
Fırındaki son börek tepsisini de tam çıkarmıştım ki Rüzgâr adı gibi esip içeri daldı.
“Babaaa! Yağmur’un sevgilisi vaar!!!” diye bağırdı.
Murat yanımda havuçları rendeliyordu; bir anda eli tutuldu, yüzündeki ifade donup kaldı. Duyduğu şeyi kafasında oturtmaya çalıştığı çok belliydi.
Ardından Yağmur çığlık atar gibi bir tonla içeri girdi:
“Yok öyle bir şey! Uydurup durma!”
İkisi birden mutfağın kapısında yan yana dikilince, biz onları şaşkın gözlerle süzüyorduk. Daha doğrusu, ben şaşkın; Murat ise adeta dumura uğramış hâlde.
Kızımız, babasının bakışlarını görünce sırtındaki çantayı yere bıraktı ve içeri ilerledi.
“Baba, vallahi yok öyle bir şey!”
Rüzgâr hemen atıldı:
“Ne diye o dallama senin saçına dokunuyordu o zaman?”
Babasının karbon kopyası olan oğlum yine fırtına misali esiyordu.Yağmur, bir sinirle kardeşine tekrar döndü.
“Çünkü beden eğitiminde saçıma yaprak düşmüş, gerizekâlı! Onu alıyordu. Kırk kere söyledim ama kıt beynin almıyor senin. Boşuna yumruk attın çocuğa!”
İkisi kendi arasında tartışırken biz de merakla onları izliyorduk. Tam o sırada Toprak içeri girdi. Tek omzuna astığı çantasıyla kapı pervazına yaslanmış, sakin ve hafif bıkkın bir ifadeyle didişen iki kardeşini seyrediyordu.
Hepsi gerçekten karakterleriyle kendi adını taşıyordu.
Rüzgâr, bazen hafif bir meltem gibi insanın saçlarını tatlı tatlı okşardı; ama bazen bir fırtına gibi esip ortalığı birbirine katardı. Babası gibi fazla kıskançtı. Hem kız kardeşini hem de beni fazlasıyla kıskanırdı. Hatta bir keresinde daha kreşe giderlerken, parka götürdüğüm bir gün, bir adam bana sadece bir adres sordu diye boyuna posuna bakmadan adama kafa tutmuş, kaşlarını çatıp kovmuş, sonra da yaptığı şeyi büyük bir başarıymış gibi babasına anlatmıştı.
Yağmur, bazen ince ince çiseliyordu üzerinize; ama bazen bardaktan boşanırcasına yağardı. Onun da kıskançlık konusunda Rüzgâr’dan aşağı kalır yanı yoktu. Birçok huyu bana çekmişti. O da babasını ve iki erkek kardeşini deli gibi kıskanırdı. Sinirlendi mi karşısındakini saç baş yolarak delirecek noktaya gelirdi. Ki bu yaşanmış bir şeydi… Ortaokulda, karşı sınıflardan bir kız sırf Toprak’a aşkını ilan etti diye, okul bahçesinde kızın saçını başını yolmuş, müdürün bizi okula çağırmasıyla diğer kızın ailesiyle karşı karşıya kalmıştık.
Toprak, tıpkı adı gibiydi. Öylesine sakin, öylesine dingin… Kime çektiğini hâlâ bilmiyorum. Hem Rüzgâr’ı hem Yağmur’u kendi bünyesinde saklardı sanki. Ama işte onda da bir yan vardı ki, o yan yüzünü gösterdi mi Rüzgâr’ı da Yağmur’u da aratırdı.
Her şeyi alttan alır, sakinlikle karşılar; ama damarına bir basılırsa… işte o son damla düşerse, deprem gibi olur, ne var ne yok yıkardı. Liseye ilk başladıkları sene bir grup çocuk Rüzgâr’a zarar vermişti. Toprak üç kişiyi de tek başına öyle bir dövmüştü ki karakolluk olmuşlardı. Diğerleri, Murat’ın polis olduğunu öğrenince şikâyet etmekten vazgeçmişti.
Oğlanlar babaları gibi orman gözlere sahipti. Kızımız ise benim gibi sarı saçlı, deniz gözlüydü.
Şimdi lise son sınıftalardı. Önlerinde büyük bir sınav vardı. Bu sene onlar için fazlasıyla yorucu geçiyordu.
Rüzgâr futbolda, Toprak basketbolda, Yağmur ise okulun voleybol takımında kaptandı. Liderlik özellikleri işte babalarına çekmişti; doğuştan yöneticilik kanlarında vardı.
“Öncelikle bir sakin olun bakalım,” dedi Murat, ellerini yıkayıp kavga eden çocuklara dönerken. “Düzgünce anlatın bakalım, ne oluyor?”
İkisi aynı anda konuşmaya başlayınca Murat elini kaldırıp ikisini de susturdu. Sonra, her zaman en aklıselim olan Toprak’a döndü.
“Sen biliyor musun ne olduğunu?”
Toprak çantasını diğerlerinin yanına bırakıp mutfağın içine doğru yürüdü.
“Her zaman olan şey,” dedi sakinliğiyle. “Son ders beden eğitimiydi. Yağmur ve kızlar molada ağaçların altında oturmuşlardı. Sanırım o sırada başına yaprak düşmüş. Boğaç fark etmiş—ben de görmüştüm aslında ama o benden önce davrandı. Yağmur’un saçındaki yaprağı aldı. Rüzgâr da bunu gördü ve her zamanki gibi anlamaya, dinlemeye fırsat bırakmadan ortalığı karıştırıp Boğaç’a yumruk attı.”
Biz kaşlarımızı çatarak ona bakınca, asla altta kalmayan oğlum omuzlarını dikleştirip kendini savundu:
“O lavuk Yağmur’dan hoşlanıyor! Daha önce bunu kendi arkadaşlarına söylerken duymuştum.”
“Bu yine de arkadaşına saldırmanı gerektirmez oğlum,” dedim ben.
Rüzgâr ise hemen babasına baktı, destek bekler gibi.
Murat, fazla kıskanç bir baba ve koca olabilirdi ama şiddet konusunda asla müsamaha göstermezdi.
“Annen doğru söylüyor,” dedi Murat, kaşlarını çatıp Rüzgâr’a bakarak. “Üstelik Yağmur senin kardeşin diye onun hayatına ve kararlarına karışabileceğin anlamına gelmiyor. Önce bir anlayacaksın, bir dinleyeceksin. Hemen ne diye saldırıyorsun?”
Ama Murat’ın unuttuğu bir şey vardı: Rüzgâr, onun bir boy küçültülmüş hâliydi.
“Bunu geçen sene tatilde plajda anneme bakıyor diye adamın burnunu kıran sen mi söylüyorsun baba?”
Tam beklediğim türden bir cevaptı. Çocuğun örnek aldığı bir baba vardı sonuçta.
“Ulan onunla bu bir mi? Annen benim karım, karım!” diye patladı Murat.
“Ee tamam, Yağmur da benim kardeşim. Ne fark var? Ben gördüğümü uyguluyorum,” dedi Rüzgâr, hiç bozuntuya vermeden.
“Oğlum, ‘hocanın dediğini yap, yaptığını yapma’ diye bir söz duymadın mı hiç?” diye söylendi Murat.
“Yooo… Duyduysam da umursamamışımdır,” diye omuz silkti ve çantasını alıp mutfaktan çıkmaya başladı. Kapıya yönelirken de tehdit dolu bir cümle bıraktı:
“O çocuğu bir daha senin yanında görürsem bu defa burnunun kırıldığından emin olacağım.”
Yağmur da çantasını kaptığı gibi peşine düştü. Hâlâ Rüzgâr’a laf yetiştiriyordu:
“Arkadaşım o benim!”
“E o zaman söyle arkadaşına, eli kolu düzgün dursun. Yoksa kırıp bir yerlerine monte etmeyeyim.”
“Hele bir daha dokun… bak o zaman ben sana neler yapıyorum!”
Sinirle çarpılan iki kapının sesi evde yankılanırken, Toprak da çantasını alıp mutfaktan çıkmaya yöneldi.
“Bu ikisini kendinize nasıl bu kadar benzettiniz bilmiyorum,” diye söylenirken cık cıklamayı ihmal etmedi. Murat’ın sabrı ise artık iyice taşmıştı.
“Oğlum sen niye kendine evlatlık muamelesi yapıyorsun? Onlar kadar seni de biz yaptık,” dedi.
Ben ise yanından geçerken koluna minik bir cimcik attım. Murat, ‘ne var yani?’ der gibi yüzüme baktı.
Toprak arkasını döndü, hiç duygusuz denebilecek bir suratla:
“Sana bu kadar benzemesem inan ki bundan şüphelenirdim baba.”
Artık gerçekten bu devrin gençlerinin lafına, hızına, diline yetişemiyorduk.
Hepsi odalarına çekildiğinde çatık kaşlarla Murat’a döndüm.
“Bak, hepsi senin yüzünden! Sen de önüne gelene kafa, yumruk, dalıyosun. Seni örnek alıyorlar.”
“Ulan dinime söven Müslüman olsa…” diye homurdandı. “Daha geçen hafta kafede yan masadaki kızın kafasından bir bardak kahve dökmedin mi sen, bana bakıyor diye?”
“Ben en azından gözleri önünde yapmıyorum!” diye karşı çıktım.
“Doğru söylüyorsun karıcığım,” dedi sırıtarak. “Sen sadece onların gözü önünde yapmıyorsun. İki ay önce okul kermesinde tezgahtaki kızın suratına pastayı yapıştırarak koca okulu olaya şahit etmişsin mesela.”
“O şıllık resmen sana cilve yapıyordu!” dedim kollarımı kavuşturup.
“Neyine inatlaşıyorsun yavrum?” dedi gülerek, iyice umursamaz bir edayla. “Biz aynı bokun laciverti ve kahverengisiyiz. Önce bunu bir kabul et bence.”
Haklıydı; ne diyebilirdim ki? “Neyse,” diyerek kaldığım işe geri döndüm.
“İnsanlar gelecek, daha bitiremediğimiz işler var.”
“Yavrum, gelenler yabancı değil ki,” dedi Murat.
“Ee kocam? Yabancı değil diye onca yoldan gelenlere iş mi yaptıralım?” diye cevap verdim.
“Tutarlar işte, bir ucundan ne olacak,” dedi gülümseyerek.
Ben de ona, “Sen akıllanmazsın,” bakışı attım ve tezgâha geri döndüm. Uzun zaman sonra eski dostlarımızla yeniden bir araya gelecektik.
Bizimkilerle bir araya gelecektik. Bunca zamanda hayatımızda çok şey değişmişti. Mesela bizim üç koca çocuğumuz vardı. Ben zorlu bir hamilelik ve üçüz çocuktan sonra bir daha hamile kalmayacağıma dair tövbe etmiştim. Benim doğumumdan iki sene sonra Ömer ve Burçenin bir çocuğu olmuştu; bizimkilerden iki yaş küçüktü. Bir de bu sene ilk okula başlayan bir kızları vardı.
Aylin ve Aytaç evlenmişti. Onların da iki kızı vardı.
Yusuf da kalbinin sahibini bulmuş ve evlenmişti; onların bir oğlu vardı.
Eymen ise en son evlenmesine rağmen hepsini sollamıştı. Diğerlerinin hamilelikleri arasında belli bir zaman varken, Eymen fazla hızlı davranmış, ardı ardına üç çocukları olmuştu. Üstelik hepsinin birbiriyle arasında sadece bir yaş vardı.
Akşam olduğunda bahçeye büyükçe iki masa koymuştuk. Birinde büyükler, diğerinde çocuklar oturuyordu. Bizim üçüzler en büyükleri olduğu için abi–abla edasıyla küçüklerle ilgileniyor, biz de kendi aramızda rahatça sohbet ediyorduk.
Yemekler yenmiş, bulaşıklar toplanmıştı. Masada oturmak yerine yere serdiğimiz örtünün üzerine yayılmıştık. Murat bu akşamın keyfine semaveri yakmış, çaycılık görevini üstlenmişti. Saat ilerleyince en küçük çocuk uyumuş, yaşı birbirine yakın olanlarsa kendi aralarında sohbeti iyice derinleştirmişti. Birbirimizden uzakta olsak da aramızdaki bağı hiç koparmamıştık.
Laf lafı açtı, sohbet bir anda geçmişe kaydı. Konu Fırat’a geldi… Bir zamanların kadim dostu. Mezun olup herkes işine gücüne dönünce istemesek de uzaklaşmıştık ama irtibatı koparmamıştık. Ara ara buluşur, sohbet ederdik. Ta ki hayatına bir kadın girene kadar.
Sevdiği, âşık olduğu o kadın tam bir paranoyaktı. İlk zamanlar sorun yok gibiydi ama ilişkileri ilerledikçe Fırat’ın bizimle görüşmesine engel olmaya başladı. Fırat da onun lafını dinleyip bizi tamamen hayatından çıkardı. Aradığımızda açmaz olmuştu. Sonra bir haber gönderdi: “Görüşmek istemiyorum.”
Biz de “Kendi kararı,” deyip geri çekildik. Uzun zaman sonra yeniden haberini aldık; o kadınla evlenmiş, bir kızları olmuştu. Ama kadının psikolojisi iyice bozulmuş, sonunda ayrılmışlardı. Şimdi Fırat kızıyla baş başa bir hayat sürüyordu. Bizimle yeniden görüşmek istedi ama kabul etmedik. Bir başkası için bizden vazgeçen, yine aynısını yapar, diyerek tamamen kapıyı kapatmıştık.
Yıllar sonra karşıma çıkan o kadının kızı İyileşmişti. Nereden, nasıl buldular bilmiyorum ama ilik bulunmuştu. Ve bir daha da karşıma çıkmamışlardı.
Velhasıl kelam… Acısıyla tatlısıyla yıllarımız geçmişti. Kah ağlamış, kah gülmüştük. Bazen omuz omuza her şeye göğüs germiştik. Hayatımın her anında “İyi ki…” diyebileceğim dostlar biriktirmiştim. Bir zamanlar tek başına, yetim bir kız olan ben… Şimdi kocaman bir aileye sahip olmuştum.
Bahçede kahkaha sesleri yükselirken, başım Murat’ın omzunda, mutlulukla izliyordum hepsini.
...SON...
Ve bir hikayenim daha sonuna geldik. 🥺
Bu güne kadar yanımda olan bana destek veren herkese kocaman sevgilerimi sunuyorum. 🥰
iyi ki sizinle yollarımız kesişmiş. 😍
yeni hikayelerde görüşmek üzere. 👋
buradan veda ediyoruz ama
"Benim Kızım"
ve
"Tutulma"
hala devam ediyor. Lütfen bu güzel desteklerinizi ordan da esirgemeyin.
Sizleri seviyorum❣️❣️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |