
Uzun sayılmayacak bir zaman içerisinde Çağdaş’ın okuluna gelmiştim. Arabadan inip okula doğru yürüdüm. Bir yandan da Çağdaş’ı arıyordum.
Telefon ikinciye çalarken, “Alo,” dedi. “Ne haber ablacım? Ne yapıyorsun?”
“Hiç sorma abla ya kafam davul gibi oldu. En kazık dersleri aynı güne koymak kimin fikriyse alnından öpmek istiyorum o zatın.”
“Şikâyet etme, sen yaparsın,” diyerek gaz verdim. “Bana olan bu inancın ve güvenin gururumu okşuyor abla.”
“Neredesin?” diye sordum, kantine doğru yürürken. Ve beklediğim cevap geldi, “Kantindeyim. En az şansım kadar kara bir kahve içip ayılmaya çalışıyorum. Sen neredesin, ne yapıyorsun?”
Nihayet varabildiğim kantine girdim. Girmemle birkaç bakışında hedefi oldum. İsimsiz ve fotoğrafsız bir şekilde zaten varlığımdan haberdardı çoğu insan. Çünkü babam beni saklamaya çalışmamıştı. Fakat kaçırılmam ve hemen bulunabilmem için basına verilen fotoğraflarımla artık çok daha fazla insan tarafından biliniyordum.
“Ben mi? Kafeye gidiyorum. Ne zamandır boşladım malum? Giderken de aklıma sen düştün, seni arayayım dedim.”
Artık göz hizamdaydı. Sırtının bana dönük olması benim için bir avantajdı elbette. “Ya öyle mi?” dedi. “İyi yapmışsın o zaman aramakla. Hemen çalışmaya mı başlayacaksın?”
“Öyle düşünüyorum,” dedim saklanmaya devam ederken. “Çok boşladım, ihmal ettim. Artık işimin başına geçmeliyim değil mi?”
“Öyle tabi,” dedi.
“Ben dükkânın önüne geldim kardeşim. O zaman sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz,” dedi ve telefonu kapattı.
Birkaç saniye sonra arkasında bitip ellerimle gözlerini kapattım. Başta afalladı. Hatta ne olduğunu şaşırdı. Daha sonra, “Ne oluyor lan?” diyerek verilebilecek en makul tepkiyi verdi. Sesimden anlamasın diye hiçbir şey diyemezken elleri gözlerindeki ellerimi tuttu. Ellerimi gözlerinden çekip birkaç santim uzaklaştırarak baktı.
“Abla,” dedi ve arkasını döndüğünde, “Ta da. Sürpriz,” dedim.
Öylece kaldığında onu kendime çektim ve sıkıca sarıldım. Nihayet kendine gelen Çağdaş’ta bana sarıldığında kucaklaşmamız sağa sola sallanmalı bir sarılmaya döndü.
Benden ayrıldığında, “Hani sen dükkâna gidecektin?” diye sordu. “Ne işin var burada?”
“Sürpriz dedim ya oğlum,” dedim ve ensesine en hafifinden bir sille çaktım. “Sürpriz yaptık işte sana.”
“İyi yaptın iyi,” dedi ve bu kez o sarıldı. “Özlemişim.”
“Ben de özledim sizi, bu yüzden bu günü gecesiyle beraber sizinle geçireceğim.”
“Gerçekten mi?” diye sordu.
“Gerçekten,” dedim aynı zamanda başımla onaylayarak. “Annemin yanından geliyorum. İlk senin dersin bitiyormuş. Şimdi beraber Onur’u alacağız, sonra sizi güzel bir yere yemeğe götüreceğim. Sonrasına da artık siz karar verirsiniz.”
“Ablam benim be,” dedi ve beni kolunun altına aldı. “Hadi çıkalım. Onun da dersinin bitmesine az bir zaman kaldı.”
Taburedeki çantasını omzuna astıktan sonra tekrar beni kolunun altına almasıyla, “Ne biçim kardeşsiniz siz? İnsan hiç ablasını kolunun altına alır mı? Haksızlık bu hepinizin bu kadar uzun boylu olmasını kınıyorum.”
İsyanımı dile getirirken ben de bir kolumu çoktan onun beline dolamış, bu şekilde kantinden çıkmıştık.
“Kolumuzun altına girebilesin diye kısasın zaten ablacım. Ablaların kaderi bu, kaçamazsın.”
Ben dedikleriyle öylece kalakalırken, o çoktan arabanın yanına gitmişti bile. Anahtarla kilidi açar açmaz öne oturdu. Ben de sürücü koltuğuna oturduğumda, “Neyse ki seviyorum ablalık müessesini,” deyip, gülüşerek okuldan çıkmıştık.
“İstikamet,” dedi. “İstikamet küçük kardeşimiz,” dedim.
Ana yola girdiğimizde, “Ee anlat bakalım Çağdaş efendi, ne var ne yok?” diye sordum.
“Valla abla yaptığım tek şey okul bitsin diye gün saymak. Onun dışında okula git, derse gir, eve gel ve yat. Bu dörtlüde dönüp duruyorum.”
“Şimdi sana bu günlerin kıymetini bil, mezun olunca asıl hayat o zaman başlayacak diye dünyanın en sıkıcı hayat dersini verebilirim ama vermeyeceğim. Çünkü ben sıkıcı ablalardan değilim. O yüzden, bugün okul konuşmak yok. Sen, ben ve Onur üçlüsü olarak bugün eğleneceğiz.”
“Sıkıcı ablalardan olmadığın için teşekkür ederim ablacığım.”
“Aç bakalım oradan bir şeyler. Müziksiz araba yolculuğu mu olur?”
“Hemen,” derken tam teypi açacaktı ki öylece kalakaldı. İki eliyle oyarcasına gözlerini ovuşturmaya başladı.
“Ne oluyor Çağdaş? Gözüne bir şey mi kaçtı?” diyerek tam önündeki aynayı açmak için uzanmıştım ki elimi tuttu.
“Bu ne ya?” diyerek elimi resmen gözüne soktu.
“Ne, ne be?”
“Bu, bu ne abla?” diyerek parmağımdaki yüzüğü kastettiğini anladığımda güldüm.
“Gülme. Abla gülme Allah aşkına bu ne ya?”
“Tepkini biraz sonraya sakla ablacım. Onur’u da aldığımızda anlatacağım neyin ne olduğunu.”
Elimi elinden kurtardıktan sonra yanağını hafifçe tokatlayarak sevdim. Bir süre geçtikten sonra hâlâ Çağdaş’tan ses gelmeyince ışıklarda olmamızı fırsat bilip ona baktım. O ise sadece parmağımdaki yüzüğe ters olduğunu düşündüğü bakışlarla bakıyordu.
Onur’un okuluna da geldiğimizde bizi bahçede yakalayan Onur koşarak yanımıza geldi. Onunla da yaşadığımız sarılma faslından sonra, “Abla, abi. Sizin ne işiniz var burada?” diye sordu.
“Abla ve kardeşler günü yapıyoruz. Dersin bitti değil mi?”
“Bitti, bitti de valla mı?” diye sordu bu sefer de.
“Bu işin yalanı mı olur oğlum? Hadi atlayın arabaya.”
Çağdaş tekrar öne otururken Onur’un, “Senin suratın niye böyle bozuk abi?” diye sorduğunu duydum. Suratının neden bozuk olduğunu bildiğimden güldüğümde, “Anlarsın birazdan,” diyerek başka bir şey söylemedi.
Hepimiz yerimizi aldığımızda, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Onur.
“Açlık durumları nedir?” diyerek durum yoklaması yaptım.
“Kurtla eş değer,” dedi Onur.
“Benim iştahım kaçtı?” dedi Çağdaş.
“O zaman istikamet restaurant,” diyerek son noktayı koydum.
“O zaman birazda müzik,” diyerek öne doğru uzanan Onur, teypi açamadan öylece uzattığı koluyla kalakaldı. Az önceki sahneden idmanlı olan ben ise sadece gelmekte olanı beklemekteydim.
“Abi lütfen bana gerçek olmayan şeyler görmeye başladığımı söyler misin rica etsem? Mesela ben şu an ablamın parmağında yüzük görmediğimi, bunların hepsinin gerçek olmadığını duymaya ihtiyacım var şu anda.”
“Gördüklerin gerçek,” dedi sadece Çağdaş.
“Neden ya?” diye yükseldi Onur.
Cevabım ise oldukça net ve açıktı. “Seviyorum.”
Bunun üzerine ikisinden de ses çıkmazken restaurantın önüne gelmiştik. Hep beraber arabadan indiğimizde görevli sayesinde uygun bir masaya oturmuştuk. Birkaç dakikanın ardından Gonca’nın, “Nazlı,” diye seslenmesiyle selamlaştık.
Gonca ve ben aynı dönemden ve aynı bölümden öğrencilerdik. Bazı ödevler ve çalışmalar nedeniyle beraber iş yaptığımız zamanlar da olmuştu. Sıkı olmasa da arkadaştık. Son olaylardan sonra bana ulaşmış ve tekrar ara sıra konuşmaya başlamıştık. Yeni bir yer açacağını söylediğinde ise mutlaka uğrayacağımın sözünü vermiş, şimdi ise bu sözümü tutuyordum.
“Hayırlı olsun,” dedim yüz yüze geldiğimizde.
“Teşekkür ederim. Ne alırsınız?” diye sordu.
Ben yerime geçerken Çağdaş ve Onur siparişlerini vermişlerdi. Ben de birkaç saat önce babamla yediğim yemekten dolayı hafif bir şeyler yemek istediğimden ızgara tavuklu Sezar salata söyledim.
“Tanıdığın biri mi?” diye sordu Çağdaş.
“Evet, okul arkadaşlarımdan biri.”
“Yüzük parmağında olduğuna göre kabul etmişsin abla.”
Çağdaş’ın bunu söylemesiyle, “Sizi rahatsız eden şey ne peki?” diye sordum.
“Paylaşmak istememe sendromu diyebiliriz,” dedi. “Ama elden bir şey gelmez tabi. Sen mutlu olacaksan bize de senin yanında olmak düşer.”
Yemeklerin gelmesiyle beraber ara sıra sohbet ediyor, ara sıra da yemek yiyorduk. “Bir şey sormak istiyorum ama hem alacağım cevaptan hem de vereceğin tepkiden korkuyorum abla.”
Onur’un bu sorusuyla biraz gerilsem de, “Sor bakalım,” dedim ama demez olaydım.
“Biz dayı olmuyoruz değil mi abla?”
Ben duyduğum bu soruyla birlikte yutamadığım su yüzünden boğulurken, Çağdaş ortada duran salatayı Onur’un ağzına boca etti. “Olmadı bu çocuk. Annem yapamamış seni. Bu nasıl soru oğlum? Böyle şey sorulur mu?”
Öksürüklerimin arasında, “Saçmalama,” diyebildim sadece. Biraz daha kendime gelebildiğimde, “Sana soru sormayı yasaklıyorum,” dedim.
Yemeğin sonuna doğru gelirken, “Annemin haberi var mı bu son durumdan,” diyerek yüzüğümü işaret etti.
“Sıralı tam liste. Önce Yasemin’e söyledim, ona söyledikten sonra babamın yanına gittim. Daha sonra annemin yanına gidip ona da anlattım. Ve en son size söyledim.”
“Kardeşlerin olarak önce bize mi söyledin yani?” diye sordu Onur. Bunu şaşırmaktan daha çok mutlu olmuş bir şekilde sormuştu. Neden mutlu olduğunu az çok anlayabiliyordum. Bundan sonra ise hiçbir kardeşimin böyle hissetmemesi için ne gerekiyorsa yapacaktım.
Oturduğum yerden uzanıp saçlarını karıştırdım. “Evet, önce size söyledim. Ben Karadeniz’deyken yaptığımız konuşmayı unutmadım, hâlâ aklımda. Ben hiçbirinizi bir diğerine nazaran daha fazla ya da daha az sevemem Onur. Ben hepinizi çok seviyorum, çünkü hepinizin ablasıyım.”
Ortamın havası aniden duygusal bir şekilde ağırlaşırken bu ortamı bozan ben oldum. “Evet, söyleyin bakalım, yapmak istediğiniz bir şey var mı? Yarına kadar tamam sizinleyim.”
“Nasıl?” diye sordu Çağdaş. “Akşam yatıya mı kalacaksın gerçekten?”
“Kalacağım tabi,” dedim. “Ee, düşünün bakalım bir şeyler.”
Bundan sonrası ise çok hızlı geçmişti. Yemek yedikten sonra film izlemek için AVM’ye gitmeye karar vermiştik. İyi bir aksiyon filminin ardından bowling oynamış, Onur’u yenmiş ama Çağdaş’a yenilmiştim. Hem de tek bir labut yüzünden. Kaybetmeyi hazmedemeyen tarafım bir tur daha oynamakta ısrarcı olsa da buna Onur engel olarak beni bowling oynanan yerden çıkarmıştı.
Şimdi ise kendimi go kartta bulmuştum.
“Beni buna nasıl ikna edebildiğinizi hâlâ anlayamıyorum!” dedim bağırarak. Biraz gürültülü bir ortamdı. Tabi kafamızdaki kask nedeniyle de bağırıyordum.
“Hadi ama abla! Çok eğleneceğiz!”
“Umarım!”
“Evet, hazır mısınız?” diye sordu görevli adam.
“Evet,” dedi, Onur.
“Hazırız,” dedi, Çağdaş.
“Hayır!” dedim, korkuyla.
Daha sonra görevli adamdan yanıma gelmesini rica ettim. Diz çöküp aynı hizaya geldiğimizde, “Bir şey olmaz değil mi? Bu arabaların devrilme riski var mı? Bir yere çarpma durumunda içinde sıkışma gibi bir durum söz konusu mu?” diye sordum.
Adam bıkkınlıkla bir nefes verdiğinde yakasına yapıştım. Ne olduğunu anlayamadığından afalladı. “Bana bak. Bu çocuklar benim kardeşim. Bana emanetler. Bana adam akıllı bir cevap ver.”
Go kartlar hakkında pek iç açıcı haberler okumadığımdandı bu korkum. Benim yanımdayken ve benim yüzümden onlara bir şey olursa eğer asıl o zaman yaşayamazdım.
“Merak etmeyin hanım efendi, kurallara uyulduğu sürece dünyanın en zararsız şeyi bu. Yakamı da bırakın Allah aşkına.”
Hâlâ tuttuğum yakasını anca fark ediyordum. Yakasını bıraktığımda hızla doğruldu ve eski yerine geçti.
“Bana bakın lan ergenler!” diyerek Çağdaş ve Onur’a seslendim. “Öyle değişik değişik hareketler yapmayacaksınız. Efendi efendi süreceksiniz, anlaştık mı? Dikkat edeceksiniz.”
“Anladık abla, anladık! Oturmaktan bir taraflarım düzleşti artık! Başlayabilir miyiz lütfen?”
“Tamam, hadi başlayalım!”
Görevli adamın üçten geriye saymasıyla başlamıştık. İlk başlarda ikisine bir şey olacak korkusundan gaza çok yüklenemesem de daha sonrasında aslında o kadar da korkulacak bir şey olmadığını anlamış, kendimi ana bırakmıştım.
Saatler hızlı geçmiş ve nihayetinde gökyüzü kendini o hoş kızıllığa teslim etmişti. Sahilde kol kola yürürken sohbet etmiş, bugünün ne kadar güzel geçtiği hakkında konuşmuştuk.
Yol üstünde oyuncakçıdan geçerken akşam oynamak için bir iki tane oyun almıştık. İyice kararan ve soğuyan havayla eve gitme kararı almıştık. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından akşam trafiğine kalmadığımız için şükür ederek eve girmiştik.
“Biz geldik,” dedi Onur.
“Hoş geldiniz yavrularım,” dedi annem. Bizi koridorda karşılamıştı. “Hadi bakalım, elinizi yüzünüzü yıkayın, üstünüzü başınızı değiştirin sofra hazır.”
Çağdaş ve Onur’la sanki anlaşmış gibi aynı anda, “Tamam, anne,” deyince hoş bir an olmuştu. Üçümüz beraber yukarı çıkınca Çağdaş bana odamı gösterdi. İçeri girip kısa bir süre inceledim.
Odanın solunda boydan boya gömme bir dolap vardı. Sağda kalan kapı ise muhtemelen banyo ve tuvalete aitti. Girdiğin gibi tam karşıda büyük ve yüksek bir yatak vardı sağ tarafın ise büyük bir çoğunluğu camdı. Camın önünde ise geniş ikili koltuk vardı. Kısacası gayet güzel bir odaydı.
Telefonum çaldığında arayana baktım. Ateş olduğunu görünce bekletmeden açarak, “Aşkım,” dedim.
“Özledim,” dedi. “Ne yapıyorsun? Nasıl geçti günün?” diye sordu.
“Güzel geçti,” dedim. “Az önce geldik eve. Odamdayım, birazdan aşağıya ineceğim. Akşam yemeği yiyeceğiz. Senin nasıl geçti?” diye sordum.
“Seni özlemekle geçti. Sonra biraz çalıştım işte. Belki aklım dolu olursa seni özlediğimi hatırlamam diye düşündüm ama işe yaramadı.”
“Ben de seni özledim sevgilim,” dedim.
“Buna kayınbiraderlerimin fırsat verdiğini sanmıyorum Nazlı’m. Bugün ne yaptıysanız her şeyi sosyal medyaya yüklemişler. Çok eğleniyor görünüyorsunuz, kıskandım.”
Dediğine ister istemez gülerken çantamın içinden giyeceğim kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Telefonu hoparlöre alıp üstümü çıkardım.
“Burada kıskandığın kişi ben miyim yoksa kayınbiraderlerin mi?”
“Şaşırtmacalı bir soru değil, değil mi?” diyerek o da bana ayak uydurduğunda gülmem sesli bir hâl aldı.
“İyi geldi mi kardeş buluşması?” diye sordu.
Giyinme işi bitmiş, üstümden çıkardıklarımı düzgün bir şekilde ikili olan koltuğa koymuştum.
