
Merhabalarrr✨️
Umarım iyisinizdir, güzellerim.
Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın💫
Not:Yazım hataları varsa kurusuruma bakmayın.
Bölüm şarkıları:
•Obscura (Power-Haus,Christian Reindl)
•Iduna(Power-Haus,Christian Reindl)
•War of Hearts (Ruelle)
•Glimpse of Us (Joji)
•Son Seslenişim(Yüzyüzeyken Konuşuruz)
•Gel (Mabel Matiz)
•Tek Başına (Ayten Alpman)
'Ruhlar tesadüfen buluşmaz.'
Titreyen bedenimle gözlerimi yavaşça aralamıştım. Açık olan camdan içeri giren buz gibi havaya birkaç dakika anlam veremedim. Bulanan zihnim yetmiyormuş gibi başımdaki şiddetli ağrıyla yeniden gözlerimi sıkıca kapatmıştım.Saniyeler içinde zihnime düşen yüzle gözlerim açıldı.
Dün Loki gelmişti.
Tutulmuş bedenimi umursamadan hızla yatakta doğrularak etrafıma bakındım. Gözlerim muhtemelen yeni sönen şömineye, daha sonra ise rüzgarla uçuşan perdelere kaymıştı. Bugün hava daha kasvetliydi. Gökyüzünde yerini koruyan kara bulutlar şimdiden gelen fırtınayı haber veriyordu.
Bulanık görüntüleri bir yapboz parçası gibi birleştirirken dün yaşananları hatırlamaya başlamıştım. Yüzümü ellerim arasına alırken bu şiddetli baş ağrımın dinmesini bekledim. Ta ki onun söylediği birkaç kelime zihnime düşene kadar.
'Gideceğim için özür dilerim.' Kulaklarımda çınlayan sesiyle daha yeni fark ediyordum olanları. Kalbim korkuyla hızlanırken gözlerim dün gece yanımda uyuduğu kısma kaymıştı.
Boştu.
Orada olduğunu bana hatırlatacak iz bırakmayı da unutmamıştı.
Gördüğüm bir demet sarı laleyle yutkundum. Bu defa titrek nefeslerimin sebebi soğuk hava değildi. Onu gerçekten kaybettiğimi hissettiğim bu anı asla unutamayacaktım. Ruhuma azap veren oydu.
Parmaklarımı korkakça çiçeklere yaklaştırdım. Sanki onun gibi yok olacağını hissetmiştim.
Eğer o çiçeklere dokunursam gittiğini kabul etmiş olacaktım. İlk defa sevdiğim bu çiçeklere nefretle bakmıştım. Onun yerini almış bu izleri asla kabul etmeyecektim. Hızla yataktan kalkıp odadan çıkarken ilk defa bu denli sevdiğim şeye karşı içimde nefret oluşmuştu.
Hiç kimseyi umursamadan avazım çıktığı kadar bağırdım."Loki?" Arkama takılan muhafızlar hızıma yetişemezken şaşkın bakışlarını görmezden gelmiştim.
"Eğer yine gidersen seni öldürürüm." Hâlâ burada olduğunu umut ederek bağırsam da yalnızca sesimi duyanlar dışarı çıkmıştı. Muhtemelen daha sabahın erken saatleriydi, o yüzden bazıları sabahlıkta dikilmiş beni izliyordu.
Lucas'ın uykusuz gözlerini gördüğüm an ona doğru adımladım.
"Bana bu defa da gittiğini söyleme." Diyerek başımı olumsuz anlamda sallamıştım. Sıkıntıyla nefes veren adam sakince beni izliyordu. O hâlâ susmaya devam ederken gittiğini anlamıştım. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Sonuçta Lucas burada, öyle değil mi? Bu da demek oluyor ki dünyaya daha gitmedi. Ya son yaptıklarımızla olayların gidişatını değiştirdiysek? Ya gerçekten gittiyse? Beni delirten bu soruların cevabını almak için gözlerimi beni izleyen mavilerine diktim.
"Nereye gitti?" Tam önünde durduğumda gözlerini kısarak kısa süre beni inceledi.
"Endişelenecek bir şey yok. Kralın yanına gitti. Bir süreliğine şehirdeki durumlarla ilgilenecek." Dediğinde sesi gibi yüzü de fazla ifadesizdi. Özellikle babasına olan soğukluğu da gözümden kaçmamıştı. Peki ya bana yalan söylüyorsa?
"Doğru söylediğini nereden bileyim?" Diyerek tehditkâr bakışlarımı onun üzerinde gezindirdim.
"Sordun, ben de cevap verdim. İnanıp inanmamak sana kalmış, ljocht." Sona doğru sesi fısıltıya dönüşürken kesinlikle sesindeki imalı tınıyı sezmiştim.
"Şimdi odana git ve minik tatilinin keyfini çıkar. Sonuçta küçük kardeşim geldiğinde seni tek parça halinde görmeyi tercih eder." Mavileri tüm bedenimin kasılmasına sebep olmuştu. Dengesiz herif. Arkasına dönüp giderken diğer herkes de onun attığı öldürücü bakışla hemen dağılmıştı.
Bense hâlâ koridorun ortasında dikiliyordum. Belki de abartacak bir şey gerçekten yoktu. Yalnızca tahtın gerçek sahibi olarak bu karmaşıklığı halletmeye çalışıyordu. Evrenin sesiyle yorgun bakışlarımı ona çevirdim.
"Endişelenme, muhtemelen çakma fırtınanın dediği doğrudur."
"Umarım." Diye mırıldanarak yeniden düşünceler girdabında kaybolmuştum.
Bir hafta sonra
Geçen günleri benim için daha dayanılmaz yapan her sabah balkonumun önünde gördüğüm lale bahçesiydi. Çocuk gibi kandırılmaktan artık yorulmuştum. Bu sabah uyandığımda diğer sabahlardan hayli farklı olduğunu anlamam kısa sürdü.
O lanet tarih sonunda gelmişti. Bu bir hafta içinde ne sesini duymuş ne yüzünü görmüştüm. Geriye kalan sadece vazoda solup giden çiçeklerdi. Lucas'ın bir şeyler çevirdiğini zaten biliyordum ama dün bundan emin olmuştum. İfadesiz yüzünün aksine mavileri bir şeyler sakladığını göstererek onu ele veriyordu.
Son günlerdeki sakinliğim ilk önce onları şüphelendirse de artık bu durumla barıştığımı sanıyorlardı. Ben ise bu geceki planımın son detaylarını düşünerek muhafızları inceliyordum.
Plan basitti.
Kaç ve Saklan.
Önceki günlerde Lucas'ın tehditleri beni susturamamıştı. Şu kulede gerginliği daha da artırırken hiç çekinmeden hepsine kafa tutmuştum. O çakma fırtına boş tehditleriyle beni korkutabileceğini sanıyorsa yanılıyordu.
Ama asıl sorun, söylediğim hiçbir şeyin ona etki etmeyeceğini geç anlamam olmuştu. Özellikle onu başıma Lokin'in diktiğini biliyordum. Ve kesinlikle o da bu durumdan rahatsızdı. Ama gel gör ki küçük kardeşine yine itiraz edemiyordu.
"Bu sabah kurt gibi açım." Evren'in sesiyle gözlerimi muhafızlardan ayırdım.
"Bay Paul, sizin ekmeklerinize bayılıyorum." Diyerek iştahla yemeye koyulmuştu. Kulede birkaç çalışan, muhafızlar ve bizler dışında pek kişi yoktu. Diğerleri de masanın etrafına otururken ben de fazla dikkat çekmemek adına Evren'in yanındaki yerimi aldım. Bu gece için biraz endişeliydim. Endişemin asıl sebeplerinden biri de Evren'di.
Onu da bu gece kendimle götürmeliydim. Ama neyle karşılaşacağımızı bilmediğim için emin değildim. Onu tehlikeye atmak en son isteyeceğim şey bile değildi. Lucas ve Hestia da geldikten sonra yemeye başlamıştım. Kraliçeyi ise geldiğimizden beri bir defa görmüştüm. Kendisini odasına kapatmıştı.
Lucas'tan öğrendiğime göre Loki, Rya'nın kaçmasını sağlamıştı. Şu anda muhtemelen Giriuns krallığına sığınmış olmalıydı. Doğrusu bundan sonra başına ne geleceği artık beni ilgilendirmiyordu. Onun için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Sessiz geçen akşam yemeğinden sonra hepimiz kendi odalarımıza çekilmiştik.
Son çıkışları da kontrol ettikten sonra dolaba yöneldim. Şehre gideceğimiz için bu kıyafetlerle fazla dikkat çekmiş olurduk. O yüzden bulduğum siyah binicilik kıyafetini giymeye başladım. Deri pantolonu ve çizmelerimi de giyindikten sonra gözlerim aynada kendi yansımamı buldu.
Yüzümü gizlemesi umuduyla saçlarımı da açık bırakırken elimdeki pelerinle odadan çıktım. Yanıma silah olarak yalnızca mutfaktan çaldığım bıçakları almıştım. Doğrusu kullanacağımı sanmıyordum ama kule duvarlarının dışında beni neyin beklediğini de bilmiyordum.
Akşam olduğunda tüm muhafızlar kule duvarlarını korurdu. Yani şu an bir gölge gibi beni takip eden o muhafızlar için endişelenmem gerekmeyecekti. Evren'in kapısını çaldığımda duyduğum sesiyle içeriye girdim.
"Fındığım?" Şaşkın yüzüyle önce beni süzerken ben hızla dolaba yönelmiş, onun için uygun kıyafetler aramaya başlamıştım.
Evet, bunlar işini görürdü.
"Ne yapıyorsun?" Aldığım kıyafetleri ona uzatarak derin bir nefes çektim.
"Gidiyoruz." Dedim tek nefeste. Endişeli gözlerle ona bakarken düşüncelerimden sıyrıldım. Eğer gitmek istemezse onu burada bırakırdım. Sonuçta böyle tehlikeli bir şeyi ona bulaştıran bendim. Daha fazlasını istemezse asla kızmazdım.
"Nereye?" Dedi, sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Ama hâl ve tavırlarımdan ne kadar endişeli olduğumu anladığını biliyordum.
"İkimiz de burada daha fazla kalamayacağımızı biliyoruz. Bu gece Loki buradan gidebilir. Eğer öyle bir şey olur ve onu durduramazsam..." bunun düşüncesine bile katlanamazken kelimeler dudaklarımdan çıkmak istememişti.
Gözlerimi yere diktiğimde Evren'in bana yaklaşan bedenini hissettim.
"Ama Lucas hâlâ burada." Gözlerim onu bulduğunda kafası karışmış gibi görünüyordu.
"Evet, ama gitmeyeceği anlamına gelmiyor. Yani hâlâ öyle bir ihtimal var. Ve ben bu ihtimalle yaşayamam. Bak, eğer gelmek istemiyorsan söyle. Zaten buradaki zamanımıza sayılı günler kaldı. Belki de burada daha güvende olursun. Zeil zamanı geldiğinde ikimizi de buradan gönderecek-" daha sözümü bitirmeden kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
"Saçmalama. Seni asla yalnız bırakmam." Elimdeki kıyafetleri alırken yatağa fırlatmış, hangisini giyeceğine karar vermeye çalışıyordu.
"Evren, bu duvarların dışında bizi ne beklediğini bilmiyoruz. Belki de kalmak daha iyisi." Onu götürmek istediğim için şimdiden pişman olmuştum. Bu akılsızlıktı. Evren ise beni umursamadan gömleğinin düğmelerini açmaya başlamıştı bile.
"Sen dışarıda bekle. Hemen giyip geliyorum." Ben tarafa bakmazken ben onun gerilen bedenini daha buradan görebiliyordum. Onu bu işe karıştırmamalıydım. Sıkıntıyla iç çekerken dışarı çıkmış, karşı duvara yaslanmıştım. Elimdeki bıçakları görmek bile beni ürpermeye sebep oluyordu.
Gerçekten kafayı yemiş olmalıyım. Nasıl kendimi böyle bir tehlikenin içine atabiliyordum? Hem de hiç pişmanlık duymadan. Evrenin dışarı çıkmasıyla düşüncelerimden sıyrılarak ona baktım. İkimiz de gecenin karanlığında saklanmak için uygun kıyafetler giymiştik. Bıçağın birini ona uzatırken hiç tereddüt etmeden almıştı.
Evet, Evren normalde çoğu şeyi ciddiye almazdı. Onun için hayat oyundan ibaretti. Ama konu sevdikleri olunca fazlasıyla soğukkanlı, ciddi birine dönüşebiliyordu.
Böyle anlarda onu tanımakta zorluk çekiyordum. Belki de bana aptal cesareti veren de onun varlığıydı. Eğer o burada olmasaydı bu kadar şeyin üstesinden nasıl gelirdim bilmiyordum.
"Plan ne?" Çocuksu haylaz gözlerindeki parıltının yerini hesapçı, durgun bir ifade almıştı.
"Günler önce bizi kuleden çıkaracak birkaç girişi buldum. Ama sorun şu ki bu duvarlardan çıkmak için muhafızların olduğu girişlerin birini kullanmak zorundayız.
Bizi zorlamayacak tek yol ormana açılan sol geçit. Nedense yalnız o girişte bir muhafız var. Belki de orman yolu olduğu için oraya kimsenin gideceğini düşünmüyorlar."
"Sence gece yolculuğu için orman tehlikeli değil mi?" Düşünceli sesiyle ben de başımı hızla sallamıştım.
"Muhtemelen öyle ama diğer kapılardan daha çıkmadan Lucas'ın adamları bizi bulur."
"O zaman macera başlasın." Pis pis sırıtırken kendini hızla yolculuğa kaptırmıştı bile.
~~~
"Onu nasıl alt etmeyi düşünüyorsun?" Evren bana yandan bakış atarken ben gözlerimi hedefime kilitlemiştim. Tahmini 95 kilo ağırlığındaki dev adamla savaşacak halimiz yoktu. Onu tam 3 gündür izliyordum. Gece boyu bir saniye bile olsa oturmazdı.
Yalnızca 30 dakika aralıklarla gözlerini 5 dakika civarında kapatırdı. Bu süre zarfında uyumadığına göre yapmamız gereken bu küçük dakikalık dikkat dağınıklığını kullanmaktı.
"Önce ben gideceğim, birkaç şey saçmalayıp dikkatini dağıttıktan sonra sen arkadan yaklaş. Ama göze görünmemeye çalış. Seni bir tehdit gibi algıladığında muhtemelen beni korumaya çalışacak. Eğer düşündüğüm gibi o sırada yanındaki sopayı alırsam onu bayıltabilirim." Dediğimde yüzünü buruşturdu.
"Berbat bir plan. Sana o lanet kitapları daha az okumanı söyledim."
"Hadi Evren." Onu uyaran sesimle söylediğim gibi çalıların arkasına doğru ilerlemişti. Ben ise sakin adımlarla adama doğru ilerledim. Gözleri kapalıydı. Yaklaşan adım seslerimle gözleri aniden açıldı. Önce karanlıktaki yüzümü ayırt edemezken yaklaştığımda beni tanımıştı. Yüzündeki şaşkın ifadeye bakılırsa kule halkının gece yürüyüşlerine pek alışkın değildi. Yüzüme aptal bir gülümseme yerleştirdim.
"Ah, merhaba." Gözleri ona salladığım elimden bana kaymıştı. Yüzümdeki bu gülüş ve hareketlerimle aptal bir prenses için gayet makuldü. Duruşunu düzelten muhafıza yaklaştım.
"Bana yardım edebilir misin? Sabah yürüyüşümde küpemi kaybettim de. Belki de görmüşsündür." Her sabah özellikle burada dolaşırdım, o yüzden pek şaşırmamıştı.
"Tabii leydim." Diyerek tam aramak için etrafına bakınıyordu ki arkasındaki çalılıklarda duyduğu sesle hızla oraya dönmüştü. Önce gözleri etrafı yoklamıştı. Evrenin biz tarafa bir şey fırlatmasıyla çığlık atmıştım. Korktuğumu sanan muhafız hızla kılıcını çekerken benim arkasında olduğumdan emin olarak çalılığa doğru ihtiyatlı birkaç adım atmıştı.
Bunu fırsat bilerek birkaç saniye içinde az önce durduğu yerde olan tahtadan sopa olduğunu sandığım şeyi almaya çalıştım. Kahretsin. Bu şey tahta değildi. Kaldırmakta bayağı bir güçlük çeksem de hiç tereddüt etmeden adamın kafasının arkasına vurmuştum. Vuruşum o kadar da hızlı değildi.
Sonuçta niyetim onu öldürmek değildi. Adam düşecek gibi olsa da aniden bana doğru dönmesiyle gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Belki de daha büyük kuvvetle vurmalıydım. Bu sırada yardıma yetişen yine Evren olmuştu. Elindeki kocaman dal parçasını adamın kafasına vururken ayaklarımın altına yığılan adama baktım. İkimiz de korku ve panikten nefes nefese kalmıştık.
"İyi misin?" Evrenin sesiyle hızla başımı sallamıştım.
"Umarım ölmemiştir." Mırıldanarak adamın nabzına baktığımda hala hayattaydı.
"Hadi, oradaki çalılığa taşıyalım." Evren adamı sürüklemeye başladığında ben de yardıma yetiştim. Ortalık yerde yatması bizim için iyi değildi.
Birkaç saatlik orman yolculuğumuz düşündüğümden daha sakin geçse de yorucuydu. Bazen yanımıza at almadığımız için pişman olsam da bu riski almazdım. Sonunda bu karanlık ağaçların arasından parlayan sarı ışıklarla ikimiz de rahat bir nefes vermiştik. Şehre varmış olmalıydık.
Ama bu rahatlama hissi çok kısa sürmüştü. Az önce bize şehrin ışıkları gibi gelen manzaranın aldatıcı bir yansıma olduğunu şimdi çok iyi görebiliyordum. Alevler içinde olan evler, küle dönmüş ağaçlar, yaşamın izlerini silmeye yemin etmiş tüm şehri ele geçiren alevlere baktım.
Bu defa sarı renk canlılığın değil ölümün rengiydi. Uzaktan gelen bağırışlar ve haykırışları duyabiliyordum. Nefesimi kesen bu görüntünün dehşetiyle birkaç adım geriye attım.
"Bunu o mu yaptı?" Evrenin duyduğum sesi düşünmekten dahi korktuğum o ihtimaliydi. Böyle bir şey yaptığını bana düşündüren neydi?
"Hayır." Kendimden emin çıkan sesim beni bile şaşırtmıştı. Böyle bir şeyi asla yapmazdı. En azından ben buna inanmak istiyordum. Harabe olmuş şehrin sokaklarında adımlarken önümüzdeki cehenneme doğru adımlıyordum. Her şey de tam da burada başlamış ve devam ediyordu. Karanlık gökyüzünde görünüp aniden kaybolan girdaba baktım.
Buradaydı.
Adımlarımızı hızlandırırken kalbim deli gibi atıyordu. Kendime bile itiraf edemediğim o düşünce tarafından yenilmekten korkuyordum. Ona giderken gerçek onu bulmak. Beni deliye çeviren düşüncelerime son veren gittikçe etrafta artan yaralı ve cansız bedenlerdi. Ne olmuştu bu şehirde? Sanki kıyamet rüzgarları her köşesine dokunmuştu. Geriye kalan kan ve gözyaşıydı.
Pişmanlık, acı dolu çığlıklar, koşuşturan bedenler, gökyüzünü kaplayan ve gittikçe büyüyen bu kara girdap. Kıyamet bu olmalı. Dehşetle açılan gözlerim etrafta gezinirken adımlarım yavaşlamıştı. Bazen bize çarpan bedenlere bile bir tepki veremiyorduk. İkimizin de korku dolu gözleri kesişti. Buradan geri dönüş yoktu.
Kıyametin seslerini duyabiliyordum. Önümde büyüyen alevlerin ardındaki bağırışlar tam olarak bir sınır gibiydi. Geçtiğinde geri dönüşün olmadığını anlayacağımız bir yoldu bu. Titreyen bedenimi toplamak benim için çok zordu. Ne zihnim ne bedenim bu manzarayı kabul etmeyi reddediyordu. Derin nefes alarak elimi Evren'in omzuna koydum.
"Geri dön. Bundan sonrasını ben halledeceğim." Daha öteye onu götüremezdim. Başını iki yana sallayıp hızla itiraz ederken.
"Evren." Uyarıcı sesimi görmezden gelip ilerlerken kolundan tutup çekiştirdim.
"Hiçbir yere gitmiyorsun dedim." Öfkeyle ona diktiğim bakışlarıma karşılık olarak yalnızca bağırdı.
"Cehennemin ortasındayız. Eğer bunu o yaptıysa seni o canavarla bırakmam."
Ona canavar demesi beni o kadar sinirlendirmişti ki kalbini kırmamak için kendimi zor zapt etmiştim.
"O bir canavar değil." Her kelimemin üzerine bastırırken Evren alayla kahkaha atmıştı.
"Bir etrafına baksana. Sence tüm şehri ateşe verecek kadar kaç deli tanıyorsun?" Bu sözleri beni sustururken aklıma sızan isim nabzımı hızlandırmıştı. Zeil. Gözlerim alevlerin sakladığı şehrin diğer tarafına kaydı. Onun gitmesine engel olmak için her şeyi yapardı. Karşısındaki engelleri küle çevirmekte başarılı bir avcıydı.
Gözlerimi alevlerden almazken bana çarpan bir bedenle dizlerimin üzerine düşmüştüm. Yanıma çöken Evren'in sesi algılarım dışında kalırken bu gecenin birçok şeyi halledeceğinin farkındalığını bir daha yaşadım. Sona yaklaşmıştım.
Birkaç kilometre ötemde olan varlığın düşüncesi bile zihnimi yeniden o karanlığa sürüklemişti. Beni bu durumdan ayıransa gözümü diktiğim alevlerin arasından çıkan adam olmuştu. Gözümü dahi kırpmadan bana doğru adımlayan bedeni izledim. Siyahları tüm bedenimde gezindi. Beni yerde görmek onu endişelendirse de bir şeyim olmadığından emin olmuştu. Sol kaşından yanağına doğru yol alan kanı izledim.
Daha sonra siyah gömleğinin gizlediği siyaha çalan damarlarına kaydı gözlerim. Kollarında boynunda küçük yıldırımları andıran izler vardı. Bir ateşten daha çok gölgeyi andırıyordu. Önümde diz çökene kadar onun varlığının gerçekliğini algılayamamıştım. Siyahlarında gördüğüm ifade tüm gerçekliğimi sarsmıştı.
Biliyordu.
Kim olduğumu biliyordu. Bana bakan siyahlarını tanıyordum. Yüzümü avuçları arasına aldığında bedenim hissettiği tenin sıcaklığıyla irkilmişti.
"Lucas'ı öldüreceğim." Diye sıktığı dişlerinin arasından fısıldadı.
"Asıl ben seni öldüreceğim." Diyerek sızlayan gözlerimi umursamadan bana bir nefes kadar yakın olan dudaklarını öptüm. Ani hareketimle birkaç saniye hareketsiz kalan kollarını hızla bedenime sarmıştı.
Bu cehennemin ortasında bana yaşamı hatırlatan tek şey beni öpen dudaklarıydı. Yavaşça ondan ayrılırken ellerini yüzüme çıkarmıştı. Kapalı gözlerimi açmaya cesaret edemedim. Parmakları bir tüy gibi gözümde gezinirken akan gözyaşlarımı gizlemek için yüzümü boyun girintisine gömdüm.
"İyiyim" diye kulağıma fısıldayan sesi, sözlerin aksini söylüyordu. O da farkındaydı her şeyi berbat ettiğimizin. Saçlarımda gezinen elleri sesimle aniden durmuştu.
"Ne zaman anladın?" Titrek nefeslerim boynuna çarparken kendimi biraz geriye çekerek gözlerimi siyahlarına diktim. Ne demek istediğimi anlamıştı ama sustu.
Her zamanki gibi. Ama bu defa bu sessizliği bozmaya niyetliydim. Bir süre sessizce beni izledi. Sonunda dudakları aralandığında nefesimi tutmuştum.
"Sarı laleleri benden aldığın gün." Dudaklarında gülümsemeyi andıran o küçük hareketliliğe kaydı gözlerim. Kahkahalarını özlemiştim. Sözleriyle sertçe yutkundum. Bakışlarımı gözlerine çıkaramadım.
"Işığı gölgeden saklayamazsın." Duyduğum sesiyle yanağımdan küçük bir damla daha yol almıştı. Parmakları yavaşça çenemi kavrarken ona bakmamı sağladı. Yüzünü biraz daha yaklaştırdı.
"Kendini benden saklayamazsın Beliz." Diye fısıldadı. Siyahlarında bana karşı öfke, kızgınlık aradım ama yoktu. Sözünü tutmuştu.
Gözleri arkamdaki bir şeye kaydığında tüm bedeni gerildi. Bu defa siyahlarında öfkenin izlerini kesinlikle görebiliyordum. Gözlerim onun gibi arkama kaydığında Lucas'la Evren'i sinirli bir şekilde bir şeyler hakkında konuşurken gördüm. Demek bizi buldu. İşte işler şimdi karışacaktı. Kendisiyle beraber beni de kaldıran Loki'nin gözleri yeniden beni buldu.
"Onunla geri dönmeni istesem?" Bunu kabul etmeyeceğimi bildiği halde yine de sormuştu.
"Asla. Bu defa beni görmezden gelemezsin." Dik dik ona baktığımda dudakları usulca kıvrılmıştı.
"Gözlerimin senden başka bir şey gördüğünü sanmıyorum." Yüzümü inceleyen siyahlarıyla içime kış güneşi gibi sızan umuda aldanmıştım. Belki de başka türlüsünü düşünmeye cesaretim yoktu.
"Kalıyorum."
"Kalıyorsun." Küçük gülümsemesinden sonra elimi kavrayarak Lucas'a doğru adımladık. Sonunda Lucas'ın gözleri Loki'yi bulduğunda rahatlar gibi verdiği nefes gözümden kaçmamıştı. Ne kadar gizletmeye çalışsa da Loki için endişeleniyordu.
"Bunu seninle konuşacağız." Loki'nin sert sesindeki uyarının hedefi Lucas'tı. Lucas'ın tehditkar bakışları beni bulsa da hızla çekmişti. Onun başını belaya sokmak istemezdim ama bir hafta içinde beni delirttiği için kardeşinden bir uyarı almayı hak ettiğini düşünüyordum.
"İçeri" dediğinde başıyla yangından kurtulan evlerden birini göstermişti. Hepimiz Loki'yi takip ederken salondaki masanın üzerindeki sofrayı çekerken her şeyi yere dökerek mahvolmasına sebep olmuştu.
Siyah gömleğinin kollarını dirseğine doğru kıvırdıktan sonra siyah lekelerin olduğu ellerini yavaşça masanın üzerinde gezdirdi. Elinin dokunduğu her yer küçük alevler şeklinde masada izler bırakıyordu.
Pür dikkat onu izlerken bedenindeki bu izler beni endişelendiriyordu. Nasıl olduğunu merak ediyordum. Ve sorularım anlaşılan Lucas'ı da düşündürüyordu.
"Bir daha onu kullanmamaya yemin ettin." Lucas'ın sert sesiyle Loki'nin gözleri abisini buldu. Neden bahsediyordu?
"Bozduğum ilk yeminim değil kardeşim." İkisi arasındaki sessizlikte ne çok şey söylenmişti.
"O izleri asla silemeyeceğin umarım farkındasındır." Lucas'ın uyarı dolu sesiyle gözlerim hızla Loki'nin beni izleyen siyahlarını buldu.
"Belki de izlerimi kabul edip sevmeyi öğrenmeliyim." Bana bakarak söylediği sözlerle yutkunamamıştım. Belki bu defa gerçekten bıraktığım izleri silmezdi. Yaranan sessizliği bozan Evren oldu.
"Dışarıdaki cehennem senin eserin mi?" Loki'ye karşı aniden aldığı bu tavrı anlayabiliyordum. Bu sorusuyla Loki'nin tüm bedeni kasılsa da kendini sakin tutmaya çalışmıştı.
"Hayır." Dedi sıktığı dişlerinin arasından.
"O geri döndü." Dediğinde hepimiz sessizliğe gömüldük. Bedenim buz kesmişti.
"Ve geri dönüşünün bedelini herkese ödetmekte kararlı. Bu son günü. Onun yerine geçmememi istiyor." İfadesiz tutmaya çalıştığı yüzünün aksine siyahları fazla karmaşık bakıyordu. Bunun olacağını biliyordum. Ama bugün olması...
Bu da düşündüklerimde yanılmadığımı gösteriyordu.
Gözlerini yeniden masada gezdirirken az önce yaptığı şeye devam etti. Yanan ateşin masada bıraktığı soluk izler birer simgeye benziyordu. İyice görmek için ona yaklaştım.
"Bu ne?" diye sorduğumda garip simgeyi izliyordum. Ortadaki simgeleri okuduğum kitaptan tanıyordum.
Işık ve gölgeydi. Etraflarını saran yedi yönden yalnızca üçünü açıkça seçebiliyordum. Ve onların üzerindeki hâlâ yanan beyaz ve siyah kanatlar. Hapsedilenle Yaşayanın savaşı.
"Yaptığım anlaşma." Diyen sesiyle gözlerim şaşkınlıkla kocaman açılmıştı. Emin olmak için gözlerimi yeniden alev alan masaya kaydırdım. Evren hiçbir şey anlamazken Lucas'ın sert bakışları kardeşinin üzerindeydi. Bu bir bağı bitiren anlaşmaydı. Bir bağı bitirmenin tek yolu ondan daha güçlü olana bağlanmaktı.
"Kiminle?" Cevabını beklerken nefesimi tutmuş onu bekliyordum. Zeil'e ihanet edecekti. Hatta etmişti. Peki, yeni müttefiki kimdi?
"Tyche." Dedi yüzündeki şeytani sırıtışıyla. Aldığım nefeste boğulacakmışım gibi hissettim.
"Delirmişsin sen." Lucas sinirle kükrerken masadaki alevleri elinin tersiyle yaptığı sert hareketiyle söndürdü. Yüzündeki dehşet dolu ifadeye bakılırsa Loki'nin yaptığı düşündüğümden daha kötüsü olmalıydı.
Tyche.
Hapsedilmiş tanrıça. Kanlı gözyaşlarının sahibi. Onu bir hafta önce görmüştüm. Önünde evlilik yeminimizi etmiştik. Şimdiyse onunla anlaşma yaptığını söylüyordu. Bedenindeki izlerin nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. Gözlerim yeniden ona kaydığında gözlerindeki karanlığı yeniden gördüm.
O karanlıkta kesinlikle yenilgiye yer yoktu.
Asırlarla kurulan düzeni hiç düşünmeden yeniden bozmuştu. Peki, bunun getireceği felaketleri düşünmüş müydü? Kesinlikle düşünmüştü.
Kafasındaki şeytanlarıyla evreni yerinden oynatacak bir planı olduğunu biliyordum. En azından ne kadar ileri gidebileceğini bilecek kadar onu tanıyordum. Sınırları zorlamayı seviyordu.
Lucas'ın itirazları ve bağırışlarını sonunda Loki susturabilmişti. Durmadan bunun saçmalık olduğunu söylüyordu. Belki de haklıydı.
"Bu tehlikeli. Onun karşısında yalnız olman fikri bile beni korkutuyor." Diğer yanımda duran bedenine döndüm.
"Zeil'in yerine biri geçmek zorunda. Bu düzeni bozabilecek tek kişi o. Eğer Tyche'nin söylediğini yaparsam artık yeni bir ruha ihtiyaç olmaz. İkimiz için yeni başlangıcın tek yolu bu." Sona doğru yumuşayan sesiyle ellerinin tersiyle yanağımı okşamıştı.
"Yeni bir başlangıç." Mırıldanarak onun söylediklerini tekrarladım. Burada bir sonumuz olmayacağının farkındaydı. Yaptığı anlaşma açık bir kumardı.
"Ya başladığımız yeni hayatta birbirimizi bulamazsak?" diye sorduğumda gözlerini kısarak bana baktı. Loki'nin söylediğine göre yaptığı bu anlaşmayla yeni bir düzen kurulacaktı. Tyche bunu yapabilecek güçteydi.
Eskiden sürgün edilmiş ruhlar yeniden kendi ana gerçekliklerine gönderilecekti. Asırlar önce kurulan o düzende artık düzensizliğe yer yoktu. Benim için durum biraz karışıktı. Çünkü gerçekten nereye ait olduğumu artık kestiremiyordum. En azından Evren'in sağ salim geri döneceğinden emin olmuştum.
"Kaybolduğumda sana geldiğimi unuttun mu?" Beni inandırmaya çalışan sesinin aksine onun da bakışlarında korkunun izlerini görmüştüm. İkimiz de yanılabileceğimizden korkuyorduk.
Belki de bu defa onu bulmazdım.
Belki de bu defa beni tanımazdı.
Birbirimize kilitlenmiş bakışlarımızı bölen Lucas'ın homurdanan sesi olmuştu.
"Gece yarısına çok az kaldı. Eğer o delirmiş üvey babacığının yanına gitmezsem hepimizi küle çevirecek." Sıkıntıyla nefes verdiğinde benden uzaklaştı.
"O zaman yeni düzen başlasın." Derken Lucas'a yaklaşarak birkaç şey söyledi. Benimse aklım hâlâ bu olanlardaydı. Tanrıçaya güvenip güvenmemek konusunda hâlâ kararsızdım. Loki Zeil'i ortadan kaldıracaktı. Sonraysa tüm gücünü bağlandığı Tyche'ye vermek zorundaydı. Ölümsüzlükten kurtulmanın tek yolu buydu. Sahip olduğu güçle tanrıça bile onu bir tehdit olarak görüyordu.
Sonunda Loki'nin gözleri yeniden beni bulduğunda ben de hızla yanına gitmiştim.
"Gidiyor muyuz?" Sorumla başını iki yana sallayarak yüzümü avuçları arasına aldı. "Yalnız burada kalmana izin verebilirim. Daha fazlası senin için tehlikeli. Lucas seni-" daha sözünü bitirmeden gözlerimi ona diktim.
"Geliyorum."
"Beliz."
"Geliyorum Karan." Dediğimde yüzümde olan elleri kısa süreliğine hareketsiz kalmıştı. Gerilen tüm bedeni saniyeler içinde gevşerken gözleri sanki bunu duymaya ihtiyacı varmış gibi parlamıştı. Derin bir soluk aldı. Başını olumlu anlamda salladıktan sonra hızla arkamdaki Evren'e bakmıştım. Yanına giderek kollarımı ona sardığımda kızaran gözleri içimi parçalamıştı.
"Umarım yeni hayatında yattığın kızların babalarına yakalanmazsın." Dediğimde boğuk bir kahkaha kaçmıştı dudaklarından. Hızla ona sarılırken sırtını sıvazladım. Onu bulacağımı biliyordum.
"Umarım yeni hayatında sarhoş olduğun için tüm lunaparkta bizi rezil etmezsin." Diyerek gülse de gözünden kaçan gözyaşını görmüştüm.
Ondan ayrılıp Lucas'ın yanından geçerken durdum. Muhtemelen onu bir daha görmeyecektim.
"Beni kurtardığın için teşekkür ederim." Dediğimde gözleri şaşkınlıkla parladı.
"Sana özel bir şey değil ljocht. Bu topraklara ayak basmış ilk ışığı korumak zorundaydım." Dediğinde bu defa şaşırma sırası bendeydi. Demek o da biliyordu. O kadar şaşırmıştım ki bir şey söyleyemedim.
Loki'yle ikimiz çıktığımızda bizden birkaç kilometre ötede olan girdaba doğru adımlıyorduk. Lucas ise orada kalarak Loki'nin yaptığı mührü korumak zorundaydı. Belki tanrıça ortaya çıktığı an bize katılabilirdi. Elimi kavrayan adamla gözlerim yeniden onu buldu.
"Ne düşünüyorsun?"
"Lucas ne zamandır biliyordu?" diye sorduğumda hemen beni cevaplamıştı.
"Davet gecesi söylemek zorunda kaldım. Ben onlarla ilgilenirken başına bir bela açacağına neredeyse emindim." Dediğinde yüzümde küçük bir gülümseme oluşmuştu.
"Bunu sakladığım için bana kızgın mısın?" Cehennemimize doğru adımlarken bu düşünceden sıyrılmak için konuşmak iyi fikirdi.
Bunu söylediğimde adımları yavaşlasa da gözlerini üzerimden ayırmamıştı. Bense bakışlarımı ellerimize dikmiştim.
"Sana kızmak benim için pek mümkün görünmüyor." Sesindeki bir şeyler beni rahatlatıyor, yeniden bahçemde umudu yeşertiyordu.
"İlk başta gerçekten benden nefret ettiğini düşünmüştüm. O çiçekler, sakladığın kitaplarda yazanlar, sürgün edilen halk..." daha fazla devam edememiştim. Sıkıntıyla nefes verdiğinde adımları durdu. Ben de durdum.
"Eğer seni koruduğumu bir fark etseydi seni benden almak için her şeyi yaparlardı, tam da şimdi olduğu gibi." Dediğinde sertçe yutkundum.
"Ve emin ol ki buna izin vermemek için evrenin altını üstüne getirmekten geri durmazdım. Tam da şimdi yaptığım gibi." Yüzüme doğru eğildiğinde siyahlarındaki netliği ve ne kadar ciddi olduğunu görmüştüm.
"Buna bir daha asla müsaade etmem." Sıktığı dişlerinin arasından fısıldamıştı.
Aniden gökyüzünde yükselen şiddetli gürültüyle irkildim. Rüzgar başlamıştı. Küle dönmüş şehrin üzerine karabasan gibi çöken girdaba baktım. Etrafından çıkan sarı yıldırımlarla daha ürkütücü görünüyordu. Gecenin karanlığını aydınlatan yalnız önümüzde göklere yükselen alevler ve gökyüzündeki yıldırımlardı.
Geliyordu.
Titreyen gözlerim onu bulduğunda sakin bakışları beni izliyordu. Bunu beni ürkütmemek için yaptığını biliyordum. Ama her şey göz önündeydi.
Sol elimi avucunun içine alarak parmaklarını yavaşça avucumun içinde gezdirdi.
"İhtimalleri zorluyoruz. Tesadüflere bel bağlıyoruz." Dedim kısık çıkan sesimle.
"Eğer ikimiz için bir ihtimal varsa bunu denemeye değmez mi?" Sesindeki umut bile beni karanlık düşüncelerimden ayırmıyordu. Yeniden sızlayan gözlerimle bu ayrılığa hazır olduğumu sanmıyordum. Her halükarda onu kaybetme ihtimalimin olması beni delirtiyordu.
"Hem ben tesadüflere inanmam." Dediğinde yavaşça çenemi kavramıştı.
"Bir yerde okumuştum ruhlar tesadüfen karşılaşmazlar. Birbirlerine ihtiyaç duydukları için farkında olmadan bir araya gelirler. Çünkü ikisinde de eksik olan bir şeyler var. Ve bunu ancak diğeri tamamlayabilir. Ruh eşleri sana her şey vermek için gelmez. Sana bütünüyle tamamlanmış hissetmenin ne demek olduğunu hatırlatmak için gelir. Beni tamamlayan senken bunu bir tesadüf diyemezsin güneş ışığım." Tüy gibi yanağıma dokunan parmaklarıyla akmamak için direnen göz yaşlarımı daha fazla tutamamıştım.
"Seni her zaman bulurum Karan." Diyerek parmak uçlarıma yükselerek dudağındaki o buruk gülümsemeden öptüm.
"Seni her zaman tanırım." Dudaklarıma doğru fısıldadığında içimde küçük de bir umut yeniden hayat buldu.
Buna inanmak istiyordum. Saçlarıma kondurduğu küçük öpücüklerle yüzümü yeniden boynuna gömmüştüm. Bunu yapmayı seviyordum. Bu cehennemin ortasında bizim için küçük bir umut vardı. Ve ikimiz de bunun için savaşmakta kararlıydık.
Yavaşça benden ayrıldığında ellerimi terk eden teninin sıcaklığına kısa süreliğine hüsrana uğramıştım. Ne kadar da muhtaçtım o sıcaklığa. Şiddetli gök gürültüsü her yeri sarstı. Sanki gökyüzünü ikiye ayıran o beyaz ışığın kıyametim olacağını anlamıştım. Zeil'i asla görmemiştim.
Ama varlığının verdiği işkenceyi hâlâ hatırlıyordum. Son defa bana bakarken beni tanıyan siyahlarını her zerresini hafızama kazıdım.
Küçük bir an içinde kıyametimiz başlamıştı.
Yavaş rüzgar fırtınaya çevrilirken girdabın altında alevlerle birlikte hareketi dansı andırıyordu. Şehrin tüm küllerini kendine çeken o rüzgârın aldığı heybetli şekille yutkundum. Ölülerin varlığıyla beden buluyordu. Sonunda kurtuluşuna kavuşuyordu. Siyahlar içinde olan siluetin yalnızca beyaz gözlerini gördüm.
"Hoş bulduk küçük ljocht!" Zihnime sızan kaypak hırıltılı sesiyle saniyeler durmuştu. Artık geri dönüş yoktu.
Son defa Karan bana döndü ve dudaklarındaki o silinmeye hazır gülüşüyle konuştu.
"Yıldızların altında yeni çağ başlatmaya hazır mısın?" dediğinde aklıma kitabın son cümlesi gelmişti.
'Ve yıldızların altında yeni bir çağ başladı.'
"Her zaman." Onun gözleri gibi benim bakışlarımda da umut vardı. Karan'ın ona doğru ilerleyen bedeniyle engel olmadığım panik dalgası tüm bedenimi sardı.
Gözlerim alevlerin sardığı bedenini izledim.
Bu bir savaş değildi.
Asıl savaş vermemiz gereken ruhlarımızdı. Ve ben bunu çok geç anlayacaktım.
Zihnimde patlayan milyonlarca ışık zerresiyle her şeyin bittiğini anlamıştım.
~~~
-Bambaşka dillerde ve bambaşka yaşamlarda, hep aynı acıları çekiyoruz-
~~~
19.09.2024
Aşk kalpte izler bırakmayı seven bir hastalık. Maalesef bıraktığı izleri sonsuza kadar o kalpte taşımaya sizi mecbur bırakır. Biz başka bedenlerde o ilk aşkın sıcaklığını ararken, kalp ruhun bıraktığı izlerin yasını tutar. İşte bir kalbin yenilgisi de tam bu anda başlar.
Bugün yine hava bir eylül sabahına göre fazla soğuktu. Dün geceden yağan şiddetli yağmur sabaha yakın durmuştu. Yağmur sanki bıraktığı izler yetmiyormuş gibi toprakta bıraktığı o mis kokusuyla bu sabahı biraz daha hüzünlü kılmıştı.
Caddeler dolup taşan kalabalığıyla bugünde aynıydı. Bazıları hızlı adımlarla işine yetişmeye çalışırken bazı çocuklar okul için koşturuyorlardı. Arabalardan ara sıra yükselen kornaların sesi sokaklarda her şeyin yine aynı tempoda gittiğini gösteriyordu.
Koca dünya o gün nasıldıysa bugün de aynıydı. O iki gençten başka. Bir eylül sabahının değiştirdiği yalnız onlar olmuştu. Sanki kader sırf onlara inat her şeyi tüm sıradanlığıyla aynı düzende devam ettiriyordu. Onların asla ulaşamayacağı bu sıradan hayata sahip olamayacaklarını ima eder gibiydi.
Belki de bugün her şey o iki genç için değişecekti.
Saat 11'i çeyrek geçtiğinde hastanenin önünde duran adam önce saatini kontrol etmişti.
Daha görüşmesine 45 dakika vardı. Dün gece gördüğü anlamsız kabuslar yüzünden doğru düzgün uyuyamamıştı.
Onun için anlam ifade etmeyen o görüntüler yeniden zihninde canlandı. Sarı lalelerin üzerine damlayan kanı hatırlamasıyla içinde yeniden o sıkıntı belirmişti. Çiçeklere hiç bir zaman merakı olmamıştı.
Hatta hayatında kimseye sarı laleler aldığını bile hatırlamıyordu. Onun için hiç bir anlam ifade etmeyen bir demet sarı lalelerden biriydi. Neden bu kadar kafama takıyorum diye içinden geçirmeden edememişti.
Karanlıkta parlayan çiçeklerin üzerindeki kurumuş kan izlerini hatırladığında hızla bu düşünceden kurtulmak adına başını iki yana salladı. Böyle şeyleri fazla düşünmemeliydi. Bugün önemli bir toplantısı vardı. Odaklanması gereken tek şey işi olmalıydı.
Arabadan inerken gözleri yeniden havayı saran kara bulutlara kaydı. Muhtemelen yeniden yağmur başlayacaktı. Hastaneye girdiğinde lobide danışma masasına yaklaştı. Bugün toplantısı olduğu Doruk Bey'in odasını sorarak 3. Kata çıkmak için asansöre doğru adımladı.
Asansörü beklerken yeniden kolundaki saati kontrol etti. 11.35, daha görüşme saatine vardı. Ama nedense bugün ne gördüğü kabuslar ne de içindeki sıkıntı onu evde daha fazla tutamamıştı. Üzerine gelen duvarlardan kurtuluşu kendini dışarı atmakta bulmuştu.
Ofisinde hallettiği işlerden sonra hastanenin yolunu tutmuş, şimdi de can sıkıntısıyla asansörü bekliyordu. Neden bu kadar geç kaldı diye tam sıkıntıyla nefes vermişti ki girişte duyduğu bir kadın çığlığıyla gözleri istemsizce oraya kaydı.
"Kızım." Diye haykıran annenin sesleri tüm koridorda yankılanmıştı. Sabah saatlerinde trafik kazası geçiren iki genç kız ambulansla en yakın hastaneye yetiştirilmişti.
Birinin durumu iyi olsa da diğeri o kadar da şanslı olmamıştı. Bir annenin yaşayabileceği en kötü şey kendi canından parçayı kanlar içinde görmek olabilirdi. Genç adam hemşirelerin hızla acile doğru getirdikleri kadına bakmıştı.
Önündeki doktorlardan yüzünü göremese de sedyesinden sarkan o beyaz teninin boyandığı kanlı ellerini görmüştü. Bugün gördüğü kabuslar ardından bu görüntü onu o kadar rahatsız etmişti ki hareketsiz yatan bedenden gözlerini hızla çekmişti.
"Trafik kazası. İç kanaması olabilir. Sol kolunda kırıklar var." Diye yanındaki doktora hızla bilgiler verilirken sedyeyi hızla itmişlerdi. O sırada açılan asansörle tam da yanında geçen sedyedeki kızın ölüm soğukluğunu andıran elleri adamın yaşamın sıcaklığıyla yanıp kavrulan ellerine dokunmuştu.
Bu dokunuş o kadar kısa ve saniyeleri zorlayacak kadar hızlı olmuştu ki adam yerinden kıpırdayamamıştı. Az önce gördüğü o ellerin teninde bıraktığı kanlı izlere baktı. Daha sonra ise onun koridorda yok olarak ölümle savaşan o kıza kaydı siyahları.
Yüzünü yine görememişti.
İçini titreten o tenin soğukluğunu asla unutamayacak gibi hissetti. Sanki tenine işlenen ölümün izleriymiş gibi geldi. Asansörün az önce açılan kapıları yeniden kapandı.
Adam ise hâlâ gözlerini boş koridordan ayırmıyordu. Bir iç çekiş koptu dudaklarından. Ağlayan annenin feryatları hâlâ koridorda yankılanıyordu ve sanki daha yeni fark ediyordu burada durmanın saçmalık olduğunu.
Sonunda yeniden açılan asansöre girdi. Nereden bilebilirdi ki bir gölge olarak ışığını çoktan kaybettiğini? Işığı elinden alınan gölge yolunu kaybeden ruhlara benzer.
Kaybolmuş ruh bir daha asla bir yıldızla yolunu bulamaz.
O gün olanları unutarak yeniden hayatına devam edecekti. "Böyle şeylerin beni etkilemesine izin vermem." Diye içinden geçirdi. Sonunda istediği kata varmıştı.
"Doruk Bey'le randevum var." Diyerek masaya yaklaştı. Kadın birkaç şeyi kontrol ettikten sonra önden giderek adama yolu göstermişti.
"Buyurun Karan Bey." Adam kapının önünde durduğunda derin bir nefes çekti. Gözleri elinin kenarındaki küçük kan izlerine kaydı. Gözleri gereğinden fazla oyalanmıştı o izlerde.
Neden hâlâ ellerini yıkamadığı veya çantasındaki ıslak mendille silmediği kendisine bile garip gelmişti. Sonunda toplantı odasına giren adamla gözleri kapıya kaydı.
Kısa süre sonra silip gidecek izler için değmezdi bu denli düşünmeye.
O gün yine aynı temposunda hayat devam etti. Adam toplantıdan sonra tüm gününü diğer işleriyle kafasını oyalamıştı. Böylelikle aklındaki düşüncelerden biraz da olsa kaçabiliyordu.
İçindeki sıkıntının dinmesi umuduyla sabahlara kadar kafasını kâğıt yığınından kaldırmadı. Böylece hatırlamak için söz verdiği o kadını hatırlamadan o günü başa vurabildi.
Değişen geleceğin her zaman bir bedeli vardır. Onlar bu bedeli ödemeyi göze almışlardı. Aynı dünyayı paylaşabilecekleri tek bir geleceğe sahip olabilmek için bu defa açık kumara yatırdıkları umutsuz aşklarıydı. Ne yazık ki pek şansları yoktu.
Eğer bu kumar hayatın ta kendisiyle oynanıyorsa nasıl bir kazananı olabilirdi ki? Her halükarda kaybedecekleri bir şeyler olacaktı. İşte aşkın hastalıklı deliliği de buydu.
Size her şeyin üstesinden gelecekmişsiniz gibi hissettirir. Sanki dünyadaki tüm umutlar tükense bile bir demet sarı lalede umudu bulduracak kadar sizi delirtir.
İşte bu iki gencin kaçırdıkları nokta buydu. Delirmiş kalp belki geçmişi unuturdu ama ruhlar asla. Onlar ruhlarını görmezden gelerek bu dünyada kalpleriyle birbirlerini bulabileceklerini umut etmişler.
Zaman belki de onları gerçekten kavuşturacaktı, yeniden aynı yolda yürüyüp, aynı çiçekleri sevdirecekti. Tabii bunu zaman gösterecekti.
Hayat tesadüflerle doluydu.
Belki bir tesadüf yeniden onları karşılaştırırdı.
O zaman kadın yeniden adamın kalbinde izler bırakırdı.
Adam ise belki o zaman kadının bıraktığı izleri silmezdi.
Belki o zaman...
08.01.2025
Asla beraber olamayacağız.
Aynı evi, aynı teni paylaşamayacağız.
Aynı masada oturmayacağız.
Hatta aynı şehirde bile oturmayacağız.
Belki bir gün son kez görüşeceğiz, ikimiz de bunun son olduğundan habersiz.
Son kez el ele gezeceğiz, belki de son kez söyleyeceğiz birbirimizi sevdiğimizi.
Yine beraber planlar yapıp, tutamayacağımız.
Son sözleri vereceğiz birbirimize.
Ve elbette yollarımız yine ayrılacak bir gün.
Sonra aramıza şehirler girecek,
Hiç karşılaşmayacağız.
Tesadüfler bile bir araya getiremeyecek.
Sonra da belki birimiz öleceğiz, diğerimiz hiç bilmeyecek.
Kadın okuduğu satırlarda parmaklarını gezdirirken gözleri yeniden dışarıya kaydı. Bugün bir arkadaşıyla buluşacaktı. Son anda buluşma iptal olsa da bugün dışarı çıkmakta kararlıydı.
En sevdiği mevsimin doya doya tadını çıkarmak istiyordu. Usul usul yağan kar çocuklara neşe getirirken, bazı kalplere bilinmeyen hüznün izlerini bırakıyordu. Neşeyle koşan çocuklara ilişmişti kızın gözleri.
Yüzünde burukça bir tebessüm oluşmuştu. Kışı çok severdi. O soğukluğun getirdiği sıcaklığa alışkındı çünkü. Hiç üşümemiş biri için kışın sevimli bir mevsim olması o kadar da şaşılacak gibi değildi.
Ama şimdi kalbinde başkaldıran bu sızıya anlam verememişti. Ellerini ısıtmak için parmaklarını karşısındaki bardağa yaklaştırdı. Camın önünde oturmuş bu güzel mevsimin tadını çıkarmaya çalışsa da bir şeylerin eksikliğini hisseder gibi olmuştu.
Acaba bir şeyi mi unuttum diye etrafına bakınsa da bir şeyi hatırlayamamıştı. Kalbini sıkıştıran bu histen kurtulmak adına hesabı ödeyerek kafeden çıktı. İlk defa bu denli üşüdüğünü hissetmesi garip bir his bırakmıştı üzerinde.
Montunun cepleri belki ellerini ısıtamasa da o buna pek takmamıştı. Yavaş adımlarla ilerlerken caddelerde kış ayazına inat neşeyle dolaşan insanları izlemeye koyulmuştu. Ne kadar garipti. Kocaman bu evrende iki ruhun birbirini bulması. Birbirini tanıyabilmesi. Hâlâ bunu anlayamıyordu. Önüne çıkan çiçekçiyle adımları yavaşlamıştı.
Onlarca çiçek arasında gözlerinin iliştiği yalnız güneş gibi parlayan sarı laleler olmuştu. Boynundaki atkıyı düzelterek adımlarını çiçekçinin önünde durdurmuştu. Önce nergislere bakınmış, sonra papatyaları sevmişti parmakları.
Sokak çiçekçisinin önünde yalnızca birkaç kişi vardı. Bir baba yanındaki küçük kızına nergis alırken, genç çocuk özenli giyiminden de göründüğü gibi muhtemelen buluşmaya gidiyordu. Belki bu soğukta elleri ısıtmak zordu ama kalpleri ısıtmak bir demet nergisten, laleden geçebiliyordu.
Kızın gözleri sarı lalelerin önünde duran adama takıldığında, gereğinden fazla baktığını fark etmişti. Hem de yüzünü dahi göremediği adamın siyahlar içindeki haline zıt elindeki sarı laleler ona garip gelmişti.
Geniş omuzlarının ardında çiçekçi amcayla bir şeyler konuştuğunu görmüştü. Gece siyahını andıran siyah saçlarına, kemerli ellerine, parmakları arasında sıkıca tuttuğu çiçekleri özenle izlemişti.
"Nergis mi vereyim güzel kızım?" Duyduğu sesle istemeye istemeye de olsa gözlerini adamdan çekmişti. Kendisinin bu hâli onu da şaşırtmış olacak ki biraz kızmıştı kendine. Tanımadığı birine öyle uzun uzun bakmak pek hoş değildi. Sonuçta kendi bakışlarıyla kimseyi rahatsız etmek en son isteyeceği şey olurdu.
İstemsizce bir başkasının da sarı lalelere olan merakı dikkatini çekmişti. Acaba o çiçekleri kime aldı diye içinden geçirdiği soruya mani olamamıştı.
Sanki bu sorunun cevabı çok önemliymiş gibi merak duygusu tüm bedenini ele geçirmişti. Kendini toplayarak önüne dönerken 60 yaşlarındaki tatlı bir amcanın güler yüzüyle istemsizce o da gülümsemişti.
"Aslında sarı lalelere bakacaktım," diyerek az önce adamın olduğu yere döndüğünde gözleri şaşkınlıkla irileşmişti. Saniyeler içinde nereye yok olmuştu bu adam? Gözlerini sokaklardaki kalabalığa kaydırsa da aradığı kişiyi bulamamıştı.
Aniden garip bir heyecanla kalbini hızlandıran his çabucak çekilip gitmişti. Yavaş adımlarla lalelerin önünde dururken küçük bir demet almıştı kendisi için. Parasını ödeyerek yeniden kalabalığın arasına karıştı.
Aklında dönüp duran adamı bu kadar düşünmek hoşuna gitmemişti. Daha yüzünü bile görmediği birini sırf onun sevdiği çiçekleri seviyor diye böylesine merak etmek de neyin nesiydi diye içinden geçirdi.
Usul usul yağan karın verdiği huzurlu hisle mahalleye doğru yürümeye başladı. Ara sıra elindeki çiçeklere bakıyor bazen de ayağının altında ezilen karın çıkardığı sesi dinliyordu. Apartmandaki kediler için aldığı kuru mamaların çantasında olduğundan emin olarak yoklamıştı.
Havalar iyice soğumuştu. Bu yüzden apartmanın girişinde kediler için yaptığı küçük yuvalar bugün muhtemelen dolu olacaktı. Bazen apartmandaki teyzeler tarafından azar işitse de her şeyiyle o ilgilendiği için çok ses çıkarmıyorlardı. Düşünceli adımlarla yürürken aklında hâlâ o adam dönüp duruyordu.
Bembeyaz karda iz bırakan küçük pati izleriyle istemsizce gözleri o izleri takip etmişti. Gece gibi siyah olan kediyi yavrusuyla görünce hızla dizleri üzerine çökmüştü. Muhtemelen yeni doğmuştu ve bu soğukta nasıl hayatta kalmış diye düşündü.
"Ama ben seni yerim" diyerek dikkatle kucağına aldığı kediyi boynundan çıkardığı atkıya sarmıştı. Nefes alışlarını duymak biraz da olsa içini rahatlatmıştı. Kediyle oyalandığı birkaç dakikanın hayatından neler alıp götürdüğünden habersizdi.
O sırada yol boyu aklında dönüp duran adam tam yanından geçip giderken küçük kediyle ilgilenen kızdan alamamıştı gözlerini. Beyaz karların üzerine bıraktığı sarı lalelere baktıktan sonra kendi ellerindeki çiçeklere bakmıştı.
Garip tesadüftü. Dudaklarındaki gülümsemenin emareleri hızla silinirken ağır adımlarla kendi yoluna dönmüştü. Arkasında bıraktığı kıza bakma isteğine yenilmemek için adımlarını hızlandırmıştı.
Sıradan bir yabancının biriydi işte diye geçirdi içinden. İçindeki bu merak neydi? Az önce kızı şaşırtan bu duygu onu da esir alırken daha fazla direnememiş, adımlarını durdurmuştu.
Son defa bakar gibi gözleri hâlâ yavru kediyle ilgilenen kızı bulmuştu. Yüzüne dökülen saçlarını kendi elleriyle özenle yüzünden çekmek istemişti. Duyduğu bu aptalca hisleri hızla yok sayarak önüne döndü.
Sanki adamın önüne dönmesini bekliyormuş gibi kız önünü görmesini engelleyen saçlarını geriye doğru atmıştı. Kucağındaki kedi ve çiçekleriyle önünde durduğu apartmana doğru adımladı.
"Sana çok iyi bakacağım gölgem," diyerek elindeki küçük kediyi iyice sahiplenmişti. İçeri girecekken gözleri arkasına kaymıştı. Kimse yoktu. Yalnızca bembeyaz yolda olan ayak izleri de yağan karla yeniden eski pürüzsüz beyazlığına kavuşuyordu.
İzler de silinirdi.
Bu kışta bunu da öğrenecekti. Hayat bazen öğrenmemiz gerekenleri zorla, bazense haberimiz olmadan bize öğretebiliyordu. İnişleri çıkışları olan bu yolda her sonu mutlu veya mutsuz düşünmek mümkün müydü?
Belki birkaç dakika onlar için önem taşımamıştı ama hayatlarının gidişatını nasıl bir yola sürükleyeceğinden habersizdiler.
Onlar kendi yollarını seçmiştiler.
Eğer kader onları aynı yolda yürüyüp karşılaştırmayacak kadar acımasızsa bu yolu onların seçtiğini söylemek ne kadar doğru olurdu? Belki de bir tesadüftü bu denk geliş. Kaderin oynadığı küçük bir oyun.
İhtimalleri zorlamak yetmiyor bazen, ister aynı dünyanın insanı ol, ister aynı yolda yürü. Birbirini görmemeyi seçen ruhları kavuşturmaya kaderin bile gücü yetmez.
Belki de sırf kader onları aynı yolda karşılaştırmıştı. Birbirini görmemeyi seçen onların ruhlarıydı.
Çünkü ruhlar izleri ve acıları saklardı.
Onların arasına belki şehirler, ülkeler, dünyalar girmemişti. Onların arasına iki ruhunun asırlarla süren ve yenilen aşkı girmişti.
'Tesadüflerin bile bir araya getirmediği ruhlara...'

Sevgiyle kalın güzel okurlarım💛
İyi geceler✨️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |