
Allah der ki; Kimi benden çok seversen onu senden alırım.
Ve ekler: "Onsuz yaşayamam" deme, seni onsuz da yaşatırım.
Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar.
Canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar.
Dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya.
Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur.
Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın.
En garibi de budur ya öldüm der durur, yine de yaşarsın.
Bölümde geçen olay, kurum, kuruluş ve terimler tamamen hayal ürünüdür. Gerçeklikle hiçbir alakası yoktur.
Yazardan
Nazlı’nın bilincini kaybetmesiyle zaman herkes için durmuştu. Ne ambulansın yaklaştıkça yükselen siren sesleri duyuluyor, ne de polislerin sesleri kulaklarına ulaşıyordu.
“Naz – Nazlı,” diyerek sarsıyordu kucağındaki bedeni Ateş. Kelimelerini toparlayamıyor, aklını kaybetmenin eşiğinde geziyordu.
“Hadi ses ver gülüm. Aç gözünü, korkutma beni hadi.” Ses gelmedikçe korkusu kat be kat artıyordu. “Nazlı!” diyerek bağırdı, sanki onu duymadığı için uyanamıyormuş gibi. “Uyan hadi bak korkutuyorsun bizi hadi!”
Ama ne yazık ki Nazlı gözünü açamıyordu.
“Beyefendi, hastayı bırakın sedyeye alalım,” diyen paramedikleri de duymuyordu. “Biri yardım etsin. Hastayı bırakmıyor,” diyen görevliyi de Akın anca duyabilmişti. Tek ve güçlü bir hamleyle Ateş’i kendine doğru çektiğinde Nazlı’yı tutan kolları bir an için gevşemiş, bu anlık gevşeme de görevliler için yeterli olmuştu.
Kollarının arasından öylece kayıp giden sevdiğine baktı. Hayattan da mı böylece kayıp gidecekti sevdiği? Kaybedecek, bir daha göremeyecek miydi? Hayır. Kimle ya da neyle kafa tutması gerekiyorsa tutacak, sevdiğini bırakmayacaktı. Ama bilmediği bir şey vardı, ya da bilip de görmezden geldiği gerçek. Ölümle kafa tutulmazdı.
“Hasta sırtının sağ tarafından vurulmuş. Kurşunun giriş izi var çıkış izi yok. Muhtemelen akciğerlerde kaldı. Hemen hastaneye götürmemiz gerek. Çok kan kaybetmiş, biriniz hastanın kan grubunu öğrenip hastaneye haber versin.”
Nazlı, yüz üstü bir şekilde sedyeye yatırılırken ambulans görevlileri de kendi aralarında yapacaklarını konuşuyordu. Paramedikler hızlı hareket etmeleri gerektiğini biliyordu. Çünkü Nazlı’nın zamanı yoktu.
“Sen,” dedi Agah Bey Ateş’e. “Nazlı’yı yalnız bırakma. Ambulansa sen bin. Benim yüreğim onu öyle görmeye dayanamıyor.”
Ambulansın yola çıkmasıyla beraber herkes ardı ardına hastane yolundaydı. Ateş, çıtını bile çıkarmadan Nazlı’ya yapılan müdahaleyi izlerken dua etmekten başka hiçbir şey yapamıyor, elinden bir şey gelmiyordu.
“Hastanın kan grubu ne beyefendi?” diye sordu, damar yolu açan görevlilerden biri.
“A Rh+” dedi Ateş. “Ne olacak Nazlı’ya? Kurtulacak mı? Çok mu kötü durumu? Ne olur, ne olur bir şey söyleyin.”
“Elimizden geleni yapıyoruz beyefendi,” diyen görevliyle artık ambulansın içinde sadece keskin ve acı bir siren sesi duyulurken, hasta başı monitörde ise yukarı aşağı giden kırık çizgilerden gelen bip bip seslerini dinliyordu.
“Satürasyon çok düşük. Böyle giderse hasta dayanamaz. Hemen entübe etmemiz gerek.”
Terimlerden ya da söylenen hiçbir şeyi anlamıyordu Ateş. Zaten onca kelimenin arasından sadece ‘dayanamaz’ kelimesini duyabilmişti.
“Bir şey yapın. Ne olur bir şeyler yapın. Kurtarın, Nazlı’mı kurtarın.”
Hızlı bir şekilde sırt üstü çevrilen Nazlı’yı bir kişi entübe ederken diğer bir kişi kendisine söyleneni yapıyordu.
“Kalp atışları gittikçe düşüyor. Tansiyonda, nabız zayıf. Adrenalini hazırla ben entübe ederken sen de kalp masajına başla. Hızlı olmalıyız.”
Dediklerini bir bir yapıyorlardı. Kaç dakika geçti bilmiyordu Ateş, ya da kaç saniye. Fakat ambulansın durmasıyla hastaneye geldiklerini anlamıştı.
Hızlı bir şekilde ambulanstan indirilen Nazlı’nın peşinden Ateş’te inmiş, Nazlı’nın peşinden gidiyordu. Hastanenin acilinden geçerek acil müdahale odasına götürülürken bir yandan da konuşulanları dinliyordu.
“Hastanın durumu nedir?” diye sordu doktorlardan biri.
“Nazlı Çiçek Arslanoğlu. 24 yaşında. Sırtın sağ üst kısmında bir kurşun yarası var. Kurşun içeride kalmış, çıkışı yok. Muhtemelen akciğerlere saplanmış. Tansiyon 9’a 5, satürasyon %60. Entübe ettik, bir ampül adrenalin verdik. Hastanın kan grubu A Rh+”
Paramediklerden gerekli bilgileri öğrendikten sonra doktor yanındaki doktorlara “Hastayı acil tomografiye alıyoruz. Ameliyathane 2’ yi hazırlasınlar. İç kanama riski yüksek, kan bankasını arayın. Acil 4 ünite kanı hazır etsinler. Kaybedecek vakit yok. Hastanın yakınlarına haber verin.”
Öylece konuşulanları dinlerken ne yapacağını bilmiyordu Ateş. Yanına gelen hemşireyi de fark etmemişti, ona sorulan soruları da duymamıştı. Gözleri hızlıca gözden kaybolan sedyedeyken dili tutulmuştu adeta.
O an yeri delercesine duyulan adım sesleri işitildi. “Kızım!” diyerek ortalığı yıkan adamın yanına gitti hemşire. “Kızım buraya getirildi. Kurşun yarası var sırtında. Nerede kızım? Ameliyatta mı? Nerede?”
“Nazlı Hanım’ın yakınısınız, değil mi?”
“Evet, kızım o benim. Nerede şimdi? Durumu nasıl?” diye sordu telaşlı bir şekilde Agah Bey.
“Kızınızla doktorlarımız ilgileniyor. Gerekli müdahale yapılıyor. Birazdan hastayı ameliyata alacağız.”
“Nerede? Hangi ameliyathane?” diye soransa Çağatay’dı.
“İkinci katta. Sola dönünce tam karşıda.”
Herkes ameliyathanenin olduğu yere giderken olduğu yerde çivilenmişçesine kalan sadece Ateş’ti. Zira duyduklarının etkisinden çıkamamıştı.
Uzaklardan duyduğu ismi bulunduğu buhrandan çıkmasına yetmedi. Bir kez daha ‘Ateş’ dedi Akın ama olduğu yerde sarsılmadı bile.
Sonra bir şey oldu. Beklemediği bir anda adının seslenilmesinden de güçlü bir şey. O düştüğü karanlık kuyudan onu çıkaracak bir şey. Yanağına inen güçlü bir tokatla anca kendine gelebilmişti.
“Ne?” diye sordu. “Ne oldu? Siz ne ara geldiniz? Nazlı nerede?”
“Ameliyata alacaklar. Kendine gel Ateş. Şimdi olmaz, asıl şimdi olmaz. Yıkılamazsın duydun mu beni? Olmaz.”
Bir şey dememişti. Biliyordu çünkü, yıkılamazdı.
Bunun üzerine tek bir kelime bile etmeden Nazlı’nın ameliyat olacağı yere gelmişlerdi. Diğer herkes kapının önünde en ufak güzel bir haber almak için bekliyordu.
“Akın,” dedi Agah Bey. “Haber verdiniz mi diğerlerine? Annesine, kardeşlerine.”
“Hayır,” dedi Akın. “Arıyorlar ama ben ne diyeceğimi bilemiyorum. Açamıyorum.”
“Saklayamayız. Bilmeleri gerek, gelmeleri lazım. Belki, belki Nazlı hisseder de açar gözlerini. Yalnız olmadığını, burada bu kadar insanın onu beklediğini hisseder de açar gözlerini yavrum. Gitmez bırakmaz bizi.”
“Murat’la konuşurum. O İstanbul’dakileri alır gelir,” dedi ve haber verdi. Durumundan bahsedemedi. Nasıl söyleyecekti ki vurulduğunu? Yetişemediklerini, geç kaldıklarını. Sadece ‘gelin’ dedi. ‘Bir an önce gelin’, ‘Çok geç olmadan gelin’. ‘Vedalaşmak için gelin’.
Sessiz koridorda duyulan adım sesleri hepsinin o yöne bakmasını sağlarken, önlerinden hızlıca geçen Nazlı’ya birkaç saniyeden fazla bakamamışlardı. Nazlı’nın ardından giren ameliyatını yapacak olan ekibe de bir şey soramamışlardı. Agah Bey ise son anda doktora, “Kızım nasıl? Yaşayacak mı?” diye sorabilmişti.
“Kurşun paramedik arkadaşların dediği gibi akciğere saplanmış. Bu yüzden iç kanama olmamış. Bu sayede şu an hâlâ hayatta. Elimizden gelen her şeyi yapacağız ama siz yine de her şeye hazırlıklı olun. Durumu kritik, kurşun riskli bir bölgede ne yazık ki. Kana ihtiyacı olacak. Kan bankasına haber verdik ama daha fazlasına ihtiyaç olacağına eminim. Kan grubu A Rh+. Kanı uyan varsa aranızda kan verse iyi olur.”
Doktorun söyledikleri ortamda bir bomba etkisi yaratırken onun için alışılagelmiş bir durumdu bu belki de. Daha önce çok kez bu durumda hastalarla baş etmiş olabilir. Böyle çok hastayı da kaybetmiş olabilir. Doğum kadar ölümde normaldir hatta. Ama ateş düştüğü yeri yakar. Helva kendi ocağında piştiğinde acı olur. Hayat da tam olarak budur. Mezarlıktan korkan hiçbir insanın, sevdiğinin üzerinde toprak yoktur.
Akın ve Çağatay kan vermeye gittiklerini söyleyerek ameliyathanenin önünden ayrılırken kalanlar sessizdi. En büyük acıların çığlığı da sessizdi.
Ameliyathanenin önünde olan koltuklardan birine çöktü Agah Bey. Ayakta kalmak zordu. Kalamadı da. Duvarın köşesine sinen Ateş ise ellerine bakıyordu. Üzerinde sevdiğinin kanı olan ellerine. Kıpkırmızı ellerine.
Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovaladı. Akın ve Çağatay’ın verdiği kanlar Nazlı’ya yetmedi. Akın ve Çağatay hastaneyle onlardan daha fazla kan almadıkları için kavga etti. Oysa ki şu an canlarını bile verebilirlerdi.
Merdivenlerden yükselen ‘kızım’ sesi hastaneyi oynatmaya yetti. Bu acılı bir annenin sesiydi. Yıllar sonra bulduğu kızını mezara koymak istemeyen, sıcak ellerini tutmak varken soğuk mezar taşını ‘yavrum’ diye okşamak istemeyen acılı bir annenin sesi.
“Nasıl oldu bu?” diye sordu. “Benim kızım neden burada? Vuruldu dediler, kızın vuruldu dediler Agah! Çok acımıştır canı yavrumun! Çok acımıştır kızımın canı! Nerede benim kızım? Nerede?”
Bazı sesler vardır ki yürekleri dağlayan, bazı feryatlar vardır ki yürek dayanmayan. Dayanamaz. Ne bir annenin acı feryadını, ne de bir babanın döktüğü sessiz gözyaşlarını hiçbir yürek kaldıramaz.
“Benim kızımın kanı mı bu?” dedi Sedef Hanım, Ateş’in ellerindeki kanı görünce. Adım atmakla bile uğraşmadı. Zaten yıkılmış bir kadındı. Sürünerek gitti Ateş’in yanına. Kollarından tutmaya çalışan oğullarını duymadı. “Benim yavrumun kanı mı bu? Çok kan var burada. Çok kan var. Zaten küçücük benim yavrum. Ne kadar canı var ki benim kızımın? Çok kan var burada. Çok kan var!”
Kriz geçiren Sedef Hanım’a verilen sakinleştirici ile ortam kısa bir an için tekrar sessiz kalmıştı. Duyulan tek ses hıçkırık sesleriydi. Bu duruma ve bilinmezliğe dayanamayan Yasemin, “Durumu nasıl?” diye sordu. “Kimse bir şey demedi mi size? Nasıl oldu bu olay? Akın, Çağatay bir şey desenize nasıl oldu?”
“Biz,” dedi Çağatay. “Oraya gittiğimizde Nazlı kapıdan çıkıyordu. Bizi karşısında görünce duraksadı. Sonra hemen arkasında o p*şt belirdi zaten. Nazlı,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Nazlı onun boşluğundan yararlandı kısa bir an için. Elinden kurtuldu ama,” dedi ve lafının devamı gelmedi. Gelemedi. Lafını bölen şey tutamadığı gözyaşları ve hıçkırıklarıydı.
“O adi kancık Nazlı’yı vurdu,” diyerek Çağatay’ın sözünü tamamlayan kişi ise Akın oldu. “Durumu kritik dedi doktor. Kurşun içinde kaldığı için iç kanaması olmamış. Bu sayede hastaneye kadar dayanabilmiş ama çok kan kaybetmiş. Biz kan verdik ama yetmedi. Kan lazım. Kan grubunuz Nazlı’yla uyuşuyor mu?”
“Benim kan grubum 0 Rh+. Ben kan verebilirim. Nerede veriliyor bu kan?” diye sordu Yasemin.
“Ben seni götüreyim,” diyerek Yasemin’le beraber gitti Çağatay.
Tahir, Cemre ve Emre babalarının yanında birbirlerine destek olurken Çağdaş ve Onur bir üst katta fenalaşan annelerinin yanındalardı. On dakika bir durumu öğrenmek için ablalarını görmek için sözleşmişlerdi.
Murat ise duvar dibine çöken arkadaşının yanındaydı. Arkadaşının hali hal değildi farkındaydı ama onun da elinden bir şey gelmezdi.
“İyi olacak biliyorsun değil mi?” diye sordu umut vermek istercesine. Şu an yapabilecekleri tek şey umut edip dua etmekti.
“Bana ne dedi biliyor musun?” diye sordu kanlı ellerine bakarken. Artık daha silikti elindeki kan izleri. Nazlı’nın annesi fenalaşmadan önce ellerini tutmuştu, kanın orada olduğuna inanmak istemezcesine.
“Ne dedi?” diye sordu Murat. Şu an amacı Ateş’i konuşturup onu olmadık düşüncelerden uzak tutmaktı.
“ ‘Beni unutma,’ dedi. ‘Böyle bir şeyi istemeye belki hakkım yok ama beni unutma,’ dedi. Ya giderse Murat? Ben o zaman ne yaparım? Ben nasıl yaşarım? Ben ne olurum? Hiç. Koca bir hiçten başka ben ne olurum?”
“Böyle deyip büyük konuşma Ateş. Allah’ın izniyle hiçbir şey olmayacak. Dua et kardeşim. Dua et. Hepimiz, Nazlı için hepimiz dua ediyoruz. Sen de et. Bizim elimizden başka bir şey gelmez. O kız orada sana, daha yeni bulduğu ailesine kavuşmak için savaşıyor mu? Savaşıyor. Sen de burada savaşacaksın. Daha hiçbir şey bitmedi. Şimdi toparlan, kendine gel. Elini yüzünü yıkayalım. Hadi,” dedi ve koluna girerek Ateş’i kaldırdı.
Lavabonun önüne gidip ellerini akan suya soktu. Ellerinden akıp giden, artık su sayesinde rengi daha da açılan kana baktı. Çok geçmeden ameliyathanenin önüne geri döndü. Yasemin’de on dakika sonra gelmişti. Bir turda o kavga etmişti.
*****
Alınan ve gelen kanlar hızla ameliyathaneye giderken içeride durumlar zor ve bir hayli karışıktı.
“Bu kız bu hale nasıl geldi?” diye sordu doktor. “Hastane polisine haber verildi mi?”
“Verildi doktor bey. Kız, kayıpmış. Takıntılı olduğu adam tarafından kaçırılmış. Ambulansla gelen kişi de sevgilisiymiş. Herkes ameliyathanenin önünde bekliyor.”
“Şu dünyanın hangi zamanında neresinde olursan ol, kadın olmak da, çocuk olmak da zor. Çok zor. Ama asıl zor olan şey nedir, biliyor musunuz? İnsan olarak doğup insan olarak kalabilmek de.”
Kurşunun saplı olduğu yeri bulduklarında çıkarmak üzereydiler. “Kurşunu çıkarıyoruz. Kanama olma ihtimali yüksek tamponları hazırlayın.”
Doktorun kurşunu çıkarmasıyla söylediği gibi kanama olması bir olmuştu. Oluşan kanama durdurulduğunda ise artık iş daha kolaydı. Evet, henüz hiçbir şey daha bitmemişti. Hayati tehlikesi hâlâ devam ediyor olabilirdi. Ya da iç kanama geçirme ihtimali de hâlâ vardı. Ama işin zor kısmını atlatmıştı.
Çıkarılan kurşunun ardından yara hızlı ama dikkatli bir şekilde kapatılmıştı. Yara akciğerinde ve henüz taze olduğu için solunum desteği alması şarttı. Hal böyle olunca ne yazık ki hayati tehlikesi deva etmekteydi ama hâlâ bir umut vardı. Çünkü yaşamın olduğu yerde umut her zaman vardı.
Ameliyatı bitiren doktor gerekli talimatları verdikten sonra ameliyathaneden çıktı. Kapının önünde kendisini bekleyen kalabalığa baktı. İyi bir konuşmayı o da yapmak isterdi ama o bir doktordu. Her şeyin farkındaydı. Umut her zaman olmalıydı ama en çok boşa verilen umut can yakardı.
******
“Hastanın yakınları?” diye soran doktora hepsi aynı anda biziz demişlerdi.
“Ben babasıyım, Agah Arslanoğlu. Kızımın durumu nasıl? İyileşecek değil mi? Kurtulacak?”
“Nazlı Hanım hastanemize geldiğinde ciddi bir şekilde yaralanmış ve oldukça kan kaybetmişti. Biz gereken müdahaleyi yaptık. Kurşunu çıkardık. Kurşun akciğerlere isabet ettiği için bir süre solunum desteğine bağlı kalacak. Bu süreçte de kendisini yoğun bakıma alacağız. Ne yazık ki hâlâ hayati tehlikesi devam ediyor. Biz elimizden gelen her şeyi yaptık. Bundan sonrası Nazlı Hanım ve takdiri ilahi de.”
“Peki, kızımı görebilir miyim? Mümkün mü?”
Boşa bir soruydu. Farkındaydı. Ama babaydı, bazı sorularda mantık aranmazdı.
“Maalesef. Yoğun bakıma kimseyi alamıyoruz. Hastanın enfeksiyon ihtimaline karşı böyle bir riski göze alamayız.”
“İstanbul’a götürme imkânımız var mı?” diye sordu Agah Bey. Buradaki doktoru sevmediğinden değildi elbet. Sadece imkânlar orada daha fazlaydı.
“Şu an için böyle bir şey yapmanızı önermem. Hastanın yarası çok taze. Herhangi bir komplikasyon ya da iç kanama riskine karşı acil müdahale edilmesi gerekir. Yoldayken böyle bir durum gerçekleşirse eğer hastayı kaybederiz.”
Bu Agah için yeterliydi. Gerekirse tüm doktorları buraya yığardı ama kızını hayatta tutmak için her şeyi yapardı. Çünkü o babaydı. Bir babanın ise yavrusu için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Olamazdı.
*******
Ameliyatın üzerinden saatler geçmiş, herkes yoğun bakımın küçücük camının ardından Nazlı’ya bakıyordu. Annesi Sedef Hanım yaklaşık bir saat önce uyanmış, kızının durumunu ve son halini gördükten sonra göğü delercesine yakarmıştı. Şu an ise hastanenin medresesi ve yoğun bakım kapısının önünde mekik dokuyor kızı için yapabileceği tek şeyi yapıp dua ediyordu.
Ameliyatın hemen ardından gelen hastane polislerine durumu anlatmış ve ifadelerini vermişlerdi. Artık olay Şile ve İstanbul emniyetindeydi.
Yasemin dolu gözlerle bakıyordu birkaç metre ilerisinde yatan arkadaşına. Mavi hastane önlüğünün içerisinde, parmağında ve vücudunda onun hayatta olup olmadığını gösteren aletlere bağlıydı. Yüzünde neredeyse her yeri kaplayan koca bir solunum cihazıyla zar zor nefes almaya çalışıyordu. Nazlı nefes alamazken o da nefes alamıyordu.
“Zayıflamış,” dedi Yasemin. “Muhtemelen onun elinden bir şey yememiştir. Yüzü küçülmüş. Rengi de kararmış,” dedi ve artık tutamadığı bir hıçkırık kaçtı derinlerden. “Ne zaman zayıflasa ya da yemek yemese hemen böyle kara kuru olur. Grip olduğunda da böyle bu huylu. Yemeden içmeden kesilir, küçücük kalır yüzü.”
Camın önünde o, yanında Murat ve Ateş vardı. Arkalarında ise Nazlı’nın babası ve kardeşleri. Kimisi yere çökmüş otururken kimisi ise yerinde duramıyordu. Sadece Yasemin’in söylediklerini dinliyorlardı.
“Bir gün,” dedi ve boğazını temizledi. Ağlamamalıydı. Nazlı hayatta ve yanlarındaydı. Şimdi ağlamanın zamanı değildi. Yalandan kaşlarını çatıp kendi kestiği sözüne devam etti. “Küçüğüz, yedi sekiz yaşlarında var ya da yokuz. Allah’ın Ağustos sıcağında oyun oynayacağım diye dışarı çıktım. Rahat batıyor işte, otursana içerde gölgede ama yok. O öğlen sıcağında bütün gün oynadıktan sonra gece hastalandım. Ama Nazlı’ya söylemeye bir taraflarım yemiyor tabii. Diyecek ki, ‘Ben sana söylemiştim sarı kafa, al işte hasta oldun.’ Sonra,” dedi ve sustu. Ağlayası geliyordu, kendini tutmakta zorlanıyordu.
“Sonra,” diye sordu Ateş. “Sonra ne oldu?”
“Ben söylemeden o anlamış halimi. Artık nereden duyduysa ya da öğrendiyse ne yapması gerektiğini bilirmiş gibi baktı bana. Sabaha kadar o yaşında o haliyle başımda bekledi. Sabaha kadar da tek kelime söylemedi bana. Daha sonradan öğrendim. Meğer o gün Orhan amcaya sormuş öğrenmiş ne iyi gelir diye. Ama tabii ben iyileşince sıçtı ağzıma. Anneydi işte. Biz birbirimizin annesiydik.”
Daha fazla kendini tutamayıp olduğu yerde çöktü Yasemin. Güçlü durmaya çalışıyor duramıyor, metanetli olmaya çalışıp olamıyordu. Yanındaki Murat’ta onun yanına çöktüğünde, “Gel elini yüzünü yıkayalım. Bahçede biraz hava alıp geri döneriz, tamam mı?” dedi ama Yasemin’den cevap vermesini beklemeden kucaklayıp gözden kayboldu.
Giden ikiliye baktı Ateş. Onun da sevdiği şu an kolları arasında olabilirdi hâlbuki.
Akın ve Çağatay giden ikilinin yerine geçtiğinde bu sefer izleme sırası onlardaydı. Öylece baktıklarında biraz olsun ortamın havasını değiştirmek için “Acaba şu an kaçıncı rüyasını görüyordur,” diye sordu Çağatay.
Ne yapmaya çalıştığını anlayan Akın ise ona eşlik ederek, “Tembel teneke işte. Hatırlamıyor musun? İlk tanıştığımız zamanlar her buluşmamızda bir köşede uyuyordu. Onu uyandırdığımızda da ne dediğini hatırlıyor musun?” diyerek birbirlerine baktıklarında aynı anda gülerek, ‘Elleşmeyin bana, uykum var benim. Pıçağım da var pıçaklarım.’
“Gastronomi okudu ya,” diyerek açıklama getirdi bu konuşmaya Çağatay. “Mutfakta anasını ağlatıyorlardı Nazlı’ların. Ama bize söz verdiği için buluşmayı da ekemiyordu. Öylece uyuyup kalıyordu. Bir de diyordu ki, ‘Siz konuşun ben sizi dinliyorum.’
Buruk bir tebessüm bile konduramıyordu dudaklarına Ateş. Nazlı’sı çok kişinin hayatına güzel bir şekilde dokunmuştu. Hepsinde güzel anılar bırakmıştı. Anlatırken mutlu eden anılar. Onunla da öyle tanışmamış mıydı zaten? Tesadüf eseri girdiği pazarda fenalaşan annesini hastaneye götürdüğü için tanışmamışlar mıydı?
Şimdi anlıyordu ki bu bir tesadüf değildi. Nazlı o pazara hiç girmeyebilirdi. Annesini hastaneye de götürmeyebilirdi. Hatta götürse bile başında birileri gelsin diye de beklemeyebilirdi. Bu yüzden bunların hiçbiri tesadüf değil, kaderdi.
Aradan geçen dakikaların ardından bir hareketlenme hissettiklerinde hepsi uykusuzluktan sızmak üzerelerdi. Gözlerini ilk açan kişi ise Ateş olmuştu. İlk birkaç saniye ne olduğunu anlamaya çalışırken yoğun bakıma giren doktorları ve peşi sıra giren hemşireleri gördüğünde ise ters giden bir şeylerin olduğunu anlamıştı.
Olduğu yerden kalkıp yoğun bakım kapısı kapanmadan hemen önce içeri girmeyi başarmıştı. Doktor ve hemşireler bir şeyler söylüyor ama hiçbirini duymuyordu. Duyduğu tek ses sevdiğinin bağlı olduğu monitörden gelen uzun ve kesintisiz gelen rahatsız edici sesteydi. Bunun ne demek olduğunu biliyordu. Nazlı’nın kalbi durmuştu.
“Defibrilatörü hazırlayın hastayı kaybediyoruz!”
Ateş, kalp masajından dolayı sarsılan Nazlı’nın bedenine bakarken, ‘Gitme’ diyordu. ‘Ne olur gitme, beni bırakma.’
Defibrilatörü hazırlayan asistan doktorlardan biri, “Hazır,” dedi.
“150 jul”
“Hazır, hocam.”
Yediği şokla sarsılan Nazlı geri dönmemişti.
“200’ e ayarla.”
“Hazır.”
Geri dönüş yoktu.
“300!” dedi doktor.
“Hazır.”
Ve yine yanıt yoktu.
“Bir kere daha. Hadi!”
“Hazır.”
Dönmedi. Düz çizgi kırılmadı. O rahatsız edici ses kesilmedi.
Tarih, Eylül’ün 17’sini gösterirken, saat 17:48’i gösteriyordu. Nazlı’nın vücuduna bağlı olan monitör hâlâ düz çizgiydi. Bu sese ise kulakları sağır edecek Ateş’in sesi karıştı.
“Gitme, gitme! Ne olur gitme! Kurban olayım gitme, Nazlı!”
Ateş’in yakarışları tüm odayı kaplarken odadaki hemşireler ve doktorlar hüzünle bir Ateş’e bir de kalbi atmayı bırakan Nazlı’ya bakıyorlardı.
“Hastanın ölüm saati,” derken doktorun sözü Ateş tarafından hızla kesildi.
“Hayır! Ölmedi, Nazlı ölmedi! Ölemez, hayır! Nazlı!
Nazlı, ne yoğun bakım kapısına sırtını yaslayıp ağlayan babasını duyuyordu, ne de dışarıdaki kardeşlerinin hıçkırıklar arasında döktüğü yaşları.
“Yanına gelirim, duyuyor musun beni? Andım olsun yanına gelirim Nazlı. Bir an olsun düşünmem sıkarım kafama. Uyan! Bana, bize geri dön. Nazlı lütfen, lütfen. Geri dön.”
Elleri arasına aldığı sevdiğinin yüzü anbean soldu. Nefes dediği, hayat dediği o toprak kahvesi gözleri açılmadı. Ateş alnını Nazlı’nın alnına yasladığı esnada bir damla yaş düştü Nazlı’nın yanağına.
O sırada herkes büyük bir mucizeye şahit oldu. Odayı kaplayan hıçkırık sesleri sustu. Ağlama sesleri kesildi. Kulak yırtan o düz ses düzensiz ama kesik kesik yankılanırken Nazlı’nın güçsüz ama derinden aldığı nefes sesi duyulmuştu.
Ateş duyduğundan emin olmak ister gibi önce Nazlı’ya baktı. Fakat gözleri hala kapalı olan Nazlı’yı görünce monitöre baktı. Düzensiz de olsa kalp atışı vardı. Çizgiler düz olmaktan çok uzak kırık ve biçimsizdi.
Evet, duyduğu doğruydu. Yanlış duymamış, Nazlı hayata geri dönmüştü.
“Hasta,” dedi doktor büyük bir şaşkınlıkla. “Hasta hayata geri döndü.”
Nazlı’yı hayata geri döndüren şey ise Ateş’in çığlıkları ve yanağına düşen bir damla gözyaşıydı.
******
Nazlı’dan
Derler ki ölümden dönen insanlar böyle bir deneyim yaşadıktan sonra karakterleri ve öncelikleri değişirmiş. Benim karakterimde bir değişim olacak mı? Olacaksa bile nasıl bir değişim yaşayacağımı bilmiyordum. Zira bunu düşünebileceğim bile bir ortamım olmamıştı şu son iki haftada.
İstanbul’da ki son derece lüks hastane odamın manzarasına bakarken babamın gelmesini bekliyordum. Bugün nihayet taburcu oluyordum. Oluyordum olmasına ama bu benim daha çok başıma ağrılar girmesine neden oluyordu. Annem ısrarla onda kalmamı isterken aynı şeyi babam da istiyordu. Bir anda paylaşılamayan evlat konumuna düşmek beni afallatmıştı ama neyse ki durumu toparlamıştık.
Vurulduktan sonra bir hafta kadar Şile’de ki devlet hastanesinde kalmıştım. Ve evet. Gözümü açtığımda günlerdir nerede tutulduğumu öğrenebilmiştim. O bir hafta ise benim ve diğerleri için oldukça sancılı geçmişti.
Uyandıktan birkaç gün içerisinde kimseyle konuşamamış, polislere bile ifade verememiştim. Vurulmuştum. Sırtımda ciğerimi deşen ve beni nefessiz bırakan bir kurşun vardı. Ömür boyu izi geçmeyecek olan bir yaraya sahiptim artık.
Hastanede geçirdiğim ilk bir hafta sonrasında uyanır uyanmaz sorduğum şey, ‘Ben hiç öldüm mü?’ diye sormak olmuştu. Çünkü gördüğüme emin olup uyandıktan sonra ise hatırlamadığım bir rüya gördüğüme emindim. Kabus da olabilirdi gerçi. Bu konuda kesin bir şey diyemezdim.
Hatırladığım tek ve en net şey ise Ateş’in çığlıklarını duymuş olmamdı. Uyandıktan üç gün sonra daha fazla dayanamayıp duş almak istediğimi söylediğimde Ateş’e sorarak emin olmuştum. Bedenimi yıkayamayacağımı söyleyen doktora, ‘Saçlarımın ucundaki kendi kurumuş kanımı görmek beni rahatsız ediyor,’ diyerek söylendiğimde sadece saçlarımı yıkayabileceğimi söylemişti.
Saçlarıma ayrı bir zaafı olan Ateş ise balıklama atlamış ve saçlarımı o yıkamıştı. Ameliyattan çıktıktan sonra kalbimin durduğunu da söylemişti. Ben de ona onu duyduğumu ama bundan emin olamadığımı söylemiştim. O an da ise ikimizde fark etmiştik ki beni hayata döndüren şey Ateş’in çığlıklarıydı.
Ona gelecek olursak. Biz İstanbul’ a dönüş yolundayken orada öldüğünü öğrenmiştim. Bana sıktıktan sonra polisler de onu vurmuş. Dört kurşun yemiş. Ona karşı ne hissetmem gerektiğini ise henüz bilmiyorum. Bana vurduğu için öfkeli, ondan kurtulduğum için mutluydum. Ama onun ölümüne karşı ne hissetmem gerektiğini ise bilmiyordum.
İstanbul’da kaldığım iki haftalık hastane sürecinde ise kendi kararımla bir psikiyatrist ile görüşüyordum. İlk zamanlar yaşadığım ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğunu’ ise yavaş yavaş yendiğimi hissediyordum. Dün gece gördüğüm kabusu saymazsak eğer günden güne iyiye gidiyordum.
Kapının açılmasıyla bakışlarım o yöne doğru dönerken babamın girdiğini gördüm. Arkasında ise Ateş vardı. Onunla baş başa kalabildiğim tek yer ve zaman hastane odasında saçlarımı yıkadığı zaman olmuştu. Gelenlerden ve gidenlerden, birazda bizimkilerden birbirimizle hasret gidermeye fırsatımız olmamıştı.
“Hazır mısın kızım?” diye sordu babam.
“Emin ol bir haftadır bu ana hazırım baba. Nihayet çıkıyoruz artık şu yerden.”
Söylenmelerimi takmayıp aksine gülen babama baktım. Yatağın üstüne bıraktığım valizimi alıp Ateş’e fırlatmak suretiyle attıktan sonra, “Taşı bakalım damat,” diyerek beni yarama dikkat edecek şekilde kolunun altına aldı.
“Hiç şikâyet etme. İyi olman için kaldın hastanede o kadar zaman,” diyince ses çıkarmadım. Neyse ki dikişlerim alınana kadar tutmadı beni hastanede. Buna da şükür etmeliyim.
“Tamam, tamam. Bir şey demedim. Peki, nereye gidiyoruz şimdi?” diye sordum. Bu sürede çoktan asansörün önüne gelmiştik.
“Kahvaltıya,” diyen babama baktım. Ve “Kahvaltıya mı?” diye sordum.
“Evet, cümbür cemaat kahvaltıcıya gidiyoruz.”
“Bu cümbür cemaatin içinde kaç kişi var baba?” diye sormadan edemedim.
“Kızım çok kişi var şimdi saydırma bana. Senin arkadaşların var. Kardeşlerin, Haluk Beyler falan anlayacağın baya kalabalığız.”
Konuşa konuşa geldiğimiz hastanenin çıkış kapısının önündeki babamın arabasına bindik. Saydırma bana derken bile saymasına bıyık altı güldüm.
Son zamanlarda yaşanan olaylar sadece beni değil onları da etkilemişti. Orada neler yaşandığını merak ediyorlardı farkındaydım. Ama beni kötü hissettirmemek için de sormuyorlardı. Bunun da farkındaydım.
“Damat,” diyen babama baktım. Şu sıralar kendisi Ateş’e acayip bir şekilde uyuzdu.
“Efendim Agah baba,” dedi benimki.
“Herkese haber verdin değil mi? Bir kişi bile eksik olursa senden bilirim ona göre.”
“Herkesin haberi var, siz hiç merak etmeyin. Herkes bizi kahvaltı salonunda bekliyor.”
Homurdanmalarının arasından, “İyi bakalım,” demesiyle daha fazla dayanamayıp, “Ya baba,” dedim gülerek. “Kaç gündür oradan oraya ‘yok şu lazım, yok bu lazım’ diyerek sürükledin durdun adamı. Azcık insaf et be baba.”
“O da sen uyanır uyanmaz evlenme teklifi etmeseydi sana o zaman! Bak aklıma geldi yine sinirlendim.”
Evet, böyle bir şey yaşanmıştı. Gözümü açar açmaz Ateş’ten evlilik teklifi almıştım. Teklif ederken de bunu asıl teklif olmadığını, ben iyileşince daha iyi bir teklif yapacağını ama artık benden bir saniye bile ayrı kalmak istemediğini söylemişti. Tabii bunları söylerken de babam ve diğer herkes de duymuştu. Benim biricik sevdiceğim de o zamandan beri istisnasız babamdan nasibini almaya devam ediyordu.
Söylene söylene gideceğimiz yere vardığımızda yine babamın kolunun altındaydım. İçeri girdiğimizde ise herkes, kelimenin tam anlamıyla herkes buradaydı. Ateş’in ailesi, Murat’ın ailesi, mahalledeki Ateş’in arkadaşları herkes, tam kadro buradaydı.
Önce anneme sarıldım. Bu süreç benden sonra en çok onu yıkmıştı.
Annemin ardından kardeşlerime ve Gülendam teyzeye de sarılırdım. Buradaki hastanede kaldığım süre boyunca sık sık ziyaretime gelmişti. Orhan amcanın gözleri yaşlı, biraz da mahcup hissediyordu. ‘O kadar zaman aynı yerde çalışıp nasıl böyle bir şeyi fark etmediğimi anlayamıyorum’ demişti. Defalarca kez kendini suçlamaması gerektiğini söylediğim halde bu düşüncesinden vazgeçmiyordu.
Sarılma faslı nihayet bittiğinde herkes yerine geçti. Babam tabii ki de yine beni yanından ayırmadı ama Ateş’le karşı karşıya oturmamıza da mani olamadı.
“İyi gördüm seni,” diyen Kadir’e baktım. “Toparlıyorsun maşallah.”
“Öyle,” dedim. “Postu deldirdik ama yıkılmadık ayaktayız evelallah.”
Sırıtışı büyümüş gözleri kısılmıştı. “İyi iyi. Bundan sonra da iyi bak kendine. Bir daha yüreğimizi ağzımıza getirme tamam mı abicim?” deyip göz kırptı.
“Tamam, abicim.” Aynı şekilde ben de göz kırptım.
Ne yaşanan hiçbir şey yaşanmamış gibi davranıyorlardı, ne de meraklarına yenik düşüp neler olduğunu soruyorlardı. Çünkü ikisinin de bana iyi gelmeyeceğini biliyorlardı.
“İki gün sonra dava var,” diyen de Akın’dı.
İki gün sonraki dava Yelda’nın dı. Yeni sayılabilecek öğrendiğim bir durumdu bu dava işi. Meğer Yelda, Selçuk’la iş birliği yapmış. Beni takip edip nerede ne yaptığımı Selçuk’a yetiştiriyormuş. Kaybolduğum zamandan beri de cezaevindeymiş.
Erhan ise ben İstanbul’a dönmeden önce yakalanmış. Annem abisinin de böyle bir durumun içinde olduğunu öğrendiğinde üzülmekten çok öfkelenmişti. Zaten görüşmediğini ama bu olaydan sonra tamamen onu sildiğin söylemişti.
“Biliyorum ama şu güzel anda gereksiz insanları düşünmek istemiyorum. O yüzden patates kızartmamın tadını çıkarıyorum.”
Bol sohbetli ve kahkahalı geçen kahvaltının ardından herkes evlere gitmek için ayaklanmıştı. Babam herkesi tek tek evine bıraktırmış, sıra bana gelince ise gitmemi istemezcesine kolunun altından beni çıkarmamıştı.
“Baba,” dedim. “Anlaşmıştık ama. Hem psikiyatrist de ne dedi, hatırlamıyor musun? Normal hayatına geri dönebilmesi için eski düzenine devam etmesi gerek demedi mi?”
“O doktorun kızı var mıymış bakalım bir soralım da öyle desin bir de bunu.”
“Yahu,” dedim ve derin bir nefes aldım. “Gelirim ben sana. Hem yalnız olmayacağım ki. Handan teyze de var. Bir telefon uzağımdasın ayrıca.”
“Tamam,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Pes ediyorum. Ama bir şartım var. Aradığımda üçüncü kez çalmadan o telefon açılacak, anlaştık mı?”
“Anlaştık,” dedim.
“Tamam, o zaman. Ben seni eve bırakayım.”
Beraber kahvaltı salonundan çıktık. Eve gitmeden önce eczaneden ilaçlarımı ve lazım olacak diğer malzemeleri de aldıktan sonra babam beni eve bıraktı.
“Kendine dikkat et. Söylediklerimi unutma tamam mı?”
“Tamam, baba,” dedim ve yanağına öpücük kondurdum. O da benim saçlarıma bir öpücük kondurdu.
Eve girdiğimde ortam sessizdi. Anahtarları girişteki dolabın üzerine koyduktan sonra “Yasemin,” diye seslendim. Cevap gelmeyince üzerimdeki ceketi de çıkarıp askılığa astım. Nihayet girişteki işim bittiğinde ilk iş salona girdim. Ama ellerinde pasta tutan bir Yasemin görmeyi beklemiyordum. Ve arkasındaki mahalleli kadrosunu da.
“Sürpriz,” dedi son hecesini uzatarak. “Tam senin sevdiğin gibi, frambuazlı. Hadi, üfle.”
Dediğini yaptım. Üstünde kaç tane olduğunu sayamadığım pasta mumlarını üfledim. Daha sonra elindeki pastayı yanındaki Murat’a bırakarak hızlıca bana sarıldı. Sırtımdaki yaradan eli bir hayli uzaktı.
Merakıma yenik düşüp, “Kaç tane mum var kız bunun üzerinde,” diye sordum. Bir yandan ben de sarılıyordum.
“Yirmi beş,” dedi.
Geri çekildiğinde, “Doğum günüme daha var sanıyordum,” dedim.
Bir süre öylece bana baktıktan sonra, “Biliyorum şapşal, bu senin ikinci doğum günün. Yeniden hayatta olmanın şerefine.”
Gözlerim bir an için dolmuştu. Bunu saklamanın yolu da yine ona sarılmak oldu. “Teşekkür ederim,” dedim sessizce.
“Asla, böyle bir şey için asla teşekkür etme. Asıl ben teşekkür ederim, gitmediğin için.”
Benden ayrıldığında Murat’ın elinde olan pastayı aldı. “Gel, bana yardım et Murat,” diyerek kendisinin peşinden Murat’ı da sürükledi. Murat, bana kısaca sarılıp yanına geçti.
Kadir, Tolga, Hasan abi ve Nilüfer’ de buradaydı. Hatta küçük Ela’da.
“Yüreğimizi ağzımıza getirdin ama iyisin çok şükür,” derken bir yandan da sarılışına karşılık verdim Kadir’in.
“İyiyim iyi. Artık daha iyiyim.”
Tolga, “Geçmiş olsun bacımsu,” diyerek bana sarıldığında Kadir’den ensesine tokat yemesi de bir oldu.
“Bacımsu ne lan,” diyerek hesap sorarken bu sefer de o Hasan abiden tokat yedi. “Kızımın yanında doğru konuşun lan.”
Bu sefer tokat yiyen olmadı ama Nilüfer’in bakışları Hasan abi için yeterliydi. “Pardon hayatım.”
Nilüfer’le de yaşanılan ufak bir sarılma faslından sonra bacaklarıma yapışan küçük hanım Ela’dan başkası değildi.
“Naz, kucak,” diyerek o küçük ellerini açıp kapayarak bana öyle bir baktı ki onu kucağıma almama hiçbir şey engel olamazdı.
“Abla uf olmuş babacım. Seni kucağına alamaz şimdi,” diyen Hasan abiye, “Sorun yok,” diyerek dizlerimin üzerine hafif çökerek sol kolumla Ela’yı kucağıma aldım. Artık göz göze geldiğimiz Ela ile ellerini yanaklarıma koyup önce babasına baktı. Sonra bana dönüp, “Geçmiş olsun Naz,” diyerek kalbimi eritecek bir takım davranışlarda bulundu.
“Teşekkür ederim balım, işte şimdi tüm uflarım geçti.”
Yanağına en kocamanından bir öpücük bıraktıktan sonra ailesinin yanına koşarak gitti. Herkesin hâlâ ayakta dikildiğini de görünce, “Otursanıza Allah aşkına ayakta kaldınız,” dedim.
Herkes yerine geçerken en sona kalan sevgilime baktım. Birkaç adımda yanıma gelip, “Biz geliyoruz şimdi,” diyerek salondan benimle beraber çıktı. Arkamızdan gülen ekibe kulak asmadan beni odama getirdi. Kapıyı da kapattığında yarama dikkat ederek vakit kaybetmek istemezcesine sıkıca sarıldı.
“Çok özledim, çok.”
Ben de ondan farksız değildim. Teni tenime değdiği an sanki tüm hücrelerim onun hissetmek istercesine daha fazlası için kavruluyordu.
“Ben de,” dedim. “Ben de çok özledim. Çoktan da çok.”
Hafif geri çekildi ama kollarından birini belimden çekmedi. Diğer eli tüm yüzümde gezdi. Saçlarımı sevdi, gerdanıma düşen perçemlerimi kulağımın arkasına iliştirdi. Uyandığım ilk zamanlar bizim için zorluydu. Özellikle de onun için. O da aklımdan geçenleri anlamış olacak ki buruk bir şekilde gülümsedi.
Uyandıktan 5 Gün Sonra
Sola dönük bir şekilde camdan dışarı öylece yattığım yerden dışarısını izliyordum. Yaklaşık beş gün önce uyanmış, olayların şokunu hâlâ üzerimden atamamıştım. Nasıl atacağımı da bilmiyordum.
Dün gelen polislere sonunda ifademi verebilmiştim. Yaşanılan ve bana anlattığı her şeyi polislere anlatırken kimsenin odada bulunmasını istememiştim. Çünkü ne onlar anlatacaklarımı duymaya hazırdı, ne de ben onların vereceği tepkiye hazırdım.
Düşüncelere daldığımda ise uyuduğumu fark edememiştim. Rüyamda o vardı. O ormanlıktaki evde onunlaydım yine. Ensemdeki nefesini, belimdeki kolunu net bir şekilde hissediyordum.
“Sen sadece benimsin,” dedi. “Ve sadece benim olarak kalacaksın.”
Belimdeki kol, ensemdeki nefes çekildi. Şimdi karşımda elinde silah vardı. Bu sefer sırtımdan değil, tam kalbimden vurmuştu.
Çığlık çığlığa uyandığımda belimdeki kol, ensemdeki nefes hâlâ duruyordu. “Bırak!” diye bağırdım. “Bırak beni! Uzak dur, bırak! Dokunma bana, ne olur dokunma. Yapma!”
Zihnim yerinde değildi. Farklı farklı kişiler adımı sesleniyordu ama duymuyordum. Ellerim vurulduğum yere, göğsüme gitti. Acı yoktu. Kan da.
Bir kez daha adım seslenildiğinde bu sefer net bir şekilde duydum. Ateş’in sesiydi bu. Biraz çatallı ve kısıktı. Önce bacaklar girdi göz hizama. Daha sonra vücudu. En son ise göz göze geldik. Gözleri kırmızıydı. Kan kırmızı.
“İyisin,” dedi. “Kurtuldun. Artık orda değilsin. Kurtuldun. Bulduk seni.”
Zihnim yeni yeni yerine gelirken ellerim yüzüne doğru gitti. Akan yaşlarını tek tek sildim. Yenileri aktı, onları da sildim.
“Ağlama, neden ağlıyorsun? Ağlama.”
“Özür dilerim bir tanem. Çok özür dilerim düşünemedim. Özür dilerim.”
Elleri titreyerek siliyordu o da gözyaşlarımı. Neden özür diliyordu ki?
“Neden özür diliyorsun? Sen bir şey yapmadın ki. Ben, ben kabus gördüm. O, yanımdaydı. Arkamda çok yakınımdaydı. Sonra, sonra vurdu beni. Bu sefer göğsümden tam kalbimden.”
Ben anlattıkça ağlıyordu. Kâbusun etkisiyle söylediğim şeyler aklıma gelince neden ağladığını da anlamıştım.
“Sen dediklerim için mi ağlıyorsun? Ağlama, yapma ne olur? Senin o olmadığını biliyorum. Sadece her şey daha çok yeni.”
“Biliyorum,” dedi hemen. “Biliyorum tabii Nazlı’m. Hadi daha fazla yerde durma. Yaran acır, gel hadi.”
Beni yerden kaldırdı. Hemşire çağırarak yarama baktırdı. Sırtım duvara biraz sert çarpmıştı. Onun acısını da yeni yeni fark ediyordum. Yarama pansuman yapıldıktan sonra Ateş, beni odada olan tuvalete götürüp lavaboda yüzümü yıkadı.
“Özür dilerim,” dedi tekrardan. “Ben düşünemedim rahatsız olacağını. Özür dilerim.”
Önümü ona döndüğümde artık yüz yüzeydik. Ama bana bakmıyordu. Başı öne eğikti.
“Bak bana,” dedim ama yine bakmadı. “Ateş, bana bak. Lütfen.”
Korkarak bana baktığında, “Senden korkmadım ya da rahatsız olmadım. Seni o zannetmedim,” dedim. “Ben bir an için nerede olduğumu şaşırdım. Oradayım zannettim. O yüzden öyle bir tepki verdim. Lütfen benden uzak durma. Gözlerini benden kaçırma, tamam mı? Çünkü benim sana çok ihtiyacım var.”
“Tamam,” dedi sadece.
Beni yatağıma yatırıp üstümü de örttüğünde taburelerden birini çekip karşıma oturdu. Elimi tutup, “Hadi uyu. Ben buradayım,” dedi.
Dediğini yaptım. Gözlerimi kapattıktan kısa bir süre sonra uykuya daldım. Bu sefer kâbus görmedim.
Şimdiki Zaman
“Gerçekten iyisin değil mi?” diye sordu.
“Gerçekten iyiyim. Ama daha da iyi olacağım. Terapiler işe yarıyor. Artık daha iyi hissediyorum.”
“İyi ol. Sen hep iyi ol. Yanımda, sağlıklı, hayatta ol. Bu bana yeter.”
Küçük bir öpücük kondurdum dudağına.
“Seni seviyorum,” dedi. “Bunu bir daha hiç söyleyemeyeceğimi zannettim. Bu yüzden her gün benden bunu duyacaksın Nazlı Hanım. Sonra sıkılma da peşin peşin söyleyeyim.”
Kollarım boynundayken en sevdiğim yere şah damarına bir öpücük kondurdum. “Sana bir sır vereyim mi?” dedim.
“Hı hı,” dedi sadece. An itibari ile Ateş erimişti. Boynuna zaafı vardı ya da benim onu öpmeme.
“Kadınlar sevdikleri erkeklerden en çok ne kadar ne kadar sevildiklerini duymak isterler. Bu yüzden bana her gün beni sevdiğini söylemek zorundasın. Yani ben duymaktan sıkılmam ama sen söylemekten sıkılırsan yakarım çıranı. Peşin peşin söyleyeyim.”
Dediklerim hoşuna gitmiş olacak ki kıkırtısını duydum. Bana has bir gülüştü bu sadece benim duyabileceğim şekilde, yakınlıkta ve bana özeldi.
“Söylemezsem şerefsizim.”
Bu sefer ben güldüm. Tam bu sefer o beni öpecekti ki içeriden Yasemin’in sesi geldi. “Özlem gideremediniz mi daha? Ben sizi basmadan siz gelin buraya.”
Boynumdan derin derin öpücükler alırken bir yandan da Yasemin’e söylenmeden duramadı. “Ulan baldız, ulan baldız.”
Birkaç adım geri çekilip odanın kapısını açmadan önce, “Yalnız kardeşime laf yok aslan parçası,” dedim ve göz kırpıp odadan kaçmak suretiyle çıktım.
Salona girdiğimde herkes kendi halinde sohbet ediyordu. Yasemin pastaları servis etmiş, Murat’ta içecekleri dağıtıyordu.
Ben bir köşeye oturduğumda hemen yanıma da Ateş oturmuştu. Herkes benim için buradaydı. Biraz olsun moralimi yüksek tutmak için, iyi hissetmem için, farkındaydım. Ve her birine minnettardım.
Havadan sudan hatta bir ara Hasan abinin askerlik maceralarından bile konuştuktan sonra herkes evlerine gitmek için ayrılmıştı. En son Ateş giderken, “Annem ve Asena bugün gelmek istediler ama ben gitmeyin dedim. Yarın muhakkak gelirler ama haberin olsun Nazlı’m. Seni çok merak ediyorlar. Kahvaltıda görüşmeniz yetmemiş, öyle söyledi annem. Mahkeme günü de yine hep beraberiz. Seni yalnız bırakmayız.”
“Tamam, canım. Ben de zaten bir duş alıp erken yatacağım. İlaçlardan dolayı erken uykum geliyor.”
“Tamam, gülüm. Seni seviyorum,” dedi ve boynumdan öptü. Ben de yanağına öpücük kondurduktan sonra, “Ben de seni seviyorum,” dedim.
Ateş merdivenlerden inerken ben de kapıyı kapattım. Yasemin’ e, “Duş alıp yatacağım,” dedim.
Salondan yanıma gelen Yasemin ortalığı toplarken, “İyisin değil mi?” diye sordu. Yoğun bakımda beni o halde görmek onu fazlasıyla etkilemişti. “Gerçekten iyiyim. Ama daha iyi olabilmem için bana sürekli ‘iyi misin’ diye sormamalısınız ki bir an önce normal hayatıma dönebileyim.”
“Haklısın ama ne bileyim. İyi olduğunu duymaya ihtiyacım var. Seni kaybedemem.”
Sarıldım. Sarılışıma aynı şekilde karşılık verdi. “İyiyim. Şimdi duş alıp çok daha iyi olacağım.”
“İyi sıhhatler olsun Nazo’m.”
Odama girdim. Eşyalarımı çıkardım. Eczaneden aldığımız su geçirmez bandı dikişlerin üzerine yapıştırdım. Yarım saatlik bir duşun ardından giyindikten sonra sadece saç diplerimi kuruttum. Yatağa girdiğim an ise uykuya daldım.
Mahkeme Günü
Üzerimdeki ceketi giyerken odamda bulunan boy aynasının karşısına geçtim. Pantolon, ceket, yelek kombinim ile mahkemeye hazırdım. Saçlarımı ensemde at kuyruğu olacak şekilde toplamış, hafifte bir makyajla tamamlamıştım. Son olarak parfüm sıktığımda tamamen hazırdım.
Çantamı aldığım esnada odamın kapısı çaldı. “Gel,” dememle içeri Yasemin girmişti.
“Hazır mısın?” diye sordu. Bu esnada da beni süzmeyi ihmal etmiyordu. Ben de onu göz ucuyla süzdüğümde gayet şık olduğunu fark etmiştim. Sabahtan izin alabilmişti. Öğleden sonra okula gidecekti.
“Hazır ve de nazırım.”
“İyi misin peki?”
“Şu an için evet, ama o kızı gördükten sonra aynı şeyleri söyleyebileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden yanımdan ayrılmamalısın,” diyerek göz kırptım.
“Ben seni ne zaman yalnız bıraktım çiçeğim. Merak etme, hem diyelim ki kendini tutamadın ve kıza giriştin. Bunu yalnız yapacağını düşünmen beni üzer,” dedi ve odamdan çıktı. Daha sonra, “Hadi millet ağaç oldu. Seninkiler senden önce çoktan adliyeye gitmişlerdir. Biz de çıkalım bir an önce.”
Annemle babam buraya gelmek istemiş, buradan da hep beraber adliyeye geçeriz demişlerdi. Ama ben bu kadar büyük bir kalabalık oluşturmak istemediğimden ayrı ayrı gitme konusunda ısrarcı olmuştum. Hali hazırda gelmeyin diyemezdim ama en azından cümbür cemaat gitme konusunda engel olabilmiştim.
Evden çıktığımızda her ne kadar kalabalık olmak istemesek de yine de hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Ateş ve ailesi tam kadro buradaydı. Kadir, Murat, Tolga ve Hasan abi de. Ve olmazsa olmazım biricik avukatlarım Akın ve Çağatay’da.
“Ben ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedim hepsine bakarken. “Hep yanımdaydınız. En berbat hallerimi de gördünüz. Teşekkür ederim.”
“Aileler bugünler için vardır bizim kız. Şimdi yanında olmayacağız da ne zaman olacağız.”
“Artık gitmemiz gerek. Dava saati yaklaşıyor.”
Akın’nın uyarısıyla arabalara doluştuk. Benim arabada Yasemin, Tolga ve Hasan abi vardı. Akın’ın arabasında Kadir, Çağatay’ın arabasına da Murat binmişti. Peş peşe çıktığımız mahalleden yine peş peşe yirmi dakikalık bir yolculuk sonrasında adliyeye varmıştık.
Vakit kaybetmeden adliyeye girdiğimizde annemler ve babamlar da buradaydı. Orhan amca beni gördüğünde hızla ayaklanarak bana sarılmayı ihmal etmedi. Babamdan buraya gelirken Orhan amcayı alması için ricacı olmuştum.
“İyi misin Nazlı kızım?” diye sordu merakla.
“Gayet iyiyim, şu dava da bittiğinde daha iyi olacağım.”
Annemlerle ve babamlarla da görüştükten sonra çok geçmeden davanın görüleceği salonun kapısı açıldı. İçeriden çıkan mübaşirin, “Davalı Yelda Yılmaz, davacı Nazlı Çiçek Arslanoğlu! Duruşma salonuna.”
İçeri girdiğimizde karşımızda kalan yere Akın ve Çağatay’la oturmuştuk. Karşımda ise eski halinden eser kalmamış bir şekilde elleri kelepçeli Yelda duruyordu. Bakışlarındaki sertlik ve öfke ise hâlâ aynıydı.
Hâkim ve savcıların gelmesiyle herkes ayaklanmış, onlar oturduğunda ise herkes yerine oturmuştu. Dava başladığında karşılıklı atışmalar yaşanıyordu. Yelda’nın gözleri ise bir benim bir de Ateş’in üzerinde gidiyordu. Yelda’nın avukatı iyiydi ama benim avukatlarımdan asla daha iyi olamazdı.
Hâkim ve savcılar her iki tarafı da dinledi. Yelda’nın kaybolmamdan hemen öncesi, kaybolduğum zaman ve sonrasının ‘hts’ kayıtları ortaya çıktı. Aylar önce yolumu kesip bana hesap sorduğu ses kaydı ve benim kaçırıldığım esnada Yelda’nın tutuklanma esnasında söyledikleri, o an o konuşmaya şahit olan arkadaşlarım ve avukatlarımın şahitliğinde kanıtlar delilleriyle beraber hâkim ve savcılara sunuldu.
En nihayetinde hâkimin, “Karar,” demesiyle hepimiz yeniden ayaklanmıştık.
“Türk ceza kanununun 39. Madde gereğince sanığın 6 yıl 8 ay hüküm giymesine karar verilmiştir.”
Yelda ve ailesi kahrolurken hiçbirimizin gözü onları görmedi. Akın ve Çağatay’a sarıldıktan sonra ailemle de topluca bir sarılma merasimi yaşandı. Bu esnada ise Yelda geldiği gibi elleri kelepçeli bir şekilde ait olduğu yere geri dönmek üzere gitti.
“Bitti,” dedim. “Sonunda bitti.”
“Henüz değil,” diyen Çağatay’dı. “Bir ay sonra Erhan’ın da davası var. O da ait olduğu çöplüğe tamamen girdiğinde asıl o zaman bitecek.”
Geldiğimiz gibi hep beraber adliyeden çıkmıştık. Babamdan Kadir’leri eve bırakmasını istemiştim. Geldiğimiz gibi yine dönerken ne zamandır aklımda olan şeyi yapmak üzere yola koyulmuştum.
Neredeyse bir saat süren yolculuğun ardından arabayı kenara çekip park ettim. Arabadan inip karşıma baktığımda karşılaştığım koca bir sessizlikti. Evden çıkmadan önce çantama attığım şalı başıma gelişi güzel bağladım. Sakin adımlarla yürüdüğüm mezarlıkta birkaç dakika sonra tam da varmak istediğim yerin karşısındaydım.
‘Anıl Demiroğlu’
Bu dünyaya Anıl olarak gelmiş, kısa bir an için Selçuk olarak yaşamış ve yine Anıl olarak ölmüştü.
“Rüyalarımı artık rahat bırakmalısın,” dedim sesli bir şekilde. “Gerçekte yakanda değilim bari öte tarafta rüyalarında huzur vermeyim mi diyorsun?”
Başımı kaldırıp sesli bir şekilde nefes aldım. Gökyüzü gri, parçalı bulutluydu. Yaramın sızladığını hissettim. Beni vurduğunda da hava böyleydi. Gri, parçalı bulutlu. Bilincim kapanmadan önce yüzümde hissettiğim ıslaklıkta yağmurdu.
“Bana yaşattığın hiçbir şeyi unutmayacağım. Orada geçirdiğim günlerin her birini sırtımdaki iz olarak taşıyacağım. Her yağmur yağdığında sızlayacak yaram. Her Eylül ayında kanayacak. Seni unutacağım, ama bende açtığın yaralar bir ömür benimle kalacak.”
Tekrar derin bir nefes aldığımda çamla karışık meşe kokusu aldım.
“Rüyalarıma girip bana tekrar tekrar aynı kabusu yaşatmaktan vazgeç. Sen hayattayken bile benim hayatımda bir yerin yoktu. Şimdi hiç olamaz, buna izin vermem. Evet, bende izi geçmeyecek bir yara açtın. Evet, günler boyunca ağzıma ettin ama bundan sonrasına ne tahammülüm var ne de müsaadem. Senin ailenden göremediğin sevginin müsebbibi ben değilim. Eğer birilerine kabus olacaksan o kişiler ailen. Ben değilim.”
Dışarıdan bir avuç toprak ve bir mezar taşıyla konuşan deli olarak gözüküyor olabilirdim ama önemsemedim.
“Buraya ilk ve son kez gelişim. Bundan sonra nasıl hayatıma dâhil olamadıysan bundan sonra da olamayacaksın. Benim senin kabuslarına feda edecek bir hayatım yok,” dedim ve geldiğim gibi mezarlıktan çıkarak oradan ayrıldım.
******
Dava gününün üzerinden üç gün geçti. Ve ne hikmetse mezarlığa uğradıktan sonra kabus görmemiştim. Bu da demek oluyor ki benim için harika geçen üç gündü. Bu sabah dikişlerimi aldırmış ve resmen iyileşmiştim.
Dün gece yarısı Ateş’in ‘Üç günlük çanta hazırla, nedenini sorma. Sürpriz,’ demesiyle şimdi sırtımda çantam kapının önünde Ateş’i bekliyordum. Bu nedensizce kendimi bohçasını hazırlamış kocaya kaçan kızlar gibi hissettiriyordu.
Bu düşünceme kendi kendime gülerken sokağa dönen kocaman siyak bir karavan görmemle şaşkınlığımı sesli dile getirmekten çekinmedim.
“Vay anasını arkadaş.”
Fakat bu şaşkınlığım karavanın tam önümde durup, içinden Ateş’in çıkmasıyla katlanarak arttı.
“Ateş!” dedim sesimin yüksekliğini ayarlayamadığım bir şekilde.
“Nazlı’m,” dedi, benim aksime gayet sakin bir şekilde.
“Ateş, ben bir şeyler anlıyorum ama umarım doğru anlıyorumdur.”
“Bir bakalım doğru mu anlıyorsun?” diyerek bir karavana, bir bana bir de elindeki anahtara baktı. “Doğru anlıyorsun gülüm. Bu bebek tam üç gün boyunca bizim ve benim seni götürmek istediğim şahane bir yer var.”
Lafını tamamlamasıyla üstüne atlamam bir oldu. Yanak yanağa geldiğimizde karavana aşkla bakıyordum.
“Ya,” dedim uzatarak. “Bayıldım, müthiş, harika bir şey bu. Nereye götüreceksin beni? Nereye? Nereye?”
Tabiri caizse şu an tam bir çocuktum. Bir yandan Ateş’in boynuna sarılırken bir yandan da karavanın kaputunu seviyordum.
Hiç ses çıkarmayan Ateş’e baktığımda biraz şey gibi bakıyordu. Şey, ‘Tripli,’ dedi iç sesim. ‘Acaba bizim selvi boylumuz karavanı kıskanmış olabilir mi?’ Bilmem, olabilir mi? dedim kendi iç sesime. ‘Sormadan nereden bileceksin?’ Bu dediğini de haklı bularak, “Ne oldu? Niye bakıyorsun öyle?” diye sordum.
“Karavanı kıskanmanın ne derece akıl sağlık sorunu olduğunu düşünüyorum,” diyerek beni kahkaha krizine soktu.
“Gülme, gülme bak yakarım bu karavanı. Beni gördüğünde bir kere bile böyle karşılamadın ya.”
Bu haline dudak büküp, “Aşkım,” dedim ve yanağına öpücük kondurdum. “Bebeğim,” dedim ve diğer yanağını da öpücüklerimden mahrum bırakmadım. “Sevgilim,” dedim ve rotamın son durağı dudakları oldu.
O an ne ‘elalem ne der’ diye düşündüm, ne de ‘biri görür mü’ diye kendimi geri çektim. Ölüm girmişti bizim aramıza. Neredeyse ben diye toprağı sevecekti, ben onun olmadığı hiç bilmediğim bir yere gidecektim. Dönüşü olmayan bir yere hem de. Bu yüzden bundan sonra kim ne der, ya da biri görür mü diye düşünerek kaçak göçek göstermeyecektim sevgimi.
“Benim tek aşkım, biricik sevgilim. Kendini bir karavanla bir göremezsin.”
“Ha şöyle,” derken yolcu koltuğuna doğru yürümeye başlamıştı. “En çok beni sev.”
Kapıyı açmasıyla beni oturtması bir olmuştu. Arabanın önünden dolaşarak sürücü koltuğuna oturduğunda dudaklarımdan güçlü bir öpücük çaldı.
“O zaman maceramız başlasın.”
Bölüm sonu. Umarım hoşunuza gitmiştir. Bölümü hakkındaki yorumlarınızı belirtmeyi, oy vermeyi unutmayın. Yazım yanlışları var ise af ola kendinize iyi bakın. Hoşça kalınnnnnn :))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |