
Duygusal bir insansanız veya dönemdeyseniz mendilleri hazırlayın. Çünkü istemeden de olsa biraz duygusal bir bölüm yazmış olabilirim.
Dakikalardır elimde duran mektuplarla bakışıyordum. Belki de saniyeler geçmiştir, emin değilim. Şu an için bir şeylerin farkında olduğum pek söylenemezdi. Zira bir şeyleri idrak etmek ve hazmetmekle meşguldüm. İnsanın kendisi hakkındaki gerçekler bu kadar ağır olmamalıydı. Bu kadar can yakmamalıydı. Ve ben kendi gerçekliğimin altında artık ezilmeye başladığı hissediyordum. Ve bu his artık bana dayanılmaz acılar vermeye başlamıştı.
İtiraf etmem gerekirse eğer bu mektubun varlığından haberdar olduğum andan beri nefret sözleri ve hakkımda pekte güzel şeyler yazılmadığını düşünüyordum. Ama karşılaştığım şey ise onu affetmem için bana bıraktığı birkaç satırdan oluşan bir kâğıt parçasından başka bir şey değildi. Annemden özür dilemiş, benden af dilemişti.
Annemden o adama mecbur bıraktığı için, benden annemin beni bırakmak zorunda kalmasına sebep olduğu için.
Hayat adil değildi. İnsanlarda öyleydi, adil olamamışlardı.
Son okuduğum cümlenin üstünden dakikalar geçtiğine emindim. Bundan emin olmama sebep olan şey ise tepemde yakıcılığını oldukça hissettiğim güneşi artık sırtımda hissetmemden kaynaklanıyordu.
“Bu satırlar,” dedim gözlerim hâlâ elimdeki mektuplardayken. “Benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kuru bir af dilemeyle hiçbir şey geri gelmez. Benim ona olan öfkem de nefretim de dinmez. Ama ben senin nasıl olduğunu merak ediyorum anne.”
Nihayetinde anneme bakmaya cesaret edebildiğimde yerdeki herhangi bir şeye odaklanarak sessizce ağladığını anladım. Baktığı yer ufak bir toprak parçası olabilirdi ama gördüklerinin çok başka şeyler olduğu bariz bir şekilde belliydi. En nihayetinde bakmakla görmek aynı şeyler değildi.
“Haklısın,” dedi ve derin bir nefes alarak sözlerine devam etti. “Affetmemekte haklısın. Ben de affedemiyorum onu. Ama yıllar sonra bana ilk kez kızım demiş,” derken kendi sözünü yine kendisi değiştirdi ve “Hayır, onu bile dememiş. Sadece yazmış. Bana bir kez bile kızım demeyen adam bir de seni seviyorum demiş. Ben nasıl inanayım ki beni sevdiğine. Defalarca kurtar beni bu adamdan diye yalvardığımda yüzüme bile bakmayan, bana sırt çeviren adamın af dilediğine özrüne nasıl inanayım ki.”
Çaresiz kalmak zor bir şeydi. Kelimelerle anlatılamayacak kadar zordu. Fakat en yakınların tarafından çaresiz kalmak, en çok güvenmen gereken insanlar tarafından çaresiz bırakılmak, işte bu daha zordu.
“Affetme o zaman sen de,” dedim. “Affetmek zorunda değilsin ki. Her özür dileyenin özrü affedilmek zorunda mı sanki? Bak zamanı geri alamayız ama bundan sonrası için artık bir şeyler yapabiliriz. Ben artık geçmişimin şu anımı zehir etmesini istemiyorum anne. Yaşananları unutamayız ama eskiyi düşünüp de şimdimizi mahvetmesine engel olabiliriz. Değil mi?”
Annem gözyaşları içerisinde beni dinlerken her söylediklerimde biraz daha hafiflediğini hissediyordum. Gözlerindeki yaşları sildiğinde kolları bana uzandı ve beni sıkıca sardı. Başımı göğsüne yasladığında, “Rollerimi değiştirdik haberim olmadan,” dedi ve elleriyle bir yandan saçlarımı okşarken bir yandan da sırtımı sıvazladı.
“Ağlamak istiyorsan ağla kızım. Sebebi her ne olursa olsun seni rahatlatacaksa eğer ağla. Hiçbir şeyin yüreğine yük olmasını istemiyorum. Artık mutlu olmanı görmek istiyorum. Sana annelik yapmak, geçen yılların acısını çıkarmak istiyorum.”
“Ben de,” dedim beline sardığım kollarımı sıkılaştırırken. “Ben de artık sevdiklerimle mutlu olmak istiyorum. Geçen onca zamanın inadına en iyi anne kız olmak istiyorum seninle.”
Biz sarılmaya devam ederken salonun bahçe kapısın açılan kapı tarafında hareketlilik fark ettiğimde birkaç kişinin hareket eden gölgesini gördüm. En sonunda bir gürültü koptuğunda anında ayaklanarak oraya gittiğimizde yerde yatan Onur ve başında dikilen Çağdaş ise görmeyi beklediğim bir şey değildi.
“Lan kardeşim sussana. Yakalanacağız senin yüzünden,” diyerek Onur’u yerden kaldırmaya çalışan Çağdaş’ın yanına giderek, “Ne oluyor burada?” diye sordum.
Nihayet bizi fark eden ikili kısa bir bakışmanın ardından çabucak toparlanarak yan yana durmuş ve ellerini bağlayarak başları öne eğik bir şekilde hizaya geçmişlerdi.
“Sultan Süleyman mıyım oğlum ben? Niye hazır ola geçtiniz? Ayrıca siz ne yapıyordunuz burada fısır fısır?”
Benim bu sorumla iyice gerilen ikiliyle aklıma gelen ilk şeyi söylemiştim. “Yoksa siz bizi mi dinliyordunuz?”
“Açıklayabiliriz abla,” diyerek bir nevi yaptıkları şeyi itiraf eden Onur’un kulağını fazla acıtmayacak bir şekilde asıldığımda diğer elimle de Çağdaş’ın kulağına asılmıştım. “Şimdi size daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şey yaşatacağım hazır mısınız beyler?”
Canları yanmasa bile yanıyormuş gibi iki büklüm olmaları her ne kadar gülmemi sağlasa da yanaklarımın içini ısırarak bu isteğimi bastırmaya çalışıyordum.
“Ne ki o ablacığım? Şey bir de kulağımı artık alabilir miyim sana zahmet olmazsa,” diyen Onur işimi zorlaştırıyordu.
“Ne olduğunu hemen söyleyeyim canım benim. Şimdi size deneyimlettireceğim şeyin adı abla dayağı,” dememle bu sefer kulaklarına gerçekten asılmıştım. Fakat boy avantajlarını kullanarak elimden kurtulduklarında peşlerinden, “Utanmıyor musunuz siz büyüklerin sözünü dinlemeye. Pis ergenler sizi,” diye bir yandan kovalarken bir yandan da söyleniyordum.
Bu manzarayı ise o an için gülerek izleyen Ateş ve annemden habersizdim.
1 Hafta Sonra
Avukatın ofisine gittiğimiz günün üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti. Ve bu, o mektubu okumamın üzerinden de bir hafta geçmiş olması anlamına geliyordu. Ben ise bu geçen bir hafta da fazlasıyla çok şey düşünmüştüm. En nihayetinde ise o adamın bana bıraktığı bu mirası kabul etmiştim.
Akın ve Çağatay’a da durumu anlattığımda gerekli işlemler başlamıştı. Artık bir hissedar, arazi sahibi ve mülkü olan bir insandım. Yani kısacası küçük çaplı bir mal varlığım vardı. İstanbul’daki hisselerden kazandığım parayı Onur ve Çağdaş arasında paylaştırmış ve onlar adına çeşitli kurumlarda bağış yapılmasını sağlamıştım. Kâğıt üzerinde bana ait olsa da onlar adına düzenli olarak belli başlı yerlere bağış yapılıyordu. Bunu ilk duydukları an her ne kadar bizim için ya da bizim üzerimizden bir şey yapma deseler de bu hareketim onları da mutlu etmişti. Benim oradan gelecek olan paraya ihtiyacım yoktu. Ama benim gibi çocukların ihtiyacı vardı.
Tabii bu bir hafta içerisinde gelişen değişimler sadece bununla sınırlı değildi. Şu an elimde tuttuğum kendi kimliğimle bakışıyordum. Babamla Rize’deyken konuştuğumuz nüfusuna alma meselesini yarım saat önce halletmiş bulunuyorduk. Artık anne baba adında yabancı isimler yoktu. Soyadım öylesine koyulan bir soy ad değildi. Artık Nazlı Çiçek Arslanoğlu’ydum.
“Daha ne kadar bakışacaksın kimliğinle?” diye sordu babam.
“Alışana kadar,” diyerek cevapladım onu.
“Değişik hissediyorsun değil mi? Sanki gerçek değilmiş gibi geliyor,” diye söyleyerek tüm hislerime tercüman olmuştu.
“Kurumsal yerlere gittiğimde,” dedim derin bir nefes alarak. “Kimlik bilgilerimi girdiğimde ezbere yazamazdım hiçbir zaman. Kimliğimde yazan anne baba isimleri sahteydi. Ezberlemek için uğraşmamıştım hiç, ama şimdi her şey gerçek. Ne bileyim, tuhaf hissediyorum işte.”
Babam da derin bir nefes almak zorumda hissetmiş olacak ki arabanın içi bir süre nefes seslerimizle doldu.
“Öyle hissetmekte haklısın kızım,” dedi sakin ve yumuşak bir sesle. “Ama şunu bil ki o kimliğinde yazılan isimler öylesine yazılan isimler değil artık. Ben de annen de her zaman senin yanında olacağız. Bu gerçekliği hissetmen için elimizden ne geliyorsa, hatta daha fazlasını yapacağız.”
“Bunca zaman ailem dediğim insanlar sadece Yasemin ve Orhan amcadan ibaretken artık gerçekten bir ailemin var olduğunu hissediyorum baba. Ve bu his bu kimliğe adlarınız yazılmadan çok zaman önceydi.”
“Bu aile hissini sonsuza kadar hissetmen için her şeyi yaparım. Ve yapacağımda.”
Aramızda geçen bu duygusal konuşmanın ardından babam beni dükkânıma bırakmıştı. Öğle vaktinde açtığım dükkânla aradan o kadar zaman geçmesine rağmen ilk zamanki kalabalığını koruyordu.
Neden bu kadar uzun süre açmadığımı soran meraklı komşularıma çok fazla detaya girmeden memlekete gittiğimi anlatmıştım. Her seferinde aynı şeyleri başka başka insanlara anlatmak her ne kadar canımı sıksa da ben eğer bir şeyler söylemezsem onların başka şeyler uyduracağını tahmin ettiğimden hakkımda şüpheye düşmelerine izin veremezdim.
Tabii bu düşüncemi sağlayan şey ise yapacağı gün için börek almaya gelen teyzenin Ateş’le benim kaçmış olduğumla ilgili ağzından kaçırdığı dedikoduydu. Benim ve Ateş’in aynı anda ortalıktan kaybolduğumuzu gören mahalleli bizim kaçtığımız yönünde bir çıkarımda bulunmuş ve buna sıkı sıkıya tutunmuşlardı.
Öğle vakti yerini öğleden sonraya bırakırken dükkâna Nilüfer ve kızı Ela geldi. “Geldi benim gönül çiçeğim,” dedim ve üzerindeki yazlık tulumuyla koşarak bana gelen Ela’yı kucağıma aldım.
“Naz aba Naz,” diyerek küçük kollarını boynuma dolamaya çalışarak göğsüme sokuldu. Eridiğimi hissederken, “Allah’ım yiyeceğim şimdi senin o Naz diyen dillerini,” diyerek kollarında boğumları kendime hâkim olarak acıtmayacak şekilde ısırdım.
“Resmen dışlanıyorum,” diyen Nilüfer’in varlığını bile kısa bir an için unutmuştum.
“Kusurumuza bakma annesi,” dedim Ela’ya bakarken. “Bu hanımefendi bana kendimi bile unutturacak tatlılıkta.”
Kucağımda Ela olduğu için tek kolumu açarak Nilüfer’le de selamlaştırdıktan sonra iki kişilik masalardan birine oturmuştuk.
“Bilmez miyim? Hasan da aynı, Ela’yı görünce o da beni unutuyor.”
Muhatabı ben, ama bakışları kızındaydı. “Siz de haklısınız ama,” dedi kızına içi giderek bakarken. Ben de kendimi unutuyorum Ela’ya bakarken.
Ela. Hasan ağabey ve Nilüfer’in biricik, tatlı mı tatlı küçük kızları. Gerçekten o kadar tatlı ve kendini sevdiren bir kızdı ki insanın çocuk sahibi olma isteğini arttırıyordu. Kucağımdaki Ela’yı annesine vererek bizim masaya bir sandalye daha çektim. Birkaç minder ve Ela için vakti zamanında aldığım oyuncakları çıkararak masaya Ela’nın oynaması için koydum. Nilüfer Ela’yı çektiğim sandalyeye iyice yerleştirirken ben de bize içecek bir şeyler ve ikramlıklar hazırlayıp masaya koydum.
“Ee, anlat bakalım. Ne var ne yok? Ne zamandır göremiyoruz seni, çok merak ediyorum Nazlı. Sen iyisin değil mi?” diye içtenlikle sordu.
Bu içtenliğine sahici bir tebessümle cevap verdim. “Ben uzun zamandır hiç bu kadar iyi olmamıştım.”
“O kadar sevindim ki senin adına. Mutlu olmayı o kadar hak eden bir insansın ki.”
Öyleydim. Mutlu olmayı hak eden bir insandım ve bu hakkımı sonuna kadar kullanacaktım. “Neler yaptınız bakalım Karadeniz’de? Yasemin’den bir şeyler duydum. İyi eğlenmişsin oradayken.”
“Ya ya ne eğlenmek ne eğlenmek. Hiç sorma, neler neler geldi başımıza,” dedim ama bunu demem onu durdurmadı. Ben de zaten anlatmamazlık yapmayacaktım. Amaç heyecan katmaktı.
“Sordum bile. Hadi anlat.”
Ve ben her şeyi Nilüfer’e anlatmıştım. Bugün yaşananlar da dâhildi.
“Vay be. Neler neler olmuş ya. Valla sağlam kızsın helal olsun. Mirası reddetmemekle de iyi yapmışsın Nazlı. Nasıl kullanacağın sana kalmış ama o kalan her mirasın her kuruşunda senin hakkın var.”
“Artık hak hukuk meselesini geçtim ben Nilüfer. Akın’ların öğrendiğine göre annemin ağabeyi olacak o adam kirli işlere bulaşmış. Eğer bana kalan bu miras onun olsaydı ve o, bu mirası kötü bir şekilde kullansaydı olacakları düşünmek istemiyorum. Kendi ellerimle de ona böyle bir imkânı hayatta sunamam. Yani aslında kabul etmek dışında pek bir seçeneğim kalmıyor. Annemle kardeşlerimin üstüne devretmek için teklif ettim ona da yanaşmadılar. Hem ben böyle bir şey yaparsam onlara da salça olabilirler. O yüzden en iyisi mallar benim üzerimde olsa bile onlar için kullanmak en iyi seçenek gibi geldi.”
“O adamı tanımıyorum ama anlattığın gibiyse şu an yaptığın en doğrusu gibi duruyor.”
“Ben de kendime bunu hatırlatıp duruyorum.”
Nilüfer’le biraz daha sohbet etmiş, ardından huysuzlanan ve uykusu gelen Ela’yla dükkândan ayrılmışlardı. Ben de gelen müşterilerle ilgilenmiş birkaç tarif bulup denemek için not almıştım.
Yavaş yavaş kararmaya başlayan havayla saate baktığımda saatin yedi olduğunu gördüm. Mutfağı ve kasayı da kontrol ettikten sonra her şeyin yolunda olduğuna emin olduğum zaman dükkânı kilitleyip evin yolunu tutmuştum.
Sakin sakin eve giderken bir anda boynumda hissettiğim kolla yerimde sıçramış ve boynuma dolanan bu kolla küçük bir çığlık atmıştım. Anlık gelen boşluğumla ilk birkaç saniye kim olduğunu anlayamasam da burnumdan ciğerlerime akın akın nüfus eden bu deniz kokusunun sahibi Ateş’ti.
Sağ tarafımda bütün heybetiyle duran Ateş, “Nasılsın bebeğim?” diyerek yanağıma uzun ve sulu bir öpücük kondurmuştu.
Yine sağ tarafımda olmasını fırsat bilerek hızlı ve çevik bir hareketle kolumu onun kolunun altından geçirerek sırtına güçlü bir şekilde vurmuştum.
“Ah! Kızım, manyak mısın? Düşmanına vurur gibi niye vuruyorsun. Gitti sırtım,” diyerek hasar tespiti yapmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Zira kaslı kolları buna izin vermiyordu. Fakat benim takıldığım yer başkaydı. ‘Kızım’ demeseydi şayet sırtına ulaşmaya çalışırken şişen pazularına dikkatim kayıp kendimi kaybedebilirdim ama dediği kızım kelimesiyle bunu bizzat kendisi bertaraf etmişti.
Benden ses gelmediğini anlayan sevgili sevgilimin dikkati nihayet bana kaymıştı. Ben ise ona ellerim belimde milli trip bakışlarımı atıyordum. “ ‘Kızım, ’ ” dedim ben de aynı onun gibi. “Aşkıma, sevgilime, Nazlı’ma ne oldu Ateş Bey? Dağa mı kaçtı? Hım, söyle bakayım bana.”
“Nazlı’m çiçeğim. Nereye kaçacakmış onlar, ben kaçırtır mıyım hiç?” diyerek sırnaşmaya çalıştığı zaman izin vermedim. Yine sırnaştı, kaçtım. Yanaşmaya kalktı tam kaçacakken belimden yakalayıp beni kendi bedenine yasladı.
“Nazlı’m,” dedi uzata uzata. “Biraz daha kaçarsan eğer mahallelinin söylediği dedikodu her an gerçek olabilir bak haberin olsun.”
Ben de hiç bilmiyormuşçasına sordum. “Ne dedikodusuymuş o?”
“Seni kaçırdığıma dair olan dedikodu,” der demez beni bir hışımla kucağına aldı. Kollarımı boynuna sıkıca dolayıp bir yandan da uslu uslu ayaklarımı sallıyordum. Hâlimden hiç şikâyetçi değildim. Konfor desen var manzara desen var, daha ne olsundu ki.
Ben onun kucağında, o mahalle yolunda sakin sakin, tıngır mıngır giderken sonunda aklındaki o soruyu sordu.
“Bugün nasıl geçti? Kendini nasıl hissediyorsun?”
“Ait hissediyorum,” diyerek sorusuna cevap verdim. “Bir yere ait hissetmek güzel bir şeymiş, köklere sahip olmak. Eskiden kendimi nilüfer çiçeğine benzetirdim. Birçok anlamı var nilüfer çiçeğinin ama bana en çok uyan kısmı köksüz bir şekilde bataklıkta açmasıydı. Bir yere ait değildi. Çamurlu, bulanık suyun üzerinde rüzgâr nereden eserse oraya savrulan küçük bir nilüfer çiçeğiydim. Ama şimdi, kim olduğumu bilince ve o insanlar tarafından sevilince bir yer edindim. Artık köksüz değilim. Bu his en başta ağır geldi biraz ama bu aitlik hissi çok hoşuma gitti.”
“Sen benim gözümde bu dünyadaki hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar güzelsin Nazlı. Ben seni neye benzetsem yetersiz geliyor gözüme. O yüzden seni bu dünyadaki hiçbir şeye benzetemiyorum. Bu yüzden sen benim için güzel olan her şeysin. Ayrıca benim köklerim sen de senin köklerin de ben de. Ait olduğun bir ailen olmasına inan senin kadar ben de seviniyorum. Ama sen benim zaten ailemsin.”
Boynunda duran kollarımı daha da sıkılaştırdığımda, “Öyle mi?” diye sordum. “Ben gerçekten senin ailen miyim?”
“Hiç şüphen olmasın yavrum. Bu en başından beri böyle ve hep böyle kalacak.”
Birkaç santim uzağımda olan boynuna güçlü ama küçük bir öpücük kondurdum. “Sen de benim ailemsin Ateş. Ben anladım ki bir insanın sadece bir tane ailesi olmazmış. Nasıl sadece bir ebeveyni ya da bir kardeşi sevemiyorsak sadece bir aileye de sahip olamazmışız. Sen benim ailemsin. Ben de senin, iki kişilik bir aile.”
“Kurban olurum sana,” derken sesi titriyordu. Bazen saçlarımı okşamak için uzanan eli, bazen bana bakarken gülen gözleri. Böyle anlarda ise sesi titriyordu. Sanırım bu da sevdaya dâhildi.
“Kurban olma sen bana. Benim için, bizim için yaşa.”
Kucağındaki beni biraz daha yükselterek başını boynuma gömdü. Derin nefesler aldı. Minik öpücükler kondurdu. Bu sessizce ‘seni seviyorum’ demekti. Biliyordum, çünkü böyle anlarda sadece seni seviyorum demek hisleri anlatmaya yeterli gelmezdi. Biz de böyle, birbirimize dokunarak ne kadar sevdiğimizi anlatıyorduk. Onun kucağında geçirdiğim huzurlu dakikalar, mahallenin girişine gelmemizle yerde devam etmişti. Beni nazik bir şekilde yere indirdi ve kalan yolu el ele tamamlamamızı sağladı.
*********
Zaman su gibi akıp giderken günlerin nasıl geçtiğini bile anlayamıyordum. Memleketten döndükten sonra her şey hızlı bir şekilde gelişmişti. Rize’den İstanbul’a dönüşümüz, akabinde yaşanan miras meselesi ve ardından babamın beni nüfusuna alma olayıyla birlikte haftalar çoktan geçmişti. Şimdi ise aklımda sadece tek bir şey vardı. Ateş’i ve ailesini resmi olarak ailemle tanıştırmak.
Ateş daha önce hayatıma dâhil olsaydı ya da benim böyle bir aile durumum olmasaydı her şey çok daha basit olabilirdi. Bizim gibiler için kullanılan ‘çöpsüz üzüm’ tabirine oldukça uyan bir insandım. Ama artık bir ailem vardı. Bana ait olan bir aile. Bu gerçekliği her düşündüğümde içimde bir mutluluk baş gösteriyordu.
Birkaç gündür boşlamak zorunda kaldığım dükkân son zamanlarda eski verimini kazanmıştı. Artık sadece mahalleli değil çevre semtlerden de insanlar geliyordu. Bu da benim daha çok müşteri kazanmama sebep oluyordu.
Bugünün pazar olmasıyla kaç gündür aklımda dolaşıp duran soruyu ve onayı almak için babamlara, Gülendam ablayla konuşmak için İstanbul’daki evlerine gitmek için hazırlanıyordum.
Yazın son demlerinde ve ayın en sıcak haftalarındayken dolabıma biraz el atan Yasemin sayesinde artık aşina olduğum eteklerden birini dolaptan aldım. Dizlerimin yaklaşık dört parmak üstünde olacak şekilde siyah bir etek, üstüne ise crop sayılabilecek oversize beyaz bir t-shirt giymiştim. Hafif bir şekilde makyaj yaparken de kızların klasiği olan hazırlanırken kendi çapında konser veren Türk kızlarından biri de bendim elbette.
‘Ben de senden bahsettim,
Anlatırken fark ettim,
Senle başlar, biterim
Ben senden ibaretim,
Aşkından esaretim,’
Telefonda son ses şarkı çalarken bir anda kesilmesiyle birlikte telefona bir arama düşmüştü. Arayan kişi tabii ki de Ateş’ti.
“Ne yapıyorsun bebeğim?”
“Hazırlanıyorum canım, birazdan çıkacağım sen ne yapıyorsun. Handan teyze ne dedi?” diye sordum.
Ateş, dün kafeye geldiğinde ne zamandır aklımda olan bu buluşmayı ilk ona açmıştım. O da bunu söylememi bekliyor olacak ki anında bu teklifimi kabul etmiş, ‘Bir an hiç böyle bir şey istemeyeceksin diye çok korkmuştum,’ diye benimle dalga bile geçmişti.
“Dün akşam konuştum. O dünden razı zaten, durumlardan da bahsettim biraz. Senden haber bekliyor,” dedi.
Annem, babam ve Gülendam ablanın aynı anda aynı yerde olması bizim için gergin, onlar için can sıkıcı ve buruk hatıraları canlandırabilirdi. Bu yüzden önce anneme gitmiş ve durumdan bahsetmiştim. Annem ise, ‘Aradan o kadar yıl geçti, o köprünün altından çok sular aktı. Öyle bir anda ve öyle bir durumda ben sadece senin annen olarak orada olurum. Agah’ın eski aşkı olarak değil. Benden yana için rahat olsun kızım,’ demişti.
Bir an için çok mu bencillik yapıyorum acaba diye düşünmüştüm. Annemle babamı yıllar sonra bir araya, sırf benim gönül meselem için yan yana getirmek ne kadar mantıklı olabilir diye kendi kendime düşünürken sanki o an annem benim zihnimi okumuş gibi, ‘Sakın kendini mahcup ya da suçlu hissetme, anne ve baba olarak bu bizim görevimiz. Senin her anında yanında olup destek olmalıyız. Zaten senelerce bunu yapamadık, şimdi kendini sakın kötü hissetme,’ demişti.
Şimdi ise aynı soruyu sormak için Gülendam ablanın yanına gidiyordum. Onun vereceği cevap benim için çok önemliydi. Babamdan yana içim rahattı. Bir arada geçirdiğimiz o zaman diliminde gerçekten Gülendam ablaya değer verdiğini görmüştüm. Babam için Gülendam abla sadece eşi ya da çocuklarının babası değildi. Aynı zamanda bir insan ve yıllarını beraber geçirdiği hayat arkadaşıydı.
Bir yandan Ateş’le konuşurken, diğer yandan da makyajımı tamamlamıştım. Son olarak aynada kendimi kontrol ettiğimde, “Çok güzelsin,” dedi.
Bir an için afallamıştım. Hatta telefonu bile kontrol etmiştim. Acaba görüntülü mü konuşuyorduk diye ama normal aramaydı.
“O da nereden çıktı şimdi?” dedim. “Ayrıca sen beni mi görüyorsun şu an, burası korkmam gereken yer mi?” diye sordum gülerek, aynı zamanda da evden çıkarken.
“Görmeme hacet var mı gülüm? Sen her daim güzelsin benim gözümde.”
“Sen bu işi biliyorsun Ateş Efendi. Düştüm yine size,” derken apartmandan çıkmış arabaya binmiştim bile.
“Söyleyene değil, söyletene bakacaksın demişler Nazlı’m yârim. Karşımda sen varken asıl söylemezsem sıkıntı.”
“İşte benim adamım,” diyerek telefonun ahizesinden bir öpücük yolladım. Gelecek olan cevabı da elbet biliyordum. ‘Bunun gerçeğinden isterim, telefonda kurtulamazsın.’
“‘Bunun gerçeğinden isterim, telefonda kurtulamazsın.”
“En yakın zamanda gerçeğine kavuşacaksınız efendim. Merakta kalmayınız.”
“En kısa zamanda inşallah Nazlı Hanım’cım.”
Bu muhabbetin böyle uzayacağını bildiğimden ve bilinçli bir vatandaş olarak araba sürerken telefonla konuşmam gerektiğini bilerek, “Sevgilim,” dedim.
“Sevgilin kurban olsun sana, söyle gülüm,” dedi.
“Ben şimdi arabadayım, Gülendam ablayla konuşmaya gidiyorum. O yüzden telefonu kapatmak zorundayım sevgilim. Babamlardan çıkınca Handan teyzeye de haber veririm tamam mı?”
“Hanım ne derse o. Ama bir ara sen şu yakışıklıyı bana getir de bir bakalım gülüm.”
Yakışıklıdan kastettiği şey arabamdı. İlk zamanlarda benim yakışıklıyı buraya getiririm demiştim ve sanırım zamanı gelmişti.
“Tamam canım. Ben seni haberdar ederim, hadi Allah’a emanet ol görüşürüz.”
“Sen de dikkat et, Allah’ a emanet ol gülüm. Seni seviyorum.”
Bana her seni seviyorum deyişinde sanki ilk defa duyuyormuşçasına kalbimin bu denli atması normal miydi bilmiyorum ama Allah’tan dileğim son nefesimi verene dek böyle atmasının devam etmesiydi.
“Ben de seni seviyorum,” dedim ve telefonu kapattım.
Anahtarı kontağa sokup marşa basarken, “Hadi bakalım, kazamız mübarek olsun,” demeden de duramamıştım.
**********
Yaklaşık bir saat önce gelmiş, şimdi ise Gülendam ablayla karşılıklı kahve içiyorduk. Babam işte, çocuklar da dışarıdaydı. Onlar da yazın son zamanlarını değerlendiriyordu. Ve ben konuyu nasıl açmam gerektiğini bilmiyordum. Ondan böyle bir şeyi isteyebilir miydim ki? Ne diyecektim?
“Ya benim bir ailelerin tanışma meselesi var da kaç yıllık kocanla annem bir arada aynı ortamda olacak. Birkaç saatliğine müsaade edebilir misin? Ya da biraz görmezden gelebilir misin?” diye mi soracaktım.
Ben içten içe kendimi yiyip bitirmekle meşgulken Gülendam abla, “Çıkar artık ağzındaki baklayı kızım. Biraz daha bir şey demezsen ben meraktan çatlayacağım artık,” demesiyle artık konuşmam gerektiğini fark etmiştim.
“Pekâlâ,” dedim ve derin bir nefes aldım. “Anlatıyorum.”
“Şimdi biz Ateş ile beraberiz ya,” dediğimde başını sallayarak devam etmemi söylemişti. “Artık ailelerin tanışmasını istiyoruz. Daha önce böyle bir durum söz konusu değildi, biliyorsun. Yıllar sonra bir anda bir aileye sahip olunca hayatındaki her şeye dâhil olmalarını istiyor insan,” dedim ve önündeki kahveden bir yudum aldım.
“Ne güzel düşünmüşsünüz Nazlı, elbet babanda kardeşlerinde tabii ben de çok isterim, isteriz. Biz anne babalar çocuklarının her anına şahit olmak isterler. İyi anlarında yanında olup mutluluğunuza şahit olmak için, hiç istemesek de kötü anınızda da yanınızda olup size destek olmak, yalnız olmadığınızı hissettirmek için her zaman yanınızda olmak isteriz. Ama mesele sanki bu değil gibi. Canını sıkan bir durum mu var Nazlı? Yoksa benim o an yanınızda olmamı mı istemiyorsun?”
Hızlıca başımı iki yana sallayıp, “Hayır tabii ki de olur mu öyle şey. İstememek de ne demek Gülendam abla? Sen benim babamın kaç yıllık eşi, kardeşlerimin annesisin. En önemlisi de ablamsın sen benim. Rize’deyken yaptığımız konuşma hâlâ aklımdayken senden böyle bir şey hayatta istemem. Benim dert ettiğim şey o değil ki,” dedim.
Her söylediğim kelimeyi gözlerine bakarak söylemiştim ne kadar samimi olduğumu anlatabilmek için. Ve söylediğim her kelime de ne kadar rahatladığını da anbean şahit olmuştum.
“Neyi dert ettin peki Nazlı? Söyle ki dermanını da bulalım.”
“Gülendam abla, benim dert ettiğim şey o aileler tanışmasında annem de olacak. Ve ben senin üzülmeni canının sıkılmasını istemiyorum. Eğer annemle babamın bir araya gelmesinden rahatsız olursan,” derken sözümü kesmişti.
“O zaman senden de rahatsız olmam gerekir Nazlı ama ben senden rahatsız değilim kızım. Bir anneyken hem de kız annesiyken, başka bir annenin kızıyla yaşayacağı bu en güzel anı nasıl esirgeyebilirim. Sırf ben, üzerinden yıllar geçen bir mesele yüzünden bir anneden kızının en güzel ve en özel anını esirgeyemem ki bundan da rahatsız olmam.”
O da sanki benim rahatlamamı istermişçesine her kelimesini gözlerimin içine bakarak söylüyordu. Ve kabul etmeliyim ki bu işe yarayan bir yöntemdi.
“Ayrıca benim babana güvenim sonsuz. Kaldı ki anneni de tanırım, esaslı kadındır. O yüzden benden yana için rahat olsun. Gönül rahatlığıyla yanında kimleri istiyorsan çağır. Eminim herkes senin bu anına şahit olmak isteyecektir.”
“Teşekkür ederim,” dedim sıkıca sarılırken.
“Asıl ben teşekkür ederim. Bu kadar ince düşünceli biri olduğun için. Ve bana karşı bu kadar iyi olduğun için.”
Nihayetinde sohbetimiz tatlıya bağlanmıştı. Gülendam abla akşam yemeğine kalmam için ısrar etmişti ama gitmem gereken bir yerin daha oluğunu söyleyerek başka bir zaman için söz veritken sonra evden ayrıldım.
Babamla konuştuğumuz yanına taşınma meselesini de bir süreliğine askıya almıştık. İlk başta kulağa her ne kadar babamla yaşama fikri hoş gelse de annemin açısından baktığımda içimde bir burukluk hissetmiştim. Bu yüzden temelli olmasa da arada birkaç günlüğüne kalmak daha iyiydi. Bu durumu babamla da konuştuğumda bana hak vermişti.
Şimdi ise istikamet belliydi. Hedef, Orhan amca.
Radyodan bir şarkı açıp yurt yoluna girmiştim. Çalan şarkının sesini biraz yükselttiğimde bunun eskilerden bir parça olduğunu fark ettim. Sevdiğim bir parçaydı.
‘Dün, seni gördüm rüyamda
Arnavut kaldırımlı taş sokakta
Ah bir dili olsa da bir, konuşsa
Anlatırdı masumca seni bana
Öpsem bebek gözlerinden, çok ağlatırlar
Sarsam seni kollarımdan, bir gün alırlar
Sevsem seni doyasıya yıpratırlar
Bir sürü kuru gürültü, parçalar sevgimizi ey kader
Böyle mi olmalı solmalı sevgililer?’
Radyodaki şarkılara eşlik ede ede yurda varmıştım. Uygun bir yere park ettikten sonra arabadan inip, kapıları da kilitlemiştim. Hızlıca karşıya geçtiğimde birkaç saniye sonra yurdun kapısındaydım.
Çocuklar bahçede koşuştururken Orhan amca ortalıklarda yoktu. Kulübede olamazdı, çünkü çocuklar bahçedeydi. Etrafa biraz bakındığımda Orhan amcayı benim ağacın altında bir çocukla konuşurken gördüm. Daha doğrusu ikna etmeye çalışırken desek daha doğru olurdu
“Yavrucum çocuğum düşeceksin şimdi oradan. İn aşağıya bakayım.”
Orhan amcanın sesindeki bitkinlik ve kızgınlık bariz belli oluyordu ama bu yukarıdaki küçük hanımın pek umurunda değildi.
“İnmeyeceğim işte inmeyeceğim! Boşuna dil dökme Orhan dede gelmeyeceğim aşağıya.”
Bu ikilinin konuşması bana eskileri hatırlatıyordu. Eskiden cazgırlığımdan ve kontrol edemediğim öfkem yüzünden yurttaki çocuklarla anlaşamazdım. Ben de bu yüzden bu ağacın tepesine çıkar, sabahtan akşama kadar da inmezdim. Gerçi biraz da küserdim çocuklara benimle kimse oynamıyorlar diye ama bu küslükten onların haberi bile olmazdı. Ben de kendi kendime küser, sonra küstüğümü unutup yine kendi kendime barışırdım.
“Neden inmiyorsun çocuğum ağacın tepesinden? Maymun gibi tırmanıp benim yüreğimi niye ağzıma getiriyorsunuz siz benim?”
Haklı bir isyandı ama çocuk çocuktu işte.
“Hım, söyle bakayım. Sen benim Orhan amcamın yüreğini niye ağzına getiriyorsun söyle bakalım,” diyerek ortama giriş yaptım.
Arkasında kaldığım için ufak bir yerinde sıçrayışın ardından, “Seni Allah gönderdi Nazlı. İkna et şu kızı, düşecek canını acıtacak şimdi,” diyerek yardım istemişti Orhan amca.
“Orhan amca mı?” diyerek sordu küçük kız. “Orhan dede bir kere o. Baksana saçları ne kadar da beyaz.”
Çocuklar… Bazen acımasız olabiliyorlar.
“Kimin yüzünden saçlarım beyazladı acaba?”
Bunu söylerken bana yandan bir bakış atmayı da ihmal etmemişti. Benim burada olduğuma da güvenerek bahçedeki çocuklarla ilgilenmek için yanımızdan ayrılmıştı.
“Evet, küçük hanım. Nedir şikâyetiniz? Acaba neden ağaç tepelerindesiniz de benim Orhan amcamın yüreğini ağzına getirdiniz, sorabilir miyim?”
“Sen kimsin ki? Hem ben seninle konuşamam, Orhan dede yabancılarla konuşmayın dedi.”
“Orhan deden doğru söylemiş. Yabancılarla konuşmamalısın ama ben yabancı değilim ki. Hem yabancı olsaydım Orhan deden seni benimle yalnız bırakır mıydı?” diye sordum.
“Bırakmazdı galiba, peki sen Orhan dedeyi nerden biliyorsun? Orhan dedeye neden amca diyorsun?”
“Oyun oynayalım mı?” diye dikkatini dağıtacak bir soru sordum. Biraz daha ona yaklaştım ve ağacın altına geldim.
“Ne oyunu?” diye sordu.
“Sen bir soru soracaksın ben bir soru soracağım. İkimizde doğru cevaplar vereceğiz ama oyunun tek kuralı bu anlaştık mı?”
Bir yandan konuşurken bir yandan da ağaca tırmanıp yanında yerimi almıştım. Altımdaki etekle biraz zordu ama ben de yılların tarzanıydım.
“Anlaştık,” dedi.
“İlk kim soracak peki?” diye sordu.
“Sen başla,” dedim.
“Adın ne?”
“Nazlı,” dedim.
“Peki, senin adın ne?”
“Ece,” dedi.
“Orhan dedeyi nereden tanıyorsun?”
“Çünkü bir zamanlar tıpkı senin gibi ben de burada kalıyordum,” dedim. Şaşırdı.
“Gerçekten mi?” diye sordu.
“Gerçekten,” dedim.
“Peki, şimdi nerede kalıyorsun. Ben seni burada hiç görmedim,” dedi.
“Evimde tabii ki,” dedim hemen. “Başka nerede olacak.”
“Senin evin mi var?” diye sordu. “Benim de vardı evim ama artık yok.”
En zoru da buydu. Evi olup da daha sonra yurda gelmek çok zordu. Ben gözümü burada açmıştım. Daha önce ev sıcaklığı, baba ocağı ya da ana kucağı nedir bilmediğimden o hâlimi yadırgamazdım. Eksik bir şeylerin olduğunu hissederdim ama anlam veremezdim. Kim bilmediği bir şeyin adını koyabilirdi ki.
“Yeniden bir evin olabilir,” dedim anında.
“Nasıl?” diye sordu. “Annemle babam geri gelecekler mi? Polis ablalar bana geri gelemeyeceklerini söylemişlerdi ama annemle babam geri gelebilir mi?”
Gözlerindeki hevesi söndürmek istemiyordum ama gerçeklerle yüzleşmeliydi. Eğer boş bir umuda inanırsa hayat onu çok zorlardı. Bu yüzden bu dediğine başımı iki yana sallayarak, “Maalesef Ece, bazen büyükler gittikleri yerden geri dönemezler ama sen de benim gibi büyüdüğünde çok çalışırsan bir eve sahip olabilirsin,” diyerek cevap verdim.
“Nasıl çalışacağım ki?” diye sordu. Gözleri dolu doluydu ama ağlamamak için kendini zor tuttuğu belliydi.
“Okuyarak,” dedim.
“Eğer okul okursan, çok çalışırsan büyüdüğünde bir eve sahip olabilirsin.”
İster bir aileye sahip ol, ister olma. Hayat çocuklar ve kadınlar için daima zordu. Bu dünyanın biz kadınlar ve çocuklarla ciddi bir problemi vardı. Aslında hepimiz biliyorduk. Sorun dünya da değil, bu dünya da yetişen daha doğrusunu söylemek gerekirse yetişemeyen insanlardaydı. Bu yüzden özellikle çocuklar ve kadınlar kendi güvencelerini sağlamak zorundaydı. Bunun da en önemli adımı ise okumaktı.
“Oyunumuza kaldığımız yerden devam edelim mi Ece?”
Başını onaylayarak salladı.
“Neden bu ağaca çıktın? Ne yapıyorsun burada tek başına?”
Bu soruyu duymayı bekliyormuş gibi ağlamaya başlamıştı. Bir çocuğun gözyaşları tüm dünyayı yakma isteği doğuruyordu içimde. Ama elden bir şey gelmiyordu.
“Ben annemle babamı çok özledim,” diyerek ağlamasına devam etti. “Beni almadan gittiler. Keşke beni de yanlarında götürselerdi. Ben yalnız kaldım burada, onlar olmadan ben ne yapacağım.”
Hıçkırarak ağlarken yaptığım tek şey sırtını sıvazlamak oldu. Bu yaşıma kadar öğrendiğim şeylerin arasında hiçbir şeyi içinde tutmamak gerektiğiydi. İçine attığın hisler insanın ruhunu kemirirdi. Akıtamadığın her dama yaş içinde taş olup kalbini kor ederdi. Kor olan kalp taşlaşır vicdanını kör ederdi.
“Polis ablalar annemle babamın çok uzağa gittiğini söyledi. Geri dönemeyecekleri kadar uzağa. Onları artık bir daha göremeyecekmişim. Ben onları özlediğimde ne yapacağım. Neden gittiler ki o kadar uzağa? Beni özlemeyecekler mi?”
“Sana bir şey söyleyeyim mi?” Hıçkırıkları biraz olsun iç çekmeye döndüğünde dikkati artık bendeydi.
“Anne babalar hiçbir zaman isteyerek çocuklarını bırakmazlar. Bazen sadece gitmek zorunda kalırlar ve giderler. Engel olamazlar, kalmak isterler ama yapamazlar. Buna kader denir. Emin ol onlar da seni hiçbir zaman bırakmak istemediler ama buna mecburdular,” dedim. Biraz olsun içini rahatlatmak istiyordum. Bilerek terk edildiğini düşünmesini istemiyordum.
“Gerçekten mi?” diye sordu.
“Gerçekten,” dedim.
“Peki, ben onları özlediğimde ne yapacağım.”
“Gökyüzüne bakacaksın. Çünkü annenle baban seni orada izliyor ve senin mutlu olmanı istiyor.”
“Sen nereden biliyorsun ki mutlu olmamı istediklerini?”
“Çünkü her anne ve baba evlatlarının mutlu olmasını ister.”
Gözlerinden akan yaşı sildim ve “Artık aşağıya inelim mi? Hem Orhan deden de üzülmesin daha fazla.”
Başını sallayarak, “Tamam,” dedi.
“Şimdi sen bana sıkıca sarılacaksın. Ben de seni kucağıma alıp beraber aşağıya ineceğiz, anlaştık mı?”
“Tamam.”
Ece’yi kucağıma aldım. Bacaklarını da belime sıkıca sarmasını söyledim. Yavaş ve güvenli bir şekilde aşağıya indiğimizde kucağımdan da inmişti.
“Bir daha ağaca çıkma tamam mı? Düşersen canın yanar, Orhan amca da çok üzülür.”
“Tamam, çıkmam Nazlı abla.”
“Hadi bakalım şimdi doğru bahçeye.”
Birkaç adım atmıştı ki arkasını döndü bana el salladı ve aynı hızda bahçeye koştu. Ben de ağacın dibinden eşyalarımı alıp Orhan amcanın yanına gittim. Bahçedeki banklardan birinde oturuyordu.
“Nasıl ikna ettin çocuğu? Ben yarım saat yalvarmıştım insin diye.”
“Sırrımı niye söyleyeyim Orhan’ım amcacım. Hem bana da sürpriz oldu. Ne için geldim, neyle karşılaştım.”
“Hakikatten sen neden geldin? Hayrola bir sıkıntı yok inşallah.”
Bu hâline güldüm.
“Hayır olacak inşallah Orhan amcacığım. Benim ailemle Ateş’in ailesi tanışacak. Henüz gün belli değil ama önceden anne babalara haber verdik işte sizleri tanıştırmak istiyoruz diye,” dedim.
“Ne ara bu kadar büyüdün sen Nazlı?”
“Bak ağlarım. Valla ağlarım susturamazsın beni. Zaten acayip ağlayasım var, sakın ha.”
“Tamam, tamam. Demedim bir şey. Allah utandırmasın, her şey gönlünce olsun güzel kızım.”
“Sen de gelirsen o gün, her şey gönlümce olur Orhan amca,” dedim dolu gözlerimle.
“Ben de mi?” dedi şaşkınlıkla. “Beni de mi çağırıyorsun aile tanışmasına?”
“Elbette. Hem çağırmakta ne demek Orhan amca. Haber veriyorum bu aralar kimseye söz verme diye. Bir de davet mi edeceğim seni. Kızın gelin olup gidiyor, kimlerle dünür olacağını göreceksin.”
“Asıl sen beni ağlatacaksın şimdi,” dedi ve bana sırtını döndü. Koca adamı da ağlattık iyi mi?
Sırtına başımı yaslayıp sıkıca sarıldım. “Sen olmazsan olmaz. Bunca zaman beni büyüten, adam eden sensin. Sen benim manevi babamsın. Ben aklı başında bir insansam senin sayende, Orhan baba. Bu yüzden o tanışmaya sen de geleceksin. Tamam mı?”
“Gelirim tabii. Hem de seve seve.”
Bugünü de acısıyla tatlısıyla güzel bitirmiştik. Her şey artık yolunda gidiyordu. Olması gerektiği gibi. Bundan sonra da böyle olması için elimden ne geliyorsa yapacaktım.
Bir bölümün daha sonuna geldik. Geldik de nasıl geldik ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Ani gelen baş ağrısı yüzünden mide bulantısı, mide bulantısı yüzünden de başın daha çok ağrıması. Kısır döngüye girdim çıkamıyorum ama sizi de daha fazla bölümsüz bırakmak istemiyorum. Ve evet! Aileler tanışıyor. Hazır mısınız?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |