32. Bölüm

32. Bölüm

İsimsiz Biri
okuyan_bir_insan

 

Bazı anlar vardır ki; hiç yaşamamayı diler, gerçek olmamasını umut edersin. Fakat seni o ana getiren şeyin önceden yaşanmış olan kısacık bir an olduğundan habersizsindir. Senin için geçmişine ait olan, hatırlanmasına bile gerek duymadığın o kısa an bir başkası için hayatının gidişatını değiştirecek olan o dönüm noktasıdır. O nokta büyür ve artık sadece o kişiyle sınırlı kalmaz.

“Bu,” dedim ve boğazımdaki yumruyu yuttum. Ya da yutmaya çalıştım. “Bunlar ne?”

Beni soktuğu bu küçük odada çekildiğinden bile haberim olmayan fotoğraflarım vardı. Fotoğrafların her bir karesinde yer, zaman ve mekân farklıydı. Bazı fotoğraflarda saçlarım uzun, bazılarında kısaydı. Bu da demek oluyordu ki, bu adam en az iki yıldır benim bile haberim olmadan bir şekilde hayatımdaydı.

“Beğendin mi sevgilim?” diye sordu bir de çok iyi bir şey yapmış gibi.

“Ben,” dedim ve içimdeki bas bas bağıran ve küfür dolu hakaretleri susturmayı başarıp, “Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şaşırdım. Çok şaşırdım.”

Hayır, şaşırmadım. Bu resmen tepeden tırnağa tüyler ürpertici bir şekilde korkunç bir şeydi. Ama bunu ona söyleyemezdim. Söylersem eğer bunun sonucunda neler yaşanabileceğini kestiremiyordum. Susmalıydım. Burası susmam gereken yerdi. En azından şimdilik.

“Sende haklısın tabi, birden böyle görünce ne diyeceğini bilememen normal.”

Elimden aniden tutunca irkildim, o da bunu fark edince tekrar sinirlenmeye başladığını belirten soluklar çıkarmaya başladı, bunun olmasına izin veremezdim. Bu yüzden, “Korkmadım,” dedim. “Korktuğum için irkilmedim. Ellerin soğuk.”

Evet. Elleri cidden soğuktu ve bu işime yarayan bir durumdu.

Bunu söylememin ardından yarım bir tebessümle, “Buna ne yazık ki çözümüm yok sevgilim. Maalesef bazı şeyler genetik,” dedi ve duvardan birkaç santim uzağına koyulmuş geniş ikili koltuğa oturmamızı sağladı. Ve evet koltuğun duvardan uzak olmasının sebebi orada da fotoğraflarımın bulunmasıydı.

“Burayı hazırlamak yıllarımı aldı,” dedi fotoğraflara bakarak.

“Kaç yıl sürdü ki?” diye sordum. Amacım sadece hayatımda kaç yıldır bir ruh hastasının var olduğunu bilmekti.

“Dört yıl,” deyince bir an için duraksadım. “Nasıl?” diye sordum. “Sen dört yıldır mı bu fotoğrafları çekiyorsun?”

Nasıl bir aptaldım ki dört yıldır peşimde olup benim fotoğraflarımı çeken bir adamın bile farkında değildim. Bu aptallık mıydı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama kendimi geri zekâlı gibi hissediyordum.

“Bundan dört yıl önce,” dedi ve sustu. Daha sonra ayağa kalkıp duvarda duran fotoğraflardan birini alıp tekrar yanıma geldi. Elindeki fotoğrafı bana uzattığında aldım. Ben fotoğrafa bakarken o da anlatmaya devam etti.

“Hayatımın zor zamanlarından geçiyordum. Yaşım geldi ve aileme bir veliaht lazım diye ailem evlenmem için üzerimde baskı kuruyordu. Onlara o an için hayır demem için hiçbir sebep yoktu. Ne bir sevdiğim, ne de bir amacım vardı.”

Elimdeki fotoğrafta o ve ben vardım. Fotoğrafın arkasını çevirdiğimde ise bir tarih ve not vardı.

“16 Mart 2020. Seni ilk gördüğüm an ve benim olacağına karar verdiğim zaman.”

“O gün,” dedi ve göz ucuyla elimdeki fotoğrafı gösterdi. “Bir yıllık nişanlımın beni aldattığını öğrendikten birkaç saat sonrasıydı. Ben severek onunla nişanlanmamıştım, o da beni severek benimle nişanlanmamıştı. İkimizde ailelerimizin kurbanıydık. Ama bu yine de ihanet edebileceği anlamına gelmez öyle değil mi?”

