
Günler önünü alamadığım bir şekilde hızla akıp giderken hamileliğimin on ikinci haftasına çoktan ulaşmıştım. Karnım artık daha şiş, iştahım da oldukça açıktı. Kestaneden sonra başka bir şey aşermemiştim. Şu ana kadar.
Pencerenin önündeki saksı çiçeklerini sularken ıslak toprağın verdiği o koku yeni bir şey aşermemi sağlamıştı. Toprak.
İlk aşerdiğim şey oldukça makulken şu an aşerdiğim şeyin tezatlığı ise bambaşkaydı. Ama yemek istiyordum. Delicesine yemek istiyordum.
Elimdeki, çiçeklere su dökmek için doldurduğum, fakat artık yarısı boş olan şişeyi cam kenarına koyarak kucağımda saksıyla öylece bakışıyordum. Birkaç gün önce çiçekler solmasın diye döktüğüm çiçek besinini dökmeseydim eğer şu an bu toprağı avuçlayarak yiyeceğimi de biliyordum.
“Olmaz çocuklar,” dedim kendi kendime. “Bunu yiyemeyiz. Keşke onu dökmeden önce isteseydiniz. Şimdi yiyemem ki ben bunu.”
Ben kendi kendime konuşurken, “Ne oluyor gülüm? Kiminle konuşuyorsun?” diyerek salona giriş yapan Ateş’e parlayan gözlerimle baktım. O bir yolunu bulurdu.
“Ateş,” dedim yanıma gelirken. “Dur, gelme.”
Adımı havada kaldı. “Ne?” dedi. “Ne oldu?”
“Toprak,” dedim kucağımdaki saksıyı gösterirken. “Ben toprak yemek istiyorum Ateş. Hayır, biz üçümüz toprak yemek istiyoruz.”
Lafım henüz bitmeden kucağımdan alınan ve son hızla benden en uzak ve erişilmez yere konulan saksıyla bakıştım.
“Ne toprağı Nazlı? Yavrum daha makul şeyler aş eremez misin? Ne güzel kestane aş ermiştin. Öyle şeyler istesene gülüm.”
Dedikleri öfkelenmemi sağlarken, “Benim elimde mi sanki? Hem ben bilmiyor muyum sanki toprağın yenmeyeceğini? Senin evlatların istiyor işte, ben ne yapayım? Ben biliyorum onlar bilmiyor ki.”
Kendimce haklı bir savunma yaptığımı düşünürken yanıma geldi. Beni kollarının arasına aldığında, “Haklısın gülüm,” dedi. “Ama evlatlar doğunca siz toprak istediniz ben de yedim demek istemezsin değil mi?” diye sordu.
“Of!” dedim kızgınlıkla. “Ne yapacağım ben Ateş?”
“Benim bir fikrim var ama sabırlı ol tamam mı? Ben hemen geliyorum. Sakın yerinden kalkma. Saksılardan uzak dur.”
Söylene söylene uzaklaşan Ateş’le gözlerimin hedefi yine saksılar oldu. “Yenilebilirdi aslında.”
Beş dakika geçmeden elinde boş bir ufak saksıyla gelen Ateş’e şaşkınlıkla bakarken, “O ne?” diye sordum. Cevap vermeyip, yanıma gelmeden önce benden uzaklaştırdığı saksıyı da alarak yanıma oturdu. Mutfaktan getirdiği saksıyı da elime tutuşturduğunda ne olduğuna anca bakabildim.
“Bu ne?” diye de sordum bu sefer. “Kek,” dedi. “Rondodan çektim. Toprak gibi görünsün diye de boş saksılardan birine koydum. Toprağı koklayacak ama topraktan bozma keki yiyeceksin.”
“Nasıl aklına geldi bu?” diye sordum hayret ederek. Bir yandan da Ateş’in anlattığı gibi yapıyordum. Topraktan derin bir nefes çekerken bir yandan da artık un ufak olmuş keki yiyordum.
“Bir kere seni tatlı yaparken görmüştüm. Oradan aklıma geldi.”
“Teşekkür ederim,” diyerek dudaklarına öpücük kondurdum.
“Siz isteyin ben her şeyi yaparım gülüm.”
“Nazlı,” derken ben saksının dibini sıyırıyordum. “Biz bebeklere isim düşünmedik hiç. Adları ne olacak? Sürekli bebekler, evlatlar diyip duruyoruz. Artık bir isim koymamız gerek.”
Haklıydı. Bebekler üç ayı tamamlamıştı ama henüz bir isimleri yoktu. “Senin aklında isim var mı?” diye sordum.
“Yok,” dedi. “Ne kadar zormuş bu iş? Öyle ha deyince de koyamıyorsun ki. Ömrü hayatları boyunca o isimle yaşayacaklar. Güzel anlamı olan bir isimleri olsun istiyorum. Sen, düşündün mü bir şeyler?”
“Aslında,” diyerek artık boş olan saksıyı karşımdaki sehpaya bıraktım. “Benim en başından beri aklımda bazı isimler var.”
“Neden söylemedin gülüm? Neymiş o isimler?”
“Cinsiyeti belli değildi. Hem birken iki oldular. Her şey netleşince söylemek istemiştim ama madem merak ediyorsun söyleyeyim. Eğer bebeklerden biri erkek olursa adının Deniz olmasını istiyorum. Bunu zaten biliyorsun. Yanına da Alp koyalım istiyorum. Alp Deniz.”
Deniz, hem Türkçe bir isim hem de geniş görüşlü, derin düşünceli ve huzurlu kişileri ifade eden bir isimdi. Alp ise eski Türkçe’den bir isim olup, cesur ve yiğit demekti.
“Çok güzel gülüm. Anlamları da çok güzel. Peki kız, kızımız olursa adı ne olacak?”
“Gökçe,” dedim. “Gökyüzü gibi güzel,” diyerek söyleyeceklerimi tamamladım.
Ben ne olduğunu bile anlayamadan bir anda kendimi Ateş’in kucağında buldum. Birkaç saniye önce oturduğum yerde ise ayaklarım vardı. Bir kolu belime sarılırken diğer eli her zamanki gibi karnımdaydı.
“Çok güzel isimler bulmuşsun Nazlı’m. En az senin kadar güzel.”
“Gerçekten beğendin mi? Eğer aklında bir isim varsa söyle. Sırf benim söylediklerim olmaz.”
“Aklımda bir isim yoktu ama olsa bile anladım ki senin söylediğin kadar güzel isimler olamazmış. Gökçe ve Alp Deniz, harika isimler. Hem bu duruma en çok babamın sevineceğine de eminim,” dedi sırıtarak.
Dedikleri gülmemi sağlarken, “Eski asker olan adamın torunlarının adı elbette Türkçe olmalıydı.”
Saatler su gibi akıp giderken Ateş beni kucağından indirmemiş, elini karnımdan hiç çekmemişti. Bebeklerimizin ilk tekmesini kaçırmak istemiyordu. Ben de onun bu gayretini hayranlık ve mutlulukla izliyordum.
********
Ateş’ten
Bugün günlerden on dokuz nisandı. Hayatımın anlamı, biricik eşim Nazlı’nın doğum günüydü. Bugün için Yasemin’den de yardım alarak güzel bir doğum günü organizasyonu hazırlamıştık. Herkes bir aradaydı. Bu doğum gününün diğerlerine nazaran çok daha özel ve farklı olduğunu biliyordum.
Artık hayatındaki insan sadece Yasemin, Akın ve Çağatay değildi. Anne ve babası vardı, kardeşleri, hayatını birleştirdiği ben ve en önemlisi ise bir anneydi. Geçmiş yıllarına inat bu sefer öyle kalabalıktı ki sanki hayat yalnız geçen tüm yılların acısını çıkarır gibiydi.
“Her şey hazır değil mi?” diye sordum mutfak tarafından gelen Murat’a.
“Hazır abicim hazır. Seksen sekiz kere sordun, her şey hazır ve yolunda.”
Oldukça asabi ve burnundan solurcasına verdiği cevapla, “Ne bu sinir kardeşim, özeniyorum ne var? Her şeyin güzel olmasını istiyorum. Karımın içinde ukde kalan ne varsa koparıp atmak istiyorum,” dedim.
Ortam sessizleştiğinde, “Ablam tüm şansını seni bulmaya kullanmış enişte,” dedi Cemre. “Acaba ben de tüm şansımı bu yolda kullanabilir miyim ki?”
“Cemre!”
Agah baba ve kardeşlerinden aldığı uyarı neticesinde, “Of! Kaç yaşıma gelmişim hâlâ çocuk gibi davranıyorsunuz bana. Turşumu mu kuracaksınız siz benim? Yeter ya!” diyerek ayaklandı ve bir hışımla mekândan çıkarak arka bahçeye doğru giderek gözden kayboldu.
Agah baba, “Emre, kardeşinin peşinden git. Şimdi bu sinirle başına dert almasın,” diyerek Emre’yi de Cemre’nin peşinden yolladı.
Herkes bir köşede organizasyonla ilgilenirken biz Agah babayla yalnız kalmıştık. Kimsenin olmadığını fırsat bilerek, “Kızım nasıl?” diye sordu.
Nazlı o kâbusu gördüğünden beri düzenli olarak terapi alıyordu. Hamile olduğu için ilaç kullanamasa da aldığı terapiler büyük ölçüde fayda sağlamıştı. Agah baba ise tesadüfen öğrendiği terapiler sonrasında ise Nazlı’yla daha fazla vakit geçirir olmuştu.
“İyi baba, çok şükür iyi. Kâbus görmüyor artık ama hamilelik süresi boyunca terapi almaya devam edecek. Her şey yolunda.”
“Çok şükür.”
********
Nazlı’dan
Kendimi daha iyi hissetmeye başladığım andan beri ki bu son bir haftayı kapsıyor, Ateş’i uzun süren ikna etme çabalarımdan sonra nihayet dükkânımı açabiliyordum. Ayakta iş yapmama asla izin vermemişti. Bunu benim ve evlatlarımızın sağlığı için yaptığını biliyordum ama yine de yıllarını çalışmakla geçirmiş biri olarak bu kadar hareketsiz kalmak alışık olduğum bir şey de değildi.
Şu an ise Yasemin’den aldığım bir telefonla bir mekâna baskın yaparcasına gidiyordum. Yasemin’in söylediğine göre Murat’la çıktıkları randevuda Çağatay’ı bir kadınla görmüşler. Yasemin’in söylediği tek şey bu olup attığı konuma hemen gelmemi söyleyen bir mesajla kendimi bir anda yolda bulmuştum.
Mekânın kapısını açıp dikkatlice içeriye girdiğimde burada ne Yasemin ne de Çağatay yoktu. Sağdaki merdivenleri fark ettiğimde dikkatli bir şekilde çıkıp aralık olan tahta kapıyı açtığımda, “Sürpriz!” diyerek beni karşılayan ailemi beklemiyordum.
“Siz, ne, ben hiçbir şey anlayamıyorum şu an.”
Durumum tam olarak buydu. Tüm ailem karşımda bana gülerek bakarken, “İyi ki doğdun karıcım,” diyerek beni kolları arasına alan Ateş’le durumu ancak fark edebilmiştim. Bugün benim doğum günümdü.
Sırayla herkesle sarılırken, “Tamamen aklımdan çıkmış. Ben çok şaşkın ve çok mutluyum. Çağatay muhabbeti de beni buraya getirmek içindi değil mi?”
“Öyle,” dedi Yasemin. “Tabii senin süper zekâ kardeşin Tahir’in başka planları vardı ama buna da ikna oldu.”
“Ne planı?” diye sordum merakla.
“Senin hamile olduğunu unutup, Ateş’i bir kadınla gördüğümüzü söylemek gibi bir teklifte bulundu da. Neyse ki olaya el attık.”
“Ne ya,” dedi Tahir. “Çağatay abiyi değil de eniştemi söyleseydin daha hızlı gelirdi.”
“Gelirken de kalpten giderdi değil mi?” deyip ensesine hafif bir şamar attı. “Erkekler neden daha az yaşar, bu yüzden işte.”
“Neyse,” diyerek ortamı dağıtmaya çalıştım. “Ben hepinize teşekkür ederim. Kendi doğum günümü unutmuşken sizin hatırlayıp kutlamanız beni çok mutlu etti. Teşekkür ederim hepinize.”
“Teşekkür edilecek bir şey yok Nazlı,” dedi Kadir tebessümle. “Yeni yaşın kutlu olsun. Sana güzellikler getirsin.”
“Amin,” derken ellerim karnımı sardı.
Arkamda bir hareketlenme hissedince bakma ihtiyacı duydum. Gelen devasa pastaya bakarken, “Bunları ne ara ayarladınız?” diye sormadan duramadım.
“Ekip işi hayatım. Sevenlerimiz yardım etti. Herkes bir işin ucundan tutunca hal oldu.”
Ateş hemen yanımda yerini alırken bizim bu halimize tebessümle bakan ailemize baktım. Bir yıl önce varlığından bile haberimin olmadığı ama şu an hayatımda yeri olan herkese baktım. Önce hayat arkadaşımı bulmuştum. Daha sonra kardeşlerimi ve annem ile babamı. Bu büyük kalabalık alışkın olduğum kalabalıktan çok uzak, daha sıcaktı.
“E hadi, üfle artık mumları.”
Daldığım düşüncelerden beni çıkaran ses Yasemin’e aitti. “Dilek tutmayı unutma.”
Derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. “Bundan daha fazlasını istemiyorum Allah’ım. Sadece sevdiklerimle ve bebeklerimle mutlu ve huzurlu bir hayat diliyorum. Bundan daha fazlası olmasın ama bu mutluluğumda bozulmasın.”
Mumları tek seferde söndürdüğümde servis yapmak için pastayı tekrar götürdüler.
“Ne diledin abla?” diye sordu Onur.
“Tutulan dilek söylenmez,” diye cevap verdi Çağdaş.
“Neden söylenmez ki?” diyerek muhabbete dâhil olan Emre’ye cevap ise Tahir’den gelmişti.
“Got kafali uşak,” diyerek ensesine hafif bir şamar attı. “Dilek söylenen bir şey olsa sessiz mi dilenir?”
Kardeşlerimin kendi arasında yaptığı muhabbeti geniş bir tebessümle izlerken hemen yanımda olan sevgili eşime baktım. Ben etrafı, o beni izliyordu.
“Sürprizimi beğendin mi?” diye sordu.
“Çok beğendim. Her şey çok güzel olmuş. Teşekkür ederim.”
“Senin yaptığın sürprizin yanında benimkinin pek bir forsu yok ama.” dedi.
“Kabul ediyorum. Benimki baya sürprizle doluydu.”
Bizim kendi aramızda dönen muhabbet Çağdaş’ın sesiyle bozuldu.
“Sıra hediyelerde,” dediğinde herkes birer birer hediyelerini vermeye başlamıştı.
“Ne gerek vardı ki bu kadarına? Gelmeniz yeterdi.”
“Hediyesiz doğum günü kutlaması mı olurmuş?” dedi Nilüfer. “Duymamış olayım.”
Bir kez daha teşekkür edecekken, “Teşekkür edersen hediyemi vermem,” diyen Kadir’le sessiz kaldım.
Babam rulo şeklinde bağlanmış bir kâğıt verdiğinde, “Bu ne?” diye sordum. Aldığım cevap ise “Aç bak,” oldu.
Fiyonk yapılmış ipi çözdüğümde hisse yazısıyla karşılaştım. Rize’de ve İstanbul’da ki şirketlerden hak sahibi olduğumdan bahsedilen bir yazıyı göz ucuyla gördüm.
“Baba bu da ne? Sen beni ortak mı yaptın?”
“Daha önceden yapmam gerekiyordu ama fırsat bugüneymiş. Benim olan ne varsa aynı zamanda sizin. Düzenli olarak her ay, yapılan her iş ve anlaşmalardan da pay alacaksın. Hesabına yatacak. İster kendin için, ister torunlarım için harca. Orası sana kalmış.”
“Baba,” diyerek sarıldığımda beni sıkıca sardı.
Tolga’nın elinde dikdörtgen bir koli gördüğümde bir şey demeden bana uzattı. Merakla açtığım kolinin içinden bir polaroid kamera ve kâğıtları çıkınca, “Bu çok fazla,” dedim. Bunlar pahalıydı vakti zamanında araştırmıştım.
“Birkaç ay sonra lazım olacak. Yeğenlerimin sık sık fotoğraflarını çekeceksiniz.”
Verilen hediyelerin hepsi güzel ve anlamlıyken sona Ateş kalmıştı. Onunda elinde rulo yapılmış bir kâğıt gördüğümde, “Sayenizde zengin olacağım,” dedim. Bu dediğim herkesi güldürmüştü.
“Sen benim doğum günümde bana dünyaları verdin. Ben de oturdum düşündüm sana ne verebilirim diye. Maddi bir şey almak istemedim. Sen zaten istesen alabilecek bir kadınsın. Ben de bana dünyaları veren eşime ve doğacak olan çocuklarımız için daha iyi bir dünya vermek istedim. Aç bakalım.”
Elindeki kâğıdı büyük bir hevesle açtığımda gördüklerim beni hem mutlu etti hem de duygulandırdı. “Alp Deniz Gündoğdu ve Gökçe Gündoğdu adına yüz bin ağaç fidesi ekildi.”
Elimdeki belgede sadece bu satır dikkatimi çekerken sesli söylediğimin de farkında değildim. “Çok güzel düşünmüşsün. Çok sevdim, çok güzel Ateş.”
“Bir dakika,” dedi Emre. “Alp Deniz ve Gökçe’de kim?”
“Yeğenleriniz,” dediğimde sessizlik oldu.
“Cinsiyetleri belli oldu mu?” diye soran anneme, “Hayır,” dedim. “Çift yumurta ikizleri olacakları için birinin kız diğerinin erkek olma ihtimali yüksek. Bebeklerden bahsederken sürekli bebekler diyoruz. Bu yüzden isim koymak istedik.”
“Şimdi kız olursa Gökçe, erkek olursa da Alp Deniz mi olacak?”
Onur’un bu sorusuna onaylar biçimde başımı salladım. “Evet, öyle olacak.”
“İsimleriyle yaşasınlar. Sağlıkla kucağınıza alın annem.”
Çok değil, bundan sadece bir yıl önce bana böyle bir an yaşayacağımı söyleselerdi eğer, uyurken üstünü örtmeyi ihmal etme derdim büyük ihtimalle. Şimdi ise yanımda eşim, karnımda bebeklerimle, ailemle doğum günümü kutluyordum. Yalnızlık ve kimsesizlikle dolu yirmi dört yıl geride kalmıştı. Bundan sonrası ise geçmiş yıllara inat dolu ve gürültülü geçecek ve ben bundan şikâyetçi olmayacaktım.
********
“A ciğerim söyle neyleyelim,
Sevmeyelim de taşa mı dönelim?
Bu yüreği kimlere gösterelim,
Kim bilir kim bir aşk ile yanar.”
Dükkânda Ateş’i beklerken oyalanmak için bir şeyler yaparken, bir yandan da şarkı söylüyordum. Zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş, haziran ayına çoktan girmiştik. Bebeklerimiz artık tam beş aylık olmuştu. Gittiğimiz her doktor kontrolü öncesi yüreğimiz ağzımızda doktor acaba ne söyleyecek diye bekliyor, çıktığımız her kontrol sonrası ise kendimizi bebek mağazasında buluyorduk. Ve bu kontroller sonucunda değişmeyen bir şey vardı. Bebeklerimiz cinsiyetlerini göstermiyordu.
“Artık otur Nazlı. Şimdi Ateş gelecek. Seni ayakta görürse sana değil bize fırça atıyor biliyorsun.”
Yasemin’in ufak çaplı azarından sonra nihayet ben de masaya oturdum. Ekip eksik olsa da buradaydı. Yasemin ve Murat sağ tarafımda kalırken, Asena, Kadir ve Tolga’ da sol tarafımda kalıyordu.
“Oturdum işte, rahatladın mı?”
“Rahatladım. Sanki hamile olan benim. Hiç demiyorsun az oturayım, dinleneyim, keyif yapayım. Yok, rahat batıyor benim arkadaşıma.”
Haklı olan isyanlarına tam gaz devam ederken, “Bünye alışık değil, ben ne yapayım? Hem ilk haftalar yat yat daraldum kizum ya. Basayi oylece durmak basayi,” diyerek son derece yöresel bir şekilde isyanımı dile getirdim.
“Aman da aman. Karadeniz ağzı da yaparmış benim kardaşum, ha o damari da tutarmış.”
Güldüm. “Çakma Karadeniz’li seni.”
“Ee,” diyerek araya girdi Kadir. “Kaç aylık şimdi benim yeğenlerim. Bu kontrolde belli olur mu cinsiyetleri?” diye sordu.
“Beşinci aya girdik Kadir amcası. Valla isteğimiz o yönde. Bir an önce cinsiyetlerini öğrenmek istiyoruz. Biz hep bir kız bir erkek diye düşündük ama iki kız, iki erkek de olabilir. Öyle bir şey olursa yeni isim de bulmak gerekecek. Hayır, yani anlaşıyorlar sanki ikisi de göstermiyor kendini. Bari biri gösterse ama yok, nerede. Kesin bu ikisi bir olup parmağında oynatacaklar bizi. Yandık valla.”
Bir dokun bin ah işit dedikleri bu olsa gerekti. Adam sadece iki soru sormuş, ben ise her şeyi ortaya dökmüştüm. Söylediklerimle ortamda kahkahalar yükselirken ben de gülerek onlara katıldım.
“Vardır illaki zamanı. Canınızı sıkmayın,” diyerek de son noktayı koyan yine Kadir olmuştu.
“Öyle,” diyerek onayladım. “İlla ki vakti yeri vardır. Sağlıklı olsunlar da gerisi mühim değil.”
Çalan telefonumla yerimden kalkıp tezgâhta olan telefonumu aldım. Ekranda yazan eşim yazısını gördüğümde büyük bir gülümsemeyle telefonu yanıtladığımda alo bile diyemeden telefonun ucundan gelen seslerle öylece kaldım. Duyduklarım sağır olmak isteyecek türden şeylerdi. Ayaklarımdaki gücün çekildiğini hissettiğimde tutunmak için önümdeki masadan destek aldım. Yanımda birilerini hissetsem de bakamadım. En sonunda gözlerim karardığında kendimi karanlığa kaptırmaktan alı koyamadım.
******
Hayat; sanki hiçbir aksilik olmayacakmış gibi, sanki her şey eksiksiz, sorunsuz ve yolunda gidecekmiş gibi akıp gider. Sanki kaybetmeyecekmiş, hiç eksilmeyecekmiş gibi yaşanır.
O an gelene kadar.
Hayat; kaybetmenin de var olduğunu, aslında her şeyin o kadar da yolunda gitmediğini en savunmasız ve en beklemediğin anda yüzüne vuruyordu.
Ateş... Hayat arkadaşım, yoldaşım, eşim, henüz karnımda olan çocuklarımın babası. Şimdi yerlerimiz değişmiş, kapının ardında canıyla cebelleşen o, bekleyen de bendim.
Nasıl olduğunu anlamadığım bir anda aldığım telefonla kendimi burada bulmuştum. Hâlbuki gecenin bir yarısında da çalmamıştı telefonum. Öyle bahsedildiği gibi acı acı da değildi. Gündüz saatlerinde Ateş'in telefonundan aldığım bir çağrıyla bulmuştum kendimi burada. En az kendim kadar bildiğim bu hastaneye. Bilmek istemiyordum oysa. Kim bilmek isterdi ki?
"İyi olacak, biliyorsun değil mi?"
Yanımda oturan Kadir'den uzun süren sessizliğin ardından bu kelimeleri duymuştum.
"Başka şansı mı var? Karnımda iki çocuğu varken."
Güldü. Ama mutluluktan uzaktı bu gülümsemesi.
"Yok tabii, baba olacak hıyar ölmek gibi şansı yok."
"Uyanır değil mi abim?" diyerek diğer yanımda oturan Asena kırmızı gözlerle bize döndü. "Kimse için olmasa bile bebekleri için hayata tutunur değil mi?"
"Tutunacak. Yoksa onu ben gebertirim."
Handan anne ve Haluk baba hastanenin mescidinde dua ederken babam da hastane yönetimiyle konuşuyordu. Ateş için, "Oğlum bu hastanede. Ne yapıp edin oğlumu kurtarın," demişti.
Eminim ki Ateş, babamın kendisinden oğlum diye bahsettiğini bilseydi sırf kendi kulaklarıyla duymak için o masadan kalkardı. Onu görmeme izin verdiklerinde bunu söylemeyi de aklımın bir köşesine yazdım.
Koridorda hareketlenme olurken bakışlarımız o yöne kaydı. Annem, Çağdaş ve Onur telaşlı adımlarla olduğumuz yöne doğru geliyorlardı.
Annem, "Kızım," diyerek yanımıza geldiğinde Kadir, anneme yer vermek için ayaklandı. "Ben bir Murat'lara bakayım," diyerek yanımızdan ayrıldı.
"Yavrum," dedi annem, "Durum ne? Ne oldu böyle birden bire? Sen nasılsın? Asena, neler oldu böyle?"
Sorularını peş peşe sorarken cevap verecek takati kendimde bulamadım. Benim yerime de Asena konuştu.
"Bilmiyoruz, hiçbir şey söylemiyorlar. Murat abiler burada durmaya dayanamadıkları için aşağıdalar. Tolga abi kan verdi bir saat önce. Annemler de mesciddeler. Ben, ben nasıl olduğumu bilmiyorum."
"Babamla çocuklar da hastaneyi bezdirmekle meşgul. Başka hastaneden de doktorlarla görüşüyorlar," diyerek sessiz sorusunu da ben cevapladım.
"Abla sen iyi görünmüyorsun," dedi Çağdaş. "Acaba sen de mi görünsen doktora?"
"Ben güzel bir haber almadan iyi olamam zaten Çağdaş."
Son sözlerimiz bunlar olurken başka kimseden ses çıkmadı. Dakikalar geçmek bilmezken dışarıda olanlar da yanımızda yerini aldı.
Herkes dualar eşliğinde Ateş'ten iyi bir haber beklerken, "Ateş'te beni böyle mi bekledi?" diye sordum. “O da böyle çaresizce mi bekledi beni? Hiçbir şey yapamadan öylece bir haber mi bekledi benden?”
Benim sorumla bazı bakışlar bana döndü.
“Nazlı,” diyerek yüksek ihtimal beni sakinleştirecek şeyler söyleyecek olan Yasemin’in lafını böldüm.
“Neden bir türlü rahat edemiyoruz biz? Ne Selçuk’u biter ne Erhan’ı? Hayat beni neyle sınıyor. Yıllardır yüzüme gülmeyen hayat azıcık mutlu oldum diye neden şimdi ağzıma ediyor?”
“Nazlı,” diye başka bir ses yakından gelirken önümde diz çöken Tolga’ya baktım. “Henüz hiçbir şey bitmedi. Ateş hâlâ hayatta. Sen nasıl savaştıysan, Ateş’te öyle savaşıyor. Üstelik onun hayatta kalması için artık daha çok sebebi var. Sen varsın, çocukları var. Anlıyorsun beni değil mi? Bazen büyük mutluluklar için bedeller ödenir. Ve siz yeterince büyük bedeller ödediniz.”
"Bu gerçekten haksızlık," dedim. "Ben üç canlıyken benim yüreğimi bu kadar ağzıma getirmesi haksızlık. Uyandığında bütün bunların acısını çıkaracağım ondan. Hamile halimle beni bu kadar üzmek ne demekmiş göstereceğim ona."
Gözyaşlarım tutabileceğim noktayı çoktan aşmıştı. Hıçkırarak ağlarken yanımda Yasemin vardı. Beni göğsüne yaslarken sırtımı sıvazlayıp geçecek diye tekrarlıyordu. Belki de olmasını umut ettiği şeyi söylüyordu.
Hışımla oturduğum yerden kalkıp, "Bir Allah'ın kulu!" diye bağırdım ameliyathane yazan kapıya. "Tek bir Allah'ın kulu neden bir şey söylemiyor! Biri bir şey söylesin artık!"
Bağırarak söylediklerime kapıya vuruşlarım eşlik ediyordu. Henüz üç kere vurabilmiş, dördüncüye vuramadan elim başka bir el tarafından tutulmuştu.
"Yapma," dedi Akın. "Yapma bunu kendine, bebeklerine yapma. Sakin olman lazım, kendin için değilse bile bebeklerin için sakın olman lazım. Onlar bu kadar stresi kaldıramazlar yapma."
Akın ellerini yüzüme yaslayıp beni sakinleştirmeye çalışırken hiçbir dediğini kulaklarım duymuyordu. Haklıydı, biliyordum. Ama kendime engel olamıyordum. Onu kaybedecek olma düşüncesi bile beni yok etmeye yetiyordu.
"Yapamıyorum," dedim ağlayarak. "Ben kaldıramıyorum. Giderse ne yaparım, ne yaparız?"
"Kaybetmeyeceksin," dedi. "Sen bu haldeyken gidemez. Gitmez. Sen onu bıraktın mı ki o seni bıraksın? Hem de artık üç kişisiniz. Hiçbir yere gidemez."
Ayaklarım beni taşıyamazken olduğum yerde diz çöktüm. Akın'ın omuzlarımdan tutmasıyla düşüşüm yavaşlamıştı.
O andan sonra ise her şey uğultulu bir şekilde kulaklarıma ulaşıyordu. Etrafımın kalabalıklaştığını hissettim. Sonra dizlerimin altından ve sırtımdan geçen kollar ve en son havalanma hissi. Sonrası yoktu.
*********
Tüm hücrelerimin sızladığını hissediyordum. Her yerim ağrıyor, göz kapaklarım sanki birbirine yapışmışçasına açılmıyordu. Sesler yeni uyandığım uykumun mahmurluğundan net değilken nerede olduğumun da farkında değildim.
Henüz gözlerimi açamadığımdan refleksle ellerim yüzümü bulurken sağ elimde hissettiğim keskin sızıyla ağzımdan istemsiz bir, “Ah,” inlemesi dökülüverdi.
Bu sızıyla tüm uykum açılırken elime baktım. Damar yolu açılmış ve muhtemelen farkında olmadan yaptığım bir hareket yüzünden iğne derimi parçalamıştı.
“Dur,” diyen sese baktım. “Dur annem doktor gelecek şimdi oynatma elini.”
Handan anne hemen yanı başımda sağ elimi yatağa uzatmamı sağlarken ben hâlâ neler olduğunu idrak edememiştim. Neden hastanedeydik biz? Bizim burada ne işimiz vardı? Bebeklere mi bir şey olmuştu?
“Anne, evlatlarım,” derken kapının açılmasıyla o yöne baktık. Herkes buradaydı. Kelimenin tam anlamıyla herkes.
“Nazlı Hanım, öncelikle geçmiş olsun. Ben eşinizin ve sizin doktorunuz Nazım Yalkın. Eşinizin durumu şu an stabil,” derken her şey bir bir yerine oturmuştu. Bugün bebeklerimizin kontrolü için Ateş’le beraber hastaneye gelecektik ama aldığım bir telefonla kendimi burada bulmuştum. Ameliyathane kapısının önünde kriz geçirmiş ve bayılmıştım.
“Nazlı Hanım, Nazlı Hanım beni duyuyor musunuz? Eşiniz yaklaşık bir saat önce ameliyattan çıktı. Durumu stabil. Aracın hava yastığı ve kemer sayesinde ölümcül yaralardan kurtulmuş. Fakat kaza esnasında başını çarptığı için beyninde sıvı birikmesi söz konusu. Onun kendiliğinden geçmesini bekliyoruz. Bu yüzden hastamızı uyutuyoruz. Göğsüne aldığı sert darbeden dolayı kaburgalarında çatlama mevcut ve ayağı sıkıştığı içinde bir ezilme var. Bunlar sorun değil. Bizim endişe ettiğimiz şey başına aldığı darbe. Üç gün hastayı uyutacağız. Bu üç günde beyinde oluşan hasarın kendiliğinden düzelmesini bekleyeceğiz ama kendiliğinden düzelmez ya da bu süreçte hastanın durumu kötüleşirse acil ameliyata almak zorunda kalacağız.”
Doktorun söylediği her kelime yüreğimi sıkıştırırken nefes almada güçlük çekiyordum. İçim acıyor, kalbimin tam orta yerinde kocaman bir alev topu yanıyordu. Her şey iyiydi. Ben bu güne böyle başlamamıştım. Ateş’le güzel bir sabaha uyanmış, gülerek kahvaltımızı yapmıştık. Beni dükkâna bırakmış, dikkatli ol diye kırk defa uyarmıştı.
“Kocamı görebilir miyim?” diye sordum.
“Nazlı Hanım,” dedi doktor. “Ateş Bey şu an yoğun bakımda. Yoğun bakıma giremezsiniz ama asıl endişe edilmesi gereken kişi sizsiniz zaten. İkizlere hamilesiniz. Tansiyonunuz çok yüksek ve bu gebelikte çok tehlikeli. Dinlenmeniz gerek.”
“Doktor Bey. Tansiyonumun iyi olmasını istiyorsanız benim kocamı görmemi sağlarsınız. Ben Ateş’i görmedikçe bu tansiyon düşmeyecek.”
Doktor bir kez daha, “Nazlı Hanım,” derken, “Ben söyleyeceğimi söyledim. Yoğun bakım kapısını kırmamı istemiyorsanız beni kocamın yanına sokun!”
*******
“Sadece beş dakika. Daha fazlası ikiniz hatta dördünüz için de tehlikeli.”
Mavi bir önlük üzerimde, geniş bir bone kafamda ve yüzümün neredeyse tamamını kapatan bir maskeyle yoğun bakım kapısının önündeydim.
“Anladım doktor anladım. Şu kapıyı aç artık.”
Doktorun kapıyı açmasıyla sakin adımlarla Ateş’in yanına gittim. Gördüğüm görüntü anında gözlerimi doldururken ağzımdan bir hıçkırık kaçmasına engel olamadım. Kollarındaki ve üst bedenindeki kablolar her yanını sarmalamıştı. Ağzını ve burnunu kapatan şey hava maskesiydi. Monitörden gelen düzensiz ve kırık çizgiler ise Ateş’in hayatta olduğunun bir göstergesiydi. Başı sargılı, yüzü gözü morarmış bir şekilde öylece yatıyordu.
“Ateş,” derken iki elimle ellini kavradım. “Aşkım, yoldaşım, her şeyim benim.”
Yatağın kenarında duran tekerlekli küçük iskemleyi çekip oturdum. Tuttuğum elinin avucuna bir öpücük kondurdum. Bir elimle morarmış yanağını ve elmacık kemiğini okşadım.
“Ateş’im, sana ne oldu böyle?”
Gözyaşlarım ardı ardına akarken kendimi tutamadığım için sinirleniyor, bu sefer sinirimden ağlıyordum. En sonunda kendime gelebilmek için birkaç kez yanaklarıma vurdum.
“Tamam, ağlamıyorum, kızma. Biz iyiyiz. Biliyor musun? Güç bela buraya girebildim. Doktora, buraya beni sokmazsa kapıyı kıracağımı söyledim. Yaparım, biliyorsun değil mi? Neyse ki gerek kalmadı. Babam, senin için hastaneyi ayağa kaldırdı. Sana bunu söylediğimi söyleme. Yoksa inkâr eder.”
Ağlamamak için konuşmam gerekiyordu. Aklıma gelen şeyleri düşünmeden peş peşe söylerken mantıklı olup olmadığını düşünemiyordum.
“Ateş,” dedim. “Ne olur geri dön. Bize bunu yaşatma ne olur. Beni duyuyorsun biliyorum. Çünkü ben seni duyuyordum. Sen de beni duyuyorsun biliyorum. Hepimiz, hepimiz seni bekliyoruz Ateş.”
Elini tutup karnıma yasladım. “En çok da evlatlarımız. Lütfen, gitme.”
“Nazlı Hanım, artık çıkmanız gerek,” diyen hemşireyi göz ucuyla gördüm.
“Sevgilim, benim gitmem gerek ama yine geleceğim. Biz, hepimiz buradayız ve seni bekliyoruz. Herkes iyi korkma tamam mı? Bizi çok bekletmeden gel.” Alnına bir öpücük kondurarak yoğun bakımdan çıktığımda kasığıma giren sızıyla iki büklüm oldum. Hemşire nereden bulduğunu bilmediğim bir tekerlekli sandalyeyle gelip beni oturttuğunda tek derdim Ateş’in ve bebeklerimizin iyi olmasıydı.
Yoğun bakımın önünde beni bekleyenler tekerlekli sandalyede ve iki büklüm görmeyi beklemiyor olacaklar ki birkaç saniyelik şaşkınlık yaşadılar.
“Ne oldu?” diye soran annemdi. “Kızım, iyi misin?”
“Sancısı var. Doktoru kim?”
Benim cevap vermeme gerek kalmadan Yasemin olayı devraldı. Kapıyı çalamadan Şebnem Hanım’ın odasına girdiğimizde kendimi sedyede buldum. Kalabalık olmaması için herkes dışarıda kalırken bir tek Yasemin yanımda kalmıştı.
Yapılan detaylı ama hızlı bir muayenenin ardından, “Olanları duydum. Çok geçmiş olsun Nazlı Hanım ama sizin kendinize çok dikkat etmeniz lazım. Bebeklerinizin durumu iyi ama siz stres yaptığınız için bebekleriniz de bu durumdan etkileniyor.”
“Biliyorum,” dedim. “Ama kendime engel olamıyorum. Çocuklarım, kötü değil, değil mi? herhangi bir sıkıntı yok.”
“Hayır, her şey yolunda. Cinsiyetleri belli oldu. Öğrenmek ister misiniz?”
Hemen yanımda duran Yasemin’e baktım. Sonra doktora ve ekrandaki bebeklerime. Ben böyle hayal etmemiştim. Yanımda Ateş’le beraber öğrenecek, sevincimizi beraber yaşayacak ve türlü türlü hayaller kuracaktık. Kontrolden çıktığımızda kendimizi yine bebek mağazasında bulacak, ben oğluma, Ateş ise kızımıza kıyafetler alacaktı. Olduğum yerde ağlarken, “İstemiyorum,” dedim. “Ben kocamla beraber öğrenmek istiyorum. Ben Ateş’i istiyorum. Ben Ateş’i istiyorum.”
********
Annem, “Olmaz öyle şey,” derken, babam, “Kabul etmiyorum,” diyordu. Handan anne beni eve dönmeye ikna etmeye çalışırken ona hak verenler de vardı, benim gibi düşünenlerde.
“Tamam, yeter!” dedim susmaları için. “Annelerim ve babalarım. Ve diğerleri. Ben burada kalıyorum. Beni boş yere eve dönmeye ikna etmeye çalışmayın. Ben evimize Ateş olmadan dönmem.”
Doktorun odasında yaşadığım ağlama krizinden sonra bana açılan tek kişilik ve geniş olan odada cümbür cemaat kalıyorduk. “Hem,” diyerek onları ikna edebileceğimi düşündüklerimi ardı ardına söyledim. “Benim, bizim,” diyerek ellerimi karnıma yasladım. “Bizim sağlığımızdan endişe ediyorsunuz, biliyorum. Böyle bir durumda her ihtimale karşı hastanede kalmam daha iyi olmaz mı sizce de? Tansiyonum hâlâ düzene girmiş değil. Evde kalmak benim için daha rahatsız edici. Lütfen ısrar etmeyin. Biz burada kalıyoruz.”
“Peki,” dedi Handan anne. “Kızım nasıl rahat edecekse öyle olsun. Daha fazla üstüne gitmeyin.”
“Anne,” dedim ona bakarak. “Bizimkilerden biri seni bizim eve götürse. Sen hem benim hem de Ateş için çanta hazırlar mısın? Sonra yine bizimkilerden biri çantayı alırlar. Ateş, uyandığında hastane yemeği yemesin. Yemekte yaparsın uyandığında yemesi için, olur mu?
“Olur tabii kızım, ben ikiniz içinde en sevdiğiniz yemekleri yaparım. Hele yavrum bir uyansın da. Ben şimdi gideyim size çanta hazırlayım. İstediğin bir şey var mı?”
“Yatak odasında,” derken boğazım düğümlendi. “Yatağın üzerinde katlı duran kazak var. Kirliye atmaya üşenmiştim sabah. Onu da getirir misin anne?”
“Getiririm,” dedi başımı okşayarak. Anahtarı anneme verdiğimde Haluk babayla odadan çıktı. Kadir’de onları eve bırakmak için peşlerinden gitti.
Odada sessizlik hâkimken, “Bence biri kız, biri erkek,” dedi Emre. Tüm gözler ona dönerken, “Yeğenlerimiz, biri kız biri erkek.”
“Nereden biliyorsun?” diye sordu Çağdaş. “Belki ikisi de kız ya da ikisi de erkek.”
“Kendimden biliyorum. Biri kız, biri erkek, hissediyorum.”
“Ah benim bahtsız yeğenim,” dedi Cemre iç çekerek. “Benim gibi olmaz inşallah.”
“Senun neyun varmuş da yeğenume bahtsuz diyısın,” dedi Tahir.
“Neyum mi var?” diye sordu Cemre. “Abilerum var başka da bir şeyum yok zaten. Ama yeğenlerim bir doğsun. Gökçe’ye sizlerle nasıl baş etmesi gerektiğini itinayla öğreteceğim.”
“Cemre!”
“Of!”
Kendi aralarında yaptıkları muhabbetin biraz olsun benim havamı değiştirmek için olduğunu biliyordum. Gözüme gözüme sokmadan ama acımı da yok saymadan sadece yanımda olduklarını biliyordum.
Onlar kendi aralarında muhabbete devam ederken ben ise başka düşünceler içindeydim. Ateş’le yaşadığımız son an aklımdan çıkmıyordu. Her sabah olduğu gibi güne beraber başlamıştık. Ben mutfakta onu izlerken, o kahvaltı hazırlamış, rutin haline getirdiğimiz üç teşekkür öpücüğünü peş peşe yanaklarına ve dudağına kondurmuştum. Bir öpücük benim, diğer iki öpücük ise bebeklerimizin adınaydı.
Güle eğlene yaptığımız kahvaltının ardından beni işe bırakmış, tutkulu ve nefes kesen bir öpücük de arabadayken yaşanmıştı.
Birisini, çok sevdiğin birisini son kez gördüğünü fark etmek ne kadar zor bir şeydi. O son an, son kez olduğunu bilememek. Ne kadar çok insan bunun pişmanlığını yaşıyordur kim bilir? Ben bilseydim, bırakır mıydım onu? Son kez bana dokunduğunu bilseydim. Son kez öptüğünü, sarıldığını bilseydim eğer, bırakır mıydım?
Kaç kişi bunun pişmanlığını yaşıyordur, kaç kişi bunun acısını çekiyordur, kim bilir?
“Abla, abla!” Onur’un sesiyle daldığım düşüncelerden çıktığımda derin bir nefes aldım. “Ateş’te böyle hissetmiştir,” dedim kendimi tutamayarak.
“Nasıl?” diye sordu annem.
“Selçuk’un beni kaçırdığı gece son kez görmüştük birbirimizi. Sonra ben ortadan kaybolmuştum. O da benim hissettiğim gibi hissetmiştir. Bu sabah böyle bir şey yaşayacağımızı bilseydim bırakmazdım ki ben onu. Göndermezdim ki hiçbir yere. Canım yanıyor anne. Benim canım çok yanıyor. Ben hiçbir şey istemedim ki bu hayattan. Dileğimi bile daha güzel şeyler olsun diye dilemedim ki ben. Bu mutluluğum bozulmasın istedim. Ateş’le, evlatlarımla, ailemle bir ömür istedim. Başka hiçbir şey istemedim! İstemedim! Baba, canım yanıyor, içim acıyor baba!”
Babam bana sıkıca sarılırken ben onun göğsünde ağlıyordum. Bir yandan sırtımı sıvazlıyor, bir yandan da saçlarımı okşuyordu. Konuşulanları anlayamıyor, diyebildiğim tek şey istemedim demekten başka bir şey olamıyordu.
Kolumda hissettiğim sızıyla bedenimdeki güç çekilirken yastığa koyulan başım, hissedebildiğim son şey olurken gözkapaklarıma engel olamadım. Duyduğum son şey, “Size yemin ediyorum. Bunu yapanların da canı çok yanacak.”
1 Hafta Sonra
Yoğun bakım camının önünde günden güne iyileşen Ateş’e bakıyordum. İki gün önce Ateş’in beynindeki hasarın kendiliğinden geçmeye başladığını söyleyen doktorla hepimiz rahat bir nefes almıştık. Ateş bizi bırakmamıştı. Ben de birkaç gün öncesine nazaran daha iyiydim. En azından anlık sinir krizleri ya da ağlama krizleri yaşamıyordum.
“Kızım, otur artık annecim. Yeter bu kadar ayakta kaldığın yavrum.”
Annem iki dakika da bir söylenmeye devam ederken, “Oturamam,” dedim.
Tam bir şeyler söyleyecekti ki çıkan doktorla susmak zorunda kalırken hepimiz doktorun etrafına toplandık. Ne söyleyecek diye ağzının içine bakarken, “Kritik dönemi atlattık. Endişe ettiğimiz beyin hasarı tahmin ettiğimiz gibi kendiliğinden düzeldi ama ilaç tedavisine devam edeceğiz tabii ki. Onun dışında kaburgadaki çatlaklar için yapabileceğimiz bir şey yok. Dikkat etmesi gerek. Ayriyeten de korse takacak. Ayağındaki ezilme için de mümkün oldukça ayakta kalmamaya özen gösterecek. Uyuması için verdiğimiz ilacı kestik. Her an uyanabilir. Sormak istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu.
“Kocamı görmek istiyorum,” dedim.
Derin bir nefes alan doktor bir haftadır benimle uğraşmaktan sıkılmış olacak ki, “Tamam, hemşire arkadaşlar size yardımcı olsun,” dedi ve gitti.
Hızlıca hazırlanıp Ateş’in yanına girdiğimde yanındaki boşluğa oturdum. Yüzündeki morluklar yeşile dönmeye başlamıştı.
“Ateş’im. Aşkım benim. Bizi bırakmayacağını biliyordum. Bu kadar çok bekleyenin varken gitmezdin ki sen zaten. Bu arada bizim mercimekler nihayet cinsiyetlerini gösterdiler ama ben sen olmadan öğrenmek istemedim. Sen uyanıp kendine geldiğinde beraber öğreneceğiz.”
Elini karnıma koyup kendi elimi de elinin yanına koydum. Bir elim elinin üstünde, diğer elim karnımda, elinin hemen yanındaydı.
“Çocuklar, gerçekten her şeyi hissediyorlarmış. Bir haftadır o kadar hareketsizlerdi ki kaç kere Şebnem Hanım’ı rahatsız ettiğimi görmen lazım. Kadın yine sabırlı çıktı valla. Ama endişe etme gayet iyiler. Sadece seni özlediler. Ben de seni çok özledim. Annemin getirdiği kazağındaki koku gitti. Ama bana zaten kazak değil sen lazımsın Ateş. Bize sen lazımsın.”
Karnımda hissettiğim hareketlilikle anlık kasıldım. Evlatlarım babalarının yanında olduğumuzu fark etmiş olacak ki hareketlenmeye başlamışlardı.
“Bak gördün mü nasılda hare-” derken lafımı kesen şey hissettiğim güçlü bir tekmeydi. Neredeyse beni nefessiz bırakacak kadar güçlü bir tekme. Ateş’in karnımda olan elini bu sefer iki elimle kavrayarak daha çok bastırdım karnıma.
“Hadi annecim bir kere daha at baba da hissetsin hadi,” diyerek bir sonraki tekmeyi beklerken ard arda iki tekme daha atan bebeklerimle gözlerim dolu bir şekilde Ateş’e baktım. Gördüklerimle gözlerim daha çok dolarken, “Kaçırmadım değil mi?” diyen Ateş’le gözyaşlarımı tutamadım.
“Kaçırmadın,” dedim ağlarken. “İlk defa tekme atıyorlar. Babalarının uyanmalarını beklemişler.”
Karnımdaki eli olduğu yeri hafif hafif okşarken, “Annelerine çekmişler o zaman,” dedi.
“Uyandın,” dedim ellerim yüzünü kavrarken. “Döndün.”
“Başka seçeneğim mi vardı? Senden, sizden başka.”
“Çok korktum,” dedim. “Aklımı kaybettim, çok korktum.”
“Özür dilerim.”
“Dileme. Geri geldin ya, döndün ya. Özür dileme.”
“Sizin sayenizde. Sizin için.”
“Bizim için.”
“Özledim,” dedi. “Çok özledim.”
“Sen mi ben mi? İyisin değil mi? Doktoru çağırmam gerek.”
Doktoru çağırmak için ayaklanmak üzereyken engel oldu. “Bırak şimdi onu. Zaten kaç gün daha göreceğim Allah bilir. Gitme bir yere.”
“Ben buradayım,” dedim ve dudaklarını öptüm. “Ama doktor seni görmeli. Sabret.”
Ardından içeri giren doktorlarla dışarı çıkmam bir olmuştu. Herkes bana bakarken dediğim tek şey, “Uyandı,” demek olmuştu.
Normal odaya alınan Ateş’in etrafında herkes pervane olmuş peş peşe sorularını sorarken Ateş’in tek odağı bendim. Benim de tek odağım oydu. Her zamanki gibi. Damar yoluyla alması gereken ilaçlar olduğu için birkaç gün daha hastanede kalacaktık. Onun dışında ise her şey normaldi. Ta ki Ateş’e kaza nasıl oldu diye sorulana kadar.
Ateş’in frenler tutmadı demesiyle olayların sadece bir kaza olmadığını anlamak uzun sürmemişti. Hastane polisiyle vakit kaybetmeden iletişime geçmiş, Ateş’in verdiği ifade sonrasında inceleme başlatılmıştı. Kim neden böyle bir şey yapar diye düşünürken bir gerçeği daha öğrenmiştik.
Akın ve Çağatay son günlerde ortalıkta görünmezken Yelda’nın içeride kendini öldürdüğünü öğrenmiştik. Yelda’nın ölümünün üzerine Ateş’in kaza geçirmesi tesadüf olamayacak kadar rastlantıydı. Babamlar, Akın ve Çağatay bu işin peşine düşerken herkes geçmiş olsun dileklerini birer birer dilemiş ve odadan çıkmışlardı.
“Bir daha böyle şeyler yaşamayalım,” dedim. “Ben aynı korkuyu tekrar yaşarsam gerçekten ölürüm.”
“Şşt, o kelimeyi ağzına almanı istemiyorum. Ben iyiyim, bundan sonra da iyi olacağız. Bundan sonrası aydınlık.”
“Gerçekten öyle mi?” diye sordum.
“Öyle,” dedi. “Hem sen bebeklerin cinsiyetini gösterdiğini ama öğrenmediğini söylemiştin, değil mi?”
Neden birden bu konuya girdiğini bilmesem de, “Evet,” dedim. “Seni bekledim öğrenmek için.”
“Ben gördüm,” dedi. “Seni, oğlumuzu ve kızımızı. Gökçe’yi ve Alp Deniz’i gördüm.”
“Bir oğlan, bir kız yani,” dedim.
“Sana benzeyen çok güzel bir kız. Bizim oğlanla çok çekeceğimiz var.”
Günün ilerleyen saatlerinde ben ve Ateş tekerlekli sandalyede, arkamızda ise Murat ve Yasemin vardı. Hep beraber Şebnem Hanım’ın odasına girdiğimizde dördümüzde heyecanla ekrana bakıyorduk. Fakat biz zaten cevabı biliyorduk. Ateş’e güveniyordum.
“Tebrikler,” diyen Şebnem Hanım’la hepimiz ona bakarken, “Bir kızınız ve bir oğlunuz olacak,” dedi.
Gökçe ve Alp Deniz. Sağlıkla gelin evlatlarım. Hepimiz sizi dört gözle bekliyoruz.
Bölüm sonu...
Do you get dejavu?
Bu son kaosumuzdu. Bundan sonrası Ateş'in de dediği gibi aydınlık. Sindire sindire ve aklımdaki sahnelerin canlanabilmesi için biraz zamana ihtiyacım var. Bu yüzden bir sonraki bölüm ne zaman gelir belli değil. Ama beni biliyorsunuz. Ben duygusal biriyim. Araya birkaç duygusal anlar muhakkak katarım. Oy vermeyi ve yorum yazmayı unutmayın. Hoşça kalınnnn :))

(Temsili)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |