38. Bölüm

XXXI

Nazlı Kerçin
nzlkrcn

Küçük mucizemizi öğrendiğimizin üzerinden iki hafta geçmişti. Hesaplara göre yaklaşık beş haftalık hamileydim.

Murat, her zamanki gibi fazla titiz, fazla telaşlıydı. Etrafımızdaki bütün kadın doğum uzmanlarını tek tek araştırıyor, soruyor, inceliyor, adeta ders çalışır gibi notlar alıyordu. “En iyisini bulacağım” diyordu — ve sonunda ikimizin de içine sinen bir doktordan randevu almayı başarmıştık.

Ama kolay olmamıştı tabii. O kadar çok uğraştık ki, alabildiğimiz en yakın randevu üç hafta sonrasına denk gelmişti. O zamana tahminen sekiz hamile olacaktım herhâlde. Belki o gün minik kalp atışlarını bile duyabilecektik.

 

Sabah işe gitmek için hazırlanırken Murat yine karşıdan, kollarını göğsünde kavuşturmuş hâlde beni izliyordu.

“İş neymiş? Artık bırakman lazım,” diyordu.

“Dinlenmen, kendini yormaman, miniğimizi koruman lazım.”

 

Ben de sabırla anlatmaya çalışıyordum: “Hasta değilim Murat, sadece hamileyim.”

Ama o bunu ne kadar anlıyordu, emin değildim.

O bir inat, ben bir inat…

Bakalım bu iki inattan doğacak minicik şey, kimden alacaktı inadını acaba?

 

Öğle arası girmek üzereyken, bütün işlerimi bitirmiş, başımı masaya yaslamıştım.Ufak bir şekerleme yapmak niyetindeydim. Neyse ki iş arkadaşlarım artık bu hâlime alıştıkları için, ellerinden geldiğince sessiz davranıyorlardı.

Gerçekten de bu yeni hâlim bana sürekli yorgunluk ve uyku hali getiriyordu.

Bakan Bey’in büyük emriyle, “büyük” işler artık benden alınmıştı herkesin gözünde pamuklara sarılması gereken bir varlığa dönüşmüştüm.

Tam rüyaya dalacakken, yan masadaki iş arkadaşım beni dürttü:

“Hadi kalk, öğle yemeğine gidiyoruz!”

Bir de şu vardı tabii… Uykusuzluk bir yana, deli gibi yemek yiyordum.

İlk zamanlarda kaçan iştahımın yerini sanki içimde bir kurt, bir vampir, bir canavar almış gibiydi. Doymak nedir bilmiyordum.Şimdiden kilo almaya bile başlamıştım.

Her öğlen olduğu gibi, bugün de yediğim menünün fotoğrafını Murat’a atmıştım.

Sağlıksız beslenmeyi aklımdan bile geçirmemem gerekiyordu.Bol sebze, bol protein, az yağ... Kısacası, tam bir “hamile menüsü” olmak zorundaydım.

Abur cubur mu? Asla.

Ufak bir kaçamak mı? O da asla.

Murat’ın orman yeşili gözleri gözümün önüne geldi; kaşlarının arasındaki o derin çizgiyi anında hayal ettim.

O kadar belirgin bir bakışı vardı ki, sanki “Zeynep, sakın!” diyor gibiydi.

Daha şimdiden böyleyse, bu dokuz ay nasıl geçecekti acaba?

Menüm sade ama doyurucuydu: önce bir kase çorba, ardından biraz tavuk, biraz pilav, bolca salata ve bir bardak su.

Tabağın fotoğrafını çekip sevgili, çokbilmiş, her konuda “uzman” kocama gönderdim.

Fotoğrafı görünce onaylayan bir emoji yolladı.

“Tamam, bu menü olur,” demekti bu onun dilinde.

O mesaj gelince içim rahatladı.Artık gönül rahatlığıyla hem karnımı hem miniğimizi doyurabilirdim.

Daha sonra, sesli sesli sırıtarak önümdeki yemeği Aysu’nun önüne doğru ittim.

Ve yan tarafta duran büyük boy hamburgeri kendi önüme çektim. Yanına da bir ayran söyledim.

Yok canım, o kadar da suçlu hissetmedim kendimi. En azından ayran sağlıklı, değil mi?

Yahu hamburgerin neyi kötü olabilirdi ki?Ekmek var, tamam. Köfte var, bir kere. Yeşillik var, peynir var.Demek ki aslında hamburger hiç de sağlıksız sayılmazdı!

 

Tam o enfes, mükemmel, pahalı silahım — yani hamburgerden — kocaman bir ısırık almak üzere ağzımı açmıştım ki, yan tarafdaki cam tıklatıldı.

Kaşlarımı çatarak, başımı yan tarafa çevirdim.Tam da camın karşısında, aynı şekilde çatık kaşlarla bana bakan kocamı gördüm.

Allaaaah! İşte şimdi yanmıştık, şimdi faka basmıştık, şimdi boku yemiştik. Fena hâlde sıçmıştık.!!!

Ağır ağır başını sallayarak camın önünden ayrıldı

Birazdan, “kaynana” gibi konuşmalar başlayacaktı.

Oysa kaynamam bile bana karışmıyordu. Bu adam gerçekten tam bir baş belasıydı.

Ağır ağır adımlarla restorandan içeri girdi. Başımıza resmen bir izbandut gibi dikildi. Ellerini masaya koydu, gözlerini kısarak yüzüme baktı.

“Sevgili karıcım,” dedi, “acaba arkadaşınla yemeklerini karıştırma ihtimalin oldu mu?” Sesi biraz alaylıydı.

Kaşlarımı daha da çatıp burnumu havaya diktim. “Hayır,” dedim. “Kendi özgür irademle, bile bile, isteyerek ve severek bunu tercih ettim.”

O da doğruldu, göğsünü dikti; yüzüne “bak sen” der gibi bir ifade oturdu. “Yapma ya"dedi.

“Bana ne,” diye kestirip attım. “Sen de beni böyle şeylere zorlarsan, ben de bu şekilde yolları seçmek zorunda kalırım.Ben ne yapabilirim?” dedim, burnumu dik tutarak indirmeden.

“Benim ne suçum var? Senin çocuğunu istiyor ki ben de yiyorum,” diyerek onunla atışmaya devam ettim.

Murat, çatık kaşlarla bana baktı:

“Hiç çocuğumun üstüne günah atma, laz kızı,” dedi."Senin o midenin büyüklüğünden,” diye karşılık verdi, alaycı bir gülümsemeyle.

"Şimdi güzel güzel o elindeki menüyü kenara bırakıyorsun,” dedi Murat, o meşhur ciddi sesiyle. “Kalkıp daha sağlıklı bir şey sipariş edeceksin. Bana da öyle omzunu ‘banane’ der gibi kaldırma.”

Sonra parmağını bana doğru salladı. “Zeynep, bana bu hamburgeri burada yedirme şimdi.”

Derin bir nefes aldım, dudaklarımı birbirine bastırarak konuştum:

“Bak Murat, ben sana neler yapıyorum… Unutma, yasaklar her zaman daha caziptir, daha cezbedicidir. Sen önüme böyle engeller koydukça benim canım daha çok istiyor. İstemeyecek olsam bile sen aklıma sokuyorsun. Sen canımı istertiriyosun! "Diye çemkirdim.

“Bana bunu bir yedirme şimdi burada! Bak, buradan çıkınca o hamburgerleri, pizzaları, dürümleri, cipsleri, çikolataları… Hepsini yiyorum! Hem de sen izlerken! Bak bakalım neler yapıyorum o zaman!!”

Benim inadımla baş edemeyeceğini biliyordum.

Başını yukarı kaldırdı, derin bir “off” çekti, sonra gözlerini bana indirdi.

“İyi, tamam. Ama sadece bu,” diye uyardı. Masada üzerime doğru eğildi.

“Her zaman değil, sık sık değil. Senin ve bebeğimizin sağlığını düşünmek zorundayız bir tanem,” dedi ve çenemi okşadı.

 

“Sen şimdi güzel güzel yemeğini ye. Bunları eritmek için akşam beraber bir yürüyüşe çıkalım, olur mu?”

Hevesle başımı salladım. İşaret parmağıyla hafifçe burnuma bir “sille” vurdu.

“Afiyet olsun,” dedi.

“Ben şimdi karakola geçiyorum. Akşam alırım seni,” diyerek yanımızdan ayrıldı.

 

 

Ve ben, aşk yaşadığım hamburgerimle baş başa kalmıştım.

İştahla onu mideye indirip, sandalyede geriye yaslandım. Olmayan, daha çıkmayan göbeğimi usulca okşadım.

“Şimdi bunun üstüne bir de tiramisu olsa…” diye iç geçirdim.

“Üff,” dedim ama sanırım bunu sessizce değil, biraz da abartarak söyledim.

 

Karşımdaki arkadaşım bana “Sen akıllanmazsın,” der gibi başını iki yana salladı.

*

*

*

*

Öğle yemeğinde yemekhaneden gizlice yürüttüğüm sütlacımı, çıkış saatine son bir saat kala ara öğün niyetine mideye indiriyordum. Bir yandan da son iki haftayı düşünüyordum. Bu iki hafta boyunca Murat biraz olsun sakinleşmiş, bazı şeyleri kabullenmeye başlamıştı. Evet, hâlâ pimpirikliydi, hâlâ her şeye dikkat ediyordu ama en azından eskisi kadar bunaltmıyordu. Doktor kontrolüne sadece bir hafta kalmıştı. Bir hafta sonra minik mucizemizi yeniden, belki de ilk kez sayılabilecek kadar net görecektik. Gün yaklaştıkça içimdeki heyecan da giderek büyüyordu.

Sütlaçtan aldığım son kaşığı ağzıma götürürken resmen elimdeki tatlıyla aşk yaşıyordum. O sütün kokusu, nişastanın hafif kadayıfımsı yumuşaklığı, pirinçlerin tane tane dokusu, burnuma gelen o incecik vanilya kokusu… Hepsi bir araya gelince ortaya adeta bir şaheser çıkmıştı. Son kaşığı da ağzıma atıp dudaklarımı yaladıktan sonra geriye yaslandım. Zaten iş arkadaşlarım bu hallerime alıştıkları için kıkır kıkır gülüyorlardı.

Sonunda çıkış saati gelmişti. Masamı toparlayıp yavaşça odadan çıktım. Sevgili kocacığımın direktiflerine uyarak ağır ağır merdivenlerden indim. Asla acele etmemeliydim, hızlı yürümemeliydim. Evet, demiştim ya, artık eskisi kadar bunaltmıyor diye... Ne yalan söyleyeyim, azıcık diyebilirim ona. Yemek konusunda fena sayılmazdı ama hâlâ bazı konularda felaket derecede bunaltıcı olabiliyordu.

Ama ona da haksız sayılmazdım aslında. Bir anda, hiç beklemediğimiz bir anda hayatımıza giren bu minik canla biz de ne yapacağımızı şaşırmıştık. O zaten fazla temkinli, fazla dikkatli bir insanken, hamile olduğumu öğrendiğinde bu hâli iyice tavan yapmıştı.

 

Son iki haftada güzel şeyler de olmuştu elbette. Mesela halamlar, haberi alınca bizi ziyarete gelmişti. Annemle de gelmek istemişti ama hem havalar soğuykdu hem de onların yaşını düşünerek biz izin vermemiştik.

Bir de güzel haber Aytaç’tan gelmişti; tayin işlemleri onaylanmış, sevgilisinin yanına atanmıştı. Artık uzak mesafe aşkı yaşamayacaklardı. Son hazırlıklarını yapıp en fazla bu ay sonunda Aylinin yanına taşınacaktı.

 

Bakanlığın kapısından çıkarken karşıda, arabasına yaslanmış hâlde beni bekleyen kocamı gördüm. Kollarını göğsüne bağlamış, yüzünde hafif bir gülümseme vardı. O an bütün yorgunluğum bir anda uçup gitmişti. Olduğum yerde fıtı fıtı sekerek ona doğru yürümeye başladım. Ama o, adımlarımın hızlandığını görünce kaşlarını çatarak uyarısını yaptı. Ben de o uyarıyı göze alıp adımlarımı yavaşlattım. Ağır ağır, ama içim kıpır kıpır, ona doğru yürümeye devam ettim. Oda bana doğru adımlamaya başladı.

Yanıma geldiğinde, benim için açtığı kolların arasına küçük bir kedi yavrusu gibi sığındım. Çenemi sert göğsüne yaslayıp başımı kaldırdığımda, Karadeniz’in ormanlarıyla denizini buluşturdum sanki. Kocaman eliyle yanağımı okşarken, yüzümde yorgunluk belirtisi arar gibi baktı.

 

“Nasılsın güzelim? Çok mu yoruldun bugün?”

Başımı iki yana sallayıp, sahte bir kızgınlık ifadesi yerleştirdim yüzüme. Oysa o, bunun oyun olduğunu bal gibi biliyordu.

“Hayır,” dedim, kızar gibi bir tonda. “Sayende artık kimse bana fazladan iş yükü yüklemiyor. Ne dersem herkes kabul ediyor.”

 

Gerçekten de öyleydi. Hamile olduğum haberi yayıldığından beri kimse kolay kolay bana iş vermiyordu. Verdikleri işler de basit, sıradan şeylerdi. Kimse yorulmama, strese girmeme izin vermiyordu.

 

“Hepsi senin iyiliğin için,” dedi gülümseyerek. Çenesini parmaklarımla sımsıkı tuttum, o da başını hafifçe salladı. Ardından eğilip alnıma sıkı bir öpücük kondurdu.

 

“Gidelim mi eve? Bir şeyler yeriz, hem de biraz dinlenirsin.”

 

Başımı onaylarcasına salladıktan sonra birlikte arkamızı dönüp arabaya doğru yürümeye başladık. Tam arabanın yanına yaklaşmıştık ki, uzun zamandır duymadığım hatta duymak dahi istemediğim bir ses kulağıma çalındı.

“Zeynep!”

 

Adımlarım bir an duraksadı. Umursamadan devam edecektim ama bu defa ses daha yüksek, daha titrek bir hâlde tekrar geldi:

“Zeynep, lütfen bekler misin? Lütfen!”

 

O titreyen, yalvaran ses tonu... İstemesem de durdum. Sesin geldiği yöne doğru yavaşça döndüm. Ve gördüğüm manzara içimdeki huzurun bir anda buharlaşıp gitmesine neden oldu.

 

Karşımda o kadın vardı. Yanında ise tıpkı ona benzeyen, sarı saçlı, mavi gözlü, tahminen on altı-on yedi yaşlarında bir kız duruyordu. Gözlerimi kısmış, taş gibi keskin bir ifadeyle onlara baktım.

 

“Neden geldin yine?” dedim öfkeyle.

İstemiyordum onu. Ne yanımda, ne çevremde, ne de hayatımın herhangi bir yerinde görmek istemiyordum.

 

“Zeynep… kızım… lütfen, bir kez olsun beni dinle,” dediğinde işaret parmağımı sertçe kaldırdım.

 

“Sakın!” dedim. “Sakın bana o kelimeyi söyleme. O kelimeyi hak eden kişi, şu an hemen yanımda duruyor.”

 

Bakışlarımı yanındaki kıza çevirdim. Kim olduğunu anlamak zor değildi; zaten fotoğraflardan tanıyordum. Kız huzursuzca yerinde kıpırdandı. Ama o bakışlar… tıpkı annesininkiler gibiydi. Kendini beğenmiş, burnu havada, ukala bir genç kız.

 

“Ne istiyorsun?” diyerek söyledim. “Ne istediğini söyle ve çek git hayatımdan. Artık bir daha karşıma çıkma, sesini duyma, seni görme. Varlığını dahi hissetmek istemiyorum.”

 

Murat elimi tutarak beni kendine daha çok yasladı. Sanki, “Buradayım, yanındayım, sakin ol,” der gibi usulca dokunduğu yeri okşadı. Bana doğru bir iki adım daha attı.

 

“Ayak üstü konuşulacak şeyler değil bunlar, Zeynep. Lütfen, bir yere oturabilir miyiz?”

 

Öfkeyle reddettim onu. “Ne söyleyeceksen söyle ve hayatımdan defol git lütfen.” Sinirlerime hâkim olmaya çalışıyordum, kendimi kontrol altına almaya çalışıyordum. Ama onlar karşımda böyle küstahça durdukça, bu daha da zorlaşıyordu.

 

“Peki, peki, Zeynep… nasıl istersen,” diyerek bir adım daha attı. Şimdi aramızda sadece iki adımlık bir mesafe vardı.

 

“Kızım,” dedi, yanındaki kızı göstererek.

“AySima, senin kardeşin.”

 

Gülümseyerek başımı kaldırıp, gökyüzünde hafiften kararmaya başlamış bulutlara doğru baktım.

“Cık cık cık,” dedim, başımı ilk yana sallarken. “Yanılıyorsunuz. Benim bir kardeşim, bir annem, bir de babam yok. Bunu önce kabullenin.”

Söylediğim sözlerle gözlerimdeki yaşlar daha da arttı.

“Peki,” dedi, burnunu çekerek. “Nasıl istersen.”

“Zeynep,” dedi tekrardan, sanırım bu söyleyeceği şeyi söylemek onun için de çok zordu.

“Kızım, bizim, bizim sana ihtiyacımız var.”

 

Kaşlarımı sorgular şekilde tutarak ona baktım. Ne demek istiyordu yani?

"Aysima,” dedi tekrardan.“Altı ay önce lösemi teşhisi konuldu.”

Kaşlarımı daha da çatıp sert bir ifade takındım.

“İlik nakline ihtiyacımız var.”

Nasıl yani? diye düşündüm içimden. "Zeynep… Hiçbirimizin iliği ona uymadı"

 

Gerçekten mi demişti bunu?

Yani… gerçekten bana mı söylemişti?

Duyduklarım gerçek miydi, yoksa beynim mi bana oyun oynuyordu bilmiyordum.

Boş gözlerle ona bakmaya devam ettim.

 

“Zeynep…” dedi , sesi titriyordu. “Belki senin iliğin...."

 

Elimi hızla kaldırarak susturdum onu.

“Zaten bir erkek kardeşi yok mu?” dedim, öfkem sesime işlemişti.

 

“Var ama uymuyor, Zeynep.”

Bir adım attı bana doğru, sesi çatallandı.

“Sana yalvarırım… Aynı anneden olduğunuz için, aranızda bir kan bağı olduğu için… bir ihtimal var.”

“Zeynep, lütfen. Ne istersen yaparım. Yalvarırım. Kızım için… test verebilir misin?”

Histerik bir kahkaha attım.

Evet, evet... resmen kendimi tutamadım.

Belki de bütün sokakları çınlatacak kadar yüksek bir kahkahaydı bu.

 

Karşımda duran iki kişi de, yanımdaki kocam da şaşkınlıkla bana bakıyordu.

Şimdi burada, “ne var bunda gülünecek?” diyeceklerini biliyordum.

Haklıydılar da.

Ama benim için o kadar çok şey vardı ki...

 

Bir süre kahkahalarımı durduramadım.

Yirmi yıl sonra...

Dur, dur.

Yirmi değil, yirmi küsur yıl sonra bu kadın karşıma neden çıktı diyordum ben de.

Ama meğer bu bile benim için değilmiş.

Belki de kızının durumu bu olmasaydı, ne varlığımı, ne adımı, hiçbir şeyimi hatırlamayacaktı.

 

O kadar çok güldüm ki...

Murat endişeyle yanıma geldi.

“Sevgilim, iyi misin?” diyerek yüzümü avuçlarının arasına aldı.

Kahkahalarımın arasından, “Çok iyiyim kocacığım,” dedim.

“O kadar iyiyim ki, ben bile şaşırıyorum bu halime.”

 

Sonra gözlerimi kadına çevirdim.

“Sen… ne dediğinin farkında mısın?”

 

“Başka çarem kalmadı, Zeynep…” dedi.

 

Kahkaham bu defa daha da büyüdü.

“İnanamıyorum sana"dedim"Sen hâlâ aynı kadınsın Hâlâ bencilsin.Ben de diyordum ki, bunca zaman sonra bu kadın neden karşıma çıktı…Meğer yine bir menfaat uğruna.”

 

Gülüyordum, öyle çok gülüyordum ki…

Konuşmalarımın arasında bile ciddiye alınamıyordum.

“Sen bir de buna inandın mı?” dedim.

Ve o an, gülüşüm kesildi.

Yüzümdeki ifade bir anda dondu.

İkisine de tek tek baktım.

“Sen… gerçekten bunu bana inanarak mı söyledin?”

Yanındaki kız huzursuzca yerinde kıpırdandı.

Sarışın saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı.

“Anne, gidelim,” dedi, öfkeyle bana bakarak.

Kadın, kızına dönüp “Dur bir tanem,” dedi.

Sonra tekrar bana çevirdi gözlerini.

“Zeynep, lütfen... sadece bir kan testi vereceksin.Uyumlu olup olmadığına bakacağız.”

 

“Peki ya uyumluysa?” dedim, sesim buz gibiydi.

O anda sessizlik oldu.

Cevabı biliyordum ama yine de sordum:

“Uyumluysa ne olacak, hanımefendi?”

Bir adım geri çekilip gözlerinin içine baktım.

“Ne zannettin sen?Yıllar sonra beni bırakıp gitmiş bir kadın, kızını alıp karşıma gelecek, sonra da mahcup mahcup benden kızını kurtarmamı isteyecek öyle mi?”

 

Sesim giderek yükseliyordu.

“Sen, arkanı dönüp giderken o küçücük kız çocuğunu düşündün mü?O kız çocuğunun ne hale geleceğini, ne yaşayacağını, kimden medet umacağını düşündün mü?Kendi refahını, kendi hayatını, kendi mutluluğunu yaşarken, bir kez olsun beni aklından geçirdin mi?”

 

Öfkem boğazıma kadar yükselmişti artık.

“Hangi yüzle, hangi akılla karşımda bu soruyu sorabiliyorsun?Paran var, şanın var, şöhretin var diye kendini herkesten üstün mü sanıyorsun?”

 

Etrafımızdaki insanlar dönüp bakmaya başlamıştı ama umurumda değildi.

“Al şu kızını da, defol git hayatımdan!Ne bir test veririm, ne de sizin için kılımı kıpırdatırım.Geçmiş olsun.Umarım aradığınız iliği, aradığınız kanı bulabilirsiniz!”

 

Tam arkamı dönecektim ki, koluma yapıştı.

Murat’ın sabrı artık taşmıştı.

Kadının bileğini sertçe kavrayıp geriye itti.

Kadın sendeledi, yanındaki kızı zorla tuttu kolundan.

 

“Sakın!” dedi Murat sert bir sesle. “Sakın ona elinizi sürmeyin.”

Ben yeniden arkamı döndüm.

“Lütfen Zeynep,” diye yalvardı kadın.

“Ne istersen veririm. Ne istersen! Ucu bucağı yok. Benden her şeyi isteyebilirsin.”

 

Hâlâ burnu havadaydı.

Hâlâ aynı kibirle konuşuyordu.

 

“Senin bir kibrit çöpüne bile ihtiyacım yok,” dedim soğukkanlılıkla.

“Yeter ki bir daha karşıma çıkma.Yeter ki bir daha bana bulaşma.”

 

Arkamı döndüm.

“Zeynep, lütfen… yalvarırım sana, ne olur sırt çevirme bana!”

 

Olduğum yerde durdum.

Başımı kaldırdım, omzumun üzerinden ona baktım.

 

“Yıllar önce sırt çevirdiğin kız var ya...” dedim sessiz ama keskin bir sesle.“Merak etme.Çünkü o kız bir daha asla sana yüzünü dönmeyecek.”

Ve adımlarımı kararlı bir şekilde arabaya doğru attım.

 

Tam arabaya binecekken bir anda önüme geçti.

Bu defa kendini hiç tutmuyordu.

Karşımda, yıllar önce beni arkasında bırakıp giden o kadın, şimdi dizlerinin bağı çözülmüş halde hüngür hüngür ağlıyordu

“Yalvarırım, Zeynep…” dedi.

Sesi çatallaşmış, gözlerinden akan yaşlar yüzünü darmadağın etmişti.

“Ne istersen iste… yeter ki kızımın yaşama sevincini, yaşama ihtimalini elinden alma.Eğer bu umut, bu imkân senin elindeyse, ben senin ayaklarına kapanmaya da razıyım!”

 

Bir an sustum.

Sanki etrafımdaki her şey sessizleşmişti.

Sadece onun hıçkırıkları, ayaklarımın dibine düşen gözyaşlarının sesi kalmıştı.

 

O an içimde bir şey titredi — ama hemen ardından, o titreyişin yerini yılların kırgınlığı aldı.

Omuzlarım sertleşti, nefesim ağırlaştı.

 

Başımı yavaşça yana eğip gözlerimin ucuyla baktım ona.

“Şimdi mi aklına geldi?” dedim sessiz ama keskin bir tonda.

“Benim de bir zamanlar yaşama sevincim vardı…Ama sen onu ellerimden alırken hiç düşünmemiştin.Kusura bakmayın, dedim burnumu dikerek. Ya da bakarsanız bakın, umurumda bile değil. Benden bir medet, bir umut beklemeyin. Çünkü benim için de size karşı zerre bir vicdan kırıntısı yok."

 

Arabanın kapısını açtım ve bir daha yüzüne dahi bakmadan oturdum. Murat da yanımdaki yerine geçti, hiç beklemeden sürücü koltuğuna oturdu. Ben emniyet kemerimi takarken, o çoktan motoru çalıştırıp yola çıkmıştı bile.

 

Belki bencillikti, belki vicdansızlıktı, belki insafsızlıktı; bilmiyordum. Ama içimde bir yerde o kırgın çocuk buna izin vermiyordu. İçimde bir yerde o üzgün çocuk, o tek başına kalmış çocuk… Onlara acıyamıyordu, onlar için üzülemiyordu.

O gecenin, o yağmurun, o soğuğun altında, o kapının önünde, elinde bir tek çantayla tir tir titreyen o küçük kız çocuğu… Ona merhamet edemiyordu.

Murat bu süre zarfında tek kelime etmedi. Belki de beni kendi içimdeki sessizlikle baş başa bırakmak istemişti; bilmiyorum. Araba şehir içinde, trafiğin sıkışık akışı içinde ağır ağır ilerlerken… birden kasıklarıma saplanan , o keskin ağrıyı hissettim. Olduğum yerde iki büklüm kıvrandım. Sanki biri bıçakla içimi oyuyormuş gibiydi, kasıklarımın içini parça parça kesiyorlarmış gibi…

Acıyla “Murat…” diye inledim. Başını birden bana çevirdi.

—"Yavrum, ne oldu? İyi misin?

 

Ona cevap verecek hâlim yoktu. “Karnım…” diyebildim sadece, ardından boğuk bir sesle “Hastane…” kelimesi döküldü dudaklarımdan.

 

"Tamam, bebeğim… Tamam bir tanem… Sakin ol, derin nefes al. Bir şey yok. Geçecek, yavrum… geçecek…"

Murat bunları söylerken arabayı bir anda hızlandırdı. Dörtlüleri yaktı, ardı ardına kornaya basarak trafikte kendine yol açmaya başladı. Ben acının şiddetiyle gözlerimi kapattım; bir anda altımdan akan ılık sıvıyı hissettim.

 

“Allah’ım ne olur…” dedim dualarla, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken.

“Ne olur bir şey olmasın. Ne olur ona bir şey olmasın…”

 

Murat, paniğini bastırmaya çalışarak direksiyonu sıkıca kavramıştı. Stresine, korkusuna rağmen sesini titretmemeye çalışıyordu. Beni sakinleştirmeye çabalarken kendi içindeki fırtınayı bastırıyordu adeta.

 

Hastanenin önüne vardığımızda, arabayı acilin kapısına kadar çekti. Ne parkı, ne kuralı düşündü. Kendi tarafından fırlayıp indi, hızla benim kapıma koştu. Kemerimi çözdü, kollarının arasına aldı.

 

Yürüyebilecek hâlim kalmamıştı. Bacaklarımın arasından sıcak, ıslak bir şeylerin aktığını hissediyordum. Murat arabayı bile kapatmadan, beni kucağında taşıyarak acilin kapısından içeri daldı.

Bir hafta sonrasına randevu aldığımız doktorun bulunduğu hastanenin aciline gelmiştik. Kadın doğum aciline girdiğimizde, hızlıca durumu belirttik ve randevu aldığımız doktorun ismini söyledik. Şansımıza doktor hâlâ hastanedeydi, ayrılamamıştı.

 

Hızlıca kanlarım alındı, tahliller yapıldı ve sonuçlar gönderildi. O sırada doktorum geldi. Önce kanama durumumu kontrol etti. Evet, hissettiğim yanılmamıştı; yaşadığım anlık stres, sıkıntı ve öfkeden kanamam olmuştu. Gözyaşlarım hâlâ yanaklarımdan süzülüyordu. “Ne olur Allah’ım, ne olur ona bir şey olmasın. Ne olur o da beni bırakıp gitmesin…” Korkuyordum, çok korkuyordum. Eğer ona bir şey olursa, o kadına yapacaklarımdan daha çok korkuyordum.

 

Doktor kanama durumumu kontrol ettikten sonra, bebeğimin durumunu görmek için ultrasona geçmemizi istedi. Ultrasona geçtiğimizde Murat hemen yanı başımdaydı. Bir yandan elimden tutuyor, bir yandan akan gözyaşlarımı siliyor, alnımdan, saçlarımdan, yanaklarımdan öpücükler konduruyordu.

 

Doktor sandalyesine oturdu, karnımı açtı ve ultrasondaki topu karnımda gezdirmeye başladı. Soğuk jel bir anlık ürperdim ama içimdeki korku ve heyecan bunu bastırıyordu. Ekranda önce karaltılar geçti. Net bir görüntü alamıyorduk. Sonra doktorun yüz ifadesi birden değişti. Şaşkın mı, endişeli mi, yoksa başka bir ifade mi, anlamıyordum.

 

"İyi mi?" diye sordum.

Doktor, kaşlarını çatarak önce ekrana, sonra bana baktı.

"Daha önce bir kadın doğum muayenesi oldunuz mu? " diye sordu. Bakışları Murat ile benim aramda gidip geliyordu.

 

"Hayır… Daha yeni öğrendim hamile olduğumu."

 

'Peki… Anlıyorum. Ufak bir kanama var, görüyorum. Sanırım yaşadığınız stres, ani üzüntü ya da öfke sonucu olmuş olabilir. Çok yoğun değil, ama ufak da olsa risk taşıyor."

 

Dudaklarına hafif bir gülümseme kondurdu. Bu iyi bir haber miydi? Bebeğim sağlıklı mıydı? Sonra doktor, “Sanırım sizin küçük bir sürpriziniz daha var,” dedi. Önce Murat’a, sonra bana baktım. Murat da aynı şaşkın ifadeyle doktora bakıyordu.

 

'Nasıl?" dedim, hâlâ anlamaya çalışarak.

" Evet… Ufak bir kanama mevcut ama ilaçlarla ve tedavilerle kontrol altına alacağız. Ama her şeye rağmen bebeklerinizin durumu gayet sağlıklı, sağlıkları yerinde."

 

Şaşkınlığım bir kat daha arttı.

" Bebekler mi? İkiz mi? "diye sordu Murat.

Doktor başını olumsuz salladı, gülümsemesi hâlâ yerindeydi.

" İkiz değil… Tek batında, tek kesede… Üç tane bebek görüyorum burada."

Murat ve ben şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacaktık.

"Üçüz mü? "dedik birlikte.

Doktor gülümsemesini bozmadan başını salladı.

Nasıl yani? Üç tane bebeğim mi olacaktı şimdi benim?

 

Helloo Aşklaarııım... Son Zamanlarda Ard Arda Yaşadığımız Depremler Piskolojimi Çok Fena Halde Bozdu. Bir Balıkesirli Olarak Her Sarsıntıyı Fazlasıyla Hissettiğimiz İçin Resmen Paranoya Halde Geziyorum. çocuklarım bile ben ne zaman yanlarına koşsam yine mi deprem oldu anne diye soruyor. Rabbim hepimizi korusun imşallah. Neyse gelelim bölümeeeee. Nasıldı bölüm beğendiniz mi? Zeynep'in kararı hakkında ne düşünüyorsunuz.? Haklı mı? ayy ayyy üç bebek mi geliyor şimdi bize. ahahaha Murat'ın halini düşünemiyorum 😂😂 Finale daha da yaklaşıyoruz arkadaşlar. son iki ya da üç bölüm sonra Murat ve Zeynep'e veda edeceğiz. Yorumlarda buluşalım mı? oy vermeyi de unutmayın olur muyeni bölümde görüşmek üzere sizleri seviyoreee ---

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 04.11.2025 01:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...