
Biraz geç bir saatte atılan bir bölüm ama umarım buradasınızdır millet.
Yarım saat süren yolculuğun ardından nihayet avukatın ofisine varmıştık. Akın, arabayı uygun bir yere park ettikten sonra hep beraber arabadan inmiş ofise doğru gidiyorduk. “Nazlı, eğer iğneleyici ya da cevap vermek istemediğin sorular sorarsa sessiz kal. Biz gerektiğinde müdahale ederiz. Sen, iyi misin peki?” diye artık bir yerden sonra saymayı bıraktığım o soruyu sordu.
Çağatay’ın, avukat Çağatay olarak başlayan konuşması bizim Çağatay olarak bittiğinde ona doğru döndüm. Gülümseyerek, “Ben iyiyim ama biraz daha bu soruya maruz kalırsam sinirli bir ben olacağım ve eminim ki şu an bunu istemezsiniz.” dedim.
“Tamam be kızım. Ne var, endişeleniyoruz senin için. Sana da bir şey sormaya gelmiyor ha sayın müvekkilim.” dedi alaylı bir şekilde. Gözlüklerimin üstünden ona bakıp, “Kardeşim o zaman sen de kızdırma müvekkilini. Sayın avukat bey.”
Bunu söylememle hepimiz gülmüştük. Akın kolundaki saate baktığında, “Vakit geldi. Hadi bakalım gidelim. Derdi neymiş öğrenelim şu avukatın.”
Ateş ve ben el ele önden giderken, Akın ve Çağatay’da arkamızdan geliyordu. Birkaç dakikada vardığımız ofisin girişinde bir kadın duruyordu. Bizi görünce ayaklandı ve “Hoş geldiniz. Ne için gelmiştiniz?” diye sordu.
“Merhaba,” dedim ve göz teması kurabilmek için güneş gözlüğümü çıkardım. “Benim adım Nazlı Çiçek Demir. Avukat Ekrem Gülsoy ile görüşecektik.” diye kime geldiğimizi söylemiştim.
Kadın önce beni sonra Ateş’i ve arkamızda kalan Akın ve Çağatay’ı göz ucuyla süzdü ve “Randevunuz var mı Nazlı Hanım?” diye sordu.
“Dün Ekrem Bey tarafından bizzat arandım. Kendisinin haberi var, geldiğimizin haberini verir misiniz?” diye bu sefer de neden burada olduğumuzu söylemiştim.
Benden aldığı bu cevapla sabit hatlı telefondan avukatı aradı. “Alo Ekrem Bey, Nazlı Hanım geldi. Sizinle görüşmek istiyor.” Görüşmek istiyor? Ben avukat tarafından bizzat arandığımı söylemiştim. Kim bir avukatla durduk yere görüşmek isterdi ki?
“Anladım, tamam.” dedi ve telefonu kapattı. “Ekrem Bey sizi bekliyor. Dördüncü kat koridorun sağında ikinci kapı.”
Avukatın yerini de tarif ettiğinde, “Teşekkür ederim.” dedim ve sağ tarafta kalan asansörlere yöneldim. Asansörün önüne geldiğimizde hızlı bir şekilde geldi ve aynı hızla dördüncü kata bastım. Kimseden bir ses çıkmazken, Ateş yine sessiz ama benim anlayacağım bir şekilde ben buradayım diyordu. Tuttuğu elimi sıkıp tam yanındayım diyerek varlığını fazlasıyla hissettiriyordu.
Nihayet asansör durduğunda dördüncü kata varmıştık. Danışmadaki kızın söylediği yere geldiğimizde kapıyı üç kez çalmış, ardından gelen ‘girin’ sesiyle içeri girmiştik. İçeri girdiğimizde bizi ferah ve oldukça minimal döşenmiş bir oda karşıladı.
Odanın tam giriş kısmının karşısında avukatın masası vardı. Masa kapıya doğru bakıyordu. Böylece gelen kişi tam karşısında kalıyordu. Odanın, odaya giren kişiye göre kalan sol tarafı boydan boya camdı ve deniz manzarası buradan çok net ve oldukça güzel görünüyordu. Masanın karşısında karşılıklı olacak şekilde iki tane iki kişilik ama oldukça büyük koltuklardan bulunuyordu.
Avukat bey gelen kapı sesiyle ayağa kalkmış olacak ki bizi ayakta karşıladı. Otuzlu yaşlarının başında gibi duruyordu. “Merhaba Nazlı Hanım, ben Avukat Ekrem Gülsoy.” dedi. O beni tanıyordu ben de onu. En azından ismen, fakat formaliteden ben de kendimi tanıttım ve elimi uzattım.
“Merhaba Ekrem Bey, ben de Nazlı. Gerçi biz zaten tanışıyoruz öyle değil mi?” dedim tuttuğum elini sıkarken. “Öyle elbet ama adettendir. Yüz yüze de tanışmak gerek.” dedi ve elimi elinden çektim.
Bu sırada Ateş elini uzattı. “Merhaba, benim adım da Ateş Gündoğdu. Nazlı’nın sevgilisiyim.” dedi. Akın ve Çağatay’da kendilerini tanıttıklarında, “Artık bizi buraya çağırma sebebinizi öğrenebilir miyiz?” diye sordum.
“Elbette, lütfen şöyle geçin.” diyerek bizi masasının karşısında olan koltuklara yönlendirdi. Ateş ve ben yan yana, Akın ve Çağatay’da karşımıza geçmişti. “Bir şeyler içmek ister misiniz? Sizlere ne ikram edebilirim?” diye sordu.
“Biz bir şey almayalım Ekrem Bey. Bir an önce sadede gelsek bizim için daha iyi olur.” diyen Akın’ı onaylayarak, “Evet, açıkçası ben neden şu an burada olduğumu hâlâ bilmiyorum ve bir an önce öğrenmek istiyorum.” dedim.
“Pekala, o zaman direkt konuya giriyorum. Merhum müvekkilim Cavit Yılmaz vefat etmeden önce benden bir şey istedi ve evet sizin Cavit Bey’in kim olduğunu bildiğinizi biliyorum.” diyerek her şeyi bildiğini açık bir dille söylemişti. O zaman benim de artık hiçbir şey bilmiyormuşum gibi davranmama gerek yoktu ama, “Bu nasıl mümkün olabilir? Eğer siz benim peşime bir adam takmadıysanız şayet, benim sizin merhum müvekkilinizin aslında kim olduğunu bildiğimi nasıl biliyorsunuz? İşte ben de bunu merak ediyor ve bilmek istiyorum.” dedim.
Bu soruyu sormamı beklemiyor olacak ki renkten renge girmiş, “Bu benim dâhil olduğum bir şey değil. Ben sadece bana söylenen kadarını biliyorum.” dedi. “Evet, sizi buraya çağırma nedenim Cavit Yılmaz’ın vefatıyla birlikte bazı şeyler değişti ama en önemlisi,” dedi ve masasının kilitli çekmecesinden bir zarf çıkardı. “Bu sizin. Cavit Bey vefat ettikten sonra bunu bana emanet etti ve size vermemi istedi.” dedi.
Bir zarf daha. Hayatımı değiştiren, geçmişimin perdesini aralayan da bir zarfın içindeki mektuptu. Zarfın üstünde ne bir isim yazıyordu ne de başka bir şey. Sadece sağ üst köşede küçük bir çiçek resmi vardı. Özensiz çizilmiş, kırık çizgilerden oluşan bir çiçek resmi. Muhtemelen eli titremişti çizerken.
“Dahası da var. Cavit Bey’in İstanbul’daki şirketinin %20 hissedarısınız. Rize’de ki yayla evinin sahibi ve aynı zaman da yine Rize’de bulunan yüz dönümlük arazinin sahibisiniz Nazlı Hanım. Cavit Bey vefat etmeden önce yazılı bir şekilde bu söylediklerimi vasiyetine yazdı ve noter onaylı.”
Avukatın bu söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Tüm bu anlattıklarından yola çıkarak sorabildiğim ilk soru, “Siz doğru kişiyi aradığınıza emin misiniz?” diye sormak oldu. Çünkü başka hiçbir şey aklıma gelmemişti. Böyle bir adamın bana bu kadar şey bırakmasının imkânı yoktu.
“Evet, Nazlı Hanım. Ayrıca Cavit Bey tüm bu sorularınızın cevabının size verdiğim o zarfın içinde olduğunu söyledi. Sorularınıza aradığınız tüm cevaplar elinizde bulunuyor. Ben sadece görevimi yapıyorum.” dedi.
“Peki, benim bu vasiyeti kabul etmeme gibi bir durumum var mı? Reddede biliyor muyum?” diye sordum. O adamın hiçbir şeyini istemiyordum. O ve onun gibiler yüzünden hayatım çalınmıştı.
“Noter onaylı bir vasiyetname ve reddedebilmeniz mümkün. Fakat bunu bir yıl içerisinde yapmanız gerek. Davanız yargıya taşındığında da mahkeme vasiyetin reddini uygun bulursa istediğiniz şey mümkün.”
Tam dava açmak istediğimi söyleyeceğim sırada, “Hepsi bu kadar mı? Başka bir şey söylemeniz gerekiyor mu?” diye sordu Akın.
“Hayır, hepsi bu kadar.”
Avukat Ekrem’in bu lafının ardından Akın ve Çağatay ayaklandığında biz de ayaklanmıştık. “O zaman biz bu reddi miras olayını bir düşünelim. Müvekkilim de duruma göre dava dilekçesini verir. Teşekkürler.”
Akın bu lafının ardından adamla tokalaştı. Çağatay, Ateş ve ben de aynı şekilde vedalaştıktan sonra adamın ofisinden çıktık. Birkaç dakika içerisinde de binadan çıkıp arabaya doğru giderken, “Benim konuşmamı neden engelledin Akın?” diye sordum.
“Mirası reddedecektin çünkü.” dedi düz bir sesle.
“Evet!” diye yükseldim. “Evet reddedecektim! Beni öldürmek isteyen; hatta ben daha doğmadan, benden haberi bile olmadan benim hayatımı siken bir adamın hiçbir şeyini istemiyorum Akın.”
Konuşmam her ne kadar yüksek sesle başlasa da sonlara doğru kısık ve güçsüz çıkmıştı. Şu an ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu ama ne hissettiğimi biliyordum. Öfke, nefret, sinir.
“Fevri bir karar vermeni istemiyorum. Sakin kafayla ve tüm bu yaşananları sindirince eminim aklına reddetmek dışında başka şeyler de gelecektir. Şimdi sakin ol ve yaşadığın şeyi hazmet.”
“Kolaydı bunu söylemek değil mi? Nazlıcım aslında senin bir annen baban varmış ya; annen senin için senden vazgeçmiş, babanın senden haberi bile olmamış ama sen ne yap biliyor musun? Bunları hazmet! Aslında senin kardeşlerin varmış, annenle babanla yaşamışlar, senin yapamadıklarını yapmışlar ama sen bunları da ne yapacağını biliyorsun bunu da hazmet! Kundakta üç günlük bebekken dedelerin seni bulup gebertmesin diye yetimhanenin birine çöp gibi atmışlar, ama sen bunları da ne yapacağını biliyorsun! Hazmet!”
Haykırarak söylediğim şeyler boğazımı yakmıştı. Fakat biliyordum ki canımı yakan şey yüksek çıkan sesimden dolayı değil bizzat bana ait olan gerçekler. Tüm yaşadıklarım, yaşamak zorunda bırakıldıklarımı bizzat haykırarak söylemek canımı yakmıştı.
“Rahatladın mı?” diye sordu Akın. “Kaç aydır içinde tutuyorsun, kızamıyorsun kimseye. Biraz olsun rahatlayabildin mi?”
Doğruydu. Tüm bu yaşadıklarımın faturasını ne ölmeyeyim diye beni bırakmak zorunda kalan anneme, ne de benim varlığımı bile birkaç ay öncesine kadar bilmeyen babama kesememiştim.
Burnum aktı içime derin bir nefes çektim. Hıçkırıklarımı bastırmak için derin nefesler almaya devam ettim. Gözlerim buğulandı, umursamadım. Akan burnumla baş edemeyeceğimi anlayınca tam koluma silmek için hareket edeceğimde bu hareketim engellendi.
“Yirmi dört yaşındasın sözde. Hınkır bakayım buna.” diye takım elbisesindeki mendili burnuma dayayan Akın’dı.
Hınkırdım.
“Daha güçlü hınkır.” dedi, dediğini yaptım.
“Bana bak, o mendili ben kirletmedim. Sen, benim sümüklerimle mendilini kirletmeyi tercih ettin. O yüzden kirlenen mendilinin mesuliyetini kabul etmiyorum.”
Birden gözümün önünde beliren ağzı açılmış su şişesine baktım. Çağatay içmem için bana uzatıyordu. Elinden aldım ve içtim. İçtikten sonra geri uzattım.
“Merak etme sayın müvekkilim. Ben yaptığım her hareketin sorumluluğunu alıyorum.” dedi ve burnumu sıktı.
“Ah! Koparttın şerefsiz.”
Burnumu ovuştururken bir şeylerin eksikliğini hissettim. Ateş’in nerede olduğuna bakındığımda az ileride beni, daha doğrusu bizi izliyordu. Birkaç adımda yanıma geldi ve sımsıkı sarıldı.
“Az önceki sahneyi kıskanmam gerekirdi belki ama eskilerden ufak bir anı düştü zihnime. Asena’nın küçüklüğü. Mahallede oynarken düşmüş bir şekilde, sakin sakin geldi eve. Aynı senin gibi, ağlamamak için tutmuş kendini. Sonra beni görünce başladı ağlamaya. O kadar çok ağlıyordu ki konuşmaya fırsat kalmıyordu. Kötü bir şey oldu zannettim başta, biri zarar verdi falan. Meğersem mahalledeki çocuklarla erik ağacına dalmışlar. Kim daha çok toplayacak diye kendi aralarında iddialaşmışlar. Bizim ki de düşünce ağaçtan kaçmış herkes. Eve gelene kadar tutmuş kendini ağlamamak için. Onun nazı niyazı da banaydı bir tek.”
Teker teker anlattı çocukluğundan bir anıyı. Yaşayana göre acı verici ama dinleyen için oldukça tatlı bir anıydı bu.
“Şimdi seni ve Akın’ı öyle görünce Asena’yla o halim canlandı gözümde. Bazı insanlar geç girse de hayatına, ailen olur o insanlar sana. Bazı insanlarla ise kan bağın olsa bile hiçbir şeyin değildir, olmaz. O yüzden sen de hiçbir şeyin olmayan insanlar için artık daha fazla üzülme tamam mı sevgilim?”
“Tamam.” dedim.
O sırada çalan telefonumla dikkatimiz telefonuma kaydığında bekletmeden telefonu çantadan çıkardım. Elimde öylece kalan mektubu da çantama koydum. Arayan babamdı.
“Efendim baba.” dedim.
“Ne oldu? Çıktınız mı avukatın yanından, neler söyledi?” diye sordu.
“Çıktık baba. Neler konuştuğumuzu da gelince söylerim. Siz neredesiniz şimdi, bana konum atsana? Geliyoruz birazdan.” derken arabaya doğru gitmeye başladık.
“Tamam. Ben konum atıyorum şimdi, görüşürüz.”
“Görüşürüz.” dedim ve telefonu kapattım.
“Hadi gidelim bizi bekliyorlar.”
Babamın attığı konumu Akın’a gösterdim. “Tamam, biliyorum ben burayı. On dakikaya oradayız hadi atlayın.” diyerek arabasının kilidini açtı. Seri bir şekilde arabaya bindiğimizde otoparktan çıkıp yola koyulmuştuk.
**********
Arabadaki yolculuk sessiz bir şekilde geçmişti. Şimdi ise arabadan inmiş kafeye doğru gidiyorduk. Çok geçmeden içeri girdiğimizde babamlar cam kenarında oturmuş bizi bekliyorlardı. Bizi fark eden ilk kişi ise Emre olmuştu.
Bizi fark eder etmez ayaklanıp yarı yolda bizi karşıladı ve sıkıca sarıldı. Sarılışına aynı sıkılıkta karşılık verdim. “İyi misin?” diye sordu.
“Nasıl olduğumdan emin değilim.” diyerek doğruyu söyledim.
“İyi olman için her şeyi yapacağız abla.”
“Bunu söylemen benim için o kadar kıymetli ki, teşekkür ederim ablacım. Yanımda olduğun ve bunu hissettirdiğin için.”
Kısık sesli gülüşünü duydum. “Her zaman.”
“Ulan eşek sıpası. Bırak da ben de sarılayım kızıma.”
Babamın ufak uyarısıyla sarılmayı kesmek zorunda kalmıştık. “Ben eşeğin sıpası oluyorsam eğer sen de eşeğin kendisi mi oluyorsun baba?”
Tam Emre’nin peşine düşecekti ki dikkatini çekmek için, “Baba,” diye seslendim. Ardından hiç vakit kaybetmeden bana doğru gelip sıkıca sarıldı. Kısa bir an için Emre’yle göz göze geldiğimizde göz kırptım.
“Ablanı kullanarak elimden kaçamazsın hayta herif. Sonra soracağım sana eşeği, toynağı.”
“Baba müsaade etsen de biz de mi sarılsak artık.”
Tahir’in bu lafıyla benden ayrılan babam, “Daha dün görmediniz mi siz ablanızı? Az bekleyin ne olacak?” dedi.
Fırsattan istifade eden Cemre babamla aramıza girerek, “Ona bakarsan sen de dün gördün ablamı baba. Biz sana bir şey diyor muyuz?” dedi ve bu sefer de onunla sarıldım.
“Kime çekti bu çocuklar hiç bilmiyorum ki. Allah Allah.” diyerek söylendi ve yerine geçip oturdu.
En sona Tahir kaldığında, “Sona beni bıraktın. O yüzden bana daha çok sarılacaksın.” dedi ve bu sarılma gerçekten bir hayli sürmüştü.
En sonunda babamın ikazıyla masaya geçtiğimizde, babam nihayet sormak istediği soruyu sordu.
“Neler oluyor Nazlı, bu avukat ne işmiş? Ne istiyor senden?”
“Avukat Cavit’in avukatıymış. Benim onun torunu olduğumu biliyormuş ve o, yani Cavit ölmeden önce bana bir mektup bırakmış. Avukat hem mektubu vermek için hem de onun bana vasiyet olarak bıraktığı malları açıklamak için beni çağırmış.” diyerek tek seferde her şeyi anlattım.
“Cavit Bey sana vasiyet mi bırakmış?” diye hayretler içerisinde sordu.
“Tam olarak öyle olmuş.” dedim.
“Ama nasıl?” diye bu kez Cemre sordu. “Kim varlığından haberdar olsa öldürmek istediği birine miras bırakır ki?”
“Bunu ben de merak ediyorum ama benim aklımı kurcalayan başka bir şey var.” diyerek asıl karın ağrımı söyledim. “Erhan, son konuşmamızda ‘hakkımı almama mani olamazsın, bana engel olamazsın.’ ” demişti.
“Sen şimdi babasının sana miras bıraktığından haberi var ve onun gözü de bu mirasta mı diyorsun?” diye sordu Çağatay.
“Tam olarak öyle diyorum. Bana ‘sen doğmaması, var olmaması gereken birisin’ demişti. Eğer onun gibi düşünecek olursam, ben var olmasaydım babası mirasını bana bırakmazdı. Böylelikle Cavit Efendinin bana bıraktıkları onun olurdu. Muhtemelen böyle düşünüyor.”
“Peki, şu mektup muhabbeti ne? Dediklerin akla mantığa uyuyor tamam da, mektup ne alaka?”
Emre’nin bu sorusuyla mektup akıllarına gelmiş olacak ki, “Ay evet, abla mektupta ne yazıyor? Okudun mu?” diye sordu, Cemre.
Başımı olumsuz anlamda sallayarak, “Hayır.” dedim. “Henüz okumadım. Okumak için hazır değilim.”
Şu an bu muhabbeti yapıyor olmak bile benim için o kadar saçma, o kadar saçma ve anlamsızdı ki bunu nasıl ifade edebileceğimi bile bilmiyordum. Onun ölüm haberiyle kavuşmuştum aileme. Kim olduğumu öğrenmiş, ilk defa bir yere ait hissediyordum kendimi. Sağ olan dedemden yola çıkarak onun tarafından pek sevilen bir torun olmayacağımı düşünmüştüm. Fakat şimdi böyle bir tabloyla ne demem gerektiğini bilmiyordum.
“Annemle konuşmayı düşünüyorum. Neticede babasıydı onun. Bana bir şeyler söyleyebilir belki, ya da en azından mektubu okumam için cesaretlendirebilir. İçimden bir ses tüm bu kafa karışıklılığıma neden olan bu soruları mektupta yazanlar giderecek diyor.”
“Sen nasıl istersen öyle yap kızım, biz ne olursa olsun senin arkandayız.”
Bu lafı bizzat babam tarafından duymak içimdeki küçük Nazlı için bir nimetti. Birileri tarafından onaylanmak ya da destek görmek bizim gibi çocukların yumuşak karnıydı. Zaafı, zayıf noktası.
“Biliyorum ve bunun için hepinize minnettarım.” dedim gülümseyerek.
Mekânda biraz daha oturduktan sonra kalkmak için hepimiz ayaklanmıştık. “Ben Erhan’ın peşinde olacağım. Ona hiç güvenmiyorum. Senin bu miras meselesinden haberdar olduğunu öğrenirse bir şeyler yapabilir. Bu yüzden uzaklaştırma kararı çıkarttıracağım.” dedi Akın.
“İyi düşündün Akın, ama sen böyle yapınca işkillenmez mi?” diye sordum mekândan çıkarken.
“Merak etme, buluruz bir kılıf. Olmadı o sarı laleyi konuştururuz.”
Herkesle vedalaştıktan sonra Ateş’le baş başa kalmıştık. “Hemen gidecek misin annenin yanına?” diye sordu.
“Sıcağı sıcağına gideyim konuşayım diye düşünüyorum. Bekledikçe daha da zorlaşacakmış gibi hissediyorum.”
İçimden geçenleri söylerken sesimdeki bıkkınlık ve yorgunluk neredeyse elle tutulur cinstendi. İstemiyordum ki ben bunların hiçbirini. Kavuştuğum ailemle, sevdiğim insanlarla ve karşımda beni kolları arasına alıp her şeyden korumak istercesine sarılan âşık olduğum bu adamla sakin, huzurlu ve mutlu bir hayat istiyordum.
“Beraber gidelim, seni bırakayım. Aklım sen de kalır.”
Biraz olsun ortamın havasını değiştirmek için. “Ne yani? Normal zamanlarda aklın ben de değil mi?” diye sordum.
Bu soruma yüzümü elleri arasına alarak cevap verdi. “Benim aklımın sen de olmaması mümkün mü? Seni gördüğüm ilk andan beri sadece aklım değil, kalbim de sen de bilmiyor musun?”
“Ya.” diye cilvelendim anında. Ellerim hemen gömleğinin yakalarına gitti. Orada biraz oyalandı, son durağı Ateş’in omuzları oldu. Az önceki Nazlı’yla şu anki Nazlı arasında çok fark vardı. Ne ara bu Nazlı’ya geçiş yaptım bilmiyorum ama karşımdaki bu adamın sayesinde olduğuna emindim.
Parmaklarıyla yüzümün her santimini okşarken az önce söylediği şeyle köşeli olan jetonum düştü. Düşerken çıkan sesler kulağımda yankı yaptı. Belki de benim kalp atışlarımdı kulağıma yankı yapan sesler. Şu an emin değildim, çünkü daha önemli meselem vardı.
“Sen beni ilk kez hastanede gördün. Annenin yanında sizi bekliyordum. Yani o zamandan beri mi benden hoşlanıyorsun?” diye sordum büyük bir merak içerisinde.
“Evet.” dedi gayet sakin ve olağan bir şekilde.
“Tanımıyordun ki beni. Nasıl bir insan olduğumu bilmiyordun. Nasıl hoşlandın benden? Neden?”
“İster kader de adına, ister ilk görüşte aşk. Ben senin benim hayatımın bir parçası olacağını biliyordum. Bu yüzden hislerimin peşinden gittim. Sana açık açık kur yaptım. Şimdilerde buna yürümek falan diyor yeni nesil.” dedi ve gözlerimin içine bakarak derin bir nefes aldı.
“Yirmi sekiz yaşında koca insanım ben Nazlı’m. Yok ihtiyaçmış, ya da hayatı yaşamakmış diyip kimseyi gönül eğlencem yapmadım. Kimsenin de eğlencesi olmadım. İstemedim kimseyi. Annem vakti zamanında çok düştü peşime. Mürvetimi görmek istiyormuş, kaç yaşına gelmişim hayatımda biri yokmuş falan. O zamanlarda da hayatımda kimse yok diye, e bir de onların kızına bakmıyorum diye hakkımda asılsız ithamlarda bulunmuşlardı mahalledekiler.” dediğinde donup kaldım.
Sırf birinin hayatında başka bir insan yok diye olmayan şeyler uydurmak, iftiralar atmak insanlığa nasıl sığardı aklım bir türlü almıyordu. Bir insanın hayatında biri yok ise kusurluydu o insan onlar gibilerin gözünde. Kadınsa eksikti, erkek ise oğlancı.
Bu insanlar dini kitabı ağzından düşürmez, secdeden başlarını kaldırmazdı belki de ama akşam olup herkes köşesine çekildiğinde en iyi onlar sömürürdü insanın etini iliğini. Ahlak bekçiliği yapan insanlarda en çok ahlaksızlığı yapan kişiler değil miydi?
“Ben tabi koydum tavrımı ortaya. Anneme de açık açık söyledim. Biri var ama nerde bilmiyorum diye. Bu kalbimin bir sahibi var ama o gelene kadar kimse için gönlümü deneme tahtası yapmam dedim. Ona yorulmuş; el değmiş bir kalp değil, tertemiz bir kalp vermek istiyorum dedim. Annem de sağ olsun anladı beni.” diyerek bitirdi lafını.
“Seni de bu tertemiz kalbini de çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”
Gözleri parladı bu söylediklerime. Dudağı hafif kıvrıldı. Bu sözlerimin hoşuna gittiği belliydi.
“Birini sevmek akıl işi değil belki de ama yolun sonunda sen varsan aklımdan vazgeçmeye hazırım. Akıllı olup sensiz kalacağıma, aklımı kaybedip seninle olmaya razıyım. Ve evet ben de seni çok seviyorum.”
********
Kafenin önündeki ufak cilve seansından sonra Ateş dediği gibi bir taksi çağırmıştı. Şu an ise ikimiz beraber annemin evine gidiyorduk. Yoldayken Çağdaş’ı aramış ve olaylardan kısaca bahsetmiştim.
“Sen de benimle beraber gelmek ister misin?” diye sordum. Ateş’in de yanımda olmasını istiyordum ama o henüz böyle bir karşılaşmaya hazır olmayabilirdi. Gerçi daha önce tanışmamış değillerdi ama yine de konu hassas ve ciddiydi.
“Eğer istersen tabi ki de yanında olurum sevgilim. Sen yeter ki iste, ben her zaman senin için burada olacağım.”
Yirmi dört yıllık hayatımda hiç kimseyle Ateş’le olduğum gibi yakın olmamış, hiç kimseye ona beslediğim duyguları beslememiştim. Teklif almayan ya da beğenilmeyen biri olduğumdan değildi bu. Ateş’in de dediği gibi bir his olan o adını koyamadığımız şeyi ben de onun dışında başka hiç kimsede hissedememiştim. Ve şunun farkındaydım. Hayatımıza dâhil ettiğimiz kişi bizim sadece sevgilimiz değil, aynı zamanda dostumuz ve güvenli sığınağımız olmalıydı. Ateş benim sadece sevgilim değil; sığındığım dağım, dinlendiğim limanım ve bana özel olan koruyucumdu. En kötü yaralarımı gösterdiğim, yıkıldığımda beni tutacağına emin olduğum o kişi Ateş’ten başkası değildi.
“Teşekkür ederim.” dedim.
“Etme,” dedi tek seferde. Bunu söylerken bir o kadar da ciddiydi.
“Sen benim sadece sevgilim değilsin Nazlı. Sen benim her şeyimsin ve ben her şeyim olan insanın her anında yanında olmalıyım. İyi zamanında da kötü zamanında da, hayat arkadaşı olmak bunu gerektirir.”
Bu lafının üstüne bir şey diyemezken çok geçmeden annemlerin evine gelmiştik. Taksiden indikten sonra sakin ama hızlı adımlarla bahçeden evin dış kapısına varmamız bir olmuştu.
Kapı henüz çalmadan Onur tarafından açılmıştı. “Hoş geldiniz abla. Sonunda seni gördüğüme o kadar sevindim ki anlatamam.” dedi ve bir sarılma merasimi daha yaşandı.
Onur bir yandan bana sarılırken aynı zamanda benden daha güçlü olmanın avantajından faydalanarak kolları arasındaki beni kapının eşiğinden alıp birkaç adım geri giderek eve girmemi sağladı.
“Sen de hoş geldin enişte. Sana zahmet içeri girdiğinde kapıyı kapatır mısın, gördüğün gibi şu an önceliğim ablama sarılmak.”
Arkamda kalan Ateş’in ufak bir kıkırtısını işittim. Ardından adım sesleri ve “Ayıp ettin kayın biraderim, ne demek. Bu arada hoş bulduk.” dedi, son olarak ise çelik kapının o kapanma sesiyle annem ve Çağdaş’ta yanımıza gelmişti.
“Lan! Bırak da biraz da ben sarılayım ablama. Sanki tek özleyen sensin.”
Çağdaş’ın uyarı ve hafif yalancı kızgınlık barındıran sesinden sonra Çağdaş ve annemle de sarılıp görüşmüştük.
“Hoş geldiniz kızım, ne iyi ettiniz de geldiniz. Hadi geçin içeri, ayakta kalmayın. Akşam yemeğine de kalırsınız değil mi?” diye sordu.
Salona geçip koltuklara oturduğumuzda, “Yok anne başka bir zamana inşallah. Ben, yani biz başka bir şey için geldik bugün buraya.” dedim. “Konu baban anne, daha doğrusu onun bana bıraktıkları.”
“Ben hiçbir şey anlamadım kızım. Babam sana ne bırakmış? Senin varlığından bile haberi yok ki onun. Anlatmıştım ya ben sana, hatırlamıyor musun?”
“Biliyorum anne,” dedim ve derin bir nefes aldım. “Bana anlattıklarını da gayet net hatırlıyorum. Hatırlıyorum ama sanırım bizim de hatta senin de bilmediğin bazı şeyler var. Ben dün sabah arkadaşım Yasemin’den bir telefon aldım. Benim adıma bir tebligatın geldiğine dair.” dedim ve verecekleri tepkiyi merak ettim.
“Neden?” diye sordu Çağdaş. “Sana neden tebligat gelmiş ki?”
Bugün olanları baştan sona anlattığımda annemin gözünden yaşlar bir bir akmaya başlamıştı. Bu söylediklerimi duymayı beklemiyordu elbette. Ben de beklemezdim. Ne söylemeyi, ne de yaşamayı. Fakat yaşanması gereken kader yaşanır, söylenmesi gereken sözler söylenirdi.
“Okudun mu, mektubu yani okudun mu?” diye sordu annem.
Başımı iki yana sallayarak, “Henüz cesaret edemedim. Ben zaten mektup için burada değilim anne. Ben bana bırakılan bu vasiyeti istemiyorum. Eğer, siz isterseniz ben bu haklarımı size devretmek istiyorum. Bir de,” dedim ve asıl söylemem gereken şeyi sonunda söyledim.
“Ben bu bana kalan vasiyetten Erhan’ın haberdar olduğunu düşünüyorum. Eminim ki o bana bırakılan bu malların peşinde. Bu yüzden hem ben bu yükten kurtulmuş olacağım hem de olması gereken olacak, bu mallar asıl sahiplerini bulacak.”
Kısa süreliğine bir sessizlik yaşandı. Annemin, Çağdaş’ın ve Onur’un bakışları birbirlerinin üzerinde gezdi. Bu bakışmaları ve sessizliği annemin sesi bozdu. “Biz bunu kabul edemeyiz.”
İtiraz etmek için tam konuşacaktım ki annem yine araya girerek bu sefer sözlerini tamamladı. “Dinle beni. Biliyorum, babam gibi birisinden gelecek herhangi bir şeyi istemiyorsun ama onlar senin hakkın. İster kullanırsın ister satarsın, orası senin bileceğin bir iş, ama onlar senin hakkın.”
İtiraz etsem de isyan etsem de isteğime razı olmayacaklarını anladım. Bu yüzden boşa dil dökmek anlamsızdı. Annem akşam yemeğine kalmayacağımıza ikna olduktan sonra en azından aperatif bir şeyler yememiz için mutfağa geçmişti. Ben de Çağdaş ve Onur’la Rize maceralarım hakkında konuşuyordum. Bu sırada ise bizi gülümseyerek dinleyen Ateş’le arada ufak kaçamak bakışmalar yaşıyorduk.
Annemin hazırladığı ikramlıkları yedikten sonra bahçeye çıkmıştım. Bir yandan etrafı incelerken bir yandan Ateş’i sıkıştıran kardeşlerime bakıyordum. Enişte olmak kolay değildi. Oyalanmak için çiçeklerin arasından çıkan yabani otları yoldum. Çiçekleri suladım, havayı kokladım, hâlâ havada olan güneşe bir selam bile çaktım ama nihayetinde o kaçınılmaz sona vardım. Okumak için ceketimin iç cebine koyduğum mektubu cebimden çıkardım. Bunu oraya ne ara koyduğumu bile hatırlamıyordum ama oradaydı işte.
Bu eve geldiğim ilk gün gördüğüm sallanan koltuğa oturdum. Bunlar ben çocukken de vardı. Benim için inanılmaz güzel bir şeydi bu sallanan koltuk. Çocukluğumun sallanan yatağıydı. Arada Yasemin’le harçlık çıkarmak için evlere temizliğe giderdik eskiden. Temizlediğimiz evlerin bahçesinde görürdük bunlardan ama bir kez bile oturamazdık üstüne.
Eski anılardan çıkıp şu ana baktım. Annemin evinin bahçesindeki bu gri gölgelikli güzel sallanan koltuğa oturdum ve elimdeki açılıp okunmayı bekleyen mektuba baktım.
“Yapabilirsin Nazlı. Sadece bir mektup, ölü birinden aldığın bir mektup senin canını yakamaz.”
Kendimi yeterince gaza getirdiğime inandıktan sonra nihayet zarfı açtım ve içinden ikiye katlanmış iki kâğıt parçasını çıkardım.
Sedef’imin Çiçek’ine
Bu mektuba nasıl başlamam gerektiğini bilmiyorum Çiçek. Şu an herkesten gizli geldiğim hastane odasının birinde, ölmeyeyim diye bağladıkları cihazların çıkardığı sesler eşliğinde sana bu mektubu yazmak inan bana çok zor.
Aslında bu sesler bahane. Benim ne senin karşına çıkmaya, ne de sana bu mektubu yazmaya yüzüm yok. Biliyorum, kötü bir adam olduğumu. Yanlış kararlar verip kaç hayat mahvettiğimi biliyorum. Bu hayatlardan birinin de, senin hayatın olduğunu çok iyi biliyorum.
Şu an neden sana böyle bir mektup yazdığımı sorguladığını da, neden sana o vasiyeti bıraktığımı da hatta seni nasıl öğrendiğimi de merak ettiğini biliyorum. Öyle bir zaman da çıktın ki karşıma. Nazar’ın babasının ağzından kaçırmasıyla buldum seni. Sen bu mektuba ulaşabildiysen eğer Nazar’ın kim olduğunu da biliyorsundur elbet. Tamamen şans işi işte. O seni ağzından kaçırdı, sen benim yüzümden koca bir hayatı kaçırdın.
Onları sana bıraktım, bıraktım çünkü onların hepsi senin hakkın. Benden bir şey kabul etmeyeceğini de biliyorum ama lütfen kabul et. Benim için değil. Vicdan azabımı dindirmek için hele hiç değil. Allah biliyor ya, seni öğrendiğimden beri bu sol yanım öyle ağırlaştı ki artık bu güçsüz bedenim vicdanımın sızısını taşıyamıyor.
Sana bıraktığım bu vasiyeti kabul et Çiçek. Erhan’a kaptırma sakın sana bıraktıklarımı. Yüzlerce, binlerce kez özür dilesem de senden affı yok yaptıklarımın biliyorum ama affet beni. Ben daha şimdiden bile kemiklerimin sızladığını hissediyorum.
Aklında bir sürü soru da var. Bu soruların cevabını duymaya hakkında var biliyorum ama benim senin karşına çıkmaya yüzüm yok. Bu yüzden şu an bu mektubu okuyorsun. Yani umarım okuyorsundur. Gençken yaptığım hataların ve aldığım ahların cezasını çıkmayan canımla ödüyorum. Eskiler derlerdi çok kişiyi üzen, çok kişinin vebaline girenlerin canı kolay kolay çıkmazmış diye. Haklılarmış.
İlk sayfadaki mektup biterken hiçbir şey hissedemedim. Ne kendinde karşıma çıkacak yüzü bulamamsı sızlattı içimi, ne de yazdığı af isteyip özür dileyen satırları etkiledi beni. O benim için hiçbir şey değildi ya da herhangi biri.
Diğer mektuba gözüm kaydığında başlığı dikkatimi çekti. Bu sayfanın da bana yazılan bir mektup olduğunu düşünmüştüm ama değildi. Bu sayfa anneme aitti. ‘Kızım’ diye yazmıştı hitap olarak. Hâlâ böyle seslenmeye hakkı var mıydı ki?
O sırada bir hareketlilik hissettiğimde başımı elimdeki sayfadan kaldırıp kimin geldiğine baktım. Gelen kişi annemdi. Ensesinden yaptığı topuzdan firar etmeyi başaran birkaç tutum saçı yüzüne düşüyordu. Ama bana bakışındaki sıcaklığı gölgelemeye yetmiyordu.
Sakin adımlarla yanıma yaklaştığında, “Gelebilir miyim yanına?” diye sordu.
Bu soru istemsizce yüreğimi sıkmıştı. Mantıklı düşünecek olursam şu anki durumda yalnız kalmamı isteyip istemediğimi anlamak için bu soruyu sorduğuna emin olabilirdim. Fakat ne yazık ki şu an mantıklı düşünebilecek bir ruh hâli içerisinde değildim.
“Sormana gerek bile yok. Gelsene.”
Yavaş adımları hızlandı ve aramızda olan birkaç adımlık mesafeyi kapatıp yanımdaki boşluğa oturdu. İkimizde hatırı sayılabilecek bir süre sessizliğimizi korumuş ve sadece yan yana oturmuştuk. O benden bir hamle bekliyordu, ben ondan. Fakat bu sessizliğe dayanamayan kişi ben olduğumdan konuşan ilk kişi ben olmuştum.
“Sana da mektup bırakmış.”
Bunu dememi sanırım beklemiyordu. Çünkü oldukça şaşkın bir ifadeye bürünmüştü. Annem bu sefer şaşkınlığından dolayı konuşamazken konuşan kişi yine ben olmuştum.
“Sana yazdığı mektubu okumadım. Giriş kısmı hariç. İstersen vereyim sen-” derken sözümü kesti.
“Senden okumanı istesem olur mu? Bunu senden istesem çok mu ileri gitmiş olurum?”
Annemle olan bu durumumuz, birbirimize karşı olan çekincemiz içimi yakıyordu. O beni bırakmak zorunda kalmıştı. Yaşamam için bırakmıştı ama beni bıraktığında annem yaşamayı bırakmıştı. Nefes alıyor muydu? Evet. Ama nefes almak ya da herkesin gün içerisinde yaptıklarını yapmak yaşamaya yetmezdi. Sonuçta hayatta kalmak ve yaşamak aynı şeyler değildi.
“Okurum ama bir şartım var.”
Onu reddetmemi ya da öylece okumaya başlamamı bekliyor olacak ki az önceki mektup şaşkınlığından sıyrılıp bu sefer benim söylediğime şaşırmaya başlamıştı.
“Artık kendini affet. Ben seni affettim, sen de kendini affet artık anne. Ben sana seni öğrendiğim günden beri artık kızgın ya da kırgın değilim. Ne beni bıraktığın için ne de Çağdaş ve Onur var diye sana kızgın değilim.”
Biliyordum, annem beni bıraktığı için hâlâ kendini affedemiyordu. Biliyordum, ne zaman hepimiz yan yana olsak Çağdaş ve Onur’a sevgi sözcükleriyle hitap etmemek için kendini kasıyordu. Bazen ağzından kaçırdığı sevgi sözcükleri sonrasında bana bakıyor ve yüzü düşüyordu. Bana yapamadığı anneliği oğullarına yaptığı için bana karşı mahcup hissediyordu.
Yapmamalıydı. Sevmediği bir insanla evlendiğini biliyordum. Sevmeden yapılan bir evlilikte iki çocuk vardı ve bu iki çocuğun nasıl ve ne şartlarda olduğu düşüncesi aklıma geldikçe ben tüm geçmişimi unutup sadece anneme ağlamak istiyordum.
Bunları söylememi duymaya ihtiyacı varmış. Bunun da farkına vardığım an söylemiştim. Derin bir nefes aldı ve bana sarıldı.
“Teşekkür ederim.” dedi. “Ben kendimi seni bıraktığım için hiçbir zaman affetmeyeceğim ama sen beni affettiğini söylediğin için teşekkür ederim.”
Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Eskiden, yurtta olduğum zamanlarda ağlamamak için öfkeme sığınırdım. Bizden büyük çocuklar bağışlanan kıyafetlere oyuncaklara çöker ve biz küçüklere sadece onlara bakmak düşerdi. Onlara gücümüz yetmezdi. Bir şey yapamadığımız için ağlar ve ağladığımızla da kalırdık.
Ben ise öfkeme sığınırdım. Ağlayamazdım çünkü kendime ağlamayı yasaklamıştım. Eğer ağlarsam kolay lokma olurdum. Hemen yutulan o lokma olmamak için öfkeli, sinirli o kız oldum.
Şimdi ağlamamak için yeniden öfkeme sığınmam gerekiyordu. Bu yüzden de elimde tuttuğum bu mektuba ihtiyacım vardı.
“Hazırsan eğer okuyorum.”
İçine derin bir nefes aldı. Birkaç saniye aldığı nefesi içinde tuttu ve nefesi geri bıraktığında, “Hazırım.” dedi.
Kızım, Sedef’ime
Bana öfkeli, kızgın ve kırgınsın biliyorum. Böyle hissetmekte haklısında bunu da biliyorum. Çok kez düşündüm. O zamanlar bazı şeylere göz yumsaydım, ya da izin verseydim ne olurdu diye. Hepsinin cevabı da belliydi. Seni kaybederdim.
Okuduğum her satır benim yüreğimi sıkarken annemin neler hissettiğini tahmin ettikçe yüreğimi sıkan o el daha beter dağlıyordu içimi. Annemden kısık bir, “Devam et.” ikazı duyduğumda mektubu okumaya kaldığım yerden devam ettim.
Evlendiğin o adam, Asım Çetinsoy o çok tehlikeli bir adamdı. Bunu sen de biliyorsun. Bana neden diye sormuştun. ‘Neden bile bile beni ateşe atıyorsun baba? Neden benden vazgeçiyorsun?’ demiştin. Oysaki ben senden hiç vazgeçmedim kızım.
Ben seni ne para ne de başka bir şey için o adamla evlendirmedim. Asım seni kafaya takmıştı. Ona defalarca senin gönlünün onda olmadığını söyledim ama dinlemedi. Vazgeçmedi. Bu sefer senin canını koydu ortaya. Önce anneni, sonra beni ve ağabeyini öldürmekle tehdit etti. Ve en son da seni. Bana ‘Eğer benim olmazsa kimsenin olamaz. Ahtım olsun bulduğum an öldürürüm kızını.’ dedi. Önce bizleri en son da seni öldüreceğini söyledi.
Sen dayanamazdın buna. Ben sana ‘seninle evlenmezse bizi öldüreceğini söyledi’ deseydim eğer sırf bizim uğrumuza kendi ayaklarınla gelirdin Asım’a. Ben kendi canımdan çoktan vazgeçmiştim kızım. Ama bir baba olarak ne senin, ne de ağabeyinin canından vazgeçemedim. İlerleyen zamanlarda seversin belki diye umut ettim. O seni çok seviyor, belki sen de onun sevgisini seversin diye çok umut ettim ama olmadı. Sen benim gözümde günden güne eridin. Ben evlat acısı yaşamayayım derken, sen evladının yokluğuyla günden güne eridin ve ben bunu fark edemedim.
Asım eğer öğrenseydi bebekmiş ya da çocukmuş dinlemez öldürürdü Çiçek’i. Bunu sen de bildiğin için sessiz kaldın bunca zaman.
Ben sizin için senin sevdandan vazgeçmeni sağladım. Ve bundan her zaman pişman oldum. Bir şansım olsaydı eğer; senin böyle bir hayat yaşamaman, evladından ayrı düşmemen için her şeyi yapardım. Tutamadım seni öylece kayıp giderken, solarken bir şey yapamadım. Sana bir hayat borçluyum biliyorum. Bu dünyada ödeyemeyeceğimi de biliyorum. Bu yüzden hesaplaşmamızı gittiğim o yere bırakıyorum. Bırakırken de arkamda neyim var neyim yoksa kızına, Çiçek’ine bırakıyorum.
Bu bıraktıklarımın hiçbiri giden yıllarınızı karşılamaz bunu da biliyorum. Sadece artık hak ettiğinizi yaşamanızı istiyorum.
Sevdiğini hiçbir zaman belli edemeyen bir baba olduğumu biliyorum. Ama bil ki son nefesimi verirken bile aklımda sen varsın kızım. Söyleyemediğim bunca zaman için senden af diliyorum ve seni sevdiğimi bilmeni istiyorum. Seni seviyorum kızım, Sedef’im.
Ve bir kez daha özür dilerim.
Umarım bölümden memnun kalmışsınızdır. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Hoşça kalın :))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |