30. Bölüm

30. Bölüm

İsimsiz Biri
okuyan_bir_insan

 

Bu hikâyede geçen kişiler, kurum ve kuruluşlar tamamen hayal ürünü olup gerçeklikle hiçbir alakası bulunmamaktadır.

 

 

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden ?

Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu ?

Pervane olan kendini gizler mi alevden ?

Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu...

Hüseyin Nihal Atsız

 

İlahi Bakış Açısı

 

Nazlı’nın gidişini Ateş’ten başka kimse fark etmemişti. Onun da günlerdir nefesini kesen ve kimseye belli etmediği o görünmez el yine boğazındaydı. Anlamlandıramıyordu bu hissi. Bu içini kaplayan telaş neyin nesiydi bilmiyordu. Bilmediği bir şey daha vardı ki nefesini kesen o el Nazlı’da da vardı. İkisi de birbirinden habersiz aynı canhıraşla boğuşuyorlardı.

Daha önce kimseyi bu denli delicesine sevmek nedir bilmediği için, kaybetme korkusuna yoruyordu bu boğazında duran görünmez eli. Kaybetmek nedir biliyordu elbette. Askerlik yaptığı zamanda birçok silah arkadaşını kaybetmişti. Babasının kaybettiği arkadaşlarına da şahit olmuştu o küçük yaşında.

Ama yâren kaybetmek nedir bilmiyordu. Sinesine düşecek olup ciğerini yakacak ateşten de, aklını kaçırmamak için anılarına tutunacağından da habersizdi.

Nazlı en son Yasemin’le konuştuğu için nereye gittiği hakkında bir fikri olabileceği düşüncesiyle Murat’la sohbet eden Yasemin’in yanına gitti.

“Bölmek istemezdim ama Nazlı nereye gitti biliyor musunuz? En son seninle konuşmuştu Yasemin, Nazlı nerede?”

Murat’la sohbete daldığı için arkadaşının ne zamandır ortalıkta olmadığını bilemeyen Yasemin önce saate baktı. En son konuşmalarının üzerinden bir saate yakın bir zamanın geçtiğini fark ettiğinde telaşla etrafına baktı önce.

“Nazlı daha gelmedi mi?” diye sordu telaş ve panikle.

“Nereye gitti ki?” diye soran kişi ise Murat’tı.

Telefonunu alıp hızlıca Nazlı’yı ararken bir yandan da Murat’ın sorusuna cevap verdi. “Eve kadar gideceğini söylemişti. Babasına vermek istediği bir şey vardı evde. Onu alıp hemen gelecekti, bu kadar geç kalması normal değil.”

O sırada masanın üstünde duran telefonlardan birinin ekranı yandı. Bu telefon Nazlı’ya aitti. Ekranda yanan Yasemin ismiyle sıkıntılı bir nefes aldı. Artık o el Yasemin’in de boğazındaydı.

“Kusura bakmayın geç kaldım. Umarım bensiz başlamışsınızdır.”

İçeri giren Akın’la herkesin dikkati ona kayarken Ateş yeri delecek kadar sert olan adımlarıyla Akın’ı yarı yolda karşılayıp, “Nazlı’yla karşılaştın mı? Nerede, gördün mü?” diye sorarken gözlerini kapıdan ayıramıyordu.

“Nazlı’yla karşılaştın mı da ne demek Ateş? Nazlı zaten burada değil mi?” diye sordu.

“Yok!” dedi sesindeki telaş ve paniğe mani olamadan. Olmakta istememişti zaten, çünkü telaşlı ve panikti. Olduğu gibi.

Akın ve Ateş’in konuşmalarına şahit olan ailenin diğer üyeleri oldukları yerden kalkıp tartışan ikilinin yanına gittiler.

“Neler oluyor çocuklar? Nazlı yok da ne demek oluyor? Kızım nerede?”

Bu, bir annenin sessiz feryadıydı. İlk ve son olan sessiz feryadı, gün geçtikçe büyüyüp, yeri göğü inletecek ve kursağından gitmeyen bir yumru olacaktı. Bu yumru evladını bulmadan geçmeyecek, göğsüne vurduğu yumruklar her geçen gün sertleşecekti.

“Yasemin,” diyerek ondan tarafa döndü Ateş. “Nazlı neden eve gitti? Her şey burada değil mi? Neden, neden burada değil Nazlı?”

Derin bir nefes alıp anlatmaya başladı. “Babasıyla Orhan amcanın konuşmasına şahit olmuş. Agah amca, Orhan amcaya Nazlı’nın küçüklüğünü göremediğini, bunca zaman Nazlı’nın yanında olamadığı için üzgün olduğundan bahsetmiş. Orhan amca da biz küçükken yurtta olduğumuz zamanlarda çok sık olmasa da fotoğrafımızı çekerdi, elimizde hiç olmazsa kendimize ait bir şey olsun diye. Nazlı eve albümü almak için gitti. Babasına küçüklüğünü veremese de o zamanlara ait olan fotoğraflarını vermek istedi.”

Sesler kesildi, kimse ne diyeceğini bilemedi bir süre. Buraya kadar her şey normaldi zaten, sorun Nazlı’nın hâlâ burada olmamasıydı. Sorun Nazlı’nın olmamasıydı.

“Ne zaman oldu bu muhabbet? Nazlı ne zaman çıktı ki?”

Sakin olmaya çalışan Çağatay sakin olamıyordu. Bunca insanın içinde en aklı başında ve soğukkanlı sayılabilecek insan belki de oydu fakat şu an bunu başaramıyordu.

“Neredeyse bir saat olmak üzere,” dedi sesi titreyerek Yasemin. Evlerinden, bulundukları çay bahçesinin mesafesi o kadar sürmezdi. Bunu o mahallede yaşayan herkes biliyordu. Bildikleri için korkuyorlardı.

“Dağılalım,” dedi anında Ateş. “Büyükler burada kalsın. Belki bir aksilik çıkmıştır buraya döner. Biz de eve bakalım. Hadi!” dedi ve koşar adımlarla çay bahçesinden çıktı. Yasemin ve diğer herkes de onun peşinden giderken herkesin aklındaki tek şey Nazlı’nın nerede ve nasıl olduğuydu.

Büyük bir telaş içerisinde eve geldiklerinde Yasemin hızlıca kapıyı açtı. İlk bakacağı yer Nazlı’nın odasındaki komodinde, en arkalara tıkıştırdığı o albümün orada olup olmadığına bakmak oldu. Ateş ve mahallenin diğer gençleri de Nazlı’nın odasına geldiğinde herkesin odağı Yasemin’in elindeki küçük albüm oldu.

“Nazlı’nın bahsettiği,” dedi Ateş, fakat lafının devamını getiremedi. Boğazı düğümlendi. Görünmez olan el sanki hiç orada değilmişçesine biraz daha sıktı tuttuğu boğazı.

“Evet,” dedi sadece. Başka söyleyecek bir şey bulamamıştı.

“Mekândan albümü almak için çıktıysa eğer bunun burada ne işi var? Nazlı eve hiç gelmedi demek mi oluyor bu?”

Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, herkes bir şeyler söylüyordu ama Ateş’in tek bir kişinin sesine ihtiyacı vardı. Tek bir nefese.

Odadaki sesler boğuklaşmaya başlarken kulaklarında tek bir kişinin sesi yankılandı. ‘Sevgilim’ dedi o ses. ‘Ateş’im, nayino’m.’ Devamı da zihninin en köşesinden geri kalan konuşmayı tamamladı. ‘Nayino’m mu? O da ne demek?’

Elleri elinde, dizleri dizindeydi Nazlı’sının. Önce hoş bir kıkırtısını duydu Nazlı’nın sonra o su gibi sesinden, ‘sevdiğim, sevdiceğim’ demek nayino. Sen benim sevdiğim ve hep sevecek olduğumsun. Yani nayinomsun sevgilim.’

Anılar saklandıkları yerden çıkıp, hiç olmayacak bir zamanda kendini gösteriyordu. Günler öncesinde yaptıkları bu sohbet hiç olmayacak bir yerde beliriyor ve dağılmasına sebep oluyordu.

Hemen sağında kalan sevdiğinin yatağının köşesine çöküverdi. Elindeki albümün kapağını bile açamamıştı.

“Eve gelirken başına bir şey gelmiş olmasın?”

Bu soru aklının başına gelmesini başarmıştı. Hızlıca silkelenip kendine geldi. Bulması gereken bir ‘nayinosu’ vardı. Yıkılamaz, dağılamazdı. Şimdi olmazdı.

“Çay bahçesinden buraya kaç farklı yol var gelmek için?”

Akın’ın bu sorusuna cevap Ateş’ten geldi. “İki,” dedi. “Biri bizim az önce geldiğimiz olan yol. Diğeri kestirme olan toprak yol.”

“Ben polisi arıyorum,” diyerek odadan çıkan Çağatay’la diğerleri de peş peşe çıkmıştı. Odadan en son çıkan Ateş’le beraber evden çıkmaları da bir olmuştu.

“Polislere haber verdim, çay bahçesine gelecekler ama” dedi ve stresle ensesindeki saçları sert bir şekilde çekiştirdi. “On sekiz yaşından büyük olduğu için ve hali hazırda yirmi dört saat bile geçmediği için polislerin bir şey yapacağını sanmam.”

“O zaman biz de polislerin bir şeyler yapabileceği şeyler buluruz,” diyen Ateş’in sesiyle küçük bir mahalle yanabilirdi. Ateş’in sesinde isminin anlamını taşıyan yakıcı bir kor vardı. Nazlı’nın yokluğunda isminin hakkını verecek ve onu buluna kadar her yeri yakacaktı.

Akın, “O zaman ben, Murat, Yasemin ve Kadir geldiğimiz yolda güvenlik kamerası ya da görgü tanığı var mı diye bir bakalım. Diğerleri kestirme olan yola baksın. Çocuklar siz de çay bahçesine dönün, polisler geldiğinde onlara gelişmeleri söylersiniz.”

Mesleğinin getirdiği analitik düşünme yetisiyle herkesi organize etmişti Akın, “Ama ağabey,” diyerek itiraz etmek üzere olan Tahir’in sözünü de hızla kesmişti. “Şimdi sırası değil Tahir, söyleneni yapın,” dedi ve hızla geldikleri hallerine tezat olarak yavaş ve dikkatli bir şekilde yoldaki evlere, çevredeki arabalarda kamera olup olmadığa bakıyorlardı. Diğerleri de kendilerine söyleneni yaptı ve herkes dağıldı.

“Bulacağız,” dedi Çağatay Ateş’in durumunu fark ederek. Sert adımlarıyla yola devam ederken bakışları Çağatay’a döndü. “Bundan bir şüphesi olan varsa gözüme görünmesin.”

Yeri delercesine attığı adımlar çay bahçesinin önüne geldiğinde durdu. Akın’a bahsettiği toprak yoldan, bu sefer az öncekine hâlinin aksine sakin adımlar attı. Etrafına bakınıyor, Nazlı’yı görmüş olabilecek birileri var mı diye bakınıyordu.

Çay bahçesinin bu kısmı arkada kaldığı için sadece koca bir arazi vardı. Sol tarafta kalan büyük alanda bazı arabalar park halinde olurdu sadece. Onun dışında ne bu tarafa bakan bir ev, ne de herhangi bir kamera bulunmazdı.

Sokak lambalarının ve ay ışığının aydınlattığı toprak yolda başını gökyüzüne kaldırdı Ateş. “Neredesin?” dedi mırıltıyı andırmayacak o sesle. “Neredesin Nazlı?”

Bilmemek büyük bir eziyetti. Sevdiğinin nerede olduğunu bilememek, nasıl olduğunu bilememek eziyetten başka bir şey değildi. Nazlı’nın kaçtığını bir an olsun düşünmemiş, böyle bir ihtimal aklına bile gelmemişti. Ama böyle olmasını dileyeceği aklının ucundan bile geçmezdi.

Herkes etrafa bakınıp ufakta olsa bir iz ararken hiçlikten başka bir şey yoktu. Gökte olan başını yere eğdiğinde ufak bir yansıma gözüne çarpmıştı Ateş’in. Dizlerini kırıp bu yansımanın ne olduğuna baktığında bunun bir iğne olduğunu fark etmesi uzun sürmemişti.

Bir an için eli iğneyi almak için uzansa da son anda fark ettiği bir gerçekle iğneye uzanan elleri öylece havada asılı kaldı. Onun bu halini fark eden diğerleri de Ateş’in baktığı yere baktılar.

“O ne?” diye sordu Çağatay.

Ateş’in hizasına gelip Çağatay’ da yerdeki iğneyi gördüğünde o da öylece kalakaldı. Takımının cebinden çıkardığı temiz bir mendille iğnenin kalın tarafından tutup göz hizasına getirdi. Ve o an küçük iki damla kan iğnenin ucundan yere düştü. Bu düşen kan Ateş’in kalbini yakmaya yetti.

“Kan mı o?” diye şaşkın ve korku dolu ses Hasan’a aitti.

“Polise vermeliyiz, polise haber vermeliyiz. Hemen!”

Çağatay bir hışımla diz çöktüğü yerden kalkıp çay bahçesine gelen ekiplerin yanına, muhtemelen elindeki kanıtla haber vermek için giderken Ateş yere düşen iki damla kana bakıyordu.

“Nazlı’nın değildir değil mi?”

Sesi bas bas çığlık atarken dışarıdan duyulan bir fısıltıdan farksızdı. Onun canının yanmış olma düşüncesi bile ciğerlerini dağlarken gerçekten canının yanmış olmasına dayanamazdı. Seven hiçbir kalp sevdiğinin acı çekmesine dayanamazdı.

“Değildir desenize! Nazlı’nın değildir desenize! Saçmalama desenize!”

“Salak salak konuşup canımı sıkma benim,” diyen Hasan’dı. O da bu kanın Nazlı’nın kanı olmasını istemiyordu. Öyle olmamasını umuyordu. Ateş eğer Nazlı’nın kanı olduğuna kendini inandırırsa onu kimse tutamazdı.

“Tabi ki de Nazlı’nın değildir,” dedi ve hâlâ dizlerinin üstünde olan Ateş’i güç bela ayağa kaldırdı.

“Şimdi gidip gelinimizi bulmamız gerek. Kuruntuya düşecek zaman değil anlıyor musun beni?”

Yakalarından tutup sarstığı adamı ilk defa omuzları çökük, başı eğik görüyordu. Bu hiç hoşuna gitmemişti. Diliyordu ki bu bilinmezlik bir an önce bitsin. Yoksa bundan sonra olacakları kimse kestiremezdi.

Koşar adımlarla çay bahçesine girdiklerinde Akın’ın ve Çağatay’ın polis ekipleriyle konuştuklarını duydular. İki kişi diğerlerinin ifadesini alırken başka iki kişi de Akın ve Çağatay’la konuşuyorlardı.

“Bu iğneyi mekânın arka tarafında yerde bulduk. Üstünde kan var. Kimin kanı olduğunu bilmiyoruz.”

Çağatay’ın bu sözüne polis ekibinden biri de, “Siz de kaybolan şahsın kanı olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Bunu düşünmenizdeki sebep ne?”

“Buradan kaybolan Nazlı’nın evine gitmek için iki yol var. Biri asfalt yol, yani sizin buraya gelirken kullandığınız yol. Diğeri de mekânın arkasında kalan kestirme olan toprak yol. Ben gelirken asfalt yolda olan güvenlik kameralarına baktım. O saatte evin çevresinde Nazlı’yı gören birileri de yok. Çağatay’ da ikinci yol olan toprak yolda bir iz var mı diye baktı. Ve bu iğneyi buldu. Kan kuru değil siz de fark etmişsinizdir. Eğer eski bir kan olsaydı kuru olurdu. Fakat öyle değil.”

Akın’ın bu açıklamasından sonra onun kim olduğunu bilmeyen polis memuru, “Siz kimsiniz?” diye sordu. “Bu kadar şeyi nereden biliyorsunuz, hem şahsın eve gittiğini de nereden çıkardınız? Belki başka bir yere gitti. Hangi yetkiyle böyle bir araştırma yapıyorsunuz?”

“İstanbul Sulh Hukuk Bürosundan Avukat Akın Türkoğlu. Arkadaşım Çağatay Akıncı’ da benim gibi avukattır. Aynı büroda çalışmaktayız. Kaybolan kişi hem müvekkilimiz hem de arkadaşımız olur. Bugün sevgilisinin ailesiyle kendi ailesi tanışacaktı. Eve gitmek istemesinin sebebi de babasına fotoğraflarının içinde olduğu bir albüm vermek istemesi. Bu durumlar biraz karışık. Nazlı’nın dosyasını okuduğunuz zaman anlayacaksınız.”

Polis memuru kısa bir baş sallamayla yanındaki ekip arkadaşına dönüp, “Destek ekip iste. İğneden ve babadan da örnek alıp kanın kime ait olduğunu bulsunlar. Bir de iğnede başka birinin DNA’sı olup olmadığına baksınlar. Biz de iğnenin bulunduğu yere bakalım. Görgü tanığı ya da bir kamera kaydı var mı iyice araştırmak gerek. Araç kamerası, güvenlik kameraları aklına ne geliyorsa her yere bakılsın. Bir de eşkâl için fotoğraf gerek. Şahsın ailesinden birinden fotoğraf iste.”

Emirleri dinleyen polis memuru hızlıca söylenilenleri yapmak için oradan ayrıldı. Tüm konuşmaları dinleyen Ateş ceketinin sol tarafında kalan iç cebinden Nazlı’nın vesikalık fotoğrafını çıkarıp memura uzattı.

“Nazlı’nın fotoğrafı,” dedi. Sesi gibi eli de titriyordu. Bunu fark eden polis memuru, “Siz nesi oluyorsunuz?” diye sordu.

“Erkek arkadaşıyım,” diyen Ateş’le memurda sıkıntılı bir nefes almıştı. Ama işini yapmak zorundaydı. Bu yüzden sorması gereken soruları sordu.

“Şüphelendiğiniz biri ya da birileri var mı?”

Ateş öylece dururken o anda aklına gelen isimle yüz rengi anbean değişti. Elleri yumruk halini alıp nefesleri sıklaşırken tek bir isim döküldü dudaklarından. “Selçuk. Selçuk Ertekin.”

“Selçuk Ertekin kim? Neden ondan şüpheleniyorsunuz?”

Yasemin’in Selçuk’un ismini duymasıyla kim olduğunu ve Nazlı’ya nasıl bir tavır takındığını da anlatması bir olmuştu. Buna daha önce şahit olan mahalleli de eklenince artık polislerin elinde bir isim vardı. Fakat bu maalesef yeterli değildi.

“Dahası da var,” diyen Ateş ile herkes söyleyeceklerine kulak kesilmişti. “Nazlı, bu Selçuk denen adamı daha önce gördü. Bundan birkaç hafta önce hep beraber memleketi Rize’ye gitmiştik. Kuzenleri ve burada gördüğünüz insanlarla hep beraberken Nazlı bir anlığına onu gördüğünü söyledi. Halüsinasyon gördüğünden bile şüphe etmişti bir ara, ama öyle bir şey görmesine sebep olacak bir şey de yaşanmadı. O takıntılı psikopat oraya kadar takip etti Nazlı’yı.”

Öfkesine hâkim olamayan Ateş yanında duran pencereye yumruk atmasıyla camın tuzla buz olması bir oldu. Ateşin bu hareketiyle sesler yükselirken onun hiçbir şey umurunda değildi. İstediği tek şey Nazlı’nın yanında olmasıydı. Nefesinin yanında olması.

Murat’ın getirdiği ilk yardım çantasıyla Ateş’in elini güç bela sarmayı başarmıştı. Gelen ekip toprak yolu incelerken herkes çay bahçesinde oturmuş, Agah Bey’den alınan kan sonucunun örneğini bekliyordu.

“Ben aynı şeyleri tekrar yaşayamam, kızım olmadan artık yaşayamam. Kızımı bulun! Kızım nerede? Bulun!”

Sedef Hanım acı içerisinde kızının bulunmasını beklerken gözyaşlarına hâkim olamıyor, iki yanında oturan oğullarından güç alıyordu. Fakat bu yetmiyordu. Biliyordu ki bekledikleri o test sonucu olumlu çıkarsa eğer işte o zaman yıkılacaktı.

Gece yerine günü bırakmış, şafak sökmüştü. Hava hafif hafif aydınlanırken kimse çay bahçesinden ayrılmamış herkes bir haber bekleyip, ufakta olsa bir umut kırıntısına tutunmuştu. Geçen her dakika Ateş için bir cehennemken fırtına öncesi sessizlik yaşanıyordu.

Çay bahçesinin camından yeni yeni doğan güneşe bakarken zihni Ateş’e bir oyun oynamış ve bir anı daha düşürmüştü aklına.

“ ‘Bir gün beraber güneşin doğuşunu izleyelim mi?’ diye sordu Nazlı, koluna girdiği Ateş’le sahilde yürüyüş yaparken. ‘Güneşin doğuşunu mu?’ diye hayretle sormuştu Ateş. Nazlı’nın uykuya ne kadar düşkün olduğunu biliyordu. Şaşkınca sormasının nedeni de bundandı. ‘Ne o, yoksa benimle güneşin doğuşunu izlemek istemez misin?’ diye sordu yalancı bir triple. ‘Değil seninle güneşin doğuşunu izlemek, ölüme bile giderim be gülüm. O zaman en kısa zamanda seni kaçırıyorum ve beraber gün doğumunu izliyoruz.’ ”

Kaçıramamıştı. O gün bir türlü gelememiş, Nazlı’nın isteğini yerine getirememişti. Gün yeni yeni ağarırken çay bahçesindeki kalabalık hâlâ hâkimdi. Herkesin dikkatini çeken ve zor zamanların başlayacağının habercisi olan o an gelmişti.

“Ekipler iğnenin bulunduğu yerde geniş çaplı bir arama yapıyorlar. Arama yapılan yeri gören bir araç kamerası tespit ettiler. Görüntü net değil ama teşhis için görmeniz gerek.”

Görüntüleri açan polis memurunun geri çekilmesiyle herkes bilgisayar ekranına odaklanmıştı. Birkaç dakikanın ardından kadraja giren Nazlı’yla herkes nefesini tutmuştu. Hızlı bir şekilde giden Nazlı sadece birkaç saniye sonra yerinde sarsılarak olduğu yerde öylece kalmıştı. Görüntüleri izleyen Ateş’te sarsılmış, dizlerinin üzerine çöken sevdiğini görmesiyle o da diz çökmüştü.

Nazlı’nın bacağının arkasına uzandığını görünce o iğnenin üzerindeki kanın Nazlı’ya ait olduğunu anlamıştı. Yüz üstü yere düşen Nazlı’nın görüntülerini gören Agah Bey ve Sedef Hanım’ın ‘kızım’ diye çıkan feryatları bir olmuştu.

Ekranda iki kişin daha görünmesiyle Nazlı’nın akıbeti belli olmuştu. Siyahlar içerisinde olan kişinin Nazlı’nın sırtından da bir şey çıkarıp cebine koyduklarına şahit oldular. Adamı tanımalarının mümkünatı yoktu. Ama imkânsız değildi.

Baştan aşağı siyahlar içerisinde de olsa o kişinin Selçuk olduğunu çok iyi biliyordu Ateş. Siyahlar içerisindeki kişinin Nazlı’yı kucağına aldığını gördüğünde, “Geberteceğim!” dedi. “O iti bulduğum an geberteceğim!”

Videoyu dikkatli bir şekilde izleyen Yasemin, “Bu kadın Yelda değil mi?” diye sordu fısıltıdan farksız bir ses tonuyla. Ama duyulmuştu. Ateş, duyduğu isimle tekrar ekrana bakarken videoyu izlediği sırada fark edemediği o kişiyi gördü. Yasemin haklıydı, iki kişiden biri Yelda’ydı.

O an gelen aramayla herkes iyi bir haber almayı umdular fakat ne yazık her umudun gerçekleşemeyeceğini acı bir şekilde anladılar. Ne zaman biteceği belli olmayan bu amansız bekleyiş, herkesi yıpratacaktı. En çok yıpranan kişiler de şüphesiz Ateş ve Nazlı olacaktı.

“Amirim sonuçlar çıkmış. İğneden alınan kanla Agah Bey’den alınan kan örneği tutuyor. Kan Nazlı Arslanoğlu’na ait. Ve iğnede başka bir DNA örneği maalesef bulunamadı.”

 

********

 

Nazlı’dan

 

Bazı anlar vardır ki, keşke yapsaymışım dersin. Keşke söyleseymişim ya da yapmasaydım dediğin zamanlar olur. Yaptığından ya da yapamadıklarından pişman olduğun anlar. Fakat o an en doğrusunu yaptığını zannettiğin anları unutursun. Tıpkı çoğu insanın şu an bulunduğu hâlinden memnun olmaması gibi. Oysa insanın zamanında yaptıkları hatalarla şu anki kişiliklerinin oluştuğunu, şu anki olgunluklarının sebebinin geçmişteki deneyimleri sayesinde olduğunu unuttukları gibi unutursun.

Unutmak bir insana verilen en güzel şeydir derler. Fakat her zaman o kadar da güzel değildir. Değilmiş. Bunu anlamam ise bu kadar acı bir şekilde olmamalıydı. En mutlu günlerimden birinde, hiç bilmediğim bir yerde ve en önemlisi kim ya da kimler tarafından getirildiğimi bilmediğim bu Allah’ın unuttuğu yerde belki olmazdım.

“Açın lan şu Allah’ın belası kapıyı! Açın lan!”

Yaklaşık yarım saattir ellerimi parçalamak suretiyle vurduğum kapı bana mısın demiyordu. Kulübe olduğunu düşündüğüm bu yer en az iki katlıydı. Uyandığım odanın camından güç bela yerimden kalkıp bakabildiğimde ise kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde olduğumu anlamam da uzun sürmemişti. Camdan gördüğüm tek şey ise koca bir ağaçlıktı. Resmen ormana kaçırılmıştım.

Kendime geldiğim an yapabildiğim tek şey dakikalarca olduğum yerde hiçbir şey yapamadan öylece uzanmaktı. Kendimi öyle güçsüz, öyle bitkin hissediyordum ki sanki günlerdir uyku uyuyamamış gibiydim.

Ne buraya nasıl geldiğimi ne de çay bahçesinden ayrıldıktan sonrasını hatırlıyordum. Ve hiçbir şeyi hatırlayamamakta oldukça can sıkıcıydı.

Zihnimi biraz daha zorladığımda en son eve gitmek için oradan ayrıldığımı hatırladım. Babama albüm vermek için kısa bir süreliğine eve gideceğimi söylemiştim. Peki, ben bu hale nasıl gelmiştim.

“Hatırla artık Nazlı! Zorundasın Hatırla.”

Sanki o an zihnim hatırlamamı istermişçesine bacağımdaki ve sırtımdaki sızıyı hissetmem bir olmuştu. Sırtımı göremezdim ama bacağıma bakabilirdim. Odanın ortasında duran geniş yatağın ucuna oturduğumda sızlayan bacağıma baktım. Dikkatli bakmadığın sürece anlayamayacağın kadar küçük bir iğne deliği vardı. Zamanında hemşirelik öğrencilerine yardımcı olmanın nimetini şimdi yiyor olmak da ayrı bir ironiydi.

Eve albümü almak için gidiyordum fakat çok geçmeden hissettiğim anlık sızılar ve uyuşmayla bilincimi kaybetmiştim. Demek ki sebebi buydu. Resmen iğneyle bayıltılmıştım. Sonra ne olmuştu peki. Yapabilirdim, hatırlayabilirdim.

Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Sakin olmalı ve sakin kalmalıydım. Aldığım birkaç derin nefesin ardından zihnime bir bir düştü.

‘Onu nereye götüreceksin?’ diye sordu bir kadın sesi. Tanıdıktı ama daha fazlası olduğuna eminim. O yüzden şu an bu sesin sahibine takılamazdım.

‘Her şeyi bilmek iyi değildir,’ diyen erkek sesi de tanıdıktı. Fakat fazlası lazımdı, biraz daha en azından kimler yüzünden burada tutulduğumu öğrenebilmem için biraz daha fazlasını hatırlamalıydım.

‘Gerçekten merak ediyorum. Onu nereden tanıyorsun? Onda ne buluyorsunuz da ikiniz de âşıksınız?’

Kıskançlık ve haset dolu bu ses, soruyu soran kişiyi hatırlamamda oldukça yardımcı olmuştu. Bu ses Yelda’ya aitti. Peki ya diğeri?

‘Merak kediyi öldürür derler. Hayatın için fazlasını bilmemen gerekir. Ne bulduğuma gelecek olursak, bu seni hiç ilgilendirmez. Bir süre buralardan yok ol. Bir zaman sonra kaçmana gerek kalmayacak zaten. O zaman sen de o Ateş denen herifle ne yapmak istiyorsan yaparsın.’

‘Ateş’

“Ateş,”

Evet, Ateş diye fısıldamıştım o an da. Ne yapıyordur acaba şimdi? Onu bırakıp kaçtığımı düşünmemiştir değil mi? Onu terk ettiğimi düşünmemiştir.

Düşünmez, dedi derinlerden gelen o ses. Seven kalp, sevildiği kalbin terk ettiğini düşünmez.

Yerden havalanışımı hatırlamamla kulağıma dolan ses bir olmuştu. ‘Merak etme sevgilim, artık her şey olması gerektiği gibi olacak.’

Ve ardından ne kadar sürdüğünü bilmediğim rahatsız edici bir uyku gelmişti. O erkek sesini de hatırlamıştım. Bu ses Selçuk’a aitti.

Çöktüğüm yatağın köşesinden hışımla kalkıp kapıya yumruklar atıyordum. O da yetmiyor tekme, omuz o an hıncımı kapıdan çıkarıyordum. Koskoca odanın içerisinde sadece kocaman bir yatak vardı ve muhtemelen tuvalete açılan bir kapı.

O kapıya doğru gidip büyük bir öfkeyle açtığımda yanılmamıştım. Burada da sadece klozet, banyo ve lavabo vardı. Bunlar dışında ise hiçbir şey yoktu. Dolap bile! Dolabı geçtim, bir ayna hatta cam bile yoktu. Tavana baktığımda ufak bir havalandırmadan başka bir şey görememiştim. Odadaki camın penceresi de yoktu. Ve tıpkı burada olduğu gibi yatağın bulunduğu odada da oksijensizlikten ölmemek adına havalandırma bulunuyordu.

“Adam resmen beni bir kutuya hapsetmiş! Delireceğim, delireceğim!”

Burada da kapıyı açabileceğim bir şey bulamadığım için odaya geri döndüm. Tam kapıya doğru yönelip tekrar yumruklarımı geçirecektim ki kapıdan kilit sesi gelmesiyle adımlarım olduğu yerde durdu. Bir an için yere çivilendiğimi hissettim. Hatta bunun korkunç bir kâbus olmasını istedim. Bunu her şeyden çok istedim.

“Günaydın aşkım,” diyerek içeri giren Selçuk, içimde birçok şeyi yapmak istememe sebep oluyordu. Kusma isteği, eşek sudan gelinceye kadar dövme isteği ve bunların türevlerini büyük bir zevkle yapmak istiyordum.

“Solgun görünüyorsun, yol sana yaramamış anlaşılan. Gerçi acıkmışta olabilirsin. Aç kaldığın zamanlarda hemen betin benzin atıyor,” dedi ve poşet olan eliyle girdiği kapıyı elindeki anahtarla kilitledi. Poşeti yatağın üstüne bırakıp diğer elinde olan tepsiyi de yatağın üzerine koydu. Ardından ağır adımlarla bana doğru geldi.

O bir adım attıkça ben de geriye doğru bir adım atıyordum. Onunla, kilitli olan küçük bir odada daha fazla yakın olmak istemiyordum. Ben geriye doğru her adım attığımda kaşları çatılıyor, aldığı nefesler sıklaşıyordu.

“Kaçma!” diye aniden bağırmasıyla olduğum yerde sıçradım. Ardından tam önümde bir şey hissettiğimde gözlerimi açmaya korktum. Kollarımda hissettiğim ellerinden kurtulmak için tekrar geriye doğru adım atmaya çalıştım ama başaramadım.

“Sana! Kaçma dedim!”

Az öncekinden daha güçlü ve fazla bağırmasıyla olduğum yere sindim. Başım hâlâ öne eğik ve gözlerim sımsıkı kapalıydı.

“Kaçma, benden korkma. Bana uzak olma Nazlı. Ben buna dayanamıyorum, bana bunu yapma.”

Artık sesi sakin bir tondaydı ve yüksek değildi. Bundan aldığım cesaretle başımı kaldırıp ona baktım. Beni tutan ellerinden yavaşça sıyrılıp, “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum.

Bu soru manasız ve saçma sapandı ama içinde bulunduğum bu durumda mantıklı sorular sorulamayacak kadar kötüydü. “Ben neden buradayım? Sen gerçekten ne yapıyorsun, sen ne yaptığını sanıyorsun? Adam kaçırmakta ne demek! Beni buraya ne hakla getirirsin!”

Sabrım ve selametim an itibari ile bitmişti. Eğer biraz daha bana öylece bakarsa parmaklarımı kullanmak suretiyle gözlerini oymam an meselesiydi.

“Olman gereken yerdesin, bunu bil yeter. Tepsidekileri bitir. Poşette ihtiyacın olacak her şey var,” dedi ve geldiği gibi saniyeler içerisinde odadan çıktı. Kapıyı kilitlemeyi de unutmamıştı.

Olduğum yerde öylece kalakalırken sırtımı duvara yaslamam ve çözülen diz bağlarım sayesinde oturmam bir olmuştu. Resmen bir manyağın elindeydim ve ne yapacağımı bilmiyordum.

 

(Nazlı'nın kayboluşunun ardından Ateş 'temsilidir' )

 

 

(Nazlı'nın son hâli temsilidir.)

 

Bölüm sonu. Aslında bölüm burada bitmeyecekti ama sırf uzun bir bölüm olsun diye önemli şeyleri unutarak ya da yüzeysel bir şekilde anlatmak istemedim. E bir de heyecanlı yerde bitirmek bu işin şanından da var. Gelecek bölümde görüşmek üzere. Hoşça kalınnnn.

Bu arada Nazlı ve Selçuk'un nasıl bir bağlantısı olabilir sizce? Tahmini olanları yorumlarda beklerim.

Bölüm : 09.01.2025 13:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...