
Handan anne, “Aman çocuğum dikkat edin,” diyerek, Ateş’in bir kolundan tutan Murat ve diğer kolundan tutarak salondaki koltuğa yatıran Kadir’i uyardı. Ateş uyandıktan sonra iki gün daha hastanede kalmış, bugün sabahtan taburcu olmuştuk.
Annemler mutfakta büyük bir telaş içerisindeyken babamlar son durumlar hakkında konuşuyordu. Ateş’in arabasından çıkan sonuca göre bunun basit bir kaza olmadığı kesinleşmiş, birlerinin kasten arabaya zarar vererek kaza yapmasına neden olduğu ortaya çıkmıştı.
“Ee nasılsın enişte? Var mı bir ağrın sızın?”
Çağdaş’ın sorusuna, “Ağrı sızı yok da şu korse işi sıkıntı. Daraldım içinde. Gülüm çıkaramaz mıyız bunu ya?”
Hastaneden beri en az sekiz kere sormuş ve ben de her seferinde aynı cevabı vermiştim. Fakat bu sefer sabrım uzun uzun cevap vermeye yetmemiş olacak ki, “Hayır,” dedim.
Herkes kendi halinde bir şeyler hakkında konuşurken çalan kapıyla tam ayaklanacaktım ki Kadir engel oldu. “Sen dur. Ben bakarım.”
Açılan kapıyla Akın ve Çağatay geldiğinde yerimde dikleştim. Kaç gündür onları doğru düzgün görmemiştim. Şimdi burada olduklarına göre kesin olan bir şeyler vardı ve Akın’ın dedikleriyle yanılmadığımı anladım.
“Geçmiş olsun,” diyen ikiliye baktım. “Nasılsın? Var mı bir sıkıntı? Ağrı sızı falan.”
“İyiyim çok şükür. İlaçlar sayesinde pek ağrı hissetmiyorum. Siz, bir şeyler bulabildiniz mi?”
Ateş’in sorusuyla iç çektiklerinde bir şeyler bulduklarını anladım. “Ne buldunuz? Kim yapmış bunu?”
“Kaza raporlarına göre arabanın frenleri kesilmiş. Yani bu durumda artık polis de işin içinde. Hastanede ifadeni aldılar ama yakın zamanda emniyete gidip tekrar ifade vermen gerekebilir. Sana şüphelendiğin birileri var mı diye soracaklar, ya da husumetli olduğun birileri var mı diye.”
Hepimiz pür dikkat Akın’ı dinlerken Ateş’in gerilen yüzü ve yumruk olan elleri, bu konunun canını çok sıktığını net bir şekilde gösteriyordu. Yanına gidip yumruk olan ellerini tuttum. Elimi anında avucunun arasına aldı.
“Akın,” diyerek konuşmaya dâhil oldu. “O arabada karım ve çocuklarım da vardı. Kendi canım umurumda değil ama eğer onlara bir şey olsaydı,” derken lafını tamamlayamadı. “Bunu yapan, yapanlar ya da yaptıran. Artık her kimse bul, lütfen.”
“Merak etme. Yakalamamıza çok az kaldı. Raporlara göre frenler kesileli çok olmamış. Sen kaza günü ne yaptın? Hatırlıyor musun?”
“O gün Nazlı’yı dükkâna bıraktıktan sonra ben de işe geçmeden eksik olan birkaç malzemeyi almak için sanayiye uğradım. Taş çatlasın yarım saat falan kaldım. Malzemeleri aldıktan sonra başka bir yerde durmadan dükkâna doğru sürdüm. Önümde viraj olunca frene basmaya çalıştım ama olmadı. O anda anladım zaten bir şeyler olduğunu. Virajı da alamayınca geri kalan kısmı zaten biliyorsunuz.”
“Tamam,” dedi Çağatay. “Sen bize gittiğin sanayinin adresini ver biz de sen sanayiye gitmeden önceki ilk yarım saatten itibaren kamera kayıtlarına bakalım. Artık ne varsa mobese, güvenlik kamerası falan. Ne bulursak. Birilerinin kasten frenleri kestiği bariz belli ama bunun Yelda’nın ölümünün ardından olması benim aklımı kurcalıyor.”
“İfade vermeye gittiğimizde şüphelerimizin bu yönde olduğunu söyleyeceğiz. Sen şimdilik dinlenmeye bak,” dedi Akın. “Kendini biraz daha toparladığında beraber ifade vermen için emniyete gideriz. Bu iş çözülecek sıkma canını.”
“Eyvallah.”
“Biz de ufaktan kalkalım artık,” diyen babama, “Yemek yerdik beraber. Olmaz ama böyle,” dedim. “Hem bizim size söylememiz gereken bir şey var.”
“Neymiş o söylemeniz gereken şey?” diye soran babama, “Akşam yemeğinden önce olmaz,” diyerek zoraki bir şekilde burada kalmalarını sağlamıştım.
Annemler sayesinde birkaç saat içerinde mükemmel bir akşam yemeği sofrası ortaya çıktığında duygularıma engel olamadım.
Mutfaktan çıkmayan annemlere bakmak, belki biraz da olsa yardım etmek için yanlarına geldiğimde mutfakta gördüğüm hummalı çalışma gülümsetmiş, yıllar sonra sahip olduğum şeyler ise duygulanmamı sağlamıştı.
Güç bela ikna ederek akşam yemeğinde annemlere yardım etmiş, güzel bir yemek sonrası ise çay eşliğinde salonda hep beraber oturuyorduk.
“Kızım,” diyen babam, “Bize söylemeniz gereken şey ne? Anlatın bakalım.”
“Bebekler,” dedim. “Cinsiyetlerini sonunda gösterdi.”
“Ee,” dedi Cemre. “Neymiş?”
“Biri kız, biri erkek. Tahmin ettiğimiz gibi.”
Salonda büyük bir mutluluk yaşanırken başımı sevdiğim adamın omzuna yaslayarak ailemin mutluluğunu izledim. Benim için hayal bile edemeyeceğim bu mutluluğu yaşamak güç ama çok güzel bir şeydi.
İkizlerin, bizim ikizler hakkındaki planları, babamların torun sevinci, annemlerin örecekleri kıyafetlerin telaşı ve daha nicesi.
3 Ay Sonra
“Evlatlarım,” derken karnımı okşuyordum. Elimi karnıma her yasladığımda hissettiğim tekmeler yüzümdeki tebessümün daha da büyümesini sağlıyordu. Sekiz aylık olan karnım ikiz olmalarından dolayı bir hayli büyümüş, hareketlerim daha da kısıtlanmıştı.
Dükkânı iki yıl önce mezun olmuş genç bir kıza teslim etmiştim. Bebekler doğduktan sonra uzun bir süre daha dükkânla ilgilenemeyeceğim için boş kalmasını istememiş, hem de benim gibi bir gencin sevdiği işinden geri kalmasını istememiştim.
Bana gelecek olursak. Çıldırmamak için zor duruyordum. Gittiğimiz son kontrolde doktorun bebekler her an gelebilir demesinden sonra Ateş yürüyen panik olmuştu. Evin mutfağına tek başıma girmeme, duş almama hatta tek başıma oturmama bile karışıyordu. Artık ne özel diye bir şey, ne de başka bir şey kalmamıştı. Tek başıma yapabildiğim tek şey tuvalete gitmek olmuştu. Ki onu bile eğer bunu tek başıma yapmamı engellersen seni boşarım diye son derece tehdit edici bir şekilde konuşarak razı etmiştim.
Henüz havalar soğumamışken gençler olarak evimizin bahçesinde toplanmak istediğimden, biraz da doğumun yaklaşmasının stresi ve doğum sonrası fazla sosyalleşemeyeceğimi bildiğimden bizimkileri yemek için davet etmiştim.
Son üç ayda yaşadıklarımızla hem kötü günleri geride bırakmış, hem de iyi şeylerin kapısını açmıştık. Ateş’in arabasının frenlerini kesen ve kestiren kişiyi bulmuştuk. Tahmin ettiğimiz gibi Yelda’nın babasıydı. Kızının ölümünü kaldıramayan baba, kızının ölümünden Ateş’i sorumlu tutmuş ve bedel olarak Ateş’i öldürmeye kalkmıştı.
Bunun sonucunda yapan ve yaptıran iyi bir ceza almış ve böylece kötü defterler kapanmıştı. Ateş o olaydan sonra bir daha araba almamış, benim arabamı satıp üstüne para ekleyerek geniş bir aile arabası alma fikrime başta sıcak bakmasa da sonra ikna olarak kabul etmişti. Fakat asıl büyük gelişme Murat’ın Yasemin’e evlenme teklifi etmesiydi.
“Hayatım, her şey hazır mı?”
“Hazır gülüm. Hepsi bahçede.”
Karnımdaki artık yarısı boş olan meyve tabağını önümdeki sehpaya bıraktığımda, “O zaman biz de bahçeye çıkalım. Gelirler şimdi.”
“Geldim,” diyerek mutfaktan salona giren Ateş büyük bir tebessümle bana bakıyordu. Bu halimden o kadar büyük bir zevk alıyordu ki bunu gizleme gereği bile duymuyordu.
Ellerimden tutarak beni kaldırdığında oturduğum için toplanan elbisemi düzelttim. Karnım o kadar büyümüştü ki son iki haftadır pantolonlarım bana olmuyordu. Bu yüzden bir gün ağlama krizine girdiğim esnada bir saat içinde çeşit çeşit elbiselerle karşılaşmıştım. Ateş’in o zaman ki konuşmasını hâlâ unutamıyordum.
1 Hafta Önce
Bornozumla dolabın önünde ağlarken duyduğum adım seslerine aldırış etmedim. Şu an çok önemli bir derdim vardı. Kıyafetlerimin içine giremiyordum. Hormonlarımdan kaçabilen son mantık kırıntım kilolu değil, sadece hamilesin dese de ağır basan ruh halim bunu kulak arkası ediyordu.
“Gülüm ne oldu?” diye sordu. Bir bana bir de yerdeki kıyafetlerime bakarak. Önümde diz çökerek gözyaşlarımı sildi. “Neden açtın çeşmeleri yine, söyle bakayım erine.”
“Yine mi?” diye sordum büyük bir sinirle. “Ben hep ağlıyorum değil mi? Mız mız çocuklara döndüm iyice. Hem kilo da aldım, beni beğenmezsin artık. Kim yüz kilo sürekli zırlayan birini sever ki sen de haklısın.”
“Yavrum, ne dediğinin farkında mısın sen? Ne demek seni beğenmemek? Küfür etsen daha iyiydi. Bir daha böyle bir şey söylediğini duymayacağım. Hem sen söyle bakayım neden ağlıyorsun?”
“Baksana,” dedim yerdeki bana bir zamanlar olan ama artık içine giremediğim kıyafetleri göstererek. “Hiçbiri olmuyor artık. Giremiyorum içlerine. Çok kilo aldım Ateş. Desteksiz yürüyemeyeceğim neredeyse şu halime bak. Her yerim şişti. Sürekli yiyorum. Yatmaktan başka yaptığım hiçbir şey yok.”
Ağlamalarım şiddetlenirken beni bir anda oturduğum puftan kaldırıp yatağa doğru götürürken ağlamam kesildi. “Ya bıraksana. Bir şey olacak şimdi bir yerine. Ateş,” desem de dinlemedi.
Beni yatağa bıraktığında önümde diz çöktü. “Şimdi beni iyi dinle,” diyerek ondan ilk defa duyduğum bu sertlikle ne yapacağımı bilemedim.
“Sen bir mucizeyi yaşadığımızın farkında mısın? Onlarca insan bir bebekleri olsun diye mücadele ederken sen karnında bir değil iki tane can taşıyorsun. Elbette vücudun buna göre şekillenecek. Ayakların şişecek, karnın büyüyecek. Bunlardan daha doğal ne olabilir ki? Sen ne yiyorsan çocuklarımız için yiyorsun. Onlar zayıf kalmasın iyi olsunlar diye yapıyorsun. İki üç tane çul çaputun içine giremediysen ne olmuş? Sizden değerli mi sanki? Evet, eskisi kadar ayakta değilsin, iş yapmıyorsun çünkü bebeklerimizi düşündüğün için yatıyorsun. Olurda iş yaparken başına bir şey gelir, tansiyonun düşer de yere düşersen diye ihtiyaçlar dışında bir şey yapmıyorsun ve ben seninle gurur duyuyorum.”
Söyledikleriyle mantıklı yanım ağır basarken, “Özür dilerim,” dedim.
“Dileme,” dedi ve yanıma oturarak beni göğsüne yasladı. “Hormonların yüzünden böyle dediğinin farkındayım ama bir daha ağzından seni artık sevmediğimi ima eder ya da kilo aldım diye kendine yüklenirsen bozuşuruz. Sen bana her gün yeni bir şükür sebebi verirken kendine böyle davranman benim canımı yakar. Hem ağlayacaksan kıyafetlere giremediğin için değil, benim bir yerlere giremediğim için bana ağlayabilirsin.”
Başımı göğsünden kaldırıp koluna vurdum. “Sapık,” diyerek kalktığımda çok gitmeme izin vermemişti ki kendimi bacağına oturur halde buldum.
“Çok özledim, ne yapayım? Yandım kavruldum be yavrum.”
“Bir süre daha yanmaya devam edeceksin hayatım, üzgünüm,” dedim ve dudaklarına öpücük kondurduktan sonra ayaklandım. Az önce karşısında ağladığım dolaptan ne kalın, ne de ince olmayan bir elbise çıkardım. Saçlarımı kuruttuktan sonra giydim ve kendini yatağa atmış Ateş’e gülerek salona indim.
Yanımdaki hayat arkadaşıma karnımın müsaade ettiği kadar sarılırken bahçeye çıktık. Bizim çıkmamızla herkes birer birer gelirken sohbet ve muhabbet eşliğinde yemeklerimizi yiyor ve benim yaklaşan doğumum hakkında konuşuyorduk.
“Az kaldı ha. Geliyorlar demek.”
“Öyle,” derken karnımı okşuyordum. “Yalan yok gözümü korkutuyor ama onlarla tanışacak olmak korkumu bastırıyor.”
“Ee hallettiniz mi şimdi her şeyi? Alınacak ya da yapılacak başka bir şey kalmadı mı?”
Kadir’in sorusunu Ateş cevapladı. “Her şey hazır kardeşim. Odaları, kıyafetleri. Puset falan bir tek onlar eksik. Kızım ve oğlum da geldiğinde her şey tam olacak.”
Kolu belime sarılı bir şekilde karnımı okşarken gelen tuvalet ihtiyacıyla ayaklandım. “Ne oldu gülüm?” diye soran Ateş’e, “Tuvalete gidip geleceğim,” dedim.
“Ben de geleyim,” diye ayaklanacakken engel oldum. “Ben hallederim. Kulağın ben de olsun yeter.”
Tuvaletteki işimi halledip bahçeye tekrar çıktığımda gelen sancıyla duraksadım. Doktor, şu zamanlarda olan sancıların gayet doğal olduğunu söylemişti ama bu yine de korkuma engel değildi.
Sancı kesildiğinde iki adım atmışım ki daha güçlü bir sancının girmesiyle sesime engel olamadım.
“Ah!”
Ateş anında yanıma geldiğinde, “Ne oldu?” diye sordu. “Sancın mı var ne oldu?”
Evet, diyecektim ki diyemeden hissettiğim ıslaklıkla gözlerim fal taşı gibi açıldı. Az önce tuvalete gitmeseydim eğer altıma yapabileceğimi bile düşünebilirdim ama öyle değildi. “Suyum geldi. Geliyorlar.”
Ben şaşkın, Ateş benden daha şaşkındı. Beklemiyordu, beklemiyordum. Çünkü daha zaman vardı. Daha çok zaman vardı.
“Ne? Geliyorlar mı? Hayır, dur. Tut onları. Hemen, hemen hastaneye gidiyoruz hemen.”
Cebindeki anahtarı Kadir’e fırlattı. “Her şey arabada. Bir an önce gidelim hadi.”
Bir yanımda Ateş, bir yanımda Yasemin arabaya doğru yürürken gelen suyumun şaşkınlığını yaşıyordum.
“Burası ne olacak? Kapı pencere her yer açık.”
“Sen burasını düşünme. Bir an önce hastaneye gidin. Biz de arkanızdan geleceğiz,” diyen Nilüfer’i de güç bela duyabildim.
Kadir önde, Murat yanında, biz ise arkada hastaneye doğru gidiyorduk. Anlık gelen sancıyla bağırırken, “Doktor! Doktoru arayın. Annemleri, haber verin,” diye söylendim.
“O iş bende,” diyen Murat telefona sarılırken, Kadir’in yol vermeyen arabalara da küfür ettiğini duyuyordum.
“Gülüm, dayan. Dayan aşkım az kaldı. Sık dişini. Hastaneye kadar tut.”
“Kolaysa sen tut! Tut, tut deyip durma bana! Ahh!”
Sancılar düzenli aralıklarla ve her seferinde artarak gelirken kan ter içinde kalmış, korkudan titriyordum.
“Biliyorum zor ama sakin ol Nazo. Sen neler yapmadın ki? Bunu mu yapamayacaksın? Bak az kaldı. Günün sonunda kucağına alacaksın kızını ve oğlunu. Dayan.”
Yasemin’in söylediklerini düşünürken kucağımda kızımı ve oğlumu hayal ettim.
“Erken, daha çok erken Yasemin. Daha çok erken. Ya bir şey olursa.”
“Sakın,” dedi. “Sakın öyle düşünme. Doktor erken doğum olabileceğini söyledi. Hem demek ki artık annelerini görmeye hazırlar. Bir an önce seni görmek istiyorlar ki geliyorlar. Kötü düşünmek yok tamam mı?”
“Bana bir şey olursa,” dedim ama gelen sancıdan devam edemedim. “Biz annesiz büyüdük Yasemin. Bunun ne kadar zor bir şey olduğunu biliyoruz.”
Bir yandan nefes almaya çalışıyor, bir yandan da aklımdan geçenleri söyleyebilmek için sancıların geçmesini bekliyordum.
“Ahh!”
Giderek artan ve her seferinde daha can yakıcı olan sancılar eşliğinde güç bela lafımı tamamlayabildim.
“Bu yüzden,” derken nefes nefese kalmıştım. “Bu yüzden bana bir şey olursa sana emanetler. Ateş’in çok iyi bir baba olacağını biliyorum. Anne de olur baba da ondan yana şüphem yok ama bana bir şey olursa sana ve Ateş’e emanetler. Beni anlat. Annelerinin kim olduğunu bilsinler.”
Durduğumuzda Ateş’in beni kucaklaması ve sedyeye binişim göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Kendimi bir anda doğumda bulduğumda yanımda Ateş vardı.
“Birlikte başaracağız. Buradan beraber çıkacağız tamam mı?”
"Çıkacağız değil mi? Beraber dördümüz çıkacağız."
Güldü. "Şüphen olmasın. Buradan dört kişi olarak çıkacağız."
“Evet,” diyen doktorum bize döndüğünde, “Doğumu sezaryen olarak konuşmuştuk ama belli ki sizinkiler bir an önce gelmek istemişler. Yeterli açıklık mevcut. Nazlı ne yapman gerektiğini biliyorsun değil mi? Sancı geldiğinde güçlü bir şekilde ıkınmanı ve bebekleri itmeni istiyorum.”
Gelen sancıyla doktorun dediği gibi yaparak ıkındığımda doktorun, “Çok iyi gidiyorsun bir kez daha, hadi,” dediğini duydum. Ne kadar olduğunu sayamadığım zaman diliminde hissettiğim rahatlama ile ağlama sesleri bir oldu.
“Erkek bebek. Doğum saatti 17:45. Hadi Nazlı, yapabilirsin. Ikın.”
Gelen sancıyla ıkınırken, “Oğlum, oğlum nasıl?” diye sordum.
“Oğlun gayet iyi, şimdi sıra kardeşinde. Sancı geldiğinde tüm gücünle ıkın. Hadi.”
Son kez doktorun dediğini yaptığımda başka bir ağlama sesi doldu kulaklarıma. Kızımın sesi.
“Kız bebek. Doğum saati 17:50. Gözünüz aydın.”
Göz yaşlarım eşliğinde gelen sesleri dinliyordum. Ağlayan iki bebek. Benim, bizim bebeklerimiz.
"Evet, anneyle tanışma vakti. Kızına ve oğluna merhaba de."
Göğsüme bırakılan iki yavru benim yavrumdu. Ağlama sesleri kesildi. Ben kızımı ve oğlumu, Ateş hepimizi sardı. Her ikisini de derin derin koklarken Ateş'e baktım. Ağlayarak izliyordu bu halimi.
"Çok güzeller," dedim hıçkırıklarımın arasında. "Çok küçük ve çok güzeller."
"Çok güzelsiniz. Size kurban olurum ben. Her birinize."
*************
On yedi Eylül bizim için karanlık bir tarihken, o olaydan bir yıl sonra doğan kızım ve oğlum sanki hayatımızdaki tüm kötü anıları silmek istemiş gibi bugün doğmuştu. Hastane odasında maaile bebeklerimizi beklerken yaşadığım mutluluk tarif edilemezdi.
Açılan kapı ve ardından gelen iki hemşireyle kucaklarında bebeklerimle gelmişlerdi. Kızımı sağ koluma, oğlumu da sol koluma yatıran hemşireler gerekli bilgilendirmeyi yaptıktan sonra odanın çok kalabalık olduğunu ve emzirmem gerektiğini söyleyerek çıkmışlardı. Bu sayede diğerleri de çıktığında Ateş’le ve çocuklarımızla baş başa kalmıştık.
“Çok küçükler Ateş. Minicikler.”
Biri bir göğsümü emerken diğeri de öbür göğsümü emiyordu.
“Çok güzelsiniz gülüm. Bakmaya doyamam ki size ben. Kurban olayım sizi verene. Binlerce kez şükürler olsun bugünümüze.”
İştahla emen bebeklerim uykuya yenik düşerken göğsümden ayırdım. Kızımız Ateş alıp göğsüne yaslarken ben de oğlumuzu göğsüme yasladım.
“Annemleri alalım içeri Ateş.”
Kapıyı açan Ateş’le içeri girdiklerinde hepsinin gözü bebeklerimizdeydi. Annemin gözü ise bende.
Yanıma oturan annem, “Çok ağrın var mı anneciğim? Bir yerin acıyor mu?” diye sordu.
“Acısa bile hissetmiyorum ki. Şu koku her şeyi unutmama yetiyor.”
“Öyledir. Evlat kokusu her şeye bedeldir.”
“Allah analı babalı büyütsün kızım,” diyen babam, annemden kalan boşluğu doldurdu. İki kese çıkardığında, “Biri Gökçe’nin, diğeri de Alp’in,” dedi.
“Baba,” derken söylenmeme izin vermedi.
Herkes sırayla tebrik ederken, “Sizin veletler hızlı çıktı. Hazırlıksız yakalandık, kusura bakma kardeşim. Altınımızı başka zaman takarız,” diyen Tolga ile herkes gülerken Ateş oldukça asabi bir şekilde, “Sensin velet,” diyip ensesine şamar attı.
Aradan geçen bir saat sonra herkes sırayla odadan çıktı. Günün sonunda tekrar baş başa kaldığımızda gözlerimizi kızımız ve oğlumuzdan ayıramadık.
“Seni çok seviyorum,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Bana bu duyguyu yaşattığın için, beni sevdiğin için. Her şey için çok seviyorum.”
“Ben de, ben de çok seviyorum. Bundan sonra her şey çok daha farklı olacak biliyorsun değil mi? Artık dört kişiyiz.”
“Güzel, bundan sonra her şey çok daha güzel olacak. Çünkü artık dört kişiyiz.”
********
Hastanedeydik, yine. Bu sefer kucağımda bebeğim, yanımda eşim. Ne sırtıma gelip ciğerimi delen bir kurşun, ne de ölüm vardı.
Kaldığımız hastane odasının penceresinden baktığım gökyüzü daha parlak, gök daha maviydi. Bunun sebebi ise ölüm değil yaşam vardı. Kan değil, nefes. Biten bir hayat değil, iki can vardı. Benim ve Ateş'in yarısı olan iki can.
Geçen sene tam bu zamanlar düştü aklıma. Ölümle yaşam arasındaki o çizgideydim. Öyle ince bir çizgiydi ki bir ara onu da geçmiştim. Hemen yanımdaki Ateş'e baktım. Yorulmuş, heyecanlı ve biraz da korku vardı üzerinde. Ama geçen seneki haliyle uzaktan yakından alakası yoktu.
Belki bilmediğimi sanıyordu, belki de bilip belli etmediğimi, bilmiyorum. Bir yıl önce tamda bu zamanlarda her gece başımda bekleyip nefes alıp almadığımı kontrol eden ellerinden biri kızımızın yattığı arabada, diğeri de elimdeydi.
Ben onu hissederdim, o da beni. Ciğerimi delip geçen kurşunun bıraktığı iz her nefes alışımda bıraktığı izi yaktığı için ağır ağrı kesici ve antibiyotikler verdiklerinden dolayı bir süre bilincim doğru düzgün yerinde değildi. Ama hissederdim. Baş ucumda sabahlayan babamı, iyileştiğimde benimle neler yapmak istediklerini anlatan kardeşlerimi, uyanmam için baş ucumda dua eden annemi ve onu, Ateş'i.
Ara ara başını göğsüme koyup kalp atışlarımın sesini başını yasladığı göğsümden dinlerdi. Çünkü monitörden duyduğu ses ona yeterli gelmezdi. Belki de daha önce ölümümü gösterdiği içindi. Kendi gözlerimle görmesem bile emindim ki bir kez bile gözünü o monitöre değdirmemişti.
Kimse bilmiyordu. Hatta kendime geldikten çok uzun bir süre sonra hatırlamıştım ben de bana, "Gitme," diyen sesini. "Gitme, ne olur gitme," diye yalvaran sesini. "Yanına gelirim, kafama sıkarım," dediğini de duymuştum, gözünden düşen yaşın yanağımda bıraktığı ıslaklığı da.
Söylemedim ona. Kimseye anlatmadım da. Bu benimle yaşayacak ufak sırlardan biriydi. Kötü günler geride kalmış, şimdi ise kucağımıza iki hayat vardı. Bize muhtaç, bizim muhtaç olduğumuz iki hayat. Oda farklıydı, hastane de. Yaşananlar eskisi gibi kanatmıyor ama izi hâlâ duruyordu. Tıpkı sırtımdaki kurşunun izi gibi.
Şimdi ise bu hastane anısını başka güzel bir anla örtüyorduk. Saatler sonra bu odadan iki değil dört kişi olarak ayrılacaktık. Dört kişilik çekirdek ailem olacaktı.
*********
10 Ay Sonra
“Aman da aman bu ayaklar baldan mı yapılmış? Eller şekere mi bulanmış ne yapmış ya?”
Mucize nedir diye sorsalar hiç şüphesiz evlatlarım derdim. Benim gerçek mucizelerim karşımda bana şebeklik yaparken daha bir yenilesi oluyor ve daha çok içimin gitmesine sebep oluyorlardı.
“Anneniz sizi ham yapsın mı? Yesin mi sizi hım?”
Günlerdir uykularımızı kaçıran diş çıkarma serüveninden sonra daha iyi hissettiklerinde, havanında iyi olmasını fırsat bilerek dışarı çıkmak için hazırlanıyorduk.
“Aşkım! Neredesin?” Ateş’e seslenirken bir yandan da kızıma ve oğluma güneş kremi sürüyordum. İkisinin de gözleri babalarına çekmişti. Hatta Gökçe’nin gözleri daha açık bir elaydı. İkizlerdi ama birbirlerinden de çok farklılardı. Alp Deniz oldukça sessiz ve sakinken, Gökçe bir türlü yerinde durmuyordu. Ve boğazına düşkün bir çocuktu. Handan annenin Gökçe için Asena’ya benziyor demesi bir sözü daha doğrular nitelikteydi.
Kız halaya çekiyordu.
“Geldim gülüm. Mamaları için sıcak suyu soğuttum. Hazır mısınız?”
“Hazırız.”
Bebek arabası yerine kanguru kullanmayı tercih etmiştik. Öğle sıcağından sonra dışarı çıktığımızda yaz mevsimi sebebiyle her yer cıvıl cıvıldı. Sırtımızda kızımız ve oğlumuz için ihtiyaçları olan çanta, kucağımızda evlatlarımız ve el ele bir şekilde yürüyüş yapıyorduk.
Yalnız başıma başladığım bu hayat mücadelesine artık birçok kişiyle devam ediyordum. Yanımda eşim, kucağımda bebeklerim. İnişler, çıkışlar. Kavgalar, barışmalar illa ki olacaktı. Fakat günün sonunda başımı yastığa koyduğumda eşim her zaman yanımda olacaktı. Ailem, sevdiklerim, evlatlarım ve eşim. Artık hepsi benim bir parçamdı.
SON





Duygularımı tarif etmek şu an imkansız. Korkarak başladığım bu kitaba böyle bir mutlu son eminim ki çok yakıştı. Aklımda birkac eklemeler olduğu için özel bölüm gelecek, fakat ne zaman olduğu kesin değil.
Sizin özel bölümde görmek istediğiniz şeyler varsa bu kısma yazabilirsiniz. Beni bu yolda yalnız bırakmayan okurlarıma da ayrı teşekkürlerimi sunarım.
Hoşça kalın, kendinize iyi bakın. :))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |