılmıştı. Silahı da çekseydi daha iyi olacaktı lakin yapmadı.
“Ceyhun!” dedi dişleri arasında.
“Toprak?” Dedi alayla. “Derdin ne?” diye sordu Toprak. “Derdim sensin. Sen ve tercihlerin…” dedi.
Toprak’ın öfkeyle kaşları çatıldı. “Ulan..” Durdu bir süre ve öfkeyle çatılan kaşları, içinde fırtınalar kopardığının en büyük kanıtıydı. Elini yavaşça cebine doğru götürdü, sanki bir tehdit daha savurmaya hazırlanıyordu. Ancak gözlerimle buluştuğu anda bir anlığına durdu. Nefesi hızlanmış, öfkesi yerini kontrolsüz bir koruma içgüdüsüne bırakmış gibiydi.
Ceyhun, bu anı fırsat bilerek sinsi bir şekilde gülümsedi. “Bırak kızı, Toprak. Onun bizimle bir ilgisi yok. Ama sen… Seninle çok işimiz var,” dedi sakin bir sesle, ama o sakinlikte derin bir tehdit saklıydı.
Toprak bir adım daha attı, gözleri bana kilitlenmişti. “Beni bırak, kızın gitmesine izin ver,” dedi alçak ama kesin bir tonla.
“Hayır!” diye patladım istemsizce. Korkudan titreyen sesim, depodaki soğuk havayı kesip geçti. Herkes bir an için sustu. “Beni burada bırakıp gidemezsin,” dedim, kelimeler ağzımdan dökülürken.
Ceyhun, bu cesaretimden eğlenircesine kaşlarını kaldırdı. “Gördün mü? O bile senin bu kadar fedakarlık yapmana değmeyeceğini düşünüyor,” dedi alaycı bir gülümsemeyle.
Toprak, bu sözlere aldırmadan, gözlerindeki öfkeyi bastırarak, “Seninle derdim bitmedi, Ceyhun. Ama bu kızın burada olmasının hiçbir anlamı yok. Onu bırak, yoksa burayı seninle birlikte yerle bir ederim,” dedi.
Ceyhun bir süre sessiz kaldı. Elindeki silahı yavaşça yere indirdi, ama yüzündeki gülümseme kaybolmamıştı. “İlginç bir adam oldun, Toprak. Eskiden olsa kimseyi umursamazdın. Şimdi ise bu kızı korumak için ölmeyi göze alıyorsun,” dedi ve bir adım geri çekildi.
“Bırak kızı,” dedi tekrar Toprak, bu sefer daha kararlı bir şekilde.
Ceyhun, bir süre düşündükten sonra adamlarına bir işaret verdi. Beni tutan adam, elini çekti ama soğuk metalin izleri hala tenimdeydi. Dizlerim titriyordu, yere düşecek gibiydim. Toprak hızla yanıma geldi ve kolumdan tuttu. “İyi misin?” diye sordu, sesi yumuşak ama endişeliydi.
“Hayır,” diye fısıldadım, hala gözyaşlarım akıyordu. Ama Toprak’ın yanımda olması, içimde bir nebze olsun güven yaratmıştı.
Ceyhun, arkamızdan konuşmaya devam etti. “Unutma, Toprak. Tercihlerin bir gün seni yakacak. O gün geldiğinde, her şey için çok geç olacak,” dedi, sesi artık daha ciddi bir tondaydı.
Toprak, bana destek olarak dışarı çıkmamı sağladı. Soğuk hava yüzümü yalayıp geçtiğinde derin bir nefes aldım. Ama biliyordum ki bu daha başlangıçtı. Toprak’ın karanlık dünyası beni içine çekmeye başlamıştı ve bundan kurtulmanın bir yolu yok gibiydi.
“Sana söylediklerimi neden yapmıyorsun!” dedi öfkeyle. Kafamı yere eğerken arabanının koltuğuna zorda olsa oturabilmiştim.
Yüzeme ateş atarcasına bakan bir çift göze daldım. Korku, endişe, öfke…
Neydi bu?
Toprak’ın yüzünü görmemle gözlerim daha da büyüdü. Kapıyı hızla kapatıp, bana dönmeden, “Burada kal. Sakın bir yere kıpırdama,” dedi. Şoföre baktı ve yabancı dilde bir şeyler söyledi. Şoför kafasını kararlılıkla sallarken Toprak tek bir saniye bile beklemeden depoya geri döndü. Şoförün telefondan yardım istediğini anladığımda içime su serpilmişti çünkü yanlış anlamadıysam telefonda hararetle konuştuğu kişi, Gürkan’dı.
Deponun girişinde bekleyen korumalar Toprak’ın geldiğini görünce hareketlenseler de beyaz saçlı adamın ‘Sorun yok’ dercesine kafasını sallamasıyla her biri yerlerine geri dönmüştü. Toprak, Ceyhun’u beklemeden hararetle depoya adımlarken beyaz saçlı adam, beni korkutmak istercesine arabaya yani bulunduğum yere bakıp göz kırptı. Kafamı diğer yöne çevirdim. Bakışları korkunçtu ve o bakışlarının içime işlemesine izin veremezdim.
İçeride birbirlerine bağırıyorlardı ama kulaklarımda yankılanan seslerden hiçbirini seçemiyordum. Toprak kapıdan içeri daldığında bağırışlar daha da arttı. İçimde büyüyen korku, göğsümde sıkışan nefesle birlikte patlayacak gibiydi. Camdan yeniden dışarı baktım. Gözlerim adamların sert bakışlarıyla buluştuğunda hemen geri çekildim. Ama bir yandan da neler olduğunu görmek istiyordum. Kıpırdamamam gerekiyordu, ama öylece oturup beklemek… Bu bana daha da dayanılmaz geliyordu.
Bir anda içeriden bir patlama sesi duyuldu. Sanki depodaki raflardan biri devrilmişti. Bağırışlar daha da karıştı, öfke ve panik birbirine girmişti. Toprak içerideydi. Ona bir şey olacak diye kalbim ağzıma gelmişti. “Lütfen… Lütfen bir şey olmasın,” diye mırıldandım, dişlerim titreyerek. A
Sonra, kapının önünde bir siluet belirdi. Toprak’tı. Bir eli kanıyordu, diğeriyle kapıyı açtı ve hızlı adımlarla arabaya geldi. Sanki yüzü taş gibi soğuktu, ama gözleri alev alevdi. Arabaya binerken dışarıdaki adamlara baktı, çakmağını cebinden çıkardı ve elinde tuttuğu bir bezi ateşe verdi. Gözlerim o an büyüdü. “Hayır,” diye fısıldadım ama sesim çıkmadı.
Ateşi deponun girişine doğru fırlattığında, alevler önce yavaşça yayıldı, sonra bir anda patlayarak tüm kapıyı sardı. Adamların çığlıklarını duydum. Kimi geri çekiliyor, kimi de paniğe kapılıp alevlere su dökmeye çalışıyordu. Toprak ise arabayı çalıştırdı ve hiçbir şey olmamış gibi, “Sıkı tutun,” dedi.
Ama arkamızda kalan kaosun görüntüsü gözlerimden silinmiyordu. Depodan yükselen alevler gökyüzünü boyuyordu. İnsanlar koşuşturuyor, kimileri su bulmaya çalışırken kimileri bağırarak etrafta dolaşıyordu. Her şey karmakarışıktı. Korkunçtu. Ve bir o kadar… tuhaftı. Alevler yükseldikçe içimdeki korku yerini garip bir rahatlamaya bırakıyordu. Bu bir kabus olmalıydı. Toprak’ın bunu nasıl böyle soğukkanlılıkla yaptığını anlayamıyordum. “Neden?” diye fısıldadım, ama cevap vermedi.
Araba karanlık yolda hızla ilerlerken, dışarıda yanıp kül olan o deponun görüntüsü hâlâ gözlerimin önündeydi. Bir şeyin sonuydu bu. Ama neyin başladığını bilmiyordum. İşler herkes için daha da karışık hale gelmişti. Zorla konuştum. “Ş…şimdi n…ne yapacağız?”
Bakışları dikiz aynasından beni buldu. “Senin yapman gereken bir şey yok.” dedi, ama gözlerindeki sertlik beni huzursuz etti. Onun kadar soğukkanlı olmayı dilerdim. Ama değildim. Ellerim titriyordu, kafamın içinde ise binlerce soru dönüp duruyordu. O depoda ne vardı? Neden oradaydık? Ve en önemlisi, bu adam kimdi?
Sesi soğuk bir rüzgar kadar keskindi. Ama..gözlerindeki gölgeyi fark etmiştim. Bir şeyler saklıyordu. “Peki ya sen? Sen ne yapacaksın?” dedim, istemsizce. Sorumu duyar duymaz, dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. Bir sırra gülümsüyordu sanki. “Ben…” deyip duraksadı. “Seni koruyacağım.” dedi.
Hava bir anda ağırlaştı. Söyledikleri odadaki sessizliği daha da derinleştirdi. Bakışları üzerimde gezindi, ama gözlerinin içinde o gölge hala kıpırdanıyordu. İçimde bir ürperti hissettim; hem gerçek anlamda korunmaya ihtiyacım vardı hem de ondan korunmaya.
“Beni koruyacak mısın?” dedim, kaşlarımı çatarak. Sesim, kararlılığımla çelişen bir şekilde titremişti. Sözleriyle aramızdaki mesafeyi yok ettiğini hissediyordum. “Kime karşı?” diye sordum, daha çok kendi korkularımı bastırmak istercesine.
O, sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, adımlarını yavaşça attı. Odayı dolduran gerilimle birlikte yanımda belirdi. Parfümü, geceyi anımsatan keskin bir koku yaydı. Başını eğerek yüzüme yaklaştı, sesi fısıltı kadar hafifti ama derinliğinden kaçış yoktu.
“Bana karşı,” dedi. Dudakları, bir sırdan sızan kelimelerle ıslanmış gibiydi. “Kendi karanlığımdan seni koruyacağım. Ama bunu yapabilmem için…” Gözleri, derin bir uçurum gibi üzerime kilitlendi. “Sen de kendine zarar vermekten vazgeçmelisin.”
Sözleri, kalbime dokunan bir hançer gibi acıttı. Onunla karşılaşmamış olsaydım, bu kadar çıplak bir şekilde gerçeklerimle yüzleşmezdim. Onun sırrı vardı, evet, ama belki de ben de kendi sırrımın esiriydim.
Bir adım geri çekildim. “Kendi karanlığından beni nasıl koruyabilirsin?” dedim, inanmaktan korkar bir sesle.
O an, dudaklarının kenarındaki gülümseme tamamen kayboldu. Artık o gölgeyi değil, doğrudan fırtınayı görebiliyordum. “Çünkü,” dedi. “Benim karanlığım seni bulduğunda, seninkini anlayabileceğimi fark ettim.”
Karşımda bir koruyucudan çok, geçmişimle yüzleşmemi isteyen bir yargıç gibi duruyordu. Ama ne yapacağımı bilemiyordum. Kaçmak mı, kalıp onunla savaşmak mı?
“Bu…ne demek oluyor?” dedim. Bana üstü kapalı neler anlatmak istiyordu.
Sözleri havada asılı kaldı. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi ama söylemiyordu. Gözleri, benim bakışlarımdan kaçınmadan doğrudan ruhuma bakıyormuş gibi hissettiriyordu. Aramızdaki sessizlik, gerilimle dolu bir ip gibi gerilmişti.
Yeniden sordum, “Ne demek istiyorsun?” dedim, sesimde istemeden de olsa bir titreme vardı. Benden bir şey saklıyordu, bu belliydi. Ama ne?
O, başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarında bir sır taşıyormuş gibi duran o gülümseme hâlâ oradaydı. “Sana her şeyi anlatmam gerekecek, değil mi?” dedi, yarı alaycı bir tonla. Ama bu alay, soğuk değil, daha çok bizi bir girdaba çeken bir oyunun parçası gibiydi.
Bir ürperti sardı bedenimi, ruhumu zihnimi…Bir adım geri çekildim. “Evet,” dedim, kararlı görünmeye çalışarak. “Anlatmak zorundasın. Yoksa neden buradasın ki?”
Bir kahkaha attı, kısa ve derin. Ama bu kahkaha beni rahatlatmaktan çok diken üstünde hissettirdi. “Burada, yanımda olmak istemediğin o kadar belli ki,” dedi, adımlarını yavaşça atarak yanıma yaklaştı. “Ama Aslı… ne istersen iste, benden gidemeyeceksin.”
Ne? Aramızdaki mesafe azaldıkça nefesim sıklaştı. “Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?” dedim, geri adım atmamak için çabalayarak.
“Hayır,” dedi yumuşak ama kesin bir sesle. “Tam tersine. Seni sakinleştirmek istiyorum. Ama bunun için önce bana güvenmen gerekiyor.”
Kaşlarımı çattım. “Güvenmek mi? Sana mı?” dedim. Ama söylediklerim kulağıma bile zayıf geliyordu. Çünkü o an içimdeki tüm korkuya rağmen, ona bir şekilde güvenmek istiyordum.
Bir adım daha yaklaştı, aramızda sadece birkaç santim kalmıştı. Gözleri benimkine kilitlendi, derin ve karanlık bir okyanus gibiydi. “Evet, bana. Çünkü seni koruyacağım, Aslı. Ama bunun için senin de bana bir şans vermen gerekiyor.”
Ne demek istiyorsun? Sanırım aklımı kaçırıyorum.
“Senden korunmam gerekmeyeceğine nasıl emin olabilirim?” diye fısıldadım.
Parmaklarını yavaşça çenesine götürdü, gözlerini bir an için kapattı ve tekrar açtığında bakışları yumuşamıştı. “Emin olamazsın,” dedi. “Ama bu riski almaya değer mi, işte bunu yalnızca sen bilebilirsin.”
Sözleri içimde bir şeyleri kıpırdattı. Bu adamın peşinde bir sır olduğu kesindi, ama bu sırdan daha tehlikeli olan şey, ona karşı hissettiğim açıklanamaz çekimdi. Geri çekilmek istemedim, ama yakınına daha fazla yaklaşmaya da cesaret edemiyordum.
“Bir şey saklıyorsun,” dedim, sesim daha sağlam bir tona bürünmüştü. Sakladığı ber neyse bunu bana söyleyemeyecek kadar büyüktü. Biliyordum, o videolrdan daha fazlası olduğunu biliyordum. “Ama ne olduğunu öğrenmeden sana güvenemem.”
Dudakları tekrar kıvrıldı, bu kez daha nazik bir gülümsemeyle. “O zaman öğrenene kadar yanındayım,” dedi. “Beni uzağında tutmak istiyorsan daha çok çaba harcaman gerekecek.” Alayla güldüm.
Benimle oynuyordu. Hep oynayacaktı. Oyunu kirliydi. Bu oyunda kaybedersem başım belaya girebilir en kötüsüyse beni içine çekebilirdi.
Bakışlarını gözlerimden bir an olsun ayırmadı. Bu kadar kendinden emin bir tavırla konuşması beni hem sinirlendiriyor hem de istemsiz bir şekilde ilgimi çekiyordu. “Neden uğraşıyorsun benimle?” dedim, sesi titreyen bir meydan okumayla.
Gözlerinde bir şeyler parladı, ama ne olduğunu anlamak imkansızdı. “Çünkü hoşuma gidiyor,” dedi sakin bir sesle, ama altında başka bir şey vardı. “Senin gibi birini kırmak zor olur sanmıştım, ama yanılmışım. Daha kolay kırılıyorsun.”
Bu sefer gülümsemedim. Öfkemi saklamaya çalışarak ellerimi yumruk yaptım. “Ben kolay bir hedef değilim,” diye tısladım.
Eğildi, yüzü neredeyse benimkine değecekti. “Göreceğiz,” dedi fısıltıyla. “Ama bence sen de bu oyunu seviyorsun. Yoksa çoktan pes ederdin.”
“Ondan bir adım uzaklaştım, ama sözleri zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. Belki haklıydı. Belki bu oyunu istemsizce kabul etmiştim. Ama bu onun kazanacağı anlamına gelmezdi.
“Kurallarını bilmiyorum,” dedim sert bir sesle. “Ama bir şeyi öğren: Oynayacaksam kendi kurallarımla oynarım.”
Bu kez o alayla gülümsedi. “Tamam,” dedi, bir meydan okuma gibi. “Kendi kurallarını getir. Ama unutma, sonunda hep kazanan ben olurum.”
Alayla gülerken bakışlarımdan keyif alırcasına dudakları iki yana kıvrıldı. “O kadar emin olma.” dedim gözlerimi gözlerine kenetlerken. Kömür karası gözleri bir anda bal peteğine dönüşmüştü.
Gözlerim onun gözlerine kenetlendiğinde, kelimeler boğazıma düğümlendi. Bu bir yanılsama mıydı, yoksa onun oyunlarından biri miydi?
“Ne oldu, sustun mu?” dedi alayla, ama sesindeki o ince titreşim, onun da bu değişimi fark ettiğini gösteriyordu.
“Hiçbir şey,” dedim soğukkanlı olmaya çalışarak. Ama bu hiç kolay değildi. Gözleri, hem huzur veren bir sığınak gibi, hem de insanı içine çeken bir girdap gibiydi. Kaçmaya çalışsam da kaçamazdım.
Toprak bir adım daha yaklaştı, sesi fısıltıya dönüştü. “Düşünüyorsun, aklından binlerce ihtimal geçiyor lakin ne yapman gerektiğini bilmiyorsun,” hayretle ona baktım. Nasıl…nasıl zihnimin içindekileri bilebilirdi?
“Sana daha önce söylemiştim,” dedi, gözlerini benden ayırmadan. “Bu oyunda beni yenemezsin. Çünkü ben ne zaman kazanacağımı, ne zaman kaybedeceğimi çok iyi bilirim.” dedi, benim tabir ettiğim şekilde.
“Belki de senin kaybedeceğin zamanı ben seçerim,” dedim ve başımı dik tutarak arkamı döndüm. Ama kalbimin ritmi, gözlerindeki o ani değişimin etkisini hala taşıyordu. Bir anda beni kendine çekti. Şaşkın bakışlarım yüzünde gezinirken kendinden kaçmama izin vermedi. Bana yakınlaşırken cızırtılı sesi uykumu getirdi. “Kaçıyorsun.” dedi, kendinden emin.
“Kaçmıyorum.” dedim. Gözlerindeki bal çukurundan bir parmak alsam, sorun olur muydu? Zira bu bakışlar…
“Gürkan!” dedim onun etkisi altına girerken. “Gürkan?” dedi sorarcasına. “Gelmeyecek mi?” Kafasını sallayıp ‘cık’ladı. “Gelmeyecek.” diye fısıldadı. Kafasını boynuma gömüp derin bir nefes aldı. Tenimdeki sıcaklığı hissettiğim anda kalbim ritmini şaşırdı. Dudakları boynumun hemen üzerinde hafifçe gezindi; her hareketi içimde yankılanan bir dalga gibiydi.
Ellerim istemsizce kımıldadı, onu itmekle çekmek arasında kararsızdım. Tam geri çekilecekken yüzünü yavaşça yukarı kaldırdı. Göz göze geldiğimiz o an, bakışlarındaki derinlik beni yerime mıhladı.
“Kaçacak gibi duruyorsun,” dedi alaycı bir fısıltıyla.
“Kaçmıyorum,” dedim, ama sesim bu kadar titrek çıkmasaydı belki daha inandırıcı olabilirdim.
Ona karşı koyamıyordum. Parmakları hafifçe çeneme dokundu, yüzümü yukarı kaldırdı. “Emin misin?” dedi ve bir an bile tereddüt etmeden, dudakları benimkine değdi.
Bu dokunuş, beklediğimden daha yumuşak, ama aynı zamanda çok daha derindi. Zaman sanki durmuştu; ne düşüncelerim ne de hislerim kontrol edilebilirdi. O an sadece onun varlığını hissediyordum. Dudaklarının üzerimde bıraktığı sıcaklık, her şeyi silip süpürüyordu.
Dudaklarının üzerimde bıraktığı sıcaklık, tüm dünyayı susturmuştu. Öylesine derin, öylesine gerçekti ki kaçmayı aklımın ucundan bile geçiremedim. Ama bu yakınlık aynı zamanda beni korkutuyordu; ne kadar yaklaşırsam o kadar kaybolacağımı biliyordum.
Toprak, geri çekilmedi. Aksine, elleri yüzümün kenarına yerleşti, beni tamamen kendine çekti. Öylesine kendinden emin bir tavırla hareket ediyordu ki, sanki kaçmak benim için bir seçenek bile değildi.
“Kaçmıyorsun, değil mi?” diye mırıldandı, sesi neredeyse bir uyarı gibiydi. Dudakları, nefesiyle birlikte hafifçe tekrar dudaklarımı buldu. Ama bu sefer daha derin, daha iddialıydı.
Parmak uçlarım istemsizce göğsüne dokundu. Kalp atışlarını hissedebiliyordum; şaşırtıcı derecede sakin, tam tersi bense tamamen darmadağındım. Ellerim ne kadar geri çekilmeye çalışsa da, bedenim çoktan ona yenik düşmüştü.
“Toprak…” diye fısıldadım, sesim boğuk ve neredeyse duyulmazdı. Ama ismimi duyar duymaz gözlerini açtı, bakışlarını yüzümde gezdirdi.
“Ne oldu?” diye sordu, ama gözlerinde o keskin özgüven yine vardı. Sanki benim bile bilmediğim bir şeyin cevabını çoktan öğrenmiş gibiydi.
“Bu… bu doğru mu?” dedim, titreyen sesimle. Ama cümlemin anlamını ben bile bilmiyordum. O an neyin doğru ya da yanlış olduğunu umursayacak halde değildim.
“Doğru ya da yanlış mı?” dedi alaycı bir tebessümle. Bu, doğu değildi? Böyle bir yerde olmamalıydım! Parmaklarını çeneme kaydırıp yüzümü hafifçe yukarı kaldırdığında korkumda beraber uçup gitmişti. “Bunu sorgulamayı bırakmazsan, bu gece bitmez.”
Sözleriyle birlikte, içimdeki tüm kararlılık eriyip gitti. Dudaklarımız bir kez daha buluştuğunda, bu sefer teslim olmuştum. Onun varlığı beni ele geçirmişti; zamanın durduğu, her şeyin anlamsızlaştığı bir yerdeydik artık.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |