39. Bölüm

XXXII

Nazlı Kerçin
nzlkrcn

Doktorun yanından çıktığımızda içimde karmaşık bir tufan vardı. Hem heyecan hem şaşkınlık… hem de endişe ve mutluluk birbirine karışmıştı. Üç tane bebeğimiz olacaktı. Bir değil, iki değil, üç. Sayıyla da 3, yazıyla da üç. Üç tane can… benim içimde atıyordu. Ama bir de “ama” vardı işte. Doktorun söyledikleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu:

 

Çoğul gebelikler her zaman tekiz gebeliklere göre daha risklidir. Üstelik rahim içinde ufak da olsa bir kanamanız mevcut. Bu da riskleri daha da yükseltiyor. Bu yüzden her şeyde iki kat daha dikkatli olmalısınız. Bu süreçte çalışamazsınız. Risk ortadan kalkana kadar yatak istirahati öneriyorum. Kişisel ihtiyaçlar dışında mümkün mertebe yatarak veya uzanarak geçirmeniz faydalı olur. Ufak lekelenme şeklinde kanamanız olabilir. Şu anlık normal sayılabilir. Ama kanama artarsa, acilen hastaneye gelmeniz gerekir. Size gerekli ilaçlar ve vitaminleri yazacağım. Bu süreçte stresten, sıkıntıdan, üzüntüden uzak durmalısınız. Moralinizi yüksek tutmalısınız.”

 

Her kelime, her cümle hafızama kazınmıştı. Tek tek, noktasına virgülüne kadar. Ama hâlâ aklımda tek bir soru dönüp duruyordu: Peki şimdi ne olacaktı?

Arabaya binip eve doğru yol almaya başladığımızda Murat her zamankinden daha yavaş ve daha dikkatliydi. Kasislerden geçerken bile ağır ağır ilerliyordu. Eve geldiğimizde sanki omzumuzdaki yükler kapının önünde kalmış gibiydi. Beni yavaşça salondaki tekli koltuğa oturttu. Hızlı adımlarla içeri gidip çarşaf, yastık, battaniye alarak üçlü koltuğa benim için bir yatak hazırladı ve beni oraya uzandırdı. Zaten panik ve telaşlı biriydi. Şimdi bu öğrendiklerimizle her şey ikiyle çarpılmış gibiydi. Önce benim için yemek hazırladı ve yataktan hafifçe doğrularak yememi sağladı. Sonra ne yapacağımızı konuşmaya başladık.

O 7/24 yanımda kalamazdı; işe gitmesi gerekiyordu. Ben tek başıma kendime bakamazdım, yatmam gerekiyordu. Mecburen annelerimize haber vermiştik.Onları da panik ve şaşkınlık sarmıştı. İkisinin aynı anda gelmesine gerek yoktu; sırayla gelip benim yanımda kalabilirlerdi. İlk olarak Gültem anne gelecekti, bir ay sonra da Nurten annem.

O günden sonra ne o kadına ne de kızına bir daha rastlamadım. Bir ara tekrar ulaşmaya çalıştıklarını duydum ama Murat onların karşısına adeta duvar gibi dikilmişti. Şu hâlimde istesem bile söylediklerini umursayacak durumda değildim. Ki, umursamak isteyen de yoktu.

 

Konuyu konuştuktan iki gün sonra Gülten annem İstanbul’a geldi. Bana resmen bir bebeğe bakar gibi baktı, nefes alışımı bile dinliyordu. Aytaç’ın içi bir türlü rahat etmese de mecburen Aylin’in yanına, yeni görev yerine gitmek zorunda kalmıştı. Vedalaşmamız biraz buruk, biraz da gözlerimde biriken yaşlarla olmuştu. Ona fazlasıyla alışmıştım. Ama her gün mutlaka aradı, sesimi duymadan telefonu kapatmadı. Moralimi yüksek tutmak için adeta savaş verdi.

 

Haberi alan Selime ve Feride halamlar da ziyarete gelmişlerdi. Hatta bakım sırasında sırayla gelip destek olabileceklerini söyleyince içimdeki yük biraz daha hafiflemişti.

 

Mecburen bakanlıktaki işime son vermek zorunda kalmıştım. İmzalar, evraklar derken el mahkûm bir kez dışarı çıkmam gerekti. O gün hem her şey resmileşti hem de iş arkadaşlarımla vedalaşma fırsatı buldum. Bakan Bey, “Her şey yoluna girdiğinde işin seni bekliyor,” diye özellikle belirtmişti. İçimde buruk bir sevinç bırakmıştı bu söz.

 

İki haftada bir doktor kontrollerimiz vardı. Şükür ki doktorun bahsettiği gibi büyük bir kanamam olmamıştı. Ufak lekelenmeler dışında her şey yolundaydı. Ama yine de tetikteydik; nefesimizi bile temkinli alır olmuştuk.Murat, gerçekten bir bebeğe bakar gibi bakıyordu bana. Banyomu yaptırıyor, üzerimi giydiriyor, saçlarımı tarayıp kurutuyordu. Bir tabak yemeği bazen kendi eliyle yediriyordu. Her bir detayla ince ince ilgileniyordu; nefes almamdan adım atmama kadar her şeyi kontrol ediyordu.

 

Bazen arkadaşlarımız geliyordu. “Evde yalnız kalıp kafana bir şeyleri takma,” demek için, ama demeden hissettirmek için. Sohbetleri bile usul usul, beni yormayacak şekildeydi.

 

Aylin… O zaten başka bir boyuttu. Günde iki kez görüntülü arıyordu. Daha şimdiden “bizim minikler” için alışveriş yapmaya başlamıştı bile. Cinsiyet belli değildi ama o, her cinsiyete uyacak şeyler alıyordu. İlk aldığı şey de arı desenli tulumlardı. Ekranda gösterirken gözleri parlıyordu: “Bak, üç tane aldım, kavga etmesinler,” diye.

 

Bu deliliği yapan sadece Aylin değildi tabii.

 

Eymen, Yusuf ve Ömer de aynı kervana dahil olmuşlardı. Daha doğmamış çocuğa don biçmek misali… Şimdiden bizimkilerin üç tane akülü arabası vardı. Üçü de ayrı ayrı almış, bana göstermişlerdi.

 

“Daha yeni fasulye tanesi kadarlar!” diye bağırmıştım.

 

Onlar da sırayla, pişkin pişkin:

 

“Fasulye de büyür,”

“Şimdiden yatırım yapıyoruz,”

“Biz ileri görüştüyüz,”

 

diye cevap vermişlerdi.

 

Vallahi de manyaktı bunlar. Ama iyi ki vardı hepsi. Çünkü o anlarda anlıyordum… Tek değildik.

Annelerimizin de onlardan farkı yoktu. İkisi bir yandan yelekler, patikler, hırkalar örüyorlardı. Gülten anne bir renge başlıyor, Nurten annem başka bir renge girişiyor… Kimin neyi ördüğü bile karışıyordu artık. Bir ara ikisi de aynı hırkadan örmeye başlamış, sonra fark edince birbirlerine bakıp kahkaha atmışlardı.

 

Zaman böyle böyle akıp giderken… artık beş aylık hamileydim.

 

Normalde kadınların bu aylarda yeni yeni belli olmaya başlayan göbekleri olurdu… Benimki ise neredeyse dokuz aylık hamile gibiydi. Eee kolay mı üç taneyi bu karında taşımak? Her sabah aynaya baktığımda kendi kendime, “tek kişilik değil, üç kişilik büyüdüm,” diye söyleniyordum.

 

Yarınki kontrolümüzde cinsiyetlerini öğrenmeyi hayal ediyorduk. Her defasında ya ters dönüyorlar ya da üçü birden totosunu kameraya çeviriyormuş gibi davranıyordu. Doktor bile, “Bu kadar inadını gördüğüm başka bebek grubu yok,” diye gülüyordu.

 

İki tanesi nispeten sakindi.

 

Ama bir tanesi vardı… bir tanesi!

 

O tam bir belaydı. Sürekli hareket halinde, sürekli kıpır kıpır. İkisini de kenarlara ittiriyor, kendine alan açıyordu. Ultrasonda bile o kadar belli oluyordu ki…

 

Murat her defasında ekrana bakıp, “Şu ortadaki kesin sana çekmiş,” diyordu.

 

Belki de haklıydı. Belki doğduktan sonra da en çok yaramazlığı o yapacak, diğer ikisine dünyayı dar edecek olan da o olacaktı.

 

Ve ben… her şikâyetimin sonunda içimde büyüyen o koca sevgiyle sadece gülümsüyordum:

 

“Üç küçük mucize… yarın sonunda sizi daha yakından tanıyacağız.”

Sedyede yatarken ikimiz de heyecanla ekrana bakıyorduk. Murat’ın eli avucumda, benim kalbim avucunun içinde çarpıyordu sanki. Doktor cihazı karnımda gezdirirken üçü de yine totosunu dönmüş, ekrana arkalarını dönerek poz vermişlerdi. Resmen inatçı bir ekip oldukları daha şimdiden belliydi.

 

Ama bu defa bizim inat, onların inadını yenecekti.

 

Doktor hem ultrason cihazıyla gezdiriyor hem de ara ara karnımın üstünden bebekleri hafifçe dürtüp rahatsız ederek dönmelerini sağlamaya çalışıyordu.

 

Sonunda ilk olarak sol taraftaki döndü.

 

Doktor gözlerini kısarak ekrana baktı ve, “Tamam… ben bunu gördüm,” dedi ama yüzünde hafif bir sırıtış vardı. Bize söylemedi. Bütün cinsiyetleri bir kağıda yazıp sonunda vermek istediğini söylemişti.

 

Biraz daha uğraştıktan sonra sağ taraftakini de gördü.

 

Ama ortadaki… ah o ortadaki!

 

En büyük inatçı oydu. Dakikalar sürdü onun dönmesi. Sanki doktorla ‘kim daha inatçı’ yarışına girmişti.

 

Doktor sonunda kahkahayı bastı: “Tamam, tamam! Şimdi belli oldu işte,” dedi.

Murat da gülmeye başlamıştı.

 

Doktor bize üç tane ayrı küçük kağıt verdi.

Her biri katlanmış, üzerinde sadece kimin kim olduğu yazıyordu: Sol – Orta – Sağ.

Cinsiyetler ise içerideydi.

 

Ve biz… bunu sevdiklerimizle birlikte öğrenmek istiyorduk.

 

Murat beni eve bıraktıktan sonra hemen çıktı.

Ne yaptığını söylemedi ama yüzündeki heyecanı saklayamadığı için bir şeylerin hazırlığında olduğu belliydi.

 

Bir organizasyoncuya gitmiş.

 

Elbette devasa bir cinsiyet partisi olmayacaktı. Zaten benim halim yoktu, durumum da müsait değildi. Ama küçük, anlamlı, tatlı bir sürpriz istiyordu.

 

Üç tane küçük kutu yaptırmıştı.

 

Kutuların kapağı açıldığında içlerinden renkli konfetiler uçuşacaktı.

Kutuların üzerinde ise doktorun yazdığı gibi sırasıyla Sol – Orta – Sağ yazıyordu.

Her kutuda bir bebeğimizin cinsiyeti saklıydı.

Ve o anı, hep birlikte, aynı anda öğrenecektik.

Murat eve geri döndüğünde yüzündeki heyecan, çocuksu bir mutlulukla karışmıştı.

Ben ise hem endişeli hem de tarifsiz bir sevinçle, elimde üç küçük gizemin saklı olduğu kutulara bakıyordum.

 

Üç kalp… üç sır…

Ve artık öğrenmemize sadece saatler kalmıştı.

Akşam olunca tüm sevdiklerimizi görüntülü aradık. Telefonu sehpanın üstüne sabitlemiştik. Yanımızda sadece annelerimiz vardı ama ekrandaki karelere bölünmüş yüzlerde, sanki koca bir aile odamızın içindeydi. Herkes meraklı, heyecanlı, nefesini tutmuş bizi bekliyordu.

 

Oylama sonucunda önce sağdaki kutuyu açmaya karar verdik.

 

Murat’la birbirimize baktık.

Ben kutunun kapağını yavaşça kaldırdığım anda Bir anda etrafa ve üstümüze mavi konfetiler fışkırmaya başladı.

Annem çığlık attı, ekrandakiler bağırdı, Murat kahkaha attı.

Benim yüzümde ise istemsiz, kocaman bir gülümseme vardı.

İlk bebeğimiz… erkekti.

Sıra soldaki kutuya gelmişti.

Murat’la aynı anda nefes aldık, aynı anda kapağı kaldırdık ve—Yine mavi konfetiler etrafa saçıldı.

Bu defa kahkahamı hiç saklamadım.

İki tane oğlum olacaktı benim.Babalarına benzeyen iki tane yakışıklı.İçimde büyüyen iki küçük adam.

Ve şimdi… sırada en merak ettiğim, en inatçı, en hareketli olan: ortadaki keçi.

Son kutuyu elimize aldığımızda heyecanım doruktaydı.

Ellerim titriyordu resmen.

Yavaşça kapağı kaldırdım…

 

Ve tam orta yere, uçuşan bir sürü mavi konfeti arasından bir anda pembe konfetiler fırlamaya başladı.

 

Bir an beynim durdu. Pembe mi??

Şaşkınlığın yerini saniyeler içinde tarif edilemez bir duygu aldı.

Murat ise yerinde duramadı.

“İşte bu beeee!” diye bağırdı kocaman bir sevinçle.

Zira o içten içe hep bir kız istiyordu.

Ekrandan çığlıklar, sevinç nidaları, alkışlar yükseliyordu.

Bu minik kız…

İki erkek kardeşine daha şimdiden kök söktürmeye başlamıştı bile.

Ve böylece…

Üçüzlerimizin sırrı ortaya çıktı:

Sağdaki: Erkek

Soldaki: Erkek

Ortadaki küçük keçi: Bir prenses.

 

Yaz geldiğinde annemlerin gelmesi iyice zorlaşmıştı. Memlekette yayla, tarla, bahçe derken onların da yükü omuzlarına binmişti. O işler yapılmazsa kışlık hazırlıkları olmazdı. Tahsin baba tek başına erkek haliyle her şeyin üstesinden gelemezdi elbette. O yüzden içimde kırgınlık olsa bile “Haklılar…” diyordum. Çünkü hayat böyle. Bir yandan benim durumum, bir yandan onların mecburiyetleri.

 

Ama çok şükür ki artık o ilk riskli dönem tamamen geride kalmıştı.

Sadece üç can taşıyan kocaman, devasa, yürürken beni sağa sola sallayan bir göbeğim vardı.

 

Ve aldığım kilolar…

Allah’ım…

Resmen pandaya dönmüştüm.Yanaklarım şişmiş, kalçalarım genişlemiş, göğüslerim desen zaten kendi başına birer devrim yapıyordu.

Bu Murat’ın en çok hoşuna giden şeydi.

Beyefendinin eli doluyormuş da hoşuna gidiyormuş.

E iyi de…

Acaba o yokladıkça benim içimdeki yangını harladığının farkında mıydı?

İlk zamanlar risk olduğu için ilişki yasaktı. Sonrasında da bu defa Bay Panik Atak “Ya bir şey olursa?” diye diye yanıma bile yaklaşmıyordu.

Ben de böyle yangın yangın, volkan volkan, içi ateş dolu şekilde geziyordum.Hem zaten bu koca göbekle nasıl olacaksa o iş…

Ama insanın canı isteyince beyin mantığa bakmıyor işte.

 

Bir süredir aklımızı kurcalayan başka bir konu daha vardı.

Hem şimdi…Hem de sonrasında…

Tek başıma üç bebeğe bakmak?Mümkün görünmüyordu.

Bir tanesine bakmak bile emek isterken üçüne aynı anda yetişmek?

Üstelik büyük ihtimalle erken doğacaklardı.

Onların özel bakıma, düzenli ilgiye, sürekli gözlemeye ihtiyaçları olacaktı.

Murat işe gidecek…

Annemler memlekette…

Ben bu göbekle zaten zorlanıyorum…

Kafamızda tek bir seçenek ışık gibi yanıp sönüyordu.

Ama doktor ne diyecekti ona emin değildim.

Uygun olur mu?

Sorun çıkar mı?

Doğru mu?

Yanlış mı?

Bir sonraki kontrolde aklımızdaki o fikri soracaktım.

 

Çünkü yuvasını hazırlayan bir anne gibi içimde bir his vardı:

"Üç bebeğime tek başıma yetişemem. Bir destek şart.”

Geçen ay Ömer ve Burçenin düğünü vardı.

Normalde yan yana, kol kola, şıkır şıkır giderdik ama benim sendrom, kocaman göbek, yatak istirahati derken… maalesef yalnızca online katılabilmiştim.

Murat’ı ise düğüne göndermek başlı başına bir savaştı.

Adamı bildiğin sürükleyerek, ikna ederek, tehdit ederek, “Gitmezsen vallahi bozuşuruz!” diyerek yolladım.

Sonuçta yakın arkadaşının düğünüydü.

Üstelik nikâh şahidi olacaktı.

O kadar sorumluluğu vardı.

Benim yanımda ise annelerim, halamlar derken bir şekilde nöbet sistemi kurulmuştu. Yani Murat’ın gitmesi için her şey hazırdı. Ama adam bir türlü rahat edemiyordu.

Tabii gitse de ne oldu?Her saat başı aramalar…

— “Nasılsın aşkım?”

— “İyi misin?”

— “Bir şey oldu mu?”

— “Bak ben birazdan nikâh kıyılacak yere geçiyorum.”

— “Sen nefesin hızlı gibi? Bir şey yok değil mi?”

Düğün salonundan bile beni rahat bırakmadı.

Nikâh memuru masaya oturduğu an görüntülü aradı.

 

Telefonu sehpanın üzerine koyduk, ekranı bana çevirdiler.

Salonun ışıkları, insanların gülüşleri, alkışlar… Hepsi bir anda yüzüme vurdu.

O an sanki ben de oradaydım.

Ömer’in heyecanı, Burçen’in parlayan gözleri, Murat’ın takım elbisesi içinde burnu havada bir gururla yanlarında duruşu…

 

Bedenen orada olamasam da ruhen kesinlikle o anın içindeydim.

Kalbim doldu, gözlerim doldu…

Sanki mutluluk bana doğru bir sel gibi akıyordu.

“Evet” dedikleri o an…

Sanki yanlarındaymışım gibi hissettim.

 

Son doktor kontrolünden çıktığımızda, kafamızdaki tek şey bundan sonra yapacağımızdı. Uçak yolculuğu kesin olarak yasaktı; çünkü benim durumumda havayolu yolculuğu neredeyse hiç uygun değildi. Arabayla uzun yol yapmak da riskliydi ama başka çaremiz yoktu. Bu nedenle her detayı tek tek planladık.

 

Arka koltuğa, tamamen koltukların üzerine yayılabilen özel bir şişme yatak aldık. Böylece yol boyunca dik oturmak zorunda kalmayacak, çoğunlukla uzanır ya da yarı yatar pozisyonda gidebilecektim. Ama en önemlisi, iki ya da en fazla üç saatte bir mutlaka duracaktık. Ben arabadan inip kısa yürüyüşler yapacak, bacaklarımı açacak, biraz hareket edecektim.

Doktor da tembihlemişti:

En ufak bir ağrı, baskı, sancı ya da sıkıntı hissedersem—nerede olursak olalım—en yakın hastaneye gidecektik. Planımız buydu. Ve hepimiz bu plana harfiyen uyacağımızı çok iyi biliyorduk.

Peki biz neyin telaşındaydık? Onu da anlatayım.

Murat, tayin istemeye karar vermişti. Çünkü artık içinde bulunduğum süreç, tek başına kaldırabileceğim bir dönem değildi. Benim sağlık sorunlarımı sebeb göstererek Rize ve Trabzon illerine tayin talebinde bulunmuştu. Sağ olsun bakan bey de bu konuda bize fazlasıyla yardımcı oldu. Çünkü maalesef bu tarz işler her zaman sırayla ilerlemiyor, herkes istediğini hemen alamıyordu. Böyle zamanlarda desteğe ihtiyaç duyuluyordu ve Murat da bunu kullanmaktan geri durmadı—ki ben buna asla içime sindiremesem de.

 

Yaklaşık on beş günlük bekleyişin ardından tayin sonucumuz onaylandı. Gönlümüzden geçen olmuştu: Trabzon çıkmıştı. Trabzon olması daha hayırlıydı zaten. Hem Gülten annemin yanında olacaktım, hem de Murat ların onların Trabzon’da hazır bir evi vardı. Bu yüzden taşınma kısmı çok büyük bir sorun olmadı.

 

Burçin ve Ömer balayından döner dönmez bizim taşınma işleriyle ilgilenmeye başladılar. Hatta Aylinde Aytaç’la birlikte izin alıp yanımıza gelmişti. Selime ve Feride halamlar da bizi yalnız bırakmadı. Evde tam bir seferberlik hâli vardı. Herkes bir yandan kolileri dolduruyor, eşyaları ayırıyor, paketliyor…

 

Benim yaptığım tek şey ise salondaki üçlü koltuğa yayılmak, karnımı okşayarak meyve yemek ve onları izlemekti. Hiçbir şeye el sürdürmüyorlardı zaten. Kaldı ki “kalk yap” deseler bile… bu göbekle ne eğilebilirdim ne doğrulabilirdim.

Bütün eşyalar bu sabah nakliyeyle yola çıktıktan sonra biz de arkasından iki araç olacak şekilde hareket etmiştik. Tam da doktorun dediği gibi arka koltuğa şişme yatağı serilmiş, üzerine çarşafı, battaniyesi, yastığı… her şey özenle yerleştirilmişti. Ben arka koltuğa yayılmış, üç bebeğimi ve koca göbeğimi sağa sola devirmeden rahatça nefes almaya çalışıyordum.

 

Murat sürücü koltuğunda, Burçe de ön tarafta yanındaydı. Arkamızdaki araçta ise Ömer ve ekibin diğer üyeleri geliyordu. Burçen’in bizim arabada olmasının nedeni belliydi: hemşire olarak olası en ufak riske anında müdahale edebilmek. Bir nevi yolda ambulans ekibi gibi gidiyorduk.

Her iki saatte bir mola veriyor, beni indirip yürütüyor, sonra tekrar dikkatlice araca yerleştiriyorlardı.

Bir saat önce bir mola yerinde yemek yemiştik. Orada tatlı rafında gördüğüö pudinglerle aklım başımdan gitmişti. Orda yediğim iki tane yetmemiş gibi 5 6 tane de yanıma almıştım. Ee böyle yemeye panda gibi olmakta gayet normaldi. Hadi ben hamileydim de almıştım. Peki Eymen'e ne oluyordu? Oda başka bir poşete kazandibi doldurup çıkmıştı. Aklımda tam olarak o poşette kalmıştı.

Eymen bir sürü paket almıştı. Ama gel gör ki bir tane bile bana vermemişti. Bir taneyle de yetinmezdim gerçi ama olsun; teklif edilseydi belki gönlüm olurdu.

 

Yarım saat boyunca içimdeki kazandibi isyanıyla cebelleştim. Sonra dayanamadım; olduğum yerde doğrulduğum anda karnımdan tutarak “Off!” diye iç çektim. O hallerimi gören herkes zaten tedirgin oluyordu.

 

Başımı zar zor Murat’ın koltuğunun arasından uzatıp:

 

"Bir şey isteyeceğim…" dedim

 

"Söyle güzelim," dedi. Murat bu hallerimden bir kez olsun şikayet etmeden

 

" Şimdi… hani Eymen bir sürü kazan dibi aldı ya"

 

" Evet? "diye ikisi birden gülerek döndü.

 

" İşte… benim canım ondan istiyor. Bir tane bile vermedi bana o hain!"

Dememle Murat’ın bir saniye bile düşünmeden dörtlüleri yakıp otobanın kenarına çekmesi bir oldu. Emniyet şeridinde ani frenle durduk. Arkamızdaki ekip de bizim durduğumuzu görünce aynı anda kendini sağa attı.

Kapılar patır patır açıldı.

Ömer, Eymen ve Yusuf… hepsi panikle bizim araca doğru koşmaya başladı.

Oydu buydu derken koca otobanın orta yerinde acil durum havası…

Tek sebebi neydi biliyor musunuz

Kazandibi.

“Ne oldu? Bir sıkıntı mı var? " Ömer'in telaşla sorusuna başımızı salladık.

Herkes yanımıza koştuğunda, Murat sanki hiçbir şey olmamış gibi sakin ve ciddi bir şekilde Eymen’e döndü:

"Eymen! Koçum, şu aldığın kazandibi poşeti bir getirsene" dedi.

 

Eymen, hafif kaşlarını kaldırarak memnuniyetsiz cevap verdi

"Sebep?!, "

 

Ama Eymen altından çıkacak nedeni biliyordu.

Murat,Eymen’in anlayacağı şekilde ekledi:

"Arabada hamile var, hani? Almışsın bir çuval kazan dibini, sırtlamışsın omzuna, arabaya getirmişsin. Canı çekmiş kadının, getir şu poşeti!"

Eymen bir an duraksadı, sonra mırıldandı:

"Bana ne. Onca puding alacağına ondan da alaydı! "

Ama Murat’dan kaçış yoktu. Hızla ve tane tane konuştu.

"Eymen, kazandibilerini, getir!! "

 

Eymen hızla arabaya yürüdü ve geri döndü, bir yandan söyleniyor, bir yandan yandan kucağında kazandibi poşetiyle hızlı adımlarla arabaya doğru geliyordu. Göğsüne bastırdığı poşeti getirirken, Murat'a tekrar net bir tonla uyardı:

" Bir tane veririm ama, başkasını karıştırma!"

"Tamam bir tane" dedi Murat. Ama bir tane bans yetmezdi ki. Hızla Eymenin elindeki poşeti aldı. İçinden bir tanesini ona verip poşeti benim kucağuma bıraktı.

"Hadi devam edelim yola"

Eymen, camdan bana ters ters bakarken, ben de dilimi çıkarıp nispet yaptım. Herkes bir yandan panik, bir yandan gülme krizindeydi.

 

Onca yediğim öğünden sonra üzerime çöken ağırlıkla arka koltuktaki şahane yatağımda uzanıp uykuya dalmıştım. Kaç saat uyuduğumu, ne kadar dinlendiğimi bilmiyorum; gözlerimi açtığımda hava iyice kararmaya başlamıştı. Akşam yemeği için mola verdiğimizde yemeklerimizi yedik ve tekrar yola koyulduk. Trabzon’a kadar uyuyarak geçirdiğim bu uzun yolculuk sonunda, nihayet Nurten annemlerin evinin önüne geldiğimizde, ben hariç herkes yorgun ve bitkin görünüyordu.

Eve girdiğimizde Nurten ve Gülten annem çoktan bir şeyler hazırlamış, yemekleri sofraya koymuşlardı. İştahımız olmasa da onları kırmamak için birkaç lokma atıştırdık ve herkes odalarına çekilerek uyumaya geçti. Ben ise uykumun gelmemesiyle boş boş oturup, yolculuğu ve olanları düşünüyordum.

 

Sabah olduğunda güzel bir kahvaltı yaptık ve Murat’ın önceden ayarladığı, kiraladığı eve geçtik. Nakliye arabası bizden önce gelmiş, anahtar annemlerde olduğu için eşyalar eve kadar taşınmıştı. Artık yapmamız gereken tek şey, eşyaların yerleştirilmesiydi. Öncelik tabi ki bana verildi; ilk koltuklar kurulup beni oturttular, ardından benden aldıkları direktiflerle eşyaları odalara yerleştirmeye başladılar.

Akşama kadar herkesin pili bitmiş olsa da, sonunda ev tamamen yerleştirilmişti. Gerçekten, böyle güzel arkadaşlarımız olduğu için çok şanslıydık; olmasalardı belki günler sürecek bir işlem sadece bir günde tamamlanmıştı. Ama herkesin de enerjisi tükenmişti. Akşam olduğunda herkes kendini bir köşeye atarken, ben yeni evimizin keyfini çıkarıyordum. Her şey gerçekten çok güzeldi.

 

Evimizin manzarası ise ayrı bir harikaydı. Uzaktan Karadeniz’in mavi suları göz kırpıyor, çevre ise yemyeşil ağaçlarla kaplıydı. Annemlere de çok uzak sayılmazdı; yürüyerek belki gelinmezdi ama araçla kısa bir yoldu. Murat, yeni karakoluna yakın olması için bu bölgeyi tercih etmişti.

 

Arkadaşlarımız birkaç gün daha bizimle vakit geçirip, hem dinlenmiş hem de küçük bir tatil yapmış oldular, sonra mecburen İstanbul’a dönmek zorunda kaldılar; çünkü herkes işine gücüne dönmeliydi. Murat, bir haftalık izninden sonra yeni karakolda yeni arkadaşlarıyla iş başı yapmıştı. Pek memnun sayılmazdı; eski arkadaşlarını ve ortamını bırakıp sıfırdan bir hayat kurmak kolay değildi. Ama memleketinden ve oradaki insanlar sayesinde yeni ortamla da kısa sürede kaynaşmıştı.

 

Ben ise hâlâ kendimi biraz yabancı hissediyordum. Kendi memleketimdeydim, kendi topraklarımdaydım belki ama yıllardır alıştığım ortamı bırakmak, burayı bana biraz yabancı hissettirmişti.

Annemler sık sık gelip birkaç günlük yemek hazırlayıp gidiyorlardı. Artık sürekli başımda olmalarını istemiyordum; çünkü onlara asıl ihtiyacım doğumdan sonra olacaktı.

 

İyice her şeyi rayına oturttuktan sonra yaptığımız ilk iş, İstanbul’daki doktorumuzun önerdiği kadın doğum uzmanına randevu almak olmuştu. Doktorumuz ve uzman arkadaşları fakülteden tanışıyorlardı; hem hekimliğine hem de bilgisine tam anlamıyla güveniyorduk. Bu nedenle, doktorumuz bizim durumumuzdan zaten haberdar olduğundan, kontrole gittiğimizde ayrı bir özet geçmek zorunda kalmayacaktık.

 

Kontrole gittiğimizde artık 7. ayımı bitirmiş, 8. aya yavaş yavaş girmeye başlamıştık. Tahliller, kontroller ve detaylı incelemeler tek tek yapılmıştı. Çok şükür, hem benim sağlığım hem de bebeklerin sağlığı yerindeydi.

 

Ama ne yazık ki, normal doğum mümkün değildi. Hem bebekleri fazla sıkıntıya sokmamak, hem de beni yormamak için sezaryen doğum için gün belirlemiştik. Üç hafta sonra, eğer herhangi bir aksilik çıkmazsa, minik bebeklerim dünyaya gelecekti.

Geçen günler çoğunlukla doğuma hazırlık yaparak geçti. Her bir bebeğimiz için ayrı ayrı çantalar hazırlamıştık: hastane çıkış giysileri, müslin örtüler, bezler, pamuklar, yedek kıyafetler… Her ihtimale karşı biberonlar da eklenmişti. İki çanta maviydi, biri pembe; bir de kendim için çanta hazırlamıştık. İçine pijamalar, yaz ayına rağmen annemin koyduğu kalın çoraplar, iç çamaşırları, emzirme sütyenleri, lohusa kadının ihtiyaç duyabileceği her şey konmuştu.

 

Çantaların yanında bekleyen üç tane puset, her şeyin hazır olduğunu gösteriyordu. Bebeklerin odaları da hazırdı, ancak ilk aylar bizim odamızda kalacaklardı. Anne karnında sürekli bir arada oldukları için, doğumdan sonra da birbirlerini arayacaklar, ayrılmasınlar diye kocaman bir beşikte üçünü birden yatırmayı planlamıştık. Odalarında ise her biri için ayrı bir beşik vardı; dolapları tek kapılı, üç tane ve üzerlerinde onların adı yazıyordu. Bütün bu düzeni halamlar, kuzenlerimiz ve ailelerimiz organize etmişti. Ortada yumuşacık, beyaz bir halı vardı; odadaki her ayrıntı, her eşyamız, sevdiklerimizin küçük bir hatırasını taşıyordu.

 

Şimdi tek yapmamız gereken, onların gelmesini beklemekti.Son akşam, Murat’ın yardımıyla ılık bir duş almıştım. Sabah 7’de hastaneye gidecektik; 9 gibi ise doğuma girecektim. Özellikle son iki gündür heyecandan uyuyamıyordum. Bu akşam nasıl sabah olacaktı, bilmiyordum.

 

Uyur uyanık geçirdiğim gecenin ardından annemler, Tahsin Baba ve biz hep beraber hastaneye geçtik. Odaya yerleştirildikten sonra beni hazırladılar ve doğumhaneye aldılar. Aslında Murat da yanımda olmak istemişti; ama ben, doğum heyecanıyla ve onun doktorların işine karışacak kadar panik yapmasından çekindiğim için bunu istemedim. Orada zaten hem doğumun heyecanıyla hem de Murat’la uğraşacak gücüm olmayacaktı.

Doğumhanenin kapıları üzerimde kapanırken içimdeki sessizlik bir anda büyüdü. Sanki bütün dünya dışarıda kalmıştı; annemlerin telaşlı bakışları, Tahsin Baba’nın dua eden gözleri, Murat’ın elimi son ana kadar bırakmak istemeyişi… Hepsi o kapının dışında kaldı.

 

Ben ise burada, tek başıma… ama aslında üç küçük kalple birlikteydim.

 

Hemşireler hazırlık yaparken, üzerime hafif bir titreme geldi. Soğuktan mı, heyecandan mı, korkudan mı bilmiyordum. Tek bildiğim… birazdan hayatımın en büyük mucizeleriyle karşılaşacaktım. Öyle bir mucize ki, göğsümü açsa içimde çarpan kalpleri duyacak gibiydim.

 

Doktorum başucuma geldiğinde yüzündeki güven veren ifadeyle bir an nefesim düzeldi.

“Hazır mısın?” dedi.

Hazır mıydım?

Bilmiyordum. Ama artık geri dönüş yoktu.

 

Bir anlığına gözlerimi kapattım. Murat’ın yüzü geldi aklıma… Bana sarılırken başımı koklayışı, sesindeki titremeyi saklamaya çalışması…

“Ben buradayım,” demişti.

Kapının dışında bile olsa, o yanımdaydı.

 

Birkaç dakika sonra ameliyathanede sessiz bir uğultu başladı. Işıklar biraz daha parlaklaştı. Derin bir nefes aldım. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.

 

Sonra…

Doktorun sakin sesi duyuldu:

“Başlıyoruz.”

 

Ameliyathanede zaman, ölçüsünü tamamen kaybetmiş gibiydi.

Her şey beyazdı… ışıklar, tavan, önlüğüm, örtüler…

Sanki nefesimi bile bu aydınlığın içine bırakıyordum.

 

Doktorun sesi usulca geldi:

“Tamam, sakin ol… her şey yolunda.”

 

Kalbim hızlandı ama nefesim düzeldi. İçimde üç ayrı kalbin çırpındığını hisseder gibiydim. Sanki hepsi aynı anda “ geliyoruz,” diyordu.

 

Kesilerin başladığını hissetmedim bile; sadece üzerimde dolaşan küçük bir baskı… bir çekilme… bir dokunuş. Hemşirelerden biri omzuma hafifçe dokundu.

“Her şey yolunda gidiyor,” dedi.

 

Sonra doktorun sesi bir ton değişti.

“Hazırsan… ilkini alıyoruz.”

 

Nefesimi tuttum. Göğsümde bir basınç… hafif bir çekilme…

Ve…

 

İlk bebek.

 

Çok hafif, neredeyse utangaç bir ağlama sesi yükseldi.

Kısık, küçük, tedirgin bir ağlama…

 

Bedenimden bir ağırlık eksildi. Kalbimde ise bir şey fazlalaştı; tarif edilmez bir duygu.

Hemşire hızla seslendi:

“Erkek birinci!”

Gözlerim doldu.

Daha görmeden, sadece o minik sesle içim eridi.

Doktorun sesi tekrar geldi:

“Şimdi… ikinciyi alıyoruz.”

Derin bir nefes aldım.

Yine aynı baskı… yine aynı çekilme…

İkinci bebek.

Bu kez ağlama sesi biraz daha belirgindi.

Daha kararlı, daha güçlü… sanki doğduğu an bile kardeşine göre daha iddialıydı

Hemşire yine hızlıca söyledi:

“İkinci de erkek!”

İçimden bir şeyler çözülmeye başladı.

İki minik oğlum… İkisi de ağlayarak dünyaya tutunmuştu.

 

Ama içimde bir heyecan daha vardı.

Bir kalp daha… son bir bekleyiş.

Kızım.

Doktor derin bir nefes aldı, ardından yumuşak bir sesle,

“Şimdi prensesi alıyoruz.”

İçim titredi.

Karnımın içinde bir hareket, sonra bir baskı daha…

Ve o anda…

Ameliyathaneyi yırtarcasına bir çığlık yükseldi.

O kadar güçlü, o kadar tok, o kadar kararlı bir ağlama ki…

Adeta “Ben geldim! Beni duymayan kalmasın!” diyordu.

Bir saniyede bütün odayı doldurdu.

Hemşireler bile birbirine bakıp gülümsedi.

 

“Bu kız çok güçlü olacak!” dedi biri.

 

Doktor ise hafifçe gülümsedi:

“En son gelen, en çok konuşan olur derler… Bu kız belli ki kendini çok belli edecekti.”

 

Gözlerim doldu, yanaklarımdan yaşlar sessizce aktı.

Üç kalp…

Üç nefes…

Üç mucize.

 

Ama kızımın sesi…

O ses, içimdeki bütün duvarları yıkmıştı.

 

“Üçüncü bebeğimiz… kız!” diye seslendi hemşire.

 

O an kalbim sanki tamamen yer değiştirdi.

Bütün yorgunluğum, korkum, çektiğim ağrı… hepsi silindi gitti.

 

Ameliyathane artık bana soğuk gelmiyordu.

Üç küçük ses vardı…

Ve o sesler artık benim dünyamdı.

 

 

Odanın kapısı kapanır kapanmaz, içimdeki uğultu bir anda kesildi. Sanki bütün hastane sessizleşmiş, nefes alışlarım bile daha net duyulur olmuştu. Yatağa uzanırken bütün bedenim yorgundu ama kalbim… kalbim tuhaf bir şekilde hafiflemişti.

Kapının hemen yanında duran Murat’a baktım. O ise gözlerini benden bir an bile kaçırmıyordu. Gülümsemedi bile… Sanki gülümsemek yetmezmiş gibi, bakışlarıyla beni sarıyordu.

 

“Canım…” diye fısıldadı, yanıma doğru eğilirken.

Elimi tuttu. Avuçlarındaki sıcaklık içime kadar yürüdü. Hiçbir şey söylemeden parmaklarımın arasına kendi parmaklarını yerleştirdi. O an içimde bir yer sıcacık oldu.

 

Murat elimi avucunun arasında hafifçe sıktı, sonra başparmağımla yüzümü okşarmış gibi gezdirdi.

 

“Ne kadar güçlü olduğunu biliyor musun?” dedi.

Sesindeki şefkat, yıllardır ihtiyacım olan bir örtü gibi üzerime serildi.

Cevap veremedim. Boğazım düğümlendi.

Murat hafifçe eğildi… alnımı dudaklarıyla buluşturdu.

Uzın, sabırlı, özenli bir öpücük.

Sanki bütün korkularımı içinden çekip alıyordu.

Sonra ellerime konan öpücükler…

Bileklerime, parmaklarıma, avuç içlerime…

Her biri “Yanındayım.” diyen küçük temkinli dokunuşlar.

Gözlerim doldu.

“Ağlama, güzelim.” dedi.

Ama bunu söylerken bile gözleri benim gözlerimde asılı kaldı, dudaklarında hafif bir titreme vardı. Sanki o da benimle birlikte nefes almaya yeni başlamıştı.

 

Başımı hafifçe yana çevirip ona baktım.

“Buradasın ya…” dedim fısıldayarak.

“Her şey daha kolay.”

 

Murat gülümsedi, bu kez çok hafif. Sonra yanımdaki sandalyeye değil… doğrudan yatağın kenarına oturdu. Yavaşça saçlarımı alnımdan geriye itti ve kulağımın kenarına bir öpücük daha kondurdu.

 

“Benim için dünyanın en kıymetlisi sensin.” diye mırıldandı.

“İyi olduğunu görmek… nefes almamı kolaylaştırıyor, Zeynep.”

 

Elini yüzüme koydum. O an fark ettim ki elleri titriyordu.

Ben güç toplamaya çalışırken, o dışarıda benden daha çok nefes tutmuş, benden daha çok beklemişti.

 

“Murat…” dedim, avuçlarımı onun yanaklarına koyarak.

“Ben iyiyim. Gerçekten iyiyim.”

 

O an gözlerini kapattı, alnını benim alnıma yasladı.

Sanki tüm yükünü o küçücük dokunuşla bıraktı.

 

İçimde bir sıcaklık yayıldı.

Korkular, endişeler, telaş… hepsi bir anlığına yok oldu.

 

Ve odanın dışındaki herkes — ailelerimiz — sessizce mutluluklarını paylaşırken, içimde tek bir gerçek vardı:Murat’ın kolları, dünyadaki en güvenli yerdi.

 

Kapı hafifçe aralandığında, kalbim sanki göğsümden dışarı çıkacak sandım. Hemşirelerin ittiği üç küçük beşik… İki mavi, bir pembe. Ayak sesleri bile bana bir ömür gibi uzun geldi. Murat yanı başımda, elimi avucunda tutarken istemsizce titrediğimi fark etti.

 

“Hazır mısın?” diye fısıldadı.

Hazır mıydım? Değildim. Ama o an öyle bir mutluluk yükseldi ki içimde, sanki doğduğum günden beri sadece bu ana hazırlanmışım gibi.

 

Hemşirelerden biri gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Anne, önce oğlunuzu verelim isterseniz,” dedi yumuşacık bir sesle.

Başımı usulca salladım. Kollarım güçsüzdü, dikişlerim yanıyordu, ama o an hiçbir şey umurumda değildi.

 

Hemşire, minicik mavi tulumlu bebeğimi dikkatlice alıp benim kollarıma yerleştirirken nefesim kesildi. “Aman dikkat…” deyip bileklerimi destekledi. Tek başıma alamayacağımı o da biliyordu.

 

Murat, bebeğin yüzüne doğru eğildi.

“Bak bak… babasının aynısı,” dedi kısık bir kahkaha ile. O an yanaklarımdan yaş süzülmeye başladı. Utanmadım da saklamadım da.

Burnunun ucunu minik parmağıyla okşarken gözleri dolmuştu.

 

Anne sütü hemen gelsin diye hemşire gömleğimi araladı, bebeği doğru pozisyona getirdi. Birkaç saniye içinde oğlum dudaklarını kıpırdatıp tutundu. O anda dünyam dondu sanki… “Allah’ım…” dedim sadece. Sesim çıkmadı.

 

Tam o sırada Murat diğer hemşireye döndü:

“Kızımı ben alayım.”

O cümleyi duyunca içimden bir yer koptu gitti. “Kızım…”

 

Pembe tulumun içindeki küçücük bedeni, hemşirenin yardımıyla Murat’ın kollarına yerleşti. Murat’ın yüzünde öyle bir ifade vardı ki… Hem gurur, hem şaşkınlık, hem de tarifsiz bir sevgi.

Kızımız daha kucağındayken çenesini titretmeye başlamıştı.

 

Ve sonra…

Öyle bir çığlık attı ki küçük prenses…

Oğlumun sakin, huzurlu nefes alışlarının yanında kızım resmen “Bende burdayım!” diye bağırıyordu

 

Murat hemen paniğe kapıldı ama yüzünde tebessümle, “Tamam tamam, baban burda, bebeğim" diye fısıldadı.

İster istemez kahkaha attım.

Hemşireler bile gülümsedi.

 

“Bu küçük hanım belli ki liderliği alacak,” dedi biri.

“Hem de nasıl…” dedim yorgun ama mutlu bir iç çekişle.

 

Son beşiğe gittiler. Diğer oğlumuz, mavi tulumuyla kıpırdamadan yatıyordu.

“Bu çok uslu,” dedi hemşire.

Murat kızın ağlamasını susturmaya çalışırken kafasını kaldırıp, “Kesin bu sana benzemiş,” dedi.

"Oh canıma değsin ana kız canına okuruz artık" Dediğimde, Murat bir an durdu, sonra ikimiz de gülmeye başladık.

 

Hemşire son oğlumuzu da yanıma yaklaştırdı, saçlarını okşadım.

“Üçü de… üçü de benim,” diyebildim sadece.

Murat, kızımızı göğsüne bastırmış halde yanıma oturdu.

Başını yana eğdi ve dudakları titreyerek fısıldadı:

“Zeynep… bunlar bizim mucizelerimiz.”

 

O an üç beş dakika değil…

Kainat durmuş gibiydi.

Biz iki kişiydik… bir anda beş olduk.

Biz bir aileydik artık.

Ve ben sadece bakıyor, izliyor, kokluyor, ağlıyor, gülümsüyor…

Hayatımın en güzel dakikalarını yaşıyordum.

 

Kapı açıldığında kalbim yeniden hopladı. Nurten annem ve Gülten annem, ellerini kapıda birbirine kenetlemiş, gözleri parlıyordu. Tahsin baba da arkalarından sessizce girmiş, göz ucuyla bizi izliyordu.

 

“İşte… işte bunlar bizim miniklerimiz,” dedi Nurten annem, sesi titreyerek.

Gülten annem de gözlerindeki yaşları silmekle meşguldü.

Murat’ın gözleri hemen bana döndü, yüzünde hafif bir utanma, ama o tarifsiz gurur ifadesi vardı.

 

“Bırakın babam da gelsin,” dedim gülerek.

Murat, kızımızı hala kucağında tutuyordu, oğlanlar hâlâ beşikte sakin duruyordu.

“Bu… bu küçük hanım ağlamadan durmuyor ama!” diye mırıldandı.

Gülümsemek zorundaydım, çünkü kızımızın ortalığı ayağa kaldıran çığlıkları, aslında odayı dolduran en tatlı ses gibiydi.

 

Nurten annem ellerini açarak kızımıza doğru yürüdü:

“Aman Allah'ım, ne kadar minik!”

Gülten annem ise oğlanlara doğru eğildi, “Ahh, siz de ne kadar uslusunuz, maşallah!”

Tahsin baba ise Murat’ın omzuna hafifçe vurup, “Oğlum, iyi iş çıkarmışsın,” dedi. Murat başını sallayıp gülümseyerek, “Henüz babalık eğitimine başlamadım ama öğreniyorum,” dedi.

 

Küçük kızımız Murat’ın kucağında hâlâ ağlıyordu, Murat alnına, ellerine öpücükler konduruyor, “Tamam küçük hanım, baba burda,” diye fısıldıyordu.

Bense oğlanları tek tek ellerimle okşuyor, “Benim minik adamlarım…” diyordum.

 

O an odada bir sessizlik, ama bir o kadar da dolup taşan bir mutluluk vardı. Herkes gülümsüyor, ara ara kendi kendine “ne şekerler” diyordu. Küçük kızımız Murat’ın kucağında, oğlanlar beşikte, bizse dört gözle onları izliyorduk.

 

Zaten birkaç dakika sonra Murat kızımıza dönüp, “Biliyor musun, sen tam bir lider olacaksın,” dedi.

Ve kızımız öyle yüksek sesle ağladı ki, odadaki herkes kahkahayı bastı.

O an… üç bebek, dört göz, iki kalp… ve tarifsiz bir mutluluk…

Sanki dünya durmuş, sadece bizim küçük ailemiz varmış gibi hissettik.

 

 

Selaaammmmm.

 

Biz geldiiik. Hızlıca geldik hızlıcs gidiyoruz.

 

Biraz hızlı geçen bir bölüm oldu ama bütün olayları toparlamak istedim.

 

çünküüü bir sonraki bölüm final bölümümüz olacak.

 

Artık Laz İnadına veda edeceğiz.

 

O zaman ne yapıyoruz sondan bir önceki bölümü oylamayı ve yorum yapmayı unutmuyoruz.

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere kendinize cici bakın🥰🥰

Bölüm : 15.11.2025 20:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...