Merhabalarrr💕
Nasılsınız güzel okurlarım
Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın 🪼
Not: Sınavdan sonra yazdığım bir bölüm, yani yazdıklarımda çok da mantık aramayın. 1
"Sana bu işe karışmamanı kaç defa söyledim. Basmıyor mu kafan? Bu işin dışında kalacaksın.”
Loki’nin bağırışları boş kulenin duvarlarında yankılanırken, sözlerinin karşısındaki serseriden daha çok duvarlarda etki yarattığını anlamıştı. Sanki küçük çocuk gibiydi karşısındaki adam.
Vurdumduymaz tavırları hep sinir ederdi onu. Bir de abisi olacak güya. “Dokunma onlara!” Aniden Loki’nin bağırmasıyla genç adamın elleri havada kalmıştı. Kaşları sorgularmış gibi havalanmıştı.
Büyük kardeşin yüzündeki alaycı ifadenin bir kısmı yerini ciddiyete bırakmıştı. Merak ediyordu, hem de merak etmemesi gereken birçok şeyi merak ediyordu. İşte başına da bela açan buydu. Hatta ikisinin de başını belaya sokan buydu desek doğru olurdu.
“Şu sarı lale merakı da nereden geliyor?” Abisinin yılışık sesiyle Loki ona ters ters bakarken, bu bakışlarının onda bir etki yaratmasını bekledi. Ama hayır, o aptal budalada bu bile işe yaramazdı. Oysa bu adamın bir bakışıyla kaç kişinin sonu olmuştu.
Loki, abisinin yanına hızla adımlarken ellerini uzattığı vazoyu alarak ondan uzak bir yere koymuştu. Çiçek meraklısı falan değildi. Hele bir lale meraklısı hiç değildi. Uykularını kabusa çeviren şu iğrenç lalelere nasıl meraklı olabilirdi ki?
Elbet bunun da anlamını bulacaktı. Ve o iğrenç laleleri kendi elleriyle yok edeceğim diye içinden geçirmişti. “Annemi görmeye gelmeyecek misin? Son günlerde durumu iyi değil.” Sona doğru Lucas’ın ciddileşen sesiyle ona dönmüştü.
O lanet kuleye mi gitmek? Üstelik kuzu kılıklı çakallarla yeniden bir araya gelmek. Pek cazip bir fikir gibi gelmiyordu ona.
“Gelmeyeceğim. Kraliçenin beni görmek istediğini de sanmıyorum.” Gözlerini duvara sabitlerken geçmişin anıları yeniden aklını bulandırmıştı.
Annesi tarafından lanetlenen bir oğul.
Babasının ormanın ruhuna kendi canını kurtarmak için verdiği birer kurban.
Abisinin taht için gördüğü birer engeldi.
Büyükannesinin gözünde ruhunu şeytana satmış bir iblisti.
Işığa ait olan, onun varlığıyla var olan bir yansıma.
O karanlık ruhların elçisiydi.
Bir tek küçük bir kızın umudu olmuştu. Küçük bir bela olurdu kendisi. Ama tatlı bir belaydı adam için.
Ne kadar acı değil mi? Sevgisiz geçen bir hayat. Umudun olmadığı ve hiçbir zaman olmayacağı karanlık bir diyar. Loki için bu hiç de öyle değildi. Onun dünyası buydu işte.
İçine doğduğu hayat tam olarak tüm evrenin karanlık gerçekliğiydi. İnsanların herkesten sakladığı iğrenç ve karanlık taraflarıyla büyümüştü. Ve bunlar onun için normaldi. Böyle de olmalıydı.
Her gerçekliğin kuralları farklıdır. Onun yaşadığı evrenin doğrularıysa daha farklıydı. Sevgiyle büyümek artık pek de önemli değildi onun için. Çünkü biliyordu bu ailede umuda yer yoktu. Bu evrende umuda yer yoktu.
Daha küçük yaşlarında ailesiyle olmasa da büyükannesiyle araları çok iyiydi. Daha küçükken çocuk bunun saf sevgi olduğundan neredeyse emindi. Zamanı geldiğinde bu sevginin bile çıkar için olduğunu öğrenecekti.
Everet evreninin 9 gerçek yönü vardı. Bunların 4’ü Loki’nin yaşadığı dünya için birer sır kalsa da 5 yönetici yön onun dünyasını yönetiyordu. Böyle ki bu yönler soyların statüsünü belirleyerek sihre ne kadar ulaşabileceklerini gösteriyordu.
Kulağa ne kadar düzenli bir sistem gibi gelse de daha düzensizlik ilk seçimde başlıyordu. Evet, asıl düzen düzensizlikti.
Bu düzen bile kendi içinde düzensiz ve adaletsizdi. Her yıl krallıkta olan soyların ailelerine 5 yöne mensup çocuklar doğardı. Bu çocuklar doğdukları yönlerle ya kendi soylarının kurtuluşu olurdu ya da…
Ya da onun gibi lanetin haberçisi…
Birinci yön IŞIKTI
Gururdu ışık.
Güzellikti ışık.
Unutulmuş olandı ışık.
Soyunun unutulmuş sevgisiydi.
Yıldızsız gökyüzüne doğan ilk yıldızlar.
İkinci yön GÖLGEYDİ.
Işığın atan kalbiydi bu.
Işık varsa gölge de vardı.
Gölge güvenin varlığıydı.
Gölge varlığın kanıtıydı.
Gölge sadakatti.
Gölge Loki’ydi.
Gölge oydu.
Eskiden…
Üçüncü yön RÜZGARDI.
Rüzgar değişimdi.
Rüzgar saklı ruhtu.
Soyunun unutulmuş umuduydu.
Rüzgar tutsak olmuş kalplere gelen özgürlüktü.
Dördüncü yön ZAMANDI.
Zaman, her şeyi değiştirir ve dönüştürürdü.
Hayatın en büyük sırrıydı.
Hayatın ritmiydi zaman.
Soyunun kurtuluşuydu.
Beşinci yön ATEŞTİ.
Lanetin varlığının nedeni.
Ateş yaratıcıydı.
Ateş yıkıcıydı.
Ateş tutkuydu.
Ateş öfkeydi.
Ateş şifaydı.
Artık Ateş Loki’ydi.
Masum olan şimdi lanetleydi.
İzlerle doluydu.
Hayatı İZlerle doluydu.
Gölge artık ateşti.
Ormanın ruhunun ona bahşettiği hediye laneti olmuştu. Sonsuz güç nefret getirmişti ona. Bu diyarlarda ateşin kıvılcımından nasibini almış hiç kimse sevilmezdi.
Daha küçükken babasının işlediği büyük günahın bedelini küçük kalbiyle ödemişti. Babası tarafından ormanın ruhuna sunulmuş bir adak olarak hayatına son verilecek bir ruhtan daha fazlası değildi.
Ta ki ormanın ruhu tarafından evlatlık edilene kadar. Öldürülmesi için gönderildiği ormandan kendi diyarının korkulu rüyası olarak çıkmıştı.
O gece orada yaşananları kimse bilmezdi ama karanlık ruhların ona dokunmamasının gizli bir sebebi olduğu belliydi. Küçücük bir çocuk karanlığı kendisine boyun eğdirmeyi başarmıştı.
Ama her şey kulağa şahane geldiği gibi değildi. Kendi ışığından koparılmış gölgeydi o. Şimdi ışığa ihtiyacı yoktu. Onun ateşi tüm evreni aydınlatmaya yeterliydi. Kendi karanlık kalbinden başka.
Abisiyle aralarında olan bu gerginlikse daha o küçükken başlamıştı. Lucas küçük kardeşini seviyordu, bunu o da biliyordu ama bu sevgi bile tahtına olan aşkından daha büyük olamazdı.
Şimdiyse konu abisinin yaptığı aptal bir anlaşmaydı. Loki bu zamana kadar ailesini kendisinden bile korkutmayı başarmıştı. Ormanın ruhunun o geceden sonra asla onlara yaklaşmaması için elinden geleni yapmıştı.
Ama şimdi aptal abisi herkesten gizli ormanın ruhuyla bir anlaşma yaparak kendini çıkmaz bir kuyunun içine sokmuştu. Rüzgar yönünden olan abisinin sunduğu şeyse ruhuydu.
Yıllarca onu büyüden karanlığa öyle aşinaydı ki bu anlaşmanın bir kazananı olduğunu çok iyi biliyordu. Her zaman bir kazanan vardır.
O da karanlığın atan kalbi.
ZİEL
Ormanın ruhu.
Şimdiyse Loki onu bu anlaşmadan kurtarmaya çalışıyordu. Çünkü biliyordu ki kurtulamayan ruhun bir sonu yoktu. Ne ölürdü ne yaşardı. İşte abisini de kurtarmaya çalıştığı bu uçurumdu.
“Kıskanma küçük kardeşim, benim niyetim ateş değil. İstediğin kadar o lanet bok çukurunda kalabilirsin.” Abisinin bu sözleri onu daha fazla kızdırsa da kendisine hakim olmaya çalışıyordu.
Ateşin aldatıcı yanı da buydu işte. Kendini her zaman kontrol altında tutması gerekiyordu. Yaşadığı her bir his yılan gibi zihnine sızıp ona yapmaması gereken birçok şeyi yaptırabilirdi. Loki artık buna alışmıştı.
Ateşle geçirdiği onlarca yıldan sonra bunu öğrenmemesi olanaksızdı. “Sana yaptığım son uyarı. Ve seni son kurtarışım. Bundan sonra ben yokum.” Tok ve sert çıkan sesiyle siyahlarını abisine dikmişti.
Kararlıydı ve karşısındaki adam da o siyahların öldürücü tonunu iliklerine kadar hissetmişti. Bazen bu bakışlar onu ürkütüyordu. Ama bu çok kısa sürüyordu. Deli bir ateşin öfkesinden korkması gerektiğini bilecek kadar aklı başındaydı.
“Şu küçük sığıntı nerede? Sarı bakışlı cadıyı görmeyeli epey olmuş.” Lucas konuyu değiştirmek için yine Loki’nin canını sıkacak bir konu açmıştı. Loki’nin küçük tatlı belası. Daha küçükken kendi ateşinden kurtardığı ve yine de kendi ateşiyle koruduğu kız kardeşi.
Anne ve babaları aynı olmayabilirdi ama onlar kardeşti. Belki de ateşin ona getirdiği tek güzel şey o küçük kızdı. “Onunla uğraşma, senin onun etrafına yaydığın rüzgarları sevmiyor.” Uyarıcı sesiyle kendisi de etrafına bakınmıştı.
Gerçekten neredeydi bu kız? Normalde abisini delirtmeden bir sabah dahi geçirmezdi. Acaba Lucas’ın geleceğini öğrendiği için mi ortalıkta yok diye geçirmişti içinden.
“Senin küçük besleme anlaşılan benden korkuyor.” Lucas daha sözlerini bitiremeden yanından geçen küçük alev toplarıyla duraklamıştı. Loki’ninse yüzüne o şeytani sırıtışı eklenmişti. İşte küçük cadıyı sinirlendirmeyecekti.
“Bir ateşin basit rüzgar gülünden korktuğu da nerede görülmüş.” Kızıl saçlarını geriye savururken büyük salonun girişinde genç adama dik dik bakıyordu.
Genç adam yavaşça arkasını dönerken yüzüne yayılan gülümseme genişlemişti. Sonunda ortaya çıkabilmişti demek. “Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın dedikleri bu olsa gerek.” Sırıtarak yerde yaktığı küçük bir yeri göstermişti.
Bu kızı daha çok sinirlendirmiş olacak ki yanakları iyice kızarmıştı. Adamın üzerine fırlatacağı ateş topları için kendisini hazırlıyordu. Gerekiyorsa bu adamı burada yakacaktı.
“O zaman ne kadar yer yakacağımı test edelim rüzgar gülü.” Küçük kızın bu sözleri genç adamın istemsizce hoşuna gidiyordu. O kızıl tilkinin daha ne kadar ileri gideceğini görmek istiyordu.
Sırf onun bu sinirli hallerini görmek için bile her gün sevimsiz küçük kardeşinin kulesine gelebilirdi. “Seve seve leydim.” Dediğinde kızın fırlattığı orta ölçüde olan ateş toplarını kendi rüzgarıyla harlamıştı.
Aniden ateşin beklenmeyen büyüklüğüyle kız afallamıştı. Adamın bu hamlesini beklemiyordu. Ateşin kontrolünden çıkmasıyla korku dolu gözleri hemen abisini bulmuştu. Çünkü şu karşısındaki hadsiz adamı durdurabilecek bir kişi vardı, o da Loki’ydi.
Genç adam kızın gözlerinde gördüğü korkuyla ateşin daha da büyümesini sağlarken onun zarar görmemesi için özellikle yaptığı şeyin ölçülü olduğuna dikkat ediyordu. Zaten biraz sonra da buna son verecekti. Tek niyeti birazcık eğlenmekti.
Loki de küçük kızın gözlerindeki yardım yakarışlarını görerek hızla büyük salonu ele geçiren ateşi kendi kontrolüne almış ve küçük bir ateş topuna çevirerek avcuna hapsetmişti.
Bu hareketi abisinin hoşuna gitmediği için ona ters ters bakıyordu. “Benim kulem sizin oyun bahçeniz değil, ateş topunuzu da götürün gidin başka yerde oynayın.” Loki’nin sözleriyle genç adam da kendisini toplayarak çıkışa doğru ilerlemişti.
Burada yeterince vakit kaybetmişti zaten. Küçük kızın yanından geçerken ateş gibi parlayan kahve rengi gözlerine kısa süre bakmıştı. Hırçın bakışları kadar onu eğlendiren çok az şey vardı bu diyarda.
“Bu oyunumuzu başka zaman mutlaka devam ettirelim kızıl tilki.” Çapkınca göz kırparak kızın daha cevap vermesini beklemeden oradan ayrılmıştı.
Loki içinse işler gittikçe daha karışık hale geliyordu. Annesinin durumunun kötüleştiğini duymak istemsizce canını sıkmıştı. Nasıl giderdi ki oraya? Hangi sıfatla gidecekti? Annesinin yönünü miras almış bir gölge olarak mı yoksa lanetin habercisi ateş olarak mı?
Işığı elinden alınmış bir gölge bir hiçti. İşte annesinin gözünde olan konumu da buydu.
Hayat herkes için eşit şartlarda bir yaşam sunmazdı. Ama sanki onunki fazla eşitsiz ve düzensizdi. Hayatında olan her şey fazla uçlardaydı.
Düzene ihtiyacı vardı. En önemlisi bir gölge olmak için eskisi gibi ışığa ihtiyacı vardı.
Yönünü bulmak için mutlaka bir yıldıza mı bakmalı insan? Bir ışığa bakarak bulamaz mı yolunu?
Işığını bulduğu zaman yolunu da bulacaktı.
Beliz
Bu lanet sabahların bir anlamı olmalı değil mi? Ah hayır, bu kadar erken uyanma gibi bir eylem ne için var tam olarak? Annemin bağırışlarıyla hâlâ yerimde yuvarlanıyordum. Bu sıralar fazla mı tembel oldum?
Kimi kandırıyorsam ben her zaman böyleydim. En azından fevkalade bir kişiliğe sahiptim, yoksa nasıl çekilirdi bu hayat. “Kalk artık kızım. Gel bir işin ucundan tut.” Annemin beni o melodi gibi sesiyle çağırmasıyla biraz daha yerimde sağa yuvarlandım.
Yastığımın bu tarafı sıcak olduğu için diğer tarafına kafamı koydum. Bugün abim gelecekti. Aslında dün gelmeliydi ama görevinin uzadığını söylemişti bize.
Ve sonunda 4 gün gibi annemi hasrette bırakan zaman bitmişti. Sabahın yedi buçuğu ve bu kadın şimdiden hazırlıklara başlamıştı.
Bu da yetmezmiş gibi komşumuz Hafize teyzenin kızı Nisan’ı da çağırmıştı. Tabii bir de Melis vardı. Bu kadar yemeği kim yiyecekse artık. “Beliz.” Annemin yine bağırmasıyla son bir yuvarlanmamla büyük gürültüyle yataktan yere düşmüştüm.1
Hiç bozmadan yerde yatmaya devam ediyordum. Şu an bu gözler açıla bilecek halde değildi. Gece saat 3’te bitirmiştim kitabı. Biraz insaf. Kapının çalmasıyla gözlerim yavaşça aralansa da yeniden kapanmıştı. “Beliz iyi misin?”
Melis’in duyduğum sesiyle kafamı yavaşça aşağı yukarı salladım. “Beliz?” Ah bu kız hâlâ kapının dışındaydı öyle değil mi? “Hmm” diye mırıldanıp yorganımı da üzerime çekmiştim. “Bak giriyoruz. Endişelendirme beni. O gürültü de neydi?” Bu gitmedi mi hâlâ? Neden kendi evimde rahat bir uyku çekemiyordum.
“Giriyoruz.” Melis’in sesini bölen tanıdık sesi umursamadan yeniden uyumaya devam etmiştim. “Aç artık. Kesin bir şey oldu.” Kapının açılma sesiyle adım sesleri de iyice yaklaşmıştı. Üzerimde hissettiğim gölgeyle gözlerimi sıkıca kapattım.
Bugün bu yataktan beni kimse çıkaramazdı.
“Beliz bu hâl ne?” Melis’in dehşet dolu sesine anlam vermemiştim. İlk defa mı bu kadar tatlı uyuyan biriyle karşılaşıyordu? “Kızım bu odada nasıl hayatta kalıyorsun sen?” Yüzüme yaklaştığını anlayınca uyuyor numarası yapmaya devam ettim.
Aslında uyuyordum. Böyle konuştuğuma bakmayın siz. “Beliz kalkman gerek.” Beni sarsmasıyla yorganı başıma kadar çektim. Sonunda beni uyandırmayacağını anlamış olacak ki “Meral teyze bu kış uykusuna yattı, en iyisi biz baharda yine gelip şansımızı deneriz.”
Diyerek odadan çıkan ayak seslerini duymuştum. Birkaç dakika süren sessizliğin ardından bir adım sesi daha duymuştum. Hâlâ gitmedi mi? Beni uyandırmaya çalışmadığı sürece bir sorun yoktu aslında.
Adım sesleri yine yanıma yaklaşırken bu defa yüzümdeki yorgan hafifçe kaldırılmıştı. Bir rahat bırakmadı. “Uyandığını biliyorum.” İşte beni hiçbir güç kaldıramaz demiştim ya, demek ki yanılmışım.
Çünkü duyduğum eğlenen sesle gözlerim ışık hızında aralanmıştı. Dağınık saçlarımın arasından gördüğüm bir çift siyah gözle daha ne kadar şaşırabilirdim. Onun burada ne işi vardı? Öyle şaşkın şaşkın yüzüne bakarken gözleri beni süzmüştü. Ah, pardon pijamalarımı.
“Hoşt lan!” diye bağırıp tekmelerimi ona doğru savurmuştum. Tabii şu koca bedenin karşısında ne kadar etkili olduğu tartışılırdı. “Hadi kalk.” Derken arkaya doğru birkaç adım atmıştı. Yüzündeki o sırıtış sonu olabilirdi. Bence gayet güzel pijamalar giymiştim.
“Nedenmiş o? Hadi çık odamdan, bugün uyanmama kararı aldım. Ev halkına da bu kararımı bir zahmet açıkla. Çıkarken de kapıyı kapat.” Yattığım yerden doğrularak etrafıma kısa bir bakış attım. Ah keşke atmaz olaydım.
Bu odayı dün bu kadar dağıtmış mıydım? Belki biraz. Tamam Beliz, zaten adamın yanında yeterince rezil anlar yaşadım, bence bunu da dert etmez. Eder miydi acaba? Soruları bir yana bırakıp yatağıma uzanmak için kalkmaya çalıştım. Ve yalnız çalışmakla kaldım.
Yerden kesilen ayaklarımla beni belimden tutarak kaldırdığını anlamıştım. “İndir beni, bak avazım çıktığı kadar sapık var diye bağırırım.” Diye çemkirsem de beni umursamadan çıkışa doğru götürmüştü. “Annen gerekirse sırtına al getir dedi.” Diye sırıttığında iyice delirmiştim.
“Yok artık. İndir, kendim giderim, zaten uykumu da kaçırdınız.” Dediğimde beni ikiletmeden indirmişti. Dağınık saçlarımı geriye atarken öfkeli olduğunu düşündüğüm bakışlarımı ona diktim. “Daha horozlar uyanmadı be. Bu neyin tantanası?” diyerek banyoya doğru ilerledim.
Oysa hâlâ kapının önünde dikiliyordu. “Şu odayı topla Beliz. Bir gün şunların içinde kaybolacaksın diye korkuyorum.” Alay dolu sesiyle elime geçen ilk şeyi ona doğru fırlattım.
“Sana kaç defa dedim kitaplarıma ‘şu’ diye hitap etme. Üzülüyorlar sonra.” Banyoya girip kapıyı sertçe kapatmıştım. Son gördüğümse tatlı tatlı gülen yüzüydü. Kısa duşun ardından saçlarımı taramak için tarağı elime almıştım.
Evet, yine başladı benim çile. Rahat bir şeyler giyinip odayı havalandırmıştım. Aslında galiba odayı biraz toparlasam fena olmazdı. En azından kitap rafımı.
Tahmini yarım saatimi de odama çeki düzen vermek için harcadıktan sonra yüksek seslerin, gülücüklerin havada uçuştuğu salona girmiştim. Salona girdiğimde annem yine tüm apartmanı toplamıştı. Şaşırdım mı? Tabii ki hayır.
“Oo sultanım, bakıyorum toplamışsın yine herkesi.” Dediğimde bana doğru döndü. “Sonunda kalkabildin sarı kız, akşam oldu neredeyse.” “Yuh anne, daha saat sabahın dokuzu. İnsaf be kadın.” Diyerek salona göz gezdirdim. Bizim çocuklardan Uraz,1
Ali, Evren de buradaydı. Melis’in iki ev arkadaşı Ada’yla Gül de masa arkasında gülerken onlara gülümsedim. Evet, bir de Nisan vardı değil mi? O nereye kaybolmuştu? Tam etrafa bakınırken mutfaktan elinde tepsiyle çıkmıştı.
Yuh ama, annemin gözüne girmek için baklava mı yapmıştı? Kendisi abimden hoşlandığı için çoğu zaman bize gelirdi. Gerçi son bir buçuk ayda neredeyse hiç gelmemişti. Ben de abimden umudu kesti herhalde diye düşünmüştüm. Anlaşılan yine iş başındaydı.1
Evren’in beni yanına çağırmasıyla yanındaki sandalyeye oturmuştum. “Fındığım, acil plan yapmamız gerekiyor.” Daha günaydın bile demeden konuya dalmasıyla ona döndüm. “Ne planı?” dediğimde inanmazmış gibi baktı.
“Unutmuş olamazsın değil mi? Daha ninemizi buraya getireceğiz.” Ah, o da vardı değil mi?
“Unutmadım. Yaparız dedik ya.” Onu geçiştirerek Nisan’ın getirdiği baklavalara aşk dolu gözlerle bakmıştım. Pek haz etmezdim bu kızdan ama Allah var çok hamarat. Tam annemlik gelin. O sırada Nisan baklavaları tabaklara dizerken annem yardım ediyordu.
Annemin uzattığı tabakları Evren’le hızla alırken Evren, Ümmüselime teyze hakkında duyduğu yeni dedikoduları anlatmaya başlamıştı. Ay, keyfim yerine gelmeye başlamıştı.
Tam büyük bir iştahla baklavamı ağzıma götürüyordum ki gördüğüm görüntüye anlam verememiştim. Az önce ne oldu öyle? Hayır, bir de olmaya devam mı ediyor? Biraz önce Nisan, tabağı Karan’ın önüne koyarak cilveyle gülümseyip bir şeyler mi söyledi?
Hızla Karan’a döndüğümde Nisan’ın yüzüne bakmayıp önündeki tabağa baktığını görünce gözlerim yeniden şu kızı buldu. Bu ne hız kızım? “Tadına bakmayacak mısın?” Nisan’ın beklenti dolu sesle Karan’a bakarken o hayır anlamında başını sallarken hızla yerimden kalkmıştım.
“O tatlı sevmiyor Nisancım. Ben yerim.” Diyerek Karan ve Nisan’ın arasına kara kedi gibi girmiştim. “Yemiyorsun değil mi?” Karan şaşırmış gözlerle bana bakarken “hayır.” Demişti.
“Güzel, yeme. Ben yerim hepsini.” Uyarı dolu gözlerimle ona bakarak baklavamı yemeye başlamıştım.
“Beliz abla, seninki orada. Karan, sana yenisini vermemi ister misin?” dediğinde ağzımdaki baklavaları hızla yuttum. “Karan mı? Bence Karan abi demelisin, sonuçta 400 yaş-” daha sözümü tamamlamadan Karan’ın kolumdan çekiştirmesiyle hızla konuyu toparlamıştım.
“Sonuçta 27 yaşında adam. Hatta sen amca de. Karan amca de bakayım.” Dediğimde diğerlerinden gülüşler yükselirken Nisan’ın bozulmuş yüzüne bakıyordum. “Bence çok yaş farkı yok. Değil mi Karan?” Beni izleyen adam dönerken ne söyleyeceğini bekliyordum.
“Bence dede daha iyi.” Dediğinde yüzüme yayılan tebessüme engel olamadım. Haklı, sonuçta torunun torunun torunu yaşında kız. Bana bakan siyahlarına daha fazla bakmayıp Nisan’ın önündeki baklavayı da almıştım.1
“Anlaşılan sizin yemek gibi bir niyetiniz yok. Ziyan olmasın.” Baklavalara baka kalan Nisan’ı umursamadan yerime oturmak için ayaklanırken yanımdaki adam da kalkmıştı. Ali’ye bir şeyler konuşurken Nisan’ın gözünü dikip Karan’a bakması iyice sinir bozucu olmaya başlıyordu.
Birine de gözünü dikip bakmazsın ama. “Nisan’ın yeni hedefi anlaşılan Karan abi.” Evren’in alay dolu sesiyle ona göz devirdim. Abimden önce kafayı Ali’ye takmıştı. Acaba sonraki kurbanı kimdi?
Kahvaltı bittikten sonra Karan, Melis’le ajansa gitmişti. Ben ise Evren’le büyük planımız üzerinde konuşuyorduk. Evet, şimdi bu muhteşem zekamı konuşturmalıydım.
“Acaba Eymen dedeyi, nine sonra gelecek desem mi? Dede geldikten sonra niye de dedem seni çağırıyor diyelim.” Aptalmışsın der gibi ona bakıyordum. “Sonra da nine bizi bastonuyla öbür dünyaya yollasın değil mi?”
“Doğru yapar. Ne yapacağız peki?” Evren’in sıkıntılı sesiyle odada volta atmaya başladım.
“Bekle, düşünüyorum.” Neredeyse 20 dakikalık fikirlerimizden bile bir şey çıkmayınca iyice umutsuzluğa kapılmıştık.
“Ben Su olmadan yaşayamam kızım. Tam 6 gün 4 saat 33 dakikadır boncuk gözlümden ayrıyım. “Yuh ama. Sen de iyice delirdin.”
“Ne var, özledim. Özleyemez miyim?”
“Sus Evren sus. Konuştukça batıyorsun.” Evren’in hapşırmasıyla ona baktım.
“Hep beraber-” bitirmeden yeniden hapşırdı. Birkaç defa daha devam ederken ona yaklaştım. “Hastalandın mı sen?”
“Galiba.” Elimi alnına koyarken ateşine bakmıştım. Ateşi de vardı. “Vallahi annen öğrenirse seni Bolu’ya kadar uçan terliğiyle kovalar.”
“Söylemezsem nereden bilecek?” diyerek burnunu çekmişti. Bir süre daha Evren’e bakarken aklıma yavaştan şeytani fikirler gelmeye başlamıştı.
“Ne kurdun kuzuya baktığı gibi bakıyorsun bana?” Tırsak bakışlarla beni süzerken iyice aklımdaki fikir oluşmaya başlamıştı. Bu işi kökünden halledecektik.
“Öyle bir şey yapacağız ki nine bir daha Bolu’ya geri dönmeyecek. Artık bir İstanbul hanımefendisi olacak.” Dediğimde merakla bana bakıyordu.
“Emin misin Evren? Bak benim fikrim bence daha makuldü.” Derken aşağıya bakıyordum. Fazla yüksek değildi ama yine de hasarsız kurtulmayacağı kesindi. “İnandırıcı olmalıyım. En azından kolum kırılsa fena olmaz.”
Ona garip bakışlar atarken fikrimi bu kadar ciddiye alacağını beklememiştim. Ben yalnızca hasta numarası yap dedim. Eğer öyle bir numara yapsaydı nine kesin gelirdi. Biraz duygu sömürüsüyle bu işi halledebilirdik.
“Hadi bana eyvallah” diyerek kendisi atlayacağı anda ayağının ani burkulmasıyla kolumdan tutarak beni de kendisiyle beraber aşağıya çekmişti. Allah seni kahretsin Evren!1
“Siz delirdiniz mi?” Melis’in bağırmasıyla suçlu çocuklar gibi Evren’le birbirimize bakmıştık.
“Ya altı üstü sizi 3 saat yalnız bıraktık. Tüm apartmanı birbirine kattığınız yetmiyormuş gibi bir de İstanbul’da oturmuş Bolu’da birbirine katmışsınız.” Melis’in dehşet dolu sesiyle bize bakıyordu.
Karan’a baktığımda onun da sert bakışlarıyla karşılaşırken yeniden önüme dönüp parmaklarımla oynamaya başladım. “Kimin başının altından çıktı bu?” Karan’ın tok sesiyle hızla Evren’i göstermiştim.
Evren’e baktığımda onun da sargıda olan koluyla beni gösterdiğini görmüştüm. Berbat görünüyordu. Berbat görünüyordum. Evren salağı, kendisiyle beraber benim de köprüden düşmeme neden olduğu için şu an benim bacağım, Evren’inse kolu, bacağı ve kafası sargıdaydı.1
Zaten Evren’in bu kadar hasar almasının sebebi de biraz bendim. Onun üzerinde düştüğüm için benim durumum ona nazaran iyiydi. Tabii tek sorunumuz bu değildi. Yani en hafif suçumuz buydu. Biz düşünce bizi bulanda ilk Ümmüselime teyzenin abisi olmuştu.
Hastaneye giderken annemlere haber vermiştiler. Annemler de Evren’in annesine söylemişti. Onlar hastaneye gelene kadar küçük bir karışıklık yaşamıştık. Evren’in test sonuçlarının yanlışlıkla bir hastayla karışmasıyla 3 aylık hamile olduğunu öğrenmiştik.2
Tabii bu yanlış anlaşılmayı çok kısa sürede halletsek de Ümmüselime teyzenin abisi bunu yarım yamalak duymasıyla birkaç kişiye söylemişti. Evren de kızdığı için kardeşi Ümmüselime teyzenin mahalle köşelerinde Nefise teyzenin eski kocasıyla gezdiğini söylemişti.
Benim de buradaki rolüm inkar edilemezdi. Çünkü arkadaşımın her zaman en büyük destekçisiydim. İşte Hasan amca apartmana gittiğinde büyük bir kavga yaşandı. En son apartmana polisler gelmişti.
Evren’in hamilelik haberi Bolu’ya kadar gittiği için Nine, Eymen dede ve torunlarıyla birlikte buraya geliyordu. Tabii bir de aileler vardı. Yani anlayacağınız olaylı bir sabah geçirdik. Ve benim bünyem bunu artık hiç yadırgamıyordu.1
“Şaka gibisiniz gerçekten?” Melis sıkıntıyla nefes verirken Karan’ın bakışları altında rahatsızca kıpırdandım. Bu adam neden böyle bakıyordu? Bakışlarıyla beni görünmez duvarlarına hapsetmişti sanki.
“Annen torunumu göreceğim diye tutturdu” derken küçük kahkahama engel olamamıştım. Hızla ağzımı kapatırken Evren’in fırlattığı yastık tam kafama gelmişti. Bu fazla acıtmıştı.
Acıyla inlerken sıyrıklarla dolu yüzümü tutmuştum. “Kes sesini küçük tırtıl yoksa kelebek olmadan öleceksin.” Karan’ın sert adımlarla yanımıza gelirken yanımdaki yastığı alıp Evren’e doğru fırlattı. Bu defa acıyla inleyen o olmuştu.
“Acıdı mı bir yerin?” Karan’ın elleri saçlarımda gezinirken hayır anlamında başımı salladım. “Neden düşünmeden hareket ediyorsun? Ya daha kötü yaralansaydın?” Karan’ın azarlayıcı ses tonuyla suçlu çocuk gibi yeniden başımı öne eğdim.
“Hepsi onun suçu. Beni kolumdan tutup aşağı çeken de oydu.” Dediğimde Karan’ın öldürücü bakışları Evren’in üzerindeydi. Evren de hafiften tırsarken Melis’in sesiyle hepimiz ona dönmüştük.
“Şu an sizin hakkınızda ne dedikodular dönüyor duysanız aklınız şaşar.” “Konuşur konuşur susarlar.” Evren umursamazken ben merak etmiştim. “Ne söylüyorlar?”
“Evren hamile olduğu için bu acıya dayanamayıp intihar etmeye karar vermişsiniz.” Dediğinde kendi söylediği saçmalıkla yüzünü buruşturmuştu. “Ne yapmışız? Bir buçuk metrelik yerden atlayarak mı intihar etmişiz?” demiştim şaşırarak.
“Ne bir buçuk metre kızım, dağdan atladığınızı söyleyen var.”
“İşte tüm apartmanın dedikodusunu yaparsan onlar da seninkini yapar.” Sıkıntıyla nefes verirken bu olanların çabuk unutulmasını umut etmiştim.1
Annem ve babam apartmandaki olanları sakinleştirmek için aşağıdaydı. Bizimle ise Karan ve Melis ilgileniyordu. Evren salonda uzanırken Karan’ın yardımıyla odama gitmiştim.
“Böyle rahat mı?” Bacağımı açıkta bırakırken üzerimi örtmüştü. “İyi, teşekkür ederim.” Ellerimi önümde birleştirirken o da karşımda durmuş beni inceliyordu. Bir şey söylemesini beklesem de o beni şaşırtarak yanıma oturmuştu.
Yanımda oturan adama bakarken kenetlediğim ellerimi elleri arasına almıştı. Hissettiğim ısıyla aniden irkilsem de çabuk alışmıştım buna. “Başını her zaman böyle belaya mı sokardın?” derken bileğimi okşamaya başlamıştı.
Dikkatimi ne kadar bu hareketinden uzaklaştırmaya çalışsam da bu o kadar da kolay değildi. “Uslu bir çocuk olduğumu söylersem yalan olur.” Dediğimde dudakları hafif kıvrılmıştı. Gözlerim yüzünde gezinirken onun siyahları ellerime bakıyordu.
Ellerimde hissettiğim ısı gittikçe artarken istemsizce benim de gözlerim ellerime kaymıştı. Ve gördüğüm şeyle o küçük dilimi neredeyse yutacaktım. Gözlerim hızla onu bulurken bir açıklama yapmasını bekliyordum.
Çünkü dokunduğu yaralarımın bir tüy gibi incelerek yok olması aklımı kaçırmama neden olacaktı. “Bu da ne?” Kısık çıkan sesimdeki korku ve tedirginlikle siyahları beni bulmuştu.
“Sihir. Gölgenin umudu, ateşin şifası.” Gözlerime bakan anlamlı bakışlarıyla dokunuşları yüzüme çıkmıştı. Yüzümdeki sıyrıklarda gezinen ellerini hızla durdurmuştum.
Kalbim anlam veremediğim korkuyla hızlanmıştı. Sihri vardı. Sihre ulaşabiliyordu. Bu da demek oluyor ki…
Loki geri dönmüştü. Adını dahi söylemeye korktuğum adam geri dönüyordu. Bakışlarımdaki bir şey onu da durdurmuştu.
Anlamıştı. Ne hissettiğimi, ne düşündüğümü anlamıştı. “Sadece küçük bir kısmına ulaşabiliyorum ve kullandığım zaman güçsüz düşüyorum.” Ormanda da sihir kullanmıştı. Fiziksel yarası olmasa da canı çok yanmıştı.
“Yani gidebilecek kadar sihrin yok.” Diye sorduğumda hemen beni cevaplamıştı. “Hayır.” Kolları beni sararken göğsüne yaslanmıştım. Bir eli hâlâ bileklerimdeyken kendimi bu ana odaklamaya çalıştım. “Lütfen kendine zarar verme. Hele ki elimde seni iyileştirebilecek gücüm bile yokken yapma.” Hafif sitemli sesiyle başımı sallamıştım.
“Ne yapacağız senin bu hallerini?” dediğinde kafamı hafif ona doğru kaldırdım. Bu kadar çabuk bıkamaz değil mi benden? “Sen daha bir şey görmedin ki.” Dediğimde gülmüştü. “Yani bu daha bir başlangıç diyorsun.”
“Öyle de sayılır. Biraz alışılmışın dışında olabilirim.” Dediğimde kaşları çatılmıştı.
“İşte benim gibi bir şey demek.” “Senin gibi?”
“Hmm. Yani bilirsin, genelde anneler kızlarının daha hanım hanımcık, derli toplu, saçmalıklar yapmayan, özellikle zorba olmamasını tercih ederler.” Dediğimde ikimiz de gülmüştük.
“Burada zorbalığının kurbanı sizin çocuklar galiba.” “Kesinlikle. Ama hakkımı da yiyemem, sevilesi taraflarım da çok. Bir kere fevkalade bir kişiliğim, muhteşem müzik zevkim var. Entelektüel zekamı söylemiyorum bile. Sence de öyle değil mi? Sen bende neyi seviyorsun?” deyivermiştim aniden.
Aslında son soruyu sormayı planlamamıştım. O da bunu beklemiyor olacak ki siyahları şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hızla başımı yeniden göğsüne yaslarken konuyu değiştirmek adına yeni bir konu açtım. “Abimin görevi yine uzamış, yarın gelecekmiş.” Tam devam edecektim ki onun sesiyle kalbim bile atmayı unutmuştu.
“Galiba ben senin tüm varlığını seviyorum.” Sustuktan sonra ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesi verdim. Az önce o ne söylemişti?2
“Mesela kalbime ışık tutan gülüşünü seviyorum. Bana tatlı tatlı bakan kahve gözlerini seviyorum. Sarı laleleri sevmeni seviyorum. Saçlarını taramayı seviyorum. Kutup yıldızım olmanı seviyorum. Kaybolduğumda sana gelmeyi seviyorum. Ben sana çıkan tüm yolları seviyorum. Çıkmaz sokaklarına çıksa bile beni sana getirdiği için o yolu bile seviyorum. Beliz…” dediğinde içim titremişti.3
Şu an tüm algılarımın kapandığının, dünyadan koptuğumuzun farkında mıydı? Sözlerinin, dokunuşunun, sesinin bir bakışının bile beni ne hale getirdiğinin farkında mıydı? Bu adam bir gölge gibi beni sarıp sarmalarken ben nasıl direnirdim ona?
Yaşlar dolan gözlerimi o içim gittiği siyahlarına kenetlerken umutla bakmak istedim. Bir sonun umuduyla bakmak istedim. Dilimden bir söz dahi gelmezken gözlerimden beni anlasın istedim.
Elleri yüzümde gezinirken dokunuşuyla gözlerim istemsizce kapanmıştı. O an gözümden yol alan tek bir gözyaşına birçok son sığdırmıştım.
“Seni sevdiğimi söylersem çok mu bencil biri olurum? Seni sevmek beni bencil biri yapar mı?”
Gözlerindeki sevginin yerini büyük bir korku ve hayal kırıklığı alırken o siyahlarında gördüğüm yenilgi benim de yenilmeme sebep olmuştu. Boğazıma oturan yumru konuşmamı engelliyordu.
Nasıl söylerdim bunun senin kadar beni de bencil biri yaptığını?
Oy sınırı: 15 2
(Sınır pazara kadar dolarsa yeni bölüm gelecek). Sınırı koymamın nedeni, kurgunun okuma sayısına göre oyların düşük olması. En azından oylar normale gelene kadar böyle devam ederiz. Sonrasına bakarız. Zaten oy sınırının da okuma sayısına göre makul olduğunu düşünüyorum.4
Okur Yorumları | Yorum Ekle |