Ne sorusuna cevap verdim, ne de benden başka bir soru sormamı bekledi. Gerçi onun söylediği de soru değildi. Ben bir şey demezken o da konuşmasına devam etti.

“Beni aldattığına dair kanıtım oldu. Ona bu nişanı ya kendin atar ve her şeyi bitirdiğimizi söylersin, ya da aldatılan bir adamın ne kadar üzgün olduğunu bütün camiaya gösteririm diyerek tehdit ettim. Yapamayacağımı sandı ama kendini de küçük düşürmemek için dediğimi yaptı. Nişan atıldı. Soracak olursan eğer yapar mıydın diye, büyük bir zevkle yapardım. Sonuçta mağdur olan benim, öyle değil mi?”

Bu anlattıkları üzerine kafam hallaç pamuğuna dönmüştü. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bile karıştırmıştım ama zaten benim için önemli olan mevzu bu değildi. Asıl önemli olan şey elimde tuttuğum bu fotoğrafın hikâyesiydi.

“O gün, ışıkların orda beklerken yeşil ışık yandı sanıp karşıya geçmeye çalışmıştım. Kafam karışıktı. Sonra birden geri çekildiğimi hissettim. Önce ışığa, sonra beni geri çeken kişiye baktığımda o kişi sendin,” dedi.

Kollarımı dizlerime yaslayıp o günü düşünmeye başladım. Boşta olan elimle alnımı sıvazlarken birkaç dakika boyunca ikimizden de ses çıkmıyordu. Belli ki hatırlamam için bana zaman veriyordu. O an ikimizden biri her ne dediyse benim hatırlamamı istiyordu. Geçen dakikalar sonucunda zihnim nihayet o güne gittiğinde ne olduğunu hatırladım. Gözümü kapatıp açtığımda o andaydım.

Kulağımda her zaman olduğu gibi siyah kulaklıklara eş olacak şekilde baştan aşağı siyahtım. Bütünlemeye kalmadan ara tatilin tadını çıkarabileceğim için rahat görünüyordum. O ara tatilde de çalışmak için Yasemin’le buluşup, iş bakacaktık.

O an yanımda gördüğüm kişi ise Selçuk’tu. O zamanlar tanımadığım Selçuk, beni tanımayan Selçuk.

‘Kaç!’ dedim kendime avazım çıktığı kadar. ‘Bu adamdan uzak dur kaç! Git buradan kaç!’

Ama olmadı. Daha sonrasında yaşanacak olan sahneler sırasıyla bir bir yaşandı. Kırmızı ışığın hâlâ yanıyor olduğunu fark etmemle geçmeye çalışan Selçuk’un montunun ensesinden tutarak geri çektim. O anlık afallamasıyla gücüm yetmişti. Bir yandan da kulaklığımı çıkartırken ona ne söylediğimi de hatırlayarak o zamanki ben ile aynı anda konuştuk.

“Ölmeye bu kadar meraklıysan git başka yerde öl. Kimse senin arkandan şahitlik yapmak zorunda değil. Milletin başına da iş açıp uğraştırma.”

“Ölmeye bu kadar meraklıysan git başka yerde öl. Kimse senin arkandan şahitlik yapmak zorunda değil. Milletin başına da iş açıp uğraştırma.”

“Evet,” dedi gülümseyerek. “Hatırlıyorsun. Bizi hatırlıyorsun.”

Gerçekten sadece bunu söylediğim için beni kafaya takmış olamazdı öyle değil mi? Sırf bunu söylediğim için yıllarca beni takip etmiş olamazdı. Olmamalıydı. Hiçbir insan ‘git başka yerde öl’ diyen birine kafayı takmamalıydı. Bu nasıl bir şeydi? Ben nasıl bir şeyin içine düşmüştüm?

“Bu fotoğraf o yakınlardaki bir mekânın güvenlik kamerasından alınan bir görüntü. Biliyorum benim çektiklerim gibi net değil ama ilk anımızdan da bir fotoğrafımız olsun istedim.”

“Bana, öl dedim diye mi âşık oldun?” diye sordum.

“Gerçek olduğun için âşık oldum.”

“Anlamıyorum,” diye hışımla kalktım oturduğum yerden. “Ben neden buradayım anlamıyorum! Neden beni kafaya taktığını, dört yıldır seni nasıl fark edemediğimi, neyin içine düştüğümü anlayamıyorum!”

Sesim her kelimemde yükselirken delirmenin eşiğine geldiğimi hissediyordum. Bu şu an için yapmam gereken son şeydi fakat artık dayanamadığımı hissediyordum.

“Yirmi sekiz yılım doğmayı bile seçemediğim varlıklı bir ailede oyuncak olarak geçti. Etrafımdaki insanların hiçbiri beni ben olduğum için kabul etmedi. Hepsi sahteydi. Arkadaşlıkları, sevgileri her şeyleri sahteydi. Ben Ahmet Demiroğlu’nun oğluydum, sıradan Anıl değil. Hayatıma giren sözde arkadaşlar, hatta bana buldukları kadın bile soyadım için benimle beraberdi. Hepsinin gözü cebimde, soyadımın sağladığı ayrıcalıklardaydı. Ama sen öyle değilsin Nazlı. Sen benim kim olduğumu fark etmeden kurtardın beni, o zamanlar senin nerede çalıştığını öğrendiğimde defalarca kez oraya geldim ama sen benim yüzüme bile bakmadın. En son beni gör diye büyüdüğün yetimhaneye müdür oldum, o zaman bile görmedin beni!”

Ağzından çıkan her bir kelime daha da çok mümkünmüşçesine şaşırmam için bir nedendi. Bana, ona yaklaşan diğer herkes gibi davranmadığım için kafayı takmıştı. Benim ona karşı olan tavrımı farklı bulduğu için, olması gerekenin bu olduğunu düşündüğü için sahip olmak istemişti. Sadece ona böyle davranayım istemişti ve beni buraya getirmişti.

Takıldığım bir şey daha vardı ki asıl adının da Anıl olduğunu öğrenmiştim. Belki istemeden söylemişti ama bu durum beni git gide daha çok korkutmaya başlamıştı.

“Sen ruh hastasının tekisin!” diye bağırdım avaz avaz. Üstüne yürüdüm ve kazağının yakalarından tutup sarstım. “Sen manyağın tekisin! Çıkar beni buradan!”

Yakalarından tutup sarsıyordum ama yerinden milim kıpırdamıyordu. İri ve uzundu ve ben onunla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Yakalarında duran ellerimi tuttu ve kendi ellerinin içine yumruk olmuş ellerimi hapsetti. Beni kendine çektiğinde karşı koyamadım. Nefesi yüzüme değecek kadar yakındı. Bundan rahatsız olduğum için belimi bükebildiğim kadar geriye büktüm. Hâlâ yakındık ama en azından az da olsa bir mesafe vardı.

“Beni iyi dinle,” dedi gözlerimin içine bakarken. “Buradan ben olmadan çıkamazsın. Senin yerin artık burası, ben neredeysem sen de orada olacaksın. Benim yanımda, sadece benim yanımda olacaksın. Dört yıldır ilk defa nefes aldığımı hissediyorum, bu yüzden yanımdan asla ayrılamazsın. Sen benimsin, bunu bir an önce anlasan ikimiz için hatta en çok senin için daha iyi olur. O gün karşıma boşuna çıkmadın Nazlı, o gün bizim kaderimiz ayrılmamak üzere beraber yazıldı. Bunu anla ve kabul et. İkimizi de yorma tamam mı sevgilim?”

Her söylediğini korku ve dehşetle dinliyordum. Kendini inandırdığı bu duruma o kadar bağlıydı ki aksi bir şeyi asla kabul etmiyordu. Kabullen diyordu, nasıl böyle bir şeyi kabullenebilirdim ki? Hangi insan böyle bir şeyi kabul edip benimseyebilirdi?

Sol elimi bırakıp belimi kavradı ve açtığım mesafeyi kapatıp bedenimi bedenine yasladı. Sol şakağıma bir öpücük bırakırken yapmaması için olduğum yerde hareket ettim ama bu onu daha çok sinirlendirdi.

“Kıpırdama!” diye öyle bir bağırdı ki o an hareket etmemek için nefes bile alamadım. Benim durduğumu fark ettikten sonra yarım kalan öpücüğünü tamamladı ama bu ona yetmedi. Şakağımdan başlayan öpücükleri boynuma kadar giderken çoktan ağlamaya başlamıştım.

Sağ elimi de tutmayı bırakıp belime sardığında öyle sıkı tutuyordu ki istesem bile hareket edemezdim. Başını hâlâ boynumdan çekmemişti. Verdiği tüm nefesler boynuma çarparken hıçkırıklarım artmış, durduramayacağım bir noktaya ulaşmıştı.

“Ağlamandan nefret ediyorum, benim yüzümden ağlamandan daha çok nefret ediyorum ama seni çok seviyorum. Sen de beni seveceksin biliyorum. Lütfen sev Nazlı, lütfen seni sevdiğim gibi beni sev. Ben seni bırakamam, sensiz yaşayamam. Sev beni, sadece sen sev beni.”

Bir yanda benden sevgi dilenirken diğer yanda boynumu öpüyordu. Bu vücuduma dokunduğu her yeri kesme isteği doğururken ben ağlamaktan cevap veremiyordum ve o an aklımdan geçen tek bir isim vardı.

Ateş…

Özür dilerim sevgilim. Ama bil ki ölsem bile, katil olsam bile senin Nazlı’n olarak kalmak için elimden geleni yapacağım.

 

*******

 

Ortamda ölüm sessizliği yaşanırken herkesin düşündüğü tek kişi şüphesiz nerede olduğunu bile bilmedikleri Nazlı’ydı. Herkes kendi iç savaşını verirken Ateş’in “Benim yüzümden,” demesiyle ortamdaki o geri ve rahatsız edici sessizlik bozulmuştu.

“Benim yüzümden!”

Az öncekine tezat daha yüksek ve yıkılmışlıkla dolu bir şekilde bağırdığında Selçuk’un evini incelemekten dönen polis memurları da bu ana şahit olmuşlardı. Ateş ise sadece “Benim yüzümden,” demekten başka tek bir laf etmiyordu.

Ani bir şekilde ayaklanıp kendine en yakın olan duvardan bütün hıncını almak istercesine yumruklarını atarken üçüncü yumruğunu atamadan Murat, Ateş’in arkasından kollarını tutarak güç bela yumruk atmasına engel olmuştu.

“Nazlı onu gördü!” diye bağırdı. “O Allah’ın belası adamı Rize’deyken görmüştü! Peki ben ne yaptım, ben ne yaptım Murat? Hiçbir şey! Ben hiçbir bok yapmadım. Nazlı’yı oradan uzaklaştırmaktan başka hiçbir s*k yapmadım ben!”

Ortamdaki herkes, buna polis memurları da dâhil olmak üzere üzülürken onlarında tek isteği kaybolan kızı sağ salim sevdiklerine teslim etmekti. Polis memuru boğazını temizleyip orada olduğunu belli ettiğinde dikkatler artık ondaydı.

“Artık baş şüphelimiz Selçuk Ertekin. Arabadan alınan görüntüler ve evinde bulunan delillerle en azından artık bir şüphelimiz var. Görüntülerde görünen diğer kişi yakalandı ve şu an sorguda. En kısa sürede elimizden geleni yapıp Nazlı Hanımı bulacağız.”

Polis memurunun konuşmasıyla hiçbir değişiklik olmazken Çağatay, Akın ve Ozan’ın öğrendiği yeni bilgileri polis ekiplerine anlatmasıyla durum başka bir hal almaya başlamıştı. Ekipler yeni öğrendikleri bilgi ile diğer memurlara haber verirken durumun ciddiyetinin de farkındalardı.

Nazlı’nın babası Agah ise öylece oturarak kızının kendisine gelmesini bekleyecek biri değildi. Zaten kızını bir kez kaybetmiş biri iken tekrar aynı şeyleri yaşamaya ne gücü ne de tahammülü yoktu. Polis ekipleri son kez, “Elimizden ne geliyorsa yapacağız,” deyip gittiğinde Agah’ta olduğu yerde ayaklanarak, “Gidiyoruz,” dedi.

Göz ucuyla gördüğü Ateş hâlâ yıkılmış bir şekilde öyle otururken görünce yavaş adımlarla yanına gitti. Agah’ı gören Ateş ayaklandığında yanağında can yakan bir sıcaklık hissettiğinde kimse ne olduğunu anlayamamıştı.

“Kızımı bulmadan yıkılmana izin vermiyorum.”

Bir baba için söylemesi zor, seven biri için duyulan en acı ve yakıcı bir cümleydi bu. İki adamın da boğazı düğüm düğüm olurken sanki az önce tokat atmamışçasına omuzlarından kavradığı Ateş’i hızlıca kendine çekip sıkıca sarıldı.

“Bir an önce kendine gel ve aklını başına topla. Duyduğun her şeyle yıkılamazsın Ateş. Bana sağlam ve aklı başında lazımsın. Kızımı buluna kadar yıkılamazsın, yenilemezsin. Sen böyle yaparsan kızım ne yapar, hiç düşündün mü? O yüzden kendine gel ve savaş. Yıkılacaksak da Nazlı’yı, kızımı bulduktan sonra yıkılacağız tamam mı?”

Omuzlarından sarstığı Ateş ise nihayet kendine gelirken, “Tamam,” dedi. “Nazlı’yı bulmadan ölmekte yıkılmakta yok.”

Ateş’in sesi hiç olmadığı kadar kararlı ve güçlü çıkarken bu yolda ne yaşayacağını bilmiyordu. Fakat yolun sonunda Nazlı’sı, sevdiği varsa nasıl olursa olsun o yola baş koyacaktı.

“Akın, Çağatay ve Ateş sizinle gitmemiz gereken bir yer var, düşün peşime,” dedi Agah.

“Biz,” dedi Yasemin. “Bizde gelelim.”

“Olmaz kızım, birilerinin de burada kalması gerek. Hem bir haber gelirse siz bize söyleyeceksiniz. Hem son gelişmelerden evdekilerin haberi yok, onlara da haber verin.”

“Siz peki nereye gidiyorsunuz Agah amca. Ben ne söyleyeceğim evdekilere?”

“Kızımı bulmak için her şeyi yaptığımı söylersin.”

“Sedef teyze sizin evde, Gülendam teyze ise bizdeler. Burası ise siz de Murat, bir şey olursa en ufak bir şey bile olursa ne yapman gerektiğini biliyorsun,” dedi Ateş.

“Aklın kalmasın, siz yeter ki gideceğiniz yerden boş dönmeyin. Bizi de haberdar edin.”

Murat’ın son sözlerinin ardından baş sallamasıyla beraber dört adam önce çay bahçesinden, ardından da mahalleden çıktılar. Direksiyondaki Agah’a, “Nereye gidiyoruz?”diye sordu Ateş.

“Nazlı’nın nerede olduğunu bilme ihtimali olanların yanına.”

Agah’ın bu sözünün ardından kimseden başka bir soru gelmedi. Yol boyunca sessizlik hakim olurken hepsinin aklında bir tek Nazlı vardı.

 

*******

 

Nazlı’dan

 

Çatlayan başım ve gözlerimde hissettiğim ağrı ile nerede olduğumu çok kısa bir an için algılayamadım. Zihnimi ve uykumu anında açılmasını sağlayan şey ise belimde hissettiğim kol ve ensemde hissettiğim nefesti.

Aniden kalkmaya çalıştığımda buna fırsat vermemiş, mümkünmüşçesine daha çok yapışmıştı sırtıma. “Bırak!” desem de bırakmadı. “Çek elini!” dedim, çekmedi.

“Rahat dur, kızmaya başlıyorum.”

Hareketlerim aniden durduğunda birkaç saniyenin ardından belimdeki kolun sıkılığını yavaş yavaş kaybedip belimden çekildiğini hissettim. Ensemdeki nefeste gittiğinde aniden omuzlarımdan tutularak yatakta sırt üstü durmamı sağladı. Kasıklarıma ağırlığını vermeden oturup bileklerimden de tutup kafamın üstünde birleştirdi.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum korku ve dehşetle. O kadar çok korkuyordum ki sesimi dibimde olmasına rağmen duyduğundan şüpheliydim.

“Anlamaya çalışıyorum,” dedi sakince.

Olduğum yerde kıpırdanırken, “Neyi?” diye sordum. Bir umut belki tutmayı bırakır diye de, “Ah, kolum. Canımı yakıyorsun,” dedim. Evet bileklerimi sıkı tutuyordu, o da bunun farkına varmıştı. Bırakmasa da tutuşunu gevşetmişti. Bu ise bana bir şey yapmaya kalkarsa eğer yüzüne bir yumruk patlatabilmem için yeterliydi.

“O p*ç kurusunun pencerenden odana girdiği gece hiçbir şeyin yaşanmadığına emin misin aşkım?”

O gece oradaydı. Belki de diğer bütün gecelerde de sadece birkaç metre ötemdeydi. Midem gerginlikten ve stresten kasıldığında şu an kusmamak için bildiğim bütün duaları edebilirdim. Kendi kafasında kurduğu şeylere öyle körü körüne inanıyordu ki eğer kusarsam buna da bir şey bulup söylediğim hiçbir şeye inanmayacaktı. Bu öyle bir soruydu ki bir şeyler yaşanmış olsa bile cevabı hayırdı. Fakat neyse ki yaşanmamış, o gece bir şey olmamıştı. Bu yüzden gönül rahatlığıyla ona istediği cevabı verdim.

“Sana daha önce de söyledim. Hiç kimseyle bir şey yaşamadım.”

“O zaman o it neden seninle aynı evde, aynı odada, senin yatağındaydı! Ha!”

Her bağırışında yüzüme daha çok yaklaşıyor ve verdiği bütün nefesler yüzüme çarpıyordu. İstemsizce gözlerim dolduğunda başımı sağ tarafıma çevirdim. Fakat sol gözümden düşen yaş çoktan şakağım boyunca ince yol çizip saçlarımın arasına karışmıştı.

“Sana ağlamaman gerektiğini söylemiştim. Ağlamandan nefret ediyorum demiştim,” dedi ve bileklerimi bırakmadan tek eliyle çözdüğü kemeri hızlıca bileklerime sarıp yatak başlığına bağlamıştı.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum korkuyla.

“Cezalısın demiştim hatırlıyor musun sevgilim?”

“Ne yapacaksın? Neden bağladın beni?” diye sordum korkuyla.

“Senin için ceza ama benim için ödül olan bir şey,” dedi ve biraz kayarak başı göğsüme gelecek şekilde üzerime uzandı. “Seninle uyumak. Senin kalp atışlarınla uyuyacağım bu gece.” Ardından hızlıca üstümde doğruldu ve yüz yüze gelmemizi sağladı. “Eğer ağlarsan uyumaktan fazlasını da yapacağım. O yüzden uyuyalım, tamam mı sevgilim?”

Boğazımda yumru olmuş yaşlarımı güç bela yutarak, “Tamam, ama sen çok ağırsın. Ben seni taşıyamam,” dedim.

Birkaç saniye sessiz kaldığında söylediklerimi düşündüğünü anladım. Ardından beni sağ tarafıma çevirdiğinde bir kolunu belime atarak tekrar başını göğsüme koydu. Ve tek bir kelime bile söylemeden gözlerini kapadı.

Ben ise bu anın gerçekliğinden kendimi soyutlamak için uyumasam bile gözlerimi kapatarak sadece Ateş’i düşündüm.

*******

 

Bir saate yakın süren yol nihayet bittiğinde arabayı kenara park etti Agah. Arabadaki diğer üçlü buraya neden geldiklerini bilmediğinden önce etrafa sonra da birbirlerine baktılar. Daha sonra bu sessizliğe ve bilinmezliğe dayanamayan Ateş, “Neden buradayız?” diye sordu.

Agah ise hemen sağ çaprazda kalan her halinden lüks olduğu belli olan müstakil evi gösterip, “Şu evi görüyorsunuz değil mi?” dedi.

“Ne var o evde Agah amca?”

Akın’ın sorusuyla derin bir nefes alıp cevapladı. “Anıl, sizin deyiminiz Selçuk’un anne ve babasının evi. Oğullarının nerede olduğunu bilmeseler bile en azından hakkında elle tutulur bir şeyler öğrenmek için buradayız,” dedi ve arabadan indi.

Diğerlerinin de inmesiyle hep beraber eve doğru adımladıklarında kapıyı çalan kişi Agah’tı. Birkaç saniyenin ardından açılan kapıyla orada çalışan görevli, “Buyurun kime bakmıştınız?” diye sordu.

“Ahmet ve Müjgan Demiroğlu buradalar mı?”

Kadın, “Siz kimsiniz?” diye sorarken kapı sesini duyan ev sahibi Müjgan, “Kim gelmiş?” diye sorarak Agah’ın karşısına geçtiğinde, “Sizi ve Ahmet Beyi sordular efendim, kim olduklarını bilmiyorum,” dedi.

Müjgan karşısındaki adamlara baktıktan sonra yanındaki çalışanına, “Sen Ahmet’e haber ver,” dedi ve kapıdaki adamlara, “Kimsiniz ve neden geldiniz?”diye sordu.

“Ben Agah Arslanoğlu. Sizinle ve eşinizle önemli bir konu hakkında konuşmamız gerekli. Hayat memat meselesi.”

“Öyleyse madem, buyurun geçin,” dedi ve içeri davet etti.

Salonda geçen birkaç saniyelik sessizlik, salona giren Ahmet Demiroğlu ile bozulmuştu. Agah ve diğerleri ayaklandığında kısa bir tokalaşma merasiminin ardından söze Agah girmişti.

“Ben Agah Arslanoğlu yanımdaki gördüğünüz bu delikanlı Ateş, kızımın sözlüsü,” diyerek konuya giriş yaptı.

“Yüz yüze olmasa da evet, sizi tanıyorum Agah Bey. Yaptığınız işler, yatırımlarla adınız oldukça sık bahsediliyor camiada,” diyerek tanıdığını belli etti Ahmet. “Ama neden buraya geldiğinizi anlamadım. Ziyaretinizin sebebi nedir?”

Derin bir nefes aldı Agah. Bunu söylemesi zordu ama kızını bulmak için konuşması gerekliydi. “Oğlunuz Anıl, şimdiki adıyla Selçuk kızımı kaçırdı. Her yerde onu arıyoruz. Terk ettiği eski evinde kızımın fotoğraflarıyla dolu bir oda bulundu. Ben de sizden bir baba olarak yardım etmenizi istediğim için geldim. Ne gerekiyorsa yaparım, yeter ki yeter ki kızımın nerede olabileceğine dair bir bilgi verin.”

Duyduklarını kabul edemeyen Müjgan, “Yalan,” dedi. Yalan söylediklerine inanmak istiyor, oğlunun böyle bir şey yapmamış olmasını diliyordu. Hâlbuki Müjgan oğluna bunca zaman ne doğru düzgün bir annelik yapabilmiş ne de yanında olabilmişti.

İnanmalarını umut ederek Akın ve Çağatay her şeyi anlatmışlardı. Bunca zaman yaşanan şeylere az çok şahit olmuşlardı. Zaten bu sebeptendir ki en başta ondan şüphe duymuşlardı. Gönül isterdi ki bu şüpheleri boşa çıksaydı. Fakat şu son birkaç saatte yaşadıkları her şey gerçekti.

Akın ve Çağatay avukat kimlikleriyle her şeyi anlatmaya devam ederken Ateş öğrendiğinden beri aklında dönüp dolaşan o soruyu sordu.

“Oğlunuz yıllar evvel Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinde yatmış, depresyondan dolayı doğru mu?” diye sordu. Bu sorunun pekte önemi yoktu aslında. Çünkü salonda buluna herkes Selçuk’un neden hastanede yattığını biliyordu.

Ahmet ve Müjgan kısa bir an birbirlerine baktıktan sonra, “Evet,” dedi. “Kısa bir zaman yatmak zorunda kaldı. Siz, siz nereden biliyorsunuz peki bunu? Nasıl ulaştınız bu bilgiye, saklı tutuluyordu bu. Kim söyledi size?”

“Kimden öğrendiğimizin bir önemi var mı? Bu bilgiyi nasıl öğrendiysek asıl yatma sebebini de öğrendik. Peki, siz neden oğlunuzla ilgilenmediniz? Neden onu takip etmediniz? Eğer doğru düzgün ebeveyn olsaydınız şu an Nazlı yanımda olurdu! Sizin psikopat oğlunuz Nazlı’yı kaçırmazdı!”

Sinirlerine hâkim olamıyordu Ateş. Sadece o da değil hiç kimse olamıyordu. Ama sakin olmalıydı. Nazlı için, ona gidecek olan yolu bulmak için sakin olmalıydı. Agah bunu bildiği için Akın’a dönüp, “Çıkar şunu dışarıya ve bizi dışarıda bekleyin.”

“Bunlar da ne demek oluyor Agah Bey? Siz nasıl böyle bir şey yaparsınız, ne hakla?”

Öfkeliydi. Hem oğluna, hem kendisine. Aile sırrı ortaya çıktığı için öfkeliydi. Bunca zaman doğru düzgün babalık yapamadığı için, kısacası bir halta yaramadığı için öfkeliydi.

“Agah amcanın yaptığı bir şey yok,” diyerek söze girdi Çağatay. “Ben bir arkadaşımdan sizin oğlunuzla ilgili detaylı bilgi öğrenmesini istedim. Bu sayede zaten buradayız. Biz oğlunuzu iki yıldır tanıyoruz Ahmet Bey. Selçuk olarak oğlunuz iki yıldır hayatımızda, hem de Nazlı’nın büyüdüğü yetimhanede müdür olarak. Bu yüzden lütfen bize yardım edin. Selçuk, Nazlı’yı nereye götürmüş olabilir.”

Bu konuşmalara daha fazla kayıtsız kalamayan Müjgan, “Ne malum benim oğlumun kızınızı kaçırdığı? İspat edebilir misiniz? Ya kaçmadıysa, beraber gittilerse? Oğlum böyle bir şey yapmaz.”

O sırada ise Demiroğlu ailesini gerçeklerle yüzleştirecek bir mesaj geldi Çağatay’a. Mesajı sesli bir şekilde okuyan Çağatay, Demiroğlu ailesi için tüm inkar kapılarını kapatmış, bu anne babayı kendi vicdanlarıyla baş başa bırakmıştı.

“Yelda’nın ifadesi tamamlanmış. İfadeye giren avukatınızın söylediğine göre her şeyi Selçuk planlamış. Yelda’ya da polise konuşur diye gidecekleri yeri söylememiş. Selçuk yıllardır Nazlı’nın peşindeymiş. Savcıya sevk edilmiş, tutuklu yargılanır büyük ihtimalle.”

Ve kapı bir kez daha çaldığında bu sefer içeri girenler polis memurlarıydı. Memurların hemen peşinden giren Ateş ve Akın ise dikkatle memurların ne söyleyeceğini dinliyordu.

“Ahmet Demiroğlu ve Müjgan Demiroğlu siz misiniz?”

“Evet, biziz.”

“Selçuk Ertekin neyiniz oluyor?” diye sordu memurlardan biri.

“Oğlumuz,”

“Sizi ifadelerinizin alınması için emniyete götürmemiz gerek. Oğlunuzun hakkında ihbar var. Gerekli detayları karakolda öğrenirsiniz. Avukatınız varsa aramanız iyi olur.”

Polis ekipleriyle beraber Agah ve Çağatay’da evden Akın ve Ateş ile beraber çıkmışlardı. O sırada artık tanıdık olan polis memuruyla göz göze gelen ekibin amiri dörtlünün yanına giderek, “Sizin burada ne işiniz var?” diye sordu.

“Kızımı arıyorum memur bey. Onu bulmak için de nerede ne zaman olduğumun bir önemi yok.”

“Biz de sizin kızınızı arıyoruz Agah Bey ama sizin bizden önce nasıl burada olduğunuzu bilmiyorum. Peki, bilmeli miyim?”

“Siz sadece kızımı sağ salim bulun yeter. Sizden başka bir şey istemiyorum.”

“Elimizden geleni yapıyoruz. Kızınızı bulacağız.”

Kısa geçen bu konuşmanın ardından memur ekibiyle beraber sorgulamak için Ahmet ve Müjgan çiftini emniyete götürürken geride kalan ise yine Akın, Çağatay, Ateş ve Agah dörtlüsü olmuştu.

 

******

 

Nazlı’dan

 

Uyanık olduğum halde gözlerimi bir türlü açamıyordum, bunun iki sebebi vardı. İlki o Allah’ın belası Selçuk’un yüzünü görmek istemediğim içindi. İkinci ve en az ilki kadar önemli bir diğer sebep ise tam şu an beni uyuyor zannederken yanımda konuştuğu konu yüzündendi.

Birkaç dakika önce konuşma sesleri duyarak uyandığımda olabildiğince ona bunu belli etmemeye çalıştım. Başarılı da olmuş olacaktım ki henüz kiminle konuştuğunu anlamadığım kişiyle görüşmesine devam ediyordu.

“Bir ceset bulman bu kadar zor olmamalı Erhan? Motive olman için ne yapmam gerek, Nazlı’ya kalan mirası cesedi bulup buradan gitmemizde işe yaradığın an sana kalacağını mı hatırlatmalıyım illa?”

Bu kadar ileriye gidemezdi değil mi? Ceset dedi. Resmen ceset dedi ve akıl sağlığım kendini korumak için duyduğum bu şeyi reddetmeye çoktan başlamıştı bile.

“Erhan, Erhan, Erhan. Çok fazla zamanım var gibi mi duruyor oradan bakınca? Nazlı’ya benzeyen bir ceset bulmak bu kadar zor olmamalı. Tek yapacağın şey Nazlı’ya benzeyen bir ceset bulduğunda yüzünü tanınmayacak bir hale getirdikten sonra karakola yapacağın isimsiz bir ihbarla koca bir servete kavuşmak olacak. Ne yapmam gerek? Bunları bir de yazılı bir şekilde mi sana söylemeliyim? İhbarı kalabalık bir yerde ankesörlü bir telefonla da yapmalısın demeli miyim? Yoksa kendi telefonunla aramayacak kadar aklın var mı?”

Tüm bu konuşmasında ise benim dikkatimi çeken tek şey, tek bir isim vardı.

Erhan…

“Son kez söylüyorum. Elini çabuk tut, bir an önce buradan gitmek istiyorum. Nazlı’yla yeni bir hayata başlamamız için onun ölü olarak bilinmesi şart.”

 

(Ateş ve Nazlı temsili)

 

Biliyorum, bölüm geç geldi. Fakat şu sıralar yazmakta zorlanıyorum, tıpkı okumakta zorlandığım gibi. Okuyamama durumuna rs dönemi diyorlar da yazamama durumuna bir şeyler diyorlar mı acaba? Kafamda o kadar çok sahne var ki absürt durmadan ve aşırıya kaçmadan nasıl yazacağımı bilemiyorum. Bir sonraki bölümün de ne zaman geleceğini bilmiyorum. Çünkü diğer bölümle ilgili tek bir harf bile yazmış değilim. Bu bölümü de bitirince hemen atmak istedim sizleri daha fazla bekletmemek için. Yazım yanlışları var ise af ola. Yorumlarda ve yıldız kullanarak bölümün nasıl olduğunu belirtmeyi unutmayın. Kendinize iyi bakın ve hoşça kalııııııınnnnn :))

 

Şarkının bölümle hem ilgisi var hem de ilgisi yok. Sürekli dilimde olduğu için koydum. Bölümü okurken dinleyebilirsiniz.

Bölüm : 14.02.2025 16:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...