“Evet, kardeşlerimle vakit geçirmek iyi geldi. Bunu daha sık yapmalıyım.”
“Abla! Annem çağırıyor!” diye seslenen Onur’la, “Hayatım benim şimdi kapatmam lazım annem çağırıyormuş,” dedim.
“Ama bu bana yetmedi,” dedi.
“İdare et sevgilim. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum. İyi geceler.”
“İyi geceler,” dedim ve kapattım.
Elimi yüzümü hızlıca yıkayıp aşağıya indim. Benim gelmemle beraber hep birlikte mutfağa geçmiş ve akşam yemeği yemiştik.
“Abla,” dedi Onur. “Kakaolu yaş pasta yapar mısın?” diye sordu.
“Tek bir şartla, siz de yanımda olursanız yaparım. Ama tabi önce mutfağın sahibinden izin almak lazım,” deyip anneme baktım.
“Mutfak sizin,” diyen annemle izni de almış olduk.
Yenilen yemeği ardından şimdi ada tezgâhta önce pastanın kekini yapıyorduk ama dikkatimi dağıtan bir şey vardı. Hemen dibimde olan kamera.
“Onur, youtuber mı olmaya karar verdin ablacım? Bu ne?”
“Anı kalsın işte ya ne var? Ayrıca paylaşabilirim de yani.”
“Öyle olsun bakalım,” dedim ve malzemeleri kontrol ettikten sonra bir doktor edasıyla elimi yana uzatıp, “Yumurta,” diyerek başladık. Kekin harcı hazır olduğunda önceden ısıtılmış fırına keki koyduk. O sırada ise muhallebisini yapmaya başladık.
Geçen bir saatin ardından kek hazırdı. Dinlenmesi için dolaba koyduğumuzda gecenin geri kalanında oyun oynadık. Bana çaktırmamaya çalışarak kızlar hakkında taktik almaya çalıştılar. Ben de onları bozmadan kendimce taktik vermeye çalıştım. Zorla da olsa cilt bakımı yaptım. Daha sonra bu anlar hoşlarına gitmiş olacak ki polaroid kamerayla birçok fotoğrafımızı da çektiler.
Gün sonunda uyumadan önce yapılan son sohbetimizde, “İyi ki geldin abla,” dedi Çağdaş. “Seninle böyle olmayı hep hayal etmiştim ama hayal ettiğimden bile güzel bir şeymiş.”
“İyi geceler kardeşim,” dedim.
“İyi geceler,” dedi ve odadan çıktı.
“Bizi bırakmadığın için teşekkür ederim abla,” diye sarılan Onur’a ben de sarılarak, “Bırakmam,” dedim.
“Şey, bir de bu fotoğrafları paylaşabilir miyim?” diye sordu.
Bu hâline gülerek “Paylaşabilirsin,” dedim. Onur’da odadan çıktıktan sonra kendimi uykunun derin kollarına, kâbus görmeme umuduyla bıraktım.
********
Birkaç Gün Sonra
Adliye koridorunda bir ileri bir geri giderken, bu halime dayanamayan Ateş kolumdan yakaladığı gibi beni göğsüne yaslamıştı. Herkes buradaydı. Kelimenin tam anlamıyla herkes.
“Gerginsin,” dedi, dışarıdan bile bariz görünen durumumu söyleyerek.
“Fazlasıyla,” diye karşılık verdim ben de.
“Gerginliğinin sebebi ne?” diyerek sordu.
“Birazdan elleri kelepçeli bir şekilde buraya getirilecek olan adam, beni kaçırıp alı koyan kişinin yardakçılığını yapan kişi. Beni ölü gösterip babasının bana bıraktığı mirasa konmak isteyen adam benim dayım. Annemin kardeşi, nasıl gergin olmayayım?”
“Bu durumun annenle olan ilişkini etkileyeceğini mi düşünüyorsun?” diye sordu.
Derin bir nefes aldım. Bu sorunun cevabı ben de de yoktu çünkü.”Bilmiyorum,” diye cevap verdim bu yüzden sorusuna. “Abisi kızını kaçırdı kadının. Ben ne hissettiğimi bilemiyorum ki annemin ne hissettiğini bileyim.”
“Üzgün, dedi. “Kızgın, kırgın. Bunların yaşanmasına engel olamadığı için belki de kendine de öfkeli ama sana karşı olumsuz bir şey hissedeceğini sanmıyorum. Çünkü en başından hatta bu olaylar yaşanmadan önce bile senin yanında değil miydi? Bundan sonra neden olmasın? Bir etrafına bak. Bugün burada olan herkes senin haklı olduğunu bilip, seni sevdiği için yanında.”
“Teşekkür ederim,” dedim, Ateş’in beline sıkıca sarılırken.
O da vakit kaybetmeden kollarını sırtıma doladı. “Ne için?” diye sordu.
“Genel olarak, her şey için. En başta da var olduğun için.”
“Şımarırım,” dedi. Sesi bile gülüyordu.
Başımı yasladığım göğsünden kaldırıp alttan alttan ona baktım. “Şımar, sana serbest.”
Alnıma bir öpücük kondurduktan sonra dudaklarını çekmeden konuşmaya başladı. “Baban çok kötü bakıyor. Buradan sağ çıkabilir miyim sence?”
Korku ve biraz da alay barındıran bu sorusuna gülerek yanıt verdim. “Bugün biraz idare ediversin. Sana çokça ihtiyacım var.”
Koridorda hareketlilik olunca herkesin dikkati sesin geldiği yere kaydı. Önde iki üniformalı görevli, arkada Erhan ve yine onu kollarından tutan iki görevli daha vardı. En son olarak ise onları takip eden üç avukat hızlı adımlarla buraya geliyordu.
Benden uzak ama onu görebileceğim yere oturttular. Benim gözlerim ise buraya geldiği andan itibaren onun üzerindeydi. Onu ilk gördüğüm halinden eser yoktu. Saçları uzamış, sakalları ise kötü bir permatikle kesilmiş olduğu belliydi. Yüzünün bazı kısımlarında küçük yara bantları vardı.
Başı önde ve ifadesiz bir şekilde elleri kelepçeli bir şekilde bekliyordu. Önümde bir karartı hissettiğimde gördüğüm kişi annemdi. “Bakma,” dedi ve nazik bir şekilde beni döndürüp arkamda kalmasını sağladı.
“Olabildiğince onu görmemeye çalış. Bugün her şey bitecek. Herkes ait olduğu yere gidecek. Sen yeter ki canını sıkma. Tamam mı güzel kızım?”
“Tamam,” dedim başımı sallayarak.
Ardından çok geçmeden mübaşirin isimlerimizi okumasıyla duruşma salonuna girmiştik. O andan sonra ise her şey su gibi akıp geçmişti. Onun avukatları sağlam bir savunma yapsa bile benim avukatlarımda sağlamdı.
Erhan’ın ne yaptıysa tehdit altındayken yaptığından tut da akıl sağlığının yerinde olmadığına varıncaya kadar bir ton şey söylemişlerdi. En nihayetinde hâkimin ‘karar’ demesiyle ayaklanmış ve Erhan’ın aldığı cezayı zevkle dinlemiştik. Hâkim temyize gitme hakkı olmaksızın Erhan’ı yirmi beş yıl hapse mahkûm ettiğinde içimde yanan bir şeylerin üstüne su dökülerek cız ettiğini hissettim. Bu sönen intikam ateşi miydi bilmiyordum ama nihayetinde artık her şey bitmişti.
Mahkeme salonundan çıkarken annem, “Erhan!” diyerek ona seslendi. Görevlilerden iki dakika isteyerek arada mesafe olacak şekilde karşı karşıyaydılar.
“Bu yaptığın var ya,” diyerek söyleyeceklerini dile getirdi. “İnsan düşmanına yapmaz. Dünyalık mal için benim kızımı ölü göstermeye çalıştın ya bu saatten sonra iki elimde yakanda. Yıllardır hasretini çektiğim kızımı yine kaybediyordum, hem de senin yüzünden. Ama bil ki bundan sonra ne kızıma ne de oğullarıma bir şey olursa senden bilirim. Bu saatten sonra ayaklarına taş bile değse bunun acısını senden çıkartırım. Girdiğin delikte rahat etmemen için elimden geleni yapacağım. Geberene kadar orada cehennemi yaşaman için ne gerekiyorsa yapacağım. Değil sen, gölgen bile evlatlarımın üzerine değemeyecek.”
Söyleyeceklerini bitirdikten sonra yüzüne tükürerek yanımıza geldi. Bana sıkıca sarılırken ben de aynı şekilde karşılık verdim. “Artık mutlu olma zamanı. Hadi gidelim,” dedi ve elimi tutarak adliyeden arkamızda koca bir kalabalıkla ayrıldık.
Otoparka geldiğimizde Haluk amca babama bakıp, “Agah Bey, vaktiniz var ise hep beraber oturup bir sohbet etsek. Konuşmamız gereken şeyler var malum,” dedi ve el ele olan ben ve Ateş’i gösterdi. Babam isteksizce de olsa, “Peki Haluk Bey, konuşalım. İleride bir mekân var orada rahat rahat konuşuruz.
“Haluk amcanın ne konuşacağını biliyor musun?” diye sordum. Aslında buradaki herkes, Ateş’te dâhil olmak üzere neyin gelmekte olduğunu biliyordu fakat maksat sevdiğimle konuşmaktı.
“Bizim işimize yarayacak şeyler söyleyeceği kesin,” dedi ve sırıtmaya başladı.
“Sırıtma,” dedim ben de gülerken. “Valla babamın tersine gelir yanarız bak, ciddi ol.”
“Olamıyorum ama denerim.”
********
Kalabalık bir şekilde hep beraber mekâna giriş yaptığımızda bu kadar insanın çıkardığı sesler diğer kişilerinde dikkatini çekmişti doğal olarak. Kendimi bir an için mekân basmaya gidenler gibi hissetmiştim. Neyse ki bu his kısa sürmüştü.
Çok geçmeden köşede bulunan geniş masaya oturduk. Babam ve Haluk amca karşılıklı olacak şekilde otururken geri kalan herkes kadın ve erkek olacak şekilde karşılıklı oturmuştu. Haluk amcanın yanında Handan teyze, Gülendam abla, Asena ve ben vardım. Benden sonra ise sırayla annem, Yasemin, Nilüfer ve Cemre vardı.
Handan teyzenin karşısında Kadir, Gülendam teyzenin karşısında ise Tolga vardı. Asena’nın karşısında Tahir, benim karşımda da Ateş vardı. Ateş’in yanında Çağdaş, Çağdaş’ın yanında Murat, Murat’ın yanında ise Hasan abi vardı. Cemre’nin yanında Emre, karşısında Onur oturuyordu. Çağatay ve Akın ise yan yanalardı.
Herkes sessiz bir şekilde öylece otururken kimseden ses çıkmaması ortamı daha çok geriyordu. Bir garsonun masaya doğru gelip siparişleri almasıyla neyse ki bu sessizlik kırılmış ve konuya giren Haluk amca olmuştu.
“Ateş’in, Nazlı kızımıza evlilik teklifi ettiğini biliyorsunuzdur. Müsait olduğunuz bir gün Allah’ın izniyle istemeye gelmek isteriz.”
Nefes nereden alınıyordu ki. Kalbimin gümbürtüsü kulaklarımda uğultu yaparken ayaklarımın ve ellerimin karıncalandığını hissettim. Bunu şu an yaşadığım yoğun strese yorarken söze babam girdi.
“Evet, biliyorum. İsteme konusuna gelince acele etmesek mi? Çocuklar biraz daha tanısın birbirlerini.”
Haluk amcanın bir şey söylemesine fırsat olmadan çaylar gelince tekrar yaşanan sessizliğe bu sefer çay karıştırma sesleri karışmıştı.
Hafif arkama yaslanıp Yasemin’e baktığımda o da bana aynı şekilde bakıyordu. “Sanırım stresten şimdi ha buraya kusacağım Yaso.”
Strese girince kendini yemeğe vuran insanlara özeniyordum. Ben ise hangi duygu olduğu önemli olmaksızın bir duyguyu en uçlarda yaşadığımda midem kilitleniyor hatta bulanıyordu. Şanslı insanlardı vesselam.
“Sakın, tut kendini Nazo.”
“Demesi kolaydı sanki,” diyerek çıkıştığımda gülerek önüne dönmüştü.
Ben de önüme döndüğümde Ateş bana bakıyordu. Hemen yanımda annem olduğu için çok bir şey yapamasa da dudaklarını oynatarak ‘nefes al’ dediğini net bir şekilde anlamıştım.
“Kız babası olmak zor değil mi Agah Bey? Çiçek gibi bakıp büyüttüğün kızın kazmanın birini sevince vermek hiç kolay olmuyor.”
Tekrar bir sessizlik oluşurken neyse ki bu sefer ki sessizlik kısa sürmüştü. “Ben de kız babasıyım, anlarım. Yıllarca silah tutan bu ellerim hayatım boyunca sadece üç kere titredi. Eşimin elini tutarken, bir de evlatlarımı kucağıma aldığım zaman. Ben de korkuyorum yalan yok kızım haytanın birine gönlünü kaptıracak diye. Bu yüzden oğlumu önce bir insana sonra da bir kadına nasıl davranması gerektiğini bilecek şekilde yetiştirdim.”
Kız çocukları için önemli bir şeydi baba. Kitaplarda filmlerde ilk aşk diye bahsedilirdi onlardan. Kızlar karşısına çıkan her erkekte babasını ararmış bir parça sözde. Evde olma hissi denilirmiş sanırım buna. Ev, çoğu insan için güvenli alan olduğundan olsa gerek. Kızların, babalarından aldıkları sevgi ve ilgi ne kadar güçlü olursa hayatına alacağı erkek de bir o kadar iyi ve düzgün olurdu. Bu iki ile ikinin dört yapması kadar basit ama olması gereken bir şeydi.
“Gerçi benden çok hanım öyle yetiştirdi desem daha doğru olur. Ben bir giderdim bazen günler bazen aylarca gelemezdim. Eve döndüğümde bir bakardım ki birinin kıyafetleri küçük gelirken diğeri yürümeye başlamış.”
Haluk amca kendini anlatırken herkes kendinden bir parça buluyordu sanki anlattıklarında. Babam da benim ilk adımlarımı görememişti. İlk kelimemi duyamamıştı. Asker değildi hâlbuki. Bizim aramıza vatani görev değil bizzat kader girmişti.
“Nazlı kızımla ilk tanışmamız hastane odasında oldu. Eşim rahatsızlandığında Nazlı’ da oradaymış. Hastaneye o götürmüş, biz gelene kadar başında beklemiş. O gün arkadaşıyla soframıza misafir ettik, komşumuz yaptık. Bize hikâyesini anlatmadan önce ne kadar da güzel yetiştirmiş ailesi diye düşünmüştüm. Hiç tanımadığın birisini arabana alıp yardım etmek, başında beklemek şimdi insan kendi kanından canından olduğu insana yapmıyor bunu.”
Herkes sessiz bir şekilde Haluk amcayı dinlerken artık önümüzdeki çayın sıcaklığından eser yoktu. Konular ağır olunca insan düşünmekten bir şey de içemiyordu.
“Ölümü tatmış ve yaşamış biri olarak söylüyorum ki hiçbir şey için vakit yok. İnsan o kişiyi bulduğunda vakit kaybetmemeli. O yüzden demem o ki gençleri daha fazla bekletmeden yuvalarını kurmaya ortak olalım. Hayat beklemek için çok kısa.”
Öyleydi. Hayat beklemek ve ertelemek için bir hayli kısaydı. Fırsat varken yaşamalı, yanındayken değeri bilinmeliydi. Bunun üzerine babam artık pes edercesine bir nefes verdi. Önce Gülendam ablaya, sonra anneme ve en son da bana baktı.
“Sen ne düşünüyorsun kızım?”
“Onun elindeyken,” dediğimde bu sefer söz bendeydi. “Kurtulacağıma olan inancımı hiç kaybetmedim. Beni bir şekilde oradan alacağınızı biliyordum. Benim korktuğum şey ise siz gelene kadar neler yaşanacağı korkusuydu. Eğer bana benim istemediğim bir şey yapsaydı,” derken derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. Bana zorla dokunsaydı diyemedim. “Beni canlı bir şekilde bulamayacaktınız.”
Masada gerici bir sessizlik olurken omzumda bir el hissettim. Bu el anneme aitti. Masadaki ellerimi tutan el ise Ateş’ten başkası değildi.
“Neyse ki kurtuldum. Kurtulduğum andan beri de Haluk amcayla aynı şeyi düşünüyorum. Beklemek ya da ertelemek başlı başına risk. Güzel şeyleri ertelemek için o kadar da zengin değiliz. O yüzden ben de bir an önce olması taraftarıyım.”
Babam, “Üç gün sonra yedi de diyelim o zaman,” diyerek günü belirlediğinde artık bir adım daha yakındık birbirimize.
*********
Kafeden çıkıp beni istemeye gelecekleri günün kararlaştırılmasından sonra tam olarak üç gün geçmişti. Şimdi, Yasemin’le beraber babamın evindeydik. Babam bu gece ricada bulunarak onlarda kalmamı istemiş, burada benim için özel olan o geceye hazırlanmamı istemişti. Az çok neden böyle bir şey istediğini anlayabiliyordum. Sanki hiç ayrı kalmamışçasına hissetmek içindi belki de bu isteği.
İsteme günü kararlaştıktan sonra o günün bizim aynı zamanda nişan günümüz de olmasına karar verdiğimizden her şey çok hızlı bir şekilde gerçekleşmişti. Asena’nın okuldan arkadaşının ablası sayesinde organizatörle anlaşmış babamın evinin bir köşesini süslemek için ayarlamıştık.
Her şey ani ve hızlı geliştiği için de haliyle o gün giyecek kıyafet de bulmak zor olmuştu. İki gün boyunca İstanbul’un altını üstüne getirmiş bir yandan da bir şey bulamazsak diye dört koldan bütün internet sitelerine bakmıştık. Neyse ki tam da istediğim tarzda bir şey bulabilmiştim.
Belden yukarısı tül detaylarda ve uzun kolluydu. Belden aşağısı ise dümdüz ve hafif pileleri olan hoş bir nişan elbisesiydi. Rengi kırık beyaz ve kıyafetime de uygun olacak şekilde hoş bir taç da bulmuştuk. Şu an ise kıyafetim kapıya asılı bir şekilde duruyordu. Saat çoktan gece yarısını geçmişti fakat ben heyecandan uyuyamıyordum.
Kapım hafif tıklatıldığında, “Gel,” dedim. İçeriye giren babamı beklemediğimden dolayı şaşkınlıkla, “Baba,” diyebildim.
“Gelebilir miyim?” diye sordu.
“Gel tabi,” derken bir yandan da yatakta doğruldum. Sırtımı yatak başlığına yasladığımda babamda hemen karşıma oturmuştu.
“Uyandırdım mı?” diye sordu.
“Hayır, uyuyamamıştım zaten. Bir şey mi oldu?”
“Bir şey olmadı bir tanem, ben seni merak ettim sadece. Sen neden uyuyamadın? Yoksa hasta mısın?” dedi ve elini alnıma dayadı. Yetmedi hafif dudaklarını değdirerek ateşime baktı.
Odaya gelişinin tek nedeninin bu olmadığını biliyordum. Yanaklarımı tutan ellerinin bileklerinden kavrayıp babamı kendimden uzaklaştırdım. “Hasta değilim baba, ateşim de yok. Senin de buraya sadece beni merak ettiğin için gelmediğini biliyorum. Ne oldu?”
Ellerimi ellerinin arasına aldı. Avuç içlerime birer öpücük kondurup gözlerini ellerimden ayırmadı. Bende ellerimize baktığımda fark ettiğim detayla gülümsedim. Ellerim babamın avucunun içinde kayboluyordu.
“Seni geç buldum,” diyerek söze girdi. “Birçok anını kaçırdım.” Bunları söylerken benimle göz teması kurmuyor, ellerinde kaybolan ellerime bakıyordu. “İlk adımlarını, ilk kelimeni, ilk sevincini, üzüntünü ben senin ilklerini kaçırdım. Bunun için her gün öyle çok acı çekiyorum ki elimde olsa bunu değiştirmek için her şeyi yapardım.”
Gittikçe kısılan ve boğuklaşan sesinden gözyaşlarını yutmaya çalıştığını anladım. Birilerinin evladı olmayı bile yeni öğreniyorken bir ebeveyn olarak nasıl hissettiğini bilmek mümkün değildi.
“Senin birçok ilk anını kaçırmış olabilirim ama bundan sonraki her anın için yanındayım. Her şeyinde her anında. Şimdi ilk kez birisini sevdiğini görüyorum. Bil ki bu dediklerim her zaman geçerli. Evlensen de evlenmesen de, çoluk çocuklu olsan da olmasan da. Yeter ki baba de. Ben her zaman arkandayım.”
“Baba,” derken sımsıkı sarıldım boynuna. Babam da bana sıkıca sarılırken bir yandan da saçlarımı okşuyordu. Saç diplerimde hissettiğim öpücükle, “Bebek gibi kokuyorsun daha, ben nasıl vereceğim seni o damat bozuntusuna?”
Dedikleri beni güldürürken, “Neyse ki bir yamuğu yok. Bir nebze de olsa içim rahat,” dedi. Benden ayrıldığında, “Ama yine de vazgeçmek istersen,” diye devam edecekken lafını kesip, “Baba,” dedim.
“Tamam, tamam demedim bir şey. Sen yeter ki mutlu ol.”
“Sen,” diye sordum ister istemez. “Sen mutlu musun baba?”
Ne demek istediğimi anlamış olacak ki gülüşü buruklaştı. “Mutluyum tabi,” dedi. Anlayamadım gerçekten öyle mi değil mi? Belki de gerçekten dediği gibi mutluydu.
“Gülendam abla iyi bir insan, yarın da annemin erkenden gelmesini rica etti. Benim yanımda isteyeceğimi düşündüğü için.”
“Öyle, iyi bir insan. İyi düşünmüş babacım, sen de öyle istersin değil mi?”
“Evet,” dedim. “Tabi ki de isterim.”
“Peki bakalım. Sen de çok geç olmadan uyu,” deyip ayaklandı. Yatakta kayarak uyumaya uygun bir pozisyon aldığımda alnıma bir öpücük kondurdu. “İyi geceler güzel kızım.”
“İyi geceler babacım.”
*********
“Kız, sen daha kalkmadın mı? Allah’ım deli edecek bu kız beni. Sanki ben nişanlanıyorum şu rahatlığa bak.”
Uykumun arasında sesler duyarken sıkı sıkı tuttuğum şeyi başımın üstüne kadar çektim. Varsayıyordum ki yorgandı. Saniyeler sonra tuttuğum şeyin yerinde yeller esince tahminim doğru çıktı. Birkaç saniye önce üstümde olan yorgan şu an yerden bana selam çakıyordu.
“Nazlı!” diye yüksek sesle bağıran kişiye baktım. Yasemin elleri belinde bana kızgın bir şekilde bakıyordu.
“Ne var be!” diyerek ben de bağırdım bu sefer.
“Ne mi var? Ne mi var? Nişanın!” dedi son ses.
Komodinin üzerinde duran telefonumu alarak saate baktım. Daha on buçuk olduğunu gördüğüm saatle bu sefer sinirli olan bendim.
“Manyak! Saat daha on buçuk. Nişan yedi de delirdin mi? Daha sekiz buçuk saat var ya.”
İsyanım ve öfkem had safhadaydı. Uyumak istiyordum arkadaşım, yan gelip uyumak, bir sağa bir sola dönüp uyumak.
“Bana bak bakayım,” deyip yatağa oturdu. “Sen saat kaçta uyudun bakayım?”
“Sen saate bakıp da mı uyuyorsun? Bu ne biçim soru?”
Kalçamda hissettiğim ani acıyla yerimde sıçradım. “Yasemin! Ne cimciriyorsun ya? Çok acıdı,” diyerek acıyan yeri ovuşturdum.
“Ayılmana yardımcı olur işte hadi kalk. Yerdeki yorganı da al hadi,” derken kapıdan çıktı.
Sinirden ve acıdan açılan uykumla yataktan kalktım. Yatağı toplayıp havalansın diye camları açtım. Telefona baktığımda ise Ateş’in mesaj attığını gördüm.
Ateş 🖤: Günaydın sevgilim.
Siz: Günaydın sevgilim.
Ateş 🖤: Ne yapıyormuş benim müstakbel nişanlım?
Siz: Az önce Yasemin tarafından hunharca uyandırıldım. Şimdi de kahvaltıya ineceğim, sen ne yapıyorsun?
Ateş 🖤: Hazırlıklar için koşturuyorum sevgilim. Birkaç saat sonra resmen nişanlım olman için ne gerekiyorsa yapıyorum. 😉
Siz: Biz gerçekten nişanlanıyoruz değil mi? Rüya gibi geliyor bana son birkaç gün.
Ateş 🖤: Bu daha başlangıç. Bundan çok daha fazlası da olacak Nazlı’m. Ve fazlasıyla gerçek.
Yasemin’in bir kez daha adımı haykırmasıyla Ateş’e dikkat et uyarımı yapıp şimdilik vedalaştık. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra odadan çıktım. Odadan çıkıp salona indiğimde mutfaktan gelen seslerle o tarafa doğru yöneldim. Nilüfer’i görmemle, “Nilüfer,” dedim ve sarıldım. “Hoş geldiniz.”
Kucağındaki Ela bana gelmek için çırpınırken Ela’yı aldım. “Hoş bulduk Nazlı, nasılsın var mı heyecan?”
Benim için ayrılan boş sandalyeye oturdum. “Şimdilik yok da o an geldiğinde söz veremem.”
Herkes dediğime gülerken, “Cümleten günaydın,” dedim. Aynı şekilde karşılık aldıktan sonra hep beraber kahvaltı yapmaya başladık.
Sohbet ve günün kritiğiyle geçen kahvaltının ardından babam, Tahir ve Emre akşam hazırlıkları için dışarı çıktılar. Eve gelen organizatörler de hızlı bir şekilde el çabukluğuyla ortamı hazırlayıp gittiler.
Ben de o sırada kendi hazırlığımı yapıyordum. Banyodaki işim bittiğinde kuaförde gelmişti. Bu da babamın sürpriziydi. Benim odamda sırayla hazırlandık. Hepimizin işi toplam dört saat sürmüştü.
“Çok güzel oldun annecim,” diyen anneme baktım. Kahvaltıdan hemen sonra ben duştayken gelmişti.
“Gerçekten mi?” diye sordum.
“Su gibisin,” diyerek cevapladı. “Bu günleri görmek de kısmet oldu ya,” derken akan gözyaşlarını siliyordu.
“Ağlarsan ben de ağlarım.”
“Tamam, tamam. Ağlamıyorum. Hadi ben salondayım siz de gelin bir an önce bir şeyler atıştırın,” dedi ve çıktı.
Annemin söylemesiyle acıktığımı fark etmiş, ayaküstü bir şeyler atıştırdıktan sonra son olarak rujumu da sürdüğümde hazırdım. Öyle böyle derken bir saat de böyle geçmiş ve saat altı olmuştu. Bu sırada da Akın ve Çağatay da gelmişti.
Kardeşlerim ve Akın’la sohbete dalarken ben de bu anın içinde öylece onlara bakıyordum. Zor günler geçirmiştik, canımız yanmıştı. Sınanmıştık ama pes etmemiştik. Etrafta göz gezdirdiğimde Yasemin, Nilüfer ve annem sohbet ediyordu. Çocuklar Akın ve Çağatay’ı esir almışken babam ve Orhan amca da başka bir köşede konuşuyordu. Cemre, Gülendam ablaya yardım ederken herkes kendi halinde gibi görünüyordu.
Kapı çaldığında heyecandan ne yapacağımı şaşırmıştım. Derin derin nefes alırken, “Kız gitsene kapıya. İnsanlar ağaç oldu,” diyen Yasemin’le kendime gelip kapıya doğru yöneldim. Benim arkamda babam, Gülendam abla ve diğer herkes yerini almıştı.
Kapıyı açtığımda ilk gördüğüm kişi Handan teyzeydi. “Hoş geldiniz,” diyerek içeri buyur ettim. “Hoş bulduk,” diyerek içeri girdiğinde peşi sıra Haluk amca, Asena, Murat, Kadir, Tolga ve Hasan abi girdi. En sona kalan sevdiğimle nihayet asıl beklediğim kişi içeri giriş yapmıştı.
“Hoş geldin,” dedim.
“Çok hoş buldum,” dedi yüzündeki şapşal sırıtışla. “Sen damatsın en son girmen gerekiyor deyip beni sıranın en sonuna koydular. İyi ki de öyle yapmışlar,” dedi ve boynumdan bir öpücük aldı.
“Herkes burada delirdin mi?” Omzuna bir sille çaktığımda, “Ben çoktan deli oldum sana, yeni mi fark ettin?”
Benim bir şey dememe fırsat kalmadan içeriden, “Ben delirirsem hiç iyi olmaz damat. Vaktin varken bir an önce buraya gelsen iyi olur,” diyerek babam seslendiğinde gerekli mesajı almış olacak ki, “Geldim babacım,” dedi ve içeri geçti.
Son dakika elime tutuşturduğu çiçek ve çikolatayı da vestiyerin üstüne koyduktan sonra ben de içeri geçtim. Hazırlanan yerde yan yana oturduğumuzda ikimizin de aklından geçen şeyler aynıydı. Bu gece birbirimize bir adım daha yaklaşmış ve bunu tüm sevdiklerimizin huzurunda yapmıştık.
Vursun davullar, çalsın sazlar, düğünümüz var.
Yazım yanlışı var ise af ola. İyi okumalar. Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |