79. Bölüm

4.5

Okyanus
okyanuss_s

 

Merhabalarr, umarım iyisinizdir🦭

 

Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın✨️

 

Keyifli okumalar🤍

 

Not:Yazdığım evrenle ilgili bazı sorularınızın ve anlamadığınız kısımlar olduğunu biliyorum. Bu yüzden yakın zamanda küçük bir açıklama bölümü yayınlayacağım.

 

Gözlerimi kırpıştırarak karşımdaki adamın gerçekliğini sorguluyordum. Siyahları pür dikkat beni izlerken, gizliden bana meydan okuyan bakışlarıyla sertçe yutkundum. Yine şaka gibi bir sabaha uyandığıma inanamıyordum.

“Hanımefendi?” Kasadaki kadının seslenmesiyle hızla önüme dönerek derin bir nefes aldım. Garip bir tedirginlik tüm bedenimi sararken, zorda olsa kendimi müşteriyle ilgileniyormuş gibi göstermeyi becerdim. Evren’in az önce Karan diye seslendiği adamla bir şeyler konuştuğunu duysam da gözlerimi ona çevirmemek için büyük çaba harcıyordum.

Neden kendimi suçüstü yakalanmış gibi hissediyordum? Saçmalıktı bu. Ona yardım eden bile bendim.

Adama züppe deyip, ona kendi dedikodusunu yaptığın için ola bilir mi?

Bu iç ses fazla mı özgürlük kazandı?

Sonunda müşteriyle işim bittiğinde, artık tam öndeki masada oturan Evren ve yeni “patronumuzun” yanına gitmemek için bir sebebim yoktu. Derin bir nefes alarak, yavaş adımlarla beni izleyen iki erkeğin tam önünde oturdum.

Tanımıyormuş gibi mi yapmalıydım? Ama tanıyordum. Benim oturmamla ölüm sessizliği çöken masaya göz attım. Evren’in gözleri ikimiz arasında gidip gelirken, biz birbirimize bakıyorduk. Aslında ona dik dik bakıyorum da diyebilirdik. Çünkü az önce yüzünde gördüğüm piç gülüşü, şaşırmamdan zevk alıyormuş gibi görünüyordu. İt herif.

“Tahmini ne zaman biter?” Evren’in sesiyle gözlerimi karşımdaki adamdan ayırmadan sordum.

“Ne?”

“Bakışmanız?”

Rahatça arkasına yaslanan adam, duruşunu dikleştirerek yüzünden hâlâ silinmeyen o yarım gülümsemesiyle elini bana doğru uzattı.

“Karan.” Dediğinde kasılan bedenimin aniden gevşemesi beni şaşırtmıştı.

Karan. Zihnimde dönüp duran ismi sanki onun dudaklarından duymak garip gelmişti. Zaten Evren ismini söylediğinde duymamış mıydım? O zaman garip gelen neydi? Sesini bir daha duymak için içimde başkaldıran bu şiddetli hisse anlam veremiyordum. Basit bir isimdi.

Ama onun dudaklarından çıkarken hiç de öyle gelmemişti. Konunun ismi değil de sesi olduğunu şimdi anlıyordum. Karşımdaki adamın yalnızca sesinin üzerimde bıraktığı etki hiç hoşuma gitmemişti.

“Beliz.” Derken ben de elimi uzatırken, onun aksine yüzümü ifadesiz tutmaya çalışmıştım. Tenime dokunan tenin sıcaklığıyla gözlerim hızla ellerine kaymıştı. Aynı şekilde o da ellerimize bakıyordu. Tenin bu sıcaklığı normal miydi?

Ellerini yavaşça masanın üzerine koyduğunda, yaranan sessizliği bozan yine Evren olmuştu.

“Aslında sana Karan abiyi anlatacaktım ama olay üzerine olaylar yaşanınca unutmuşum. Biliyorsun, Timur Bey’in oğlu. Bir hafta önce bizim apartmana taşındı. Zaten biz de taşınma zamanı tanış olduk. Yeni patronun sen olduğunu öğrendiğimde çok mutlu oldum abi. Hayırlı olsun.” Diyerek gülümseyen Evren, elini Karan’ın omzuna atmıştı. Anlaşılan gerçekten yakınlardı.

“Eyvallah. Ama bugün yaşanan olaydan yırtacağını düşünüyorsan, unuttum sanma. Daha ifadeni alacağım.” Karan’ın alaycı sesiyle Evren de gülmüştü.

“Kusura bakma abi. Vallahi adam öyle silahla gelince, senin balkona atlayıp oradan kaçmak zorunda kaldım. Adam seni rahatsız etmedi değil mi?” Evren’in sorusuyla ikimiz de merakla ne cevap vereceğini bekliyorduk. Demek ki Evren sabah yaşananlardan habersizdi.

Acaba söyleyecek mi diye gözlerimi karşımdaki adamın siyahlarına diktim. Aslında benim için söyleyip söylememesi bir şeyi değiştirmezdi. Yalnızca Evren delisinin abimin yanında bu konuyu açmaması için tehdit etmem gerekecekti. Karan bana kısa bir bakış attıktan sonra yeniden Evren’e döndü.

“Merak etme, hallettim. Zaten adam kapıda biraz bağırıp çağırıp gitti.” Dediğinde gözleri yeniden beni buldu. Bense gözlerimi kısmış, onu izliyordum. Yalan söylemeye ne gerek vardı? Tanışmıyormuş gibi yapmak istiyorsa, benim için sorun yoktu. Sanki ben de çok meraklıyım ona. Anlaşılan, korkak gibi çalışanın odasına sığınmak ağır gelmişti beyefendinin gururuna. Ona attığım yargılayıcı bakışlarımı hızla çektim.

“E kafeyi bana gezdirmeyecek misin?” Diyerek hızla konuyu değiştirmiş, etrafa meraklı bakışlar atıyordu.

“Anlaşılan burayla baya bir işimiz var.” Dediğinde etraftaki birkaç müşteriye baktı. Bu saatlerde pek müşteri olmazdı.

“Yani batmakta olan bir gemiyi devralıyorsun kaptan. İşin zor.” Evren’in muhteşem motivasyonundan sonra adamın yüzünde samimi bir gülümseme oluşmuştu.

“Halledeceğiz.” Diyerek ayaklandı.

“Sen etrafı gezdir. Ben kasaya geçiyorum.” Diyerek hızla giden Evren’in arkasından baka kalmıştım. Bir eli cebinde duran adam, yanındaki sandalyede duran çiçekleri eline alarak bana döndü.

“Bana bir vazo verebilir misin?” Sabahki halinin aksine fazla rahat görünüyordu. Başımı sallayarak vazolardan birini tezgâhın üzerine bırakmıştım. Beni takip eden adam, elindeki sarı laleleri su doldurduğum vazoya özenle koymaya başladı.

“İlginç.” Derken zihnimde dolanan düşüncelere engel olamamıştım.

“İlginç olan ne?” Diyerek omzunun üzerinden bana bakarken hâlâ çiçeklerle uğraşıyordu.

“Çiçek zevkin.”

Dudakları usulca yukarı kıvrılırken ben avucundaki sarı lekelere odaklanmıştım. Dövme olmadığı kesindi.

“Seviyor musun?” Dediğinde, tezgâha yaslanarak ellerini göğsünde birleştirmişti.

“Neyi?” Aklımda hâlâ avucunda gördüğüm izler vardı. Konuşmadan gözleriyle vazodaki çiçekleri gösterdi. Gözlerim çiçekleri bulduğunda gülümsememe engel olamamıştım. Sevmek mi? Onlara aşıktım.

“Evet.”

“Güzel.” Diyerek hızla arka tarafa yönlenmişti. Sonunda gözlerimi çiçeklerden çekerek, arkasına takılarak ona yetiştim. Mutfakta durmuş, hafif dağınık masaya bakıyordu.

“Furkan işi iki gün önce bıraktığı için tatlıları menüden çıkarmak zorunda kaldık.” Hızla ona açıklayarak dağınık masayı toplamaya çalıştım. Evet, kovulmak için adamın eline fazla sebep veriyorduk.

“Orası kullanılmıyor mu?” Kafenin kullanmadığımız diğer kısmını göstermişti. Aslında Timur Bey’in mekânı küçük sayılmazdı. Eskiden camların ayırdığı yan tarafı pastane olarak kullanıyorduk.

“Son zamanlarda Timur Bey’in maddi sıkıntılarından dolayı kapatmak zorunda kaldık. Artık her ikisini burada idare etmeye çalışıyorduk. Tabii Furkan işi bırakana kadar.” Söylediklerime yalnızca başını sallamakla yetinmişti. Etrafı inceleyen bakışları sanki bir şeyi ölçüp biçiyordu. İçerideki depoya da göz attıktan sonra gözlerindeki o parıltı beni şaşırtmıştı.

Muhtemelen satmaya kararlıydı. Belki vazgeçmiştir diye umutlansam da etrafı alıcı gözüyle incelediğinden belliydi. İçeriye geçtiğimizde, Evren son müşteriyle ilgileniyordu. İşini bitirerek yanımıza adımladı.

“Beğendin mi, patron?” Neşeli sesiyle etrafı göstermişti.

“İş görür. Şimdilik ikiniz misiniz?” diye sordu.

“Furkan birkaç gün önce işi bıraktı. Bir de Naz var ama onun mesaisinin başlamasına daha var.” Karan yalnızca olumlu anlamda başını sallamakla yetindi.

“Naz da geldiği zaman son durumları konuşuruz.” Diyerek kasadaki birkaç kağıdı ve bilgisayarı karıştırmaya başladı. Demek gerçekten satacaktı. Sıkıntıyla nefes vererek mesaim bitene kadar birkaç müşteriyle daha ilgilenmiştim. Ara sıra gözlerimin ona kaymasına engel olamıyordum.

Tüm dikkatini önündeki kağıtlara vermişti. Son bir ayda durumlar iyice kötüleşmişti ama ondan önceki aylarda da Timur Bey’in durumları toparlama çabaları pek başarılı olamamıştı. Onunla ilgili içimi saran merak duygusunu görmezden gelerek gelen Naz’a döndüm. Hepimiz Karan’ın yanında toplaşırken vereceği kararı bekliyorduk.

Naz’la ikimiz pek umutlu değildik. Özellikle kafenin son durumunu kendi gözleriyle gördükten sonra, hiçbir aklı başında kişi buraya vakit harcamazdı.

Sonunda başını bir şeyler karaladığı kağıtlardan kaldırdığında, elindeki evrakları önümüze koydu. Yüzündeki ifade biraz gergin olsa da gözlerindeki kendinden eminlik beni şaşırtmıştı.

“Bu ne?” Evren, eline aldığı evrakları incelerken ben de görmek için bakındım.

“Durumları toparlamak için en az üç ay süremiz var. Kafe ipotekte. Dört aydır borçlar ödenmiyor.” diyerek arkasına yaslandı. Sesi fazla düşünceliydi. İç çektikten sonra yeniden devam etti. Biz şaşkınca onu dinliyorduk. Timur Bey’in borçlarının olduğunu bilsek de ipotekten haberimiz yoktu.

“Babamın evini birkaç hafta önce sattığını öğrendim. Poyraz Bey, o parayla borçların bir kısmını kapatabileceğimi söyledi. Geri kalan parayla yan tarafı yeniden eski haline getirmeyi düşünüyorum. Biraz zor olacak ama bir haftalık işi var. Anlayacağınız durumlar düşündüğümden daha kötü. Eğer işi bırakmayı düşünüyorsanız buna saygı duyarım. Sonuçta kimse batmakta olan geminin kaptanına güvenmeyi tercih etmez.” Dediğinde gözlerimiz kısa bir an kesişti.

Daha ne kadar şaşırabilirdim? Gerçekten satmayı düşünmüyor muydu? Onu da geçtim, kendisi mi ilgilenecekti bu kadar şeyle? Peki neden? Durumunun iyi olduğunu duymuştum. İyi bir işi olan birinin neden batmakta olan bir kafeye tüm zamanını ayırmak isteyeceğini anlayamıyordum. Şaşkın bakışlarım onun yüzünde küçük bir gülümseme yaratmıştı.

“Ayıp ediyorsun, patron. Tabii ki kalıyorum. Zaten boncuk gözlümü bırakıp gidemem.” Evren’in sesiyle Naz kıkırdamıştı.

“Ben de kalıyorum. Bu devirde iş bulmak zor.” Naz da Evren’e katılmıştı.

“Aferin sana bücür. Gözüme giriyorsun bak.” Evren’in sesiyle iyice kendini kaptırmıştı.

Sonunda gözler beni bulduğunda hâlâ hafif şaşkınlık içerisindeydim. Bu adamda kesinlikle bir şeyler olduğunu hissediyordum. Pür dikkat beni izleyerek ne cevap vereceğimi bekliyordu.

“Kalıyorum.” Kısık çıkan sesimi ben bile zor duymuştum. Onu gördüğüm andan itibaren içimde başkaldıran bu çelişkili duygular beni geriyordu. Bu duygularla her gün onu görmek fikri ne kadar mantıklıydı? Sesimi duymuş olacak ki dudaklarına yeniden o gülümseme eklenmişti. Evren ve Naz ise çoktan yan tarafta yeniden açılacak pastanenin menüsüyle ilgili konuşmaya dalmışlardı.

“Ciddi ciddi burayı işletmeyi mi düşünüyorsun?” dedim, şüpheli sesimle.

“Neden olmasın?” dedi, yüzündeki aynı ifadeyle.

“Batıyoruz.” Onun aksine, sesim fazla netti.

“Halledeceğiz.” Hâlâ sesindeki rahatlığa anlam veremiyordum. Gözlerimi kısarak onu inceledim. Rahat duruşunu, bakışlarındaki yok olmuş endişeyi gördüğümde, sanki bir şeyi fark etmiştim.

“Can sıkıntısından kendine yeni hobi olarak burayı mı seçtin?” Bunu söylerken sesim düşündüğümden sert çıkmıştı. Maddi durumu gayet iyiydi, burayla bizzat kendisinin ilgilenmesine gerek yoktu. Yan tarafı yeniden açmak pek akıllıca gelmemişti bana. Bu işlerle ilgili olmadığı ortadaydı.

Ve şimdi, büyük ihtimalle yaptıklarıyla gerçekten birkaç aya bu mekânı batıracaktı. Ve sonuç yine aynı olacaktı. Şimdiden kafeyi işin ehli birine satsa, belki kafenin durumunu toparlayabilirdi. Artık işten atılıp atılmamak bile umurumda değildi. Timur Bey’i gerçekten severdim.

Ve bu kafeye, sanki kendi evladıymış gibi gösterdiği ilgiyi bizzat görmüştüm. Yıllarca olmayan, aniden ortaya çıkan oğlunun onun için önemli olan bu şeyi yok etmesini istemiyordum. Ve bu, içimde ona karşı istemsizce bir kızgınlık yaratmıştı. Ona karşı ani çıkışımla kaşları hafifçe çatıldı. Diğerleri de dikkatini çekmişti.

“Endişeni anlıyorum. Yabancı birine güvenmek zor olabilir. Ama burayı gerçekten ciddiye aldığımı bil.” Sakin ve kendinden emin sesiyle gözlerime baktı. Tek odak noktamın siyahları olması zihnimi rahatsız etmişti. Özellikle bakışları siyah girdaptan farksızdı. En garibiyse, o bakışlarında hoşuma giden bir şeylerin olmasıydı.

Konuyu kapatan yine Evren olmuştu. Biraz oyalanıktan sonra ikimizin de mesaisi bitmişti. Akşam yemeği için bizim çocuklarla toplanacaktık. O yüzden bu akşam biraz kalabalık olacaktık. Annem ara ara böyle büyük aile yemekleri yapmayı çok severdi. Yalan yok, ben de o sıcak ortama bayılıyordum. Çıkmak için hazırlandığımız sırada Evren’in sesiyle Karan ona döndü.

“Abi, bu akşam boş musun? Bizim çocuklarla Belizlerde toplanacağız, sen de gelsene. Meral teyzenin yemeklerine bayılacaksın.” Evren’in ani teklifiyle ikimiz de şaşırmıştık. Karan’ın bakışları kısa süreliğine beni bulsa da yeniden Evren’e dönerek konuştu.

“Ben rahatsızlık vermeyeyim. Size iyi eğlenceler.”

“Ne rahatsızlığı? Değil mi Beliz?” Evren’in beni yandan dürterek garip yüz göz hareketleri yapıyordu.

“Ne?” dedim, çıkışarak.

“Söylesene.” Gözlerini beni uyarmak için büyüttü.

“Bizim için bir rahatsızlığı yok. Annem en sevdiği aktivite misafir ağırlamak.” Diyerek çantamı aldım.

“Hadi be abi.”

“Bakarız, Evren.” Diyerek bizi geçiştirmişti. İkimiz de kafeden çıktığımızda hızla kulağını tutmuştum. Acı dolu bağırışlarını umursamadım.

“Ne diye davet ediyorsun tanımadığımız adamı?”

“Komşun o senin, komşun.” Hâlâ acıyla çıkan sesiyle ona göz devirmeden edemedim.

“Hem neden adama dik dik bakıyorsun? İçeride bakışlarınla bir dövmediğin kaldı.” Konuşmaya devam ederken bana da yetişmeye çalışıyordu.

“Sen bu adamın kendi şirketi olduğunu söylemedin mi? İlk önce belki babasının parasında gözü vardır dedim ama o da değil. Timur Bey’in ona bıraktığı yalnızca borç. Ve adam kendi şirketini bırakmış, bir mahallede batmakta olan sıradan bir kafeyi işleteceğini söylüyor. Bunun neresi mantıklı?” Diye bir nefeste söylediklerimle, Evren’in kafası karışmışa benziyordu.

“Sen böyle söyleyince gerçekten saçma geldi.” Diyerek düşünceli şekilde ensesini kaşıdı.

“Ama belki mantıklı bir açıklaması vardır.”

Mantıklı bir açıklaması falan yoktu. Kendine eğlence arayan züppenin biriydi işte. Daha fazla onu düşünmek istemeyerek eve gittim. Melis’i kaç defa aramama rağmen cevap vermemişti. Eve de gelmemişti. Eve geldiğinde bana haber vermesi için mesaj attıktan sonra anneme yardım için mutfağa gittim.

Birkaç saat sonra herkes toplanmaya başlamıştı. Eymen dede ve Hatice ninenin gelmesi ortamı iyice eğlenceli yapmıştı. Salonda yükselen kahkahalar, eğlenceli sohbetler hızla bana her şeyi unutturmuştu.

“Hatice nineyi kızdırdığın için tüm mahalleyi pantolonsuz turladığını ne çabuk unuttun.” Diyerek kahkahalarımı zor bastırmıştım. Küçükken yaşadığımız rezillikler görülmeye değerdi.

“Yanlış hatırlıyorsun sen. Ali’ydi o.” Evren kaş göz hareketleriyle susmamı istese de artık çok geçti. Benim lise anılarımı ulu orta yerde anlatmayacaktı.

Omuz silkerek devam ettim.

“Nine, Evren’in sünnet anılarını anlatsana.” Diyerek iyice kadına sokuldum.

Ali kıs kıs gülerken babam, Eymen dedeyle bir şeyler konuşuyordu. Abimse keyifsiz şekilde bir koltukta oturmuştu. Konunun Melis’le ilgili olduğunu biliyordum.

“Ne gerek var şimdi böyle şeylere. Hadi yemek yiyelim.” Evren’in kalkacağı sırada hızla kolundan tutup oturttum.

“Anlat anlat, ninem.” Bana öldürücü bakışlar atmayı unutmamıştı.

“Sünnetin öncesini mi yoksa sonrasını mı anlatayım kızım?” Ninenin sorusuyla şaşırmıştım. Öncesi de mi vardı?

“Öncesinde ne haltlar karıştırdın?” Sorduğumda Ali hızla konuya girdi. “Satırla keseceklerdi bunu—“ Ali daha sözünü bitiremeden Evren hızla ağzını kapatmıştı.

“Yeter be. Kalk kız. Sen iyice tembel oldun. Bak kapı da çalıyor. Koş koş.” Evren’e göz devirerek çalan kapıya bakmak için ayaklandım. Açtığım kapıyla karşımda gördüğüm adamla bedenimi ele geçiren karıncalanma yetmezmiş gibi nabzım hızlanmıştı. Aramızdaki sessiz bakışmayı bölmek adına kendimi toparlayarak konuştum.

“Hoş geldin.” Diyerek geçmesi için biraz geriye çekildim. “Hoş bulduk.” Yüzündeki samimi gülümsemesiyle bana bakarken devam ettiğinde sesindeki mahcubiyeti hissetmiştim.

“Ev ziyaretine ne almam gerektiği konusunda pek bilgili değilim.” Elindeki çiçekleri gösterdiğinde annem de yanımıza adımlamıştı.

“Karan. Rahmetli Timur Bey’in oğlu.” Diyerek hızla anneme açıklama vermiştim.

“Hoş geldin oğlum. Başın sağ olsun. Timur Bey’i pek tanımasam da çok hayrı dokundu mahalledekilere.” Dediğinde anne şefkatiyle Karan’a sarıldı. Karan’ın annemin elinden öperken konuşmalarını dinlemiştim.

İçeriye geçtiklerinde babam ve diğerleri de Karan’ı iyi karşılamıştı, yalnız abimden başka. Özellikle dik dik bakması benim bile sinirlerimi bozmuştu. Herkes yemek masasındayken o kanepede yalnız oturmuştu.

“Ne haber, babamın kölesi?” Bugün çok huysuzdu, o yüzden biraz onunla uğraşmaya karar almıştım. Bugünkü hedefim belliydi. Ellerimle yanaklarını sıkarak iyice onu gıcık etmeye çalışmıştım.

“Hiç havamda değil abicim. Hadi başka kapıya.” Diyerek ellerimi yüzünden çekti.

“Ay, ne yaptı gördünüz mü? Beni itti. Hani ben köle değil, sizden birisiyim gibisine getirdi. Yani hepimiz köleler toplanıp sizi öldüreceğiz gibi bir şey anladım ben. Baba, oğlun katliam planları var, haberin olsun.” Sona doğru bağırdığımda abim kafası karışmış şekilde bana bakıyordu.

“Ömer, kardeşini vurma.” Babam bize bakmadan abimi uyarırken, annem de mutfaktan sesini duyurmayı unutmamıştı.

“Şaka mısın kızım sen?” Abim hayretler içinde bana bakarken saçma sapan konuşmalarıma gülmeden edememişti.

“Yemin ederim bir gün o çenen başına büyük bela olacak.” Yüzündeki yarım gülümsemesiyle başını iki yana sallarken biraz da olsa keyfi yerine gelmişti.

“Bu, biz köleler efendimizin emirlerine karşı çıkıyoruz mu demek abi?” İyice yüzünü oyun hamuru gibi sıkarak elimden zor kurtulmuştu.

“Ya oturur musunuz beyefendi?”

“Yemek yiyeceğim.” Benden kurtulmak adına sonunda diğerlerine katılmak zorunda kalmıştı. Bana katlanma süresi bu kadardı.

Gözlerimi masaya çevirdiğimde, yüzündeki gülümsemeyle bizi izleyen Karan’a kaçamak bir bakış atmıştım. Yemekten sonra annemin Karan’a sorduğu birkaç meraklı soruyu bile saygılı bir şekilde cevaplamıştı. Özellikle babası konusu açıldığında, annemi uyarmak için neredeyse öksürük krizine girmiştim. Ters cevap verecek diye ödüm kopmuştu. Verse de haklıydı çünkü son duyduklarımdan sonra hâlâ şaşkındım.

“Yani, babanın Timur Bey olduğundan haberin yok muydu?” Annemin şaşkın çıkan sesiyle birkaç göz de Karan’a dönmüştü.

“Hayır.” Söylediğinde dudaklarından kaçan küçük iç çekişini diğerlerinin aksine fark etmiştim. Bedeninin kasıldığını görebiliyordum. Bu konuşmadan pek memnun olmasa da rahatsız olduğu şeyin bunu bizimle konuşmak değil, konunun ta kendisi olduğunu anlıyordum. Annem ailesi hakkında birkaç soru daha sormuştu. Kendini hızla toparlayarak yüzüne samimi bir gülümseme ekledi ve yeniden devam etti.

“Bir ay önce, kendisinin biyolojik babam olduğunu öğrendim. Onun da benden haberi yokmuş. Kendi annem, üvey babamla bana hamileyken evlenmiş. Anlayacağınız her şey benim için de fazla yeni ve şaşırtıcı.” Sesindeki bir şeyler onu ele veriyordu, özellikle umursamaz görünmeye çalıştığı halde bile.

“Kendi aileni bırakıp buraya gelmek zor olmalı. Annen babanın haberi var mı? Çok merak etmişlerdir seni.” Annem öyle telaş ve endişeyle sormuştu ki, onu bir defa da böyle görmüştüm. Çocukken parkta kaybolan bir kız çocuğu ağlayarak bize yaklaşmıştı. Annem üç gün boyunca o çocuğa özenle ilgilenmiş, ailesi bulunana kadar gözünden ayırmamıştı.

Şimdi Karan’a da aynı edayla yaklaşıyordu. Kaybolmuş küçük bir çocuk vardı sanki karşısında. Belki de öyleydi. Gerçekten kaybolmuştu. Şimdiyse evinin yolunu arıyordu.

“Annemi 8 yıl önce kaybettim. Üvey babamı da bir yıl önce. Üvey abimse benim için endişelenmeyecek kadar meşgul. Endişelenmenize gerek yok. Gerçekten her şey çok iyi.” Sözleriyle gözlerimi yere dikmiştim. Her kelimesiyle biraz daha utanıyordum.

“Şaşırtıcı.” Dedi abim aniden, garip bir tonlamayla. Öyle ki, bu sözlerindeki imayı anlayamamıştık. Annem susması için gözleriyle işaret etse de, kaşları sorgularcasına kalkmış, Karan’a odaklanmıştı.

“Şaşırtıcı olan ne?” Karan da aynı onun gibi gözlerini kırpmadan abime dikmişti.

“Durumun gayet iyi. Babamın şirketin büyük bir kısmını sana bıraktığı söyledin. Ama sen her şeyden vazgeçmiş, batmakta olan bir kafede oyalanıyorsun. Kulağa filim senaryosu gibi geliyor.”

Abim daha sözlerini bitiremeden hızla dirseğimi koluna vurmuştum. Derdi neydi bunun? Karan birkaç saniyelik sessizliğini korusa da duruşunu dikleştirerek iyice abime odaklandı. Siyahlarındaki tehlikeli parıltıyı buradan görebiliyordum. O, kesinlikle kiminse lafının altında kalacak türden bir adam değildi.

“Kendi hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu öğrenen birinin bu yalandan tümüyle kurtulmak istemesi bence şaşırtıcı olmamalı.” Karan, sözlerini bitirir bitirmez abimin bu patavatsız davranışına sessiz kalmamıştım. Bunu onun için yapmıyordum.

İlk başta bende onun gibi düşünceye kapılmıştım. Ama nedense onunla ilgili her şeyin düşündüğümden daha karmaşık olduğunu hissediyordum

“Hepimizin mutlaka kaçmak istediği bir şeyler vardır. Değil mi abi?” Dağılan dikkatlerin arasında, sesimi net bir şekilde iki adamın da duyduğundan emindim. Benim gözlerimse abimin üzerindeydi. Önce sessizce baktı. Daha yeni fark ediyordu yaptığı şeyin ne kadar yanlış olduğunu. Bu sıralar durumların onun için de zor olduğunu biliyordum. Ama bu zorluğu, kiminse zorluğuyla aşamazdı.

“Haklısın.” Dediğinde, abim bu defa Karan’a bakıyordu. Aralarında sessiz bir anlaşma yapılmıştı.

Melis’ten gelen mesajla gözlerim abimi buldu. Ali ve Evren’le bir şeyler hakkında konuşuyordu. Hızla mesajlara girdim.

Melis’im: Bizim eve gelebilir misin? Konuşmamız gerekiyor.

Onu hiç bekletmeden ayağa kalktım. “Ben Ada’ya verdiğim kitapları alıp geliyorum.” Diyerek evdekilerin cevabını beklemeden çıkmıştım. Özellikle şimdilik abimin Melis’ten haberinin olmaması daha iyiydi. Melis’ten haber aldığım an ona söylemem için beni tembihlese de, olayın ne olduğunu öğrenmeden bunu yapmaya niyetim yoktu. Şu an sağlıklı düşünemiyorlardı. Birbirlerini kırmalarını istemiyordum.

Sonunda açılan kapıyla gördüğüm kızla bedenim gerildi. Gözlerindeki o hissiz bakışlar, solgun teniyle bana bakıyordu. Hızla boynuna sarılmıştım.

“Neden bana haber vermedin.” Diyerek onu iyice kendime çekmiştim.

“İçeride konuşalım mı?” Sesi öyle kırılgan çıkmıştı ki, hızla geri çekildim. İkimiz de karşı karşıya otururken, o gergince ellerini izliyordu. Sanki nasıl söyleyeceğini bilmiyormuş gibi gözleri fazla çekingendi.

“Melis?” Onu biraz da olsa cesaretlendirmek adına elini avuçlarımın içine aldım. Yaşlar akmamak için direnen gözleri beni buldu. Sessizce beni izledi ve hiç beklemediğim bir anda konuşarak tüm umudumu yerle bir etti.

“Ben gidiyorum.” İki kelimelik basit bir cümle içinde ne kadar pişmanlığı ve acıyı gizlediğini görebiliyordum. Abim gideceğini söylemişti ama inanamamıştım. Belki bir umut, vazgeçer diye düşündüm. Tam onu vazgeçirmek adına konuşacaktım ki, dudaklarından kaçan küçük bir hıçkırık beni susturdu.

“Gerçekten iyi olmamı istiyorsan gitmeme izin ver. Arkamda bana dargın bir arkadaş bırakmak istemiyorum. Bu hayatta sahip olduğum en güzel şey, sadece arkadaşlığımız. Onu da kaybetmemem, Beliz.” Gözler yalan söylemez derler. Onun gözlerinde gördüğüm o çaresizliği iliklerime kadar hissetmiştim. Sessizce başımı sallamakla yetindim sadece.

“Ne zaman gidiyorsun? Abin bileti aldığını söyledi.” Burnumu çekerek konuşmaya çalışmıştım. Onun da benden farkı yoktu. İkimiz de gözyaşlarımıza engel olamıyorduk.

“Yarın sabah.” Sesiyle, sanki tüm bedenim kaskatı kesildi. Bu kadar erken mi? Ona bakışlarımı görmüş olacak ki, hızla boynuma sarıldı.

“Gitmek zorundayım.” Kollarımı naif bedenine sardım. Şu sıralar doğru düzgün yemek dahi yemiyordu.

“Biliyorum.” Dedim, kelimeleri söylerken zorlanarak.

“İzmir’e mi döneceksin?” Sorumla iç çekmişti. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra benden ayrılarak gözlerini yere dikti.

“Hayır. Başka bir ülkeye taşınmayı düşünüyorum.” Bu söyledikleri beni bozguna uğratırken, bağırdığımın bile farkında değildim.

“Ne? Nereye? Neden bu kadar uzağa gidiyorsun ki?” Endişeyle sıraladığım sorularımın aksine yine sessiz kaldı. Gerçekten nereye gideceğini bana söylemeyecek miydi? Bir an içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Ondan ayrılarak yavaşça geri çekildiğimin farkında bile değildim.

“Ömer’in bilmesini istemiyorum.” Sesi, sanki bir şeyleri anlamamı ister gibiydi.

“İstemiyorsan söylemem. Ama sen bana güvenmiyorsun.” Diyerek hızla ona çıkışmıştım.

Öylece sessizce bana baktı. Gözlerinde güvensizliğin kırıntısı dahi yoktu. Yalnızca bana olan sonsuz sevgisini görebiliyordum. Sakinleşmek için derin nefesler aldım. Eğer yine ikisinin böyle aptalca bir şekilde birbirlerinden kaçtığını görseydim, muhtemelen Melis ve abimi bir araya getirmenin yolunu bulurdum. Melis bunu yapacağımı biliyordu.

Yapardım, çünkü gözümün önünde acı çekmelerine dayanamıyordum. Ama Melis bu defa her şeyi bitirmek konusunda fazla kararlıydı. Ve benim onun kararına saygı duyarak yanında olmaktan başka seçeneğim yoktu.

Beni her gün araması konusunda onu defalarca uyarıp valizini toplamasına yardım etmiştim. Herkes yukarıda eğlenirken onu burada asla yalnız bırakmazdım. O yüzden en azından ev arkadaşları dönene kadar son saatlerimizi konuşarak, eski anıları hatırlayarak, eğlenerek geçirdik. Böylesinin onun için daha iyi olduğunu düşünmek istesem de olmuyordu.

En yakın arkadaşım bana söylemediği bir ülkeye gitmesi nasıl iyi bir şey olabilirdi ki? Onun başına bir şey gelme düşüncesi içimdeki sıkıntıyı daha da artırıyordu. Belki biraz zamandan sonra kendisi söyleme kararı alırdı. Ya da kafasını topladıktan sonra onu geri dönmeye ikna edebilirdim. Bunu umut etmekten başka çarem yoktu.

Saatler süren konuşmanın ardından beni eve gitmeye zorlayan da Melis’ti. “Sabah uçak için erken kalkmam gerekiyor. Ben de zaten yatacağım. Endişelenme artık.” Diyerek beni geçiştirse de bunu daha fazla üzülmemem için yaptığını biliyordum.

“Şimdiden yeni patronundan kaçman hiç hoş değil.” Bir de o vardı değil mi? Karan’ı ona anlattığımdan itibaren, benim aksime, düşünceli biri olduğunu düşünmüştü. Onunla vedalaşmak benim için zor olsa da gidip gitmesine izin verecektim. En azından sabah onu uğurladığımda biraz daha zaman geçirebilirdik.

Gözlerimi araladığımda, aydınlık odayla yeniden kapattım. Kahretsin, yine mi geç kalmış olmalıydım? Yorgun bedenimi yataktan doğrultmaya çalıştığımda hatırladığım şeyle panikle telefonu elime aldım.

08:30.

Bu gün Melis’in uçağı vardı. Dün bana uçağın 09:30’de olduğunu söylemişti. Hâlâ vaktim varken ona yetişebilirdim. Hızla banyoya koşarken duş alarak güne hazırlanmaya başladım.

“Kahvaltı etmeyecek misin?” Ayakkabıları giyinirken başımda dikilen anneme baktım.

“İşte bir şeyler atıştırırım. Abim çıktı mı?” Hızlı hareket etmeye çalışırken az daha düşüyordum.

“Yavaş ol kızım. Bir yerini inciteceksin. Erkenden çıkmış.” Başımı olumlu anlamda sallayarak annemin yanaklarından öpüp hızla asansöre koştum. Önce Melis’e bakmak için yukarı kata çıkacaktım. Kaç defa aramama rağmen telefonu kapalıydı. Eğer oradaysa, beraber giderdik.

Sonunda kapıyı çaldığımda çıkan Melis’in ev arkadaşıydı. “Merhaba abla.” Uykusuz gözleriyle Ada beni süzdü.

“Günaydın Adacım. Melis evde mi?”

“O gitti abla.”

“Yeni mi çıktı? Belki yetişir.” Hızla telefonda saate baktım. Uçağın kalkmasına daha vardı. Muhtemelen bana ulaşamayınca yalnız gitmeye karar vermiş olmalıydı. Tam arkamı dönüp gitmeye hazırlanıyordum ki, Ada’nın sesiyle tüm bedenim kasıldı.

“Uçağı beşte kalkacağı için erken çıktı. Muhtemelen taşındığı ülkeye varmıştır bile.” Önce yanlış mı anladım diye birkaç saniye bekledim. Hayır, yanlış falan anlamamıştım. Uçağın saatini bilerek bana yalan söylemişti. Ben onu almaya geldiğimde o çoktan gitmiş olacaktı. Ne kadar da aptaldım.

Dün bana gerçekten veda ettiğini anlayamamıştım. Hâlâ sabah onu görebileceğimi sanarak onu yalnız bırakmıştım. Eğer bilseydim, tüm gece bir saniye bile olsa yanından ayrılmazdım. Bu yaptığına çok kızsam da bir tarafım onu özgür bırakmam gerektiğini söylüyordu.

Eğer uçmasına, kendi yolunu bulmasına izin vermezsem asla iyileşmeyeceğini biliyordum. Buğulanmış gözlerimi diktiğim duvardan ayırmamı sağlayan Ada’nın sesi olmuştu.

“İyi misin abla?” Hızla kendimi toparlayarak genişçe gülümsedim.

“Çok iyiyim. Hadi git uyu.” Diyerek işe gitmek için oradan çıktım. Her şey neden bu kadar zor olmak zorundaydı? Telefonumu hızla elime alarak müsait olduğunda beni araması için Melis’e mesaj attım. En azından iyi olduğundan emin olmalıydım.

 

Karan 

Dün, Beliz önemli işi olduğunu söyleyerek birkaç saat gecikeceğini haber vermişti. Ben de bir sorun olmayacağını söylemiştim. Ne kadar kafe işlerinden anlamasa da finans konusunda burayı eski haline getireceğimden emindim.

Şimdiyse önümde pastanenin tadilatı için aldığım malzemeler duruyordu. Mekânın düşündüğümden daha az işi vardı. Hatta birkaç gün içinde bile halledilebilirdi. Kafeyi erken saatte açmamda bir sakınca görmemiştim. Özellikle mekân batarken.

Çocukluğumdan itibaren üvey babam beni kendi yerini almam için yetiştirdi. Yani başka bir iş dahi düşünmemiştim. Hayatım boyunca herhangi bir işe merakım olacağını umursamamıştım. Buna gerek dahi kalmamıştı. Ama şimdi buradaydım. Onun kurduğu işleri, 2 yıl öncesinde sağlığı kötüleştiğinde bütünüyle devraldım. 17 yaşımdan beri bu işlerin içinde olduğumdan zaten benim için şaşırtıcı bir şey değildi. Bunun için büyütülmüştüm, tek görevim vardı ve onu yapıyordum. Ta ki birkaç ay öncesine kadar.

Kâbuslarıma çevrilen o kanlı eller ve sarı lalelere kadar her şey kontrolüm altındaydı. Önce uykularımı işgal eden o çiçekler artık bir hayalet gibi peşimi bırakmıyordu. Normalde sabırlı ve duygularını kontrol altında tutmakta usta biriyken işler benim için çığırından çıkmıştı.

Nefretle baktığım çiçekleri sevmeyi ise yeni öğrenmiştim. Benim için yeni bir keşifti. Onları kendimden uzak tuttuğumda bu kâbusların biteceğini düşünmüştüm. Ama yanılmışım.

Bunu, birkaç ilaç anlaşması için hastane yöneticileriyle bizzat toplantı yapmam gerektiğinde fark etmiştim. O hastanelerin beni daha da tetiklediğini anladığım an, toplantılara katılmak için ya Sinan’ı zorluyordum ya da görüşebileceğimiz başka mekânlar ayarlıyordum. Özellikle birkaç ay önce kâbuslarımın başladığı o ilk gün, ellerime dokunan o cansız, buz gibi elleri unutamamıştım.

8 yıl önce annemi kaybettiğimde ölümle ilk kez tanıştım. Üzerimde bıraktığı etki boşluk ve korkutucu hissizlikti. Ama o gün, tanımadığım bir yabancının ölebilme ihtimali bile beni çıldırtmıştı. Zihnimin her an delirdiğimi haykırmasını dün gibi hatırlıyordum. Cehennemim tam da o gün başlamıştı.

Annemle aramızdaki aşılmaz dağlar daha ben küçükken de öyleydi. Bana hep uzak olan birini kaybetmenin nasıl hissettirdiği konusunda emin değildim. Genellikle onunla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Birkaç defa gözlerinde saf nefrete şahit olmuştum. Sonrasını zaten anlatmaya dahi gerek yoktu.

Çocukken buna türlü türlü bahaneler uydursam da annemin, kendi kanından dahi olmayan üvey kardeşime gösterdiği şefkate asla sahip olamayacağımı içten içe biliyordum. Bu, içimde o velete karşı nefret yaratmalıydı ama olmamıştı. Onu görmezden gelmek, varlığını yok saymak daha kolaydı.

Zaten Sinan’ın üvey kardeşim olduğunu bile bir yıl önce, babam öldüğünde öğrendim. Babam o kadar da sevecen biri değildi; ne Sinan’a ne de bana çocukken bile sevgisini göstermezdi. Ama Sinan’ın aksine, bana duyduğu saygıyı her zaman gözlerinde görürdüm. Güven ve saygı. Belki de bu ikisi sevgiden daha önemliydi.

Annemin öldüğünde dahi benden gizlediği bu sırrı, üvey babam son nefesinde gizlememe kararı almıştı. Ve beni bu yükün altında bırakarak gitmişti. Biyolojik babamın benden haberi olmamasıysa ayrı bir konuydu. Annem hamile olduğumda Timur Bey’le evli dahi değillermiş.

Ve annem bunu Timur Bey’e söylemek yerine beni gizlemeyi tercih etmişti. Büyükbabamın onu öldüreceğinden korktuğu için üvey babamla evlenme kararı almış. Zaten yeni boşanmış ve küçük bir çocukla bir başına kalmış üvey babam için bu evlilik tamda istediği şeydi.

Bu saçmalıkları öğrendiğim an, itiraz etmemi ya da en azından gerçekliği biraz da olsa inkâr etmeyi beklemiştim. Ama ben garip bir şekilde tüm gerçekliği kabul ettim. Belki de bunun sebebi, içten içe yaşadığım bu insanların hiçbir zaman ailem olmadığından emin olmamdı. Kafamı toplamak için kaçmak da fayda etmeyince yeniden işlerin başına dönmüştüm.

Aslında yaptığım şey bana ikiyüzlülük gibi geliyordu. Her şeyin abimin hakkı olduğunu içten içe biliyordum. Sinan asla sorumluluk alan biri değildi. Daha küçüklüğünden bu huyunu bilen babamın ve kendi başını çok belaya sokmuştu. Evet, daha birkaç ay öncesine kadar üvey kardeş olduğumuzu bilmiyorduk ama o zaman da aramız pek iyi değildi.

Özellikle konu işlerin başına benim geçmem olduğunda, aramızdaki ipler iyice kopmuştu. Eğer gerçekten bu işlerden kafa çıkarabileceğini bilseydim, bir saniye bile düşünmeden her şeyi ona devrederdim. Ve yaptım da.

Bir ay önce, sahip olduğum ve aslında asla gerçekten benim olmadığını bildiğim her şeyi arkamda bıraktım. Önce zor geleceğini sandım. Oraya yıllarca verdiğim emeği öyle kolayca bırakamayacağımı düşündüm. Ama galiba sorumluluklarımın yalnız sırtımda taşıdığım yükler olduğunu bıraktığım zaman anladım. Kaç gündür ortaklarımızdan gelen aramalarda söylenen tek bir şey vardı: Şirket batıyor!

Sikimde bile değildi. Sinan’ın istediği her şeyi ona vermiştim ve gerisi beni ilgilendirmiyordu. Ne halt yerse onu kendisi temizleyecekti. Bunu benden kendisi istemişti ve ben de geriye çekilmeyi kabul etmiştim.

Aylarca içimi kemiren merakı yok saysam da sonunda ona yenilmişim ve kendimi biyolojik babamı araştırırken bulmuştum. Sonunda onu bulduğumda, durumun her anlamda kötü olduğunu öğrendim. Çiçekçiden aldığım sarı lalelerle ilk defa bu mahalleye onu ziyarete geldim. Kafamda ne vardı bilmiyorum. Ne bekliyordum? Bir baba mı? Kabullenmek mi? Yoksa aile mi? Kendimi onun kapısında bulurken, içimden kendime yağdırdığım küfürlerle öylece elimdeki çiçeklere bakarak saatlerce bekledim.

Bunu itiraf etmek ne kadar garip olsa da o kapıyı çalmak için tam iki saat kendimi ikna etmeye çalıştım. Boktan bir durumdu. Hayatın her alanını işgal eden şu sarı laleler. Başımın küçük belaları.

Onlardan kaçamayacağımı anladığım günden itibaren her gün odamda, ofisimde, vazoda durduklarından emin oluyordum. Böylelikle lanet kâbuslar da bir sis gibi rüyalarımdan çekilip gitmişlerdi. Hayatıma resmen zorla girmeleri yetmezmiş gibi, bir de şu çiçekler beni kendilerine bağımlı yapmıştı. Kesinlikle çiçeklerle konuştuğum için kafayı sıyırmış olmalıydım. Belki de asistanımın beni zorla göndermeye çalıştığı şu psikiyatri işini bir daha düşünmeliydim.

Tabii çiçeklerin aksine, biyolojik babamla konuşmak düşündüğümden daha zordu. Özellikle gözle görülür benzerliğimiz beni etkilemişti. Kendi karanlığında boğulan gözlerimi bir ayna gibi karşımda görmek garipti.

En garibiyse ikimiz de asla birbirimizi ne oğul ne de baba olarak kabul etmeyeceğimizi itiraf etmemizdi. Bunu söylediğimde ne o bana darılmıştı, ne de ben ona. Daha birkaç güne kadar birbirimizin varlığından dahi haberimiz yoktu. Ama işleri ilginçleştiren diğer şeyse yaptığımız küçük anlaşmaydı.

Belki babam değildi ama çok iyi arkadaşım olacağını söylediği günü hatırlıyorum. Her kelimesinde samimiydi. Beni tanımıyordu, bilmiyordu. Varlığımdan dahi haberi yoktu. Ama görmese dahi yıllarca varlığından haberdar olup, tüm hayatı boyunca aradığı bir kızı olduğunu söylemişti. İlk karısının ondan çaldığı küçük kızından bahsederken siyahları yıldızlar gibi parlamıştı. Evet, benim gibi onu da hiç görmemişti. Hayat ondan iki can çalmıştı. Ama onu biliyordu. Ömrünün sonuna kadar, canından bir parçanın yaşaması umuduyla hayatına tutunmuştu.

Onunla arkadaşlığımız ilginçti. Tam iki hafta her gün onu ziyaret ettim. Genelde her gün aynı sokaktan geçip, aynı çiçekçiden aynı çiçekleri alıp evine giderdim. Her sabah bahçesinde oturup çaylarımızdan yudumlayarak sessizliğimizi dinlerdik. Galiba yeni arkadaşım da sevdiğim şey bu olmuştu. Onunlayken konuşmama gerek yoktu. Sanki bunu yıllardır yapıyormuşuz gibi sessizce oturur, çaylarımızı yudumlardık. Bazen öyle gelişi güzel şeylerden bahsederdik.

Onu son ziyaretimde, bana kızının, yani kardeşim, hakkında bildiği tüm bilgileri, evrakları vermişti. Onu bulmama dair hiçbir şey ima etmemişti, yalnızca hayatının son anlarının yaklaştığını ve benden hiçbir şeyi asla gizlemeyeceğini söylemişti. Zaten onu bulmak için verdiği bilgilerin hiçbiri yeterli değildi. Anlaşılan, varlığımdan dahi yeni haberdar olan adam bile benden bir şeyler gizlemek hakkını kendinde görmüyordu. Hayatımı yalanlar üzerine kurmamdan gram rahatsızlık duymayan annemin aksine. Hayatıma haftalar önce dâhil olan adam, bir defa bile olsa bana yalan söylememişti.

Beni kendi oğlu olarak görmeyeceğini söylediği anda dahi. Bunun için ona minnettardım. Ertesi günse avukatı beni arayarak, onun yanından ayrıldığımdan birkaç saat sonra vefat ettiğini söyledi. Ve elinde sahip olduğu tek şeyi, yani kafeyi, bana bırakmıştı.

Avukata her şeyi önceden hazırlattığı söylendiğinde telefonu kapatıp öylece tüm geceyi düşündüm. Şu kafeyle ne halt edecektim ki? Son zamanlarda öylece amaçsızca yaşıyordum. Derinlerde bir yerde kaybolduğumu haykıran bir ses vardı. Ama yanılıyordu. Kaybolmak için önce ait olman gerekirdi. Bir eve, bir şehre, belki bir insana. Amaçsız bir ruh kaybolmazdı.

Sabah Poyraz Bey’e kafeyi devralacağıma dair saçma bir mesaj atmıştım. Borç bataklığında olan bir kafeyi devralarak ne düşündüğümü hiç bilmiyordum. Satıp hızla kurtulabilirdim. Ama kalmayı seçtim. Elimdeki birikimi kafeyi eski haline getirmek ve iş görecek bir araba almak için kullandım. Delirmiş olmalıydım. Umurumda mıydı? Hayır. Galiba gelişigüzel yaşamak cazip gelmişti. Bu mahalleye ayak bastığım günden itibaren eski hayatıma bir daha dönemeyeceğimi anlamıştım.

Tek düze bir ritim halinde giden hayatımın son günleri özellikle olaylıydı. Ve bunda yeni çalışanlarımın büyük payı olduğunu inkâr edemeyecektim. Timur Bey’in kimsesi yoktu. Yalnızca kafede çalışanların akşamları onu ziyaret ettiğini söylüyordu. Ona getirdiğim sarı laleleri, çalışanlarından bir kızın çok sevdiğini söylemişti. O zamanlar o kızın Beliz olduğunu bilmiyordum. Özellikle o çiçekleri gördüğünde, kocaman kahve gözlerinin nasıl büyüdüğünü gülerek anlatmıştı.

Benim kâbuslarım olan çiçekler, anlaşılan bazılarının neşe kaynağıydı. O zaman ilk defa o çiçeklere zorunlulukla değil de, sevilmeye değer bir şeymiş gibi bakmıştım. O kocaman kahve gözlerini ilk gördüğümde anlamalıydım o olduğunu. Gökteki yıldızları kıskandıracak kadar parlayan o gözlerin büyüsüne kapılmamak imkânsızdı. Ama o gün o kadar telaşlanmıştı ki, tek niyetim onu korkutmamaktı. Gözlerinde gördüğüm, durmadan değişen o ifadesi beni bile afallatmıştı.

Onu gördüğümden itibaren kendimi onun hakkında kaçıncı kez düşünürken yakaladım bilmiyorum. Ve yine aynı şey yaşanıyordu. Daldığım düşüncelerden beni ayıran açılan kapının sesi olmuştu.

Gözlerim onu bulduğunda, düşünceli yüz ifadesiyle kaşlarım çatıldı. Dalgın görünüyordu. Sonunda beni fark ettiğinde, dudaklarına yerleştirdiği zoraki gülümsemesiyle konuştu.

“Günaydın.” Yavaş adımlarla yanıma gelip çantasını bir yana bıraktı.

“Günaydın. Bu sabah izinli olduğunu sanıyordum.” Meraklı çıkan sesime engel olamamıştım.

“Yeni patronumun kafeyi havaya uçurma ihtimalini görmezden gelemedim.” İmalı sesiyle dudaklarında yaramaz bir gülümseme oluşmuştu. Demek öyle ha?

Elimi mutfak adasına koyarak hafifçe ona doğru eğildim. Gözleri bir an şaşkınlıkla büyüse de hemen eski haline dönmüştü.

“Seni temin edebilirim, İtalyan şeflerine taş çıkarırım.” Bunu söylediğimde dudaklarından alaycı bir kıkırtı yükselmişti. Ben ise manzaramdan memnun bir şekilde gülüşünü izliyordum. Yemek konusunda ciddiydim. Özellikle son 5 yılımı yalnız yaşadığımı göz önünde bulundurursak, ne kadar ciddi olduğumu belki de ona göstermeliydim.

“Eminim ki kendi evinde bardakların yerini dahi bilmiyorsun.” Bana meydan okuyan bakışları iyice keyfimi yerine getirmişti.

“O zaman bir düelloya ne dersin?” Hâlâ ona yakındım ama artık o da bunu pek umursamıyormuş gibi görünüyordu. Kaşları bir an şaşkınlıkla kalktı. Dudaklarını birbirine bastırarak sessizce ne kadar ciddi olup olmadığımı sorguluyordu.

“Tam olarak nasıl bir düello?” Benim gibi kafasını hafif yana yatırarak, koca kahve gözleriyle bana bakıyordu.

“Mutfağı havaya uçurmayacağımdan emin olduğun bir düello. Böylece artık benim için endişelenmene gerek kalmaz.” Kulağına doğru eğilerek söylediklerime ne tepki vereceğini görmek için hızla geri çekildim. Yüzündeki gülümsemeden kabul ettiğini anlamıştım.

 

Beliz 

Evet, kesinlikle delirmiş olmalıydım. Yemek becerilerimi söylememe dahi gerek yoktu. Eğer adam gerçekten düşündüğüm kadar becerikliyse rezil olacaktım. Sonunda aramıza mesafe koyduğunda garip bir şekilde bundan hoşlanmamıştım.

“Peki ya müşteriler?”

“Ben etrafta müşteri görmüyorum. Tabii etrafta dolaşan sarışını söylüyorsan, bence kendi başının çaresine bakabilir.” Yüzündeki yarım gülümsemesiyle beni cevaplarken diğer yandan önlüğünü giyiyordu. Bu işi gerçekten ciddiye almıştı. Hem sarışın da kimdi? Müşteriler hakkında böyle hitaplar kullanması hoş değildi. Ben masalara baksam da kimseyi görememiştim.

“E hani sarışın?” dedim imalı bir sesle. Oysa çoktan bıçakları çıkartmaya koyulmuştu.

“Arkanda,” dedi işiyle ilgilenirken.

Onun söylediği gibi arkamı döndüğümde kaçak kedimi görmemle çığlık attım. Dün gece apartmanda kapı kapı onu aramıştım. Daha mart gelmeden kaçma işini iyice abartmıştı kedim.

“Güneş?” Hızla kucağıma aldığım kedimin bir şeyi var mı diye yoklamaya koyuldum. O sırada Karan’ın dikkatini çekmiş olmalıydık.

“Galiba tanışıyorsunuz?” Alnına düşen birkaç saç tutamını geriye atarak bize odaklandı.

“Tabii ki. Bu kaçak sarışın da benim kedim.” Diyerek onu iyice sahiplendim. Karan bizi izlerken dudakları yukarı doğru kıvrılmıştı.

“O zaman, seni uyarmalıyım ki kedin dün gece koynumda uyudu.”

“Ne?” Resmen çığlık atmıştım. Karan’dan çıkan gür kahkahayı dahi umursamadan gözlerimi Güneş’in gözlerine diktim. Şuna bak. Nasıl da suçunu bilip benden kaçmaya çalışıyor.

“İyice azdın ama sen de. Hem biz seninle ne konuşmuştuk Güneş? Tanımadığın erkeklerle yatmak YOK.” Kedim beni hiç umursamadan kucağımdan atlayarak Karan’ın yanına gidip bacaklarına dolandı.

“Aslında biz onunla tanışıyoruz.” Diyerek kedime göz kırpmıştı.

“Ben kime diyorsam.” Başımı ayıplar gibi iki yana sallayıp onun gibi önlüğümü giyindim.

Önüme dizdiği malzemelere aval aval bakıyordum. Karan gnocchi yapacağını söylemişti ki, onun hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aslında menemen yapabilirdim ama altta kalamazdım. O yüzden hemen internetten birkaç İtalyan yemeği bakmaya başladım. Gözüme en kolay gelen arancini denen şeyi yapmayı düşünüyordum. Kendi malzemelerimi ararken bazılarının eksik olduğunu fark ettim ama benzer malzemelerle değiştirmekte bir sorun görmemiştim. Sonuçta lezzet en fazla ne kadar değişebilirdi ki?

Önce soğanları doğramam gerekiyordu. En sevmediğim uğraştı resmen. Göz ucuyla ona baktığımda rahat bir şekilde işine odaklanmıştı. Bıçağı tutuşundan dahi bu düelloyu kaybettiğimi anlamıştım. Ne yani, gerçekten yemek yapabiliyor muydu? Annem bunu bilse sabah akşam Karan’ı bana örnek göstermekten bıkmazdı. Belki de Nisa’nın maharetlerini duymaktan bile iyi olabilirdi.

Kendi işime döndüğümde şu lanet soğanlardan çabuk kurtulmak için düşündüğümden daha büyük doğramak zorunda kalmıştım. Gözlerim acıyordu. Burnumu çektiğimde bana yaklaşan adamı yeni fark ediyordum. Çatılmış kaşlarıyla bir soğanlara bir bana bakıyordu.

“Bunlar ne için?”

“Arancini.”

“Senin için daha kolay bir şeyler seçebilirsin.”

“Benim için gayet kolay. Sabah akşam ben zaten arancini yaparım.” Diyerek yine burnumu çektim. Gözlerimden akan yaşları kolumla silerek yeniden işime koyuldum.

Son bir saatimiz çok sessiz geçmişti. En sonunda dayanamayıp konuşan yine ben olmuştum. Sessizliğimde gözlerimi ondan alamıyordum. Yaptığı yemeğin tüm detaylarına hâkim olması, özellikle işine odaklanma şekli benim için fazla dikkat dağıtıcıydı.

“Burayı eski haline getirmek konusunda ciddi misin?” Gözleri beni buldu.

“Kesinlikle.”

“Zor olacak ve zaman alacak.”

“Vaktim bol.” Kaşlarım sorgularcasına kalktı.

“Yani burada uzun zaman kalmayı düşünüyorsun?”

Dudaklarında küçük bir gülümseme oluştu. “Neden olmasın? Güzel mahalle.” Diyerek mutfak adasına yaslandı ve kollarını göğsünde birleştirdi.

“Senin için fazla mütevazı. Belki de biraz—” Nedensizce doğru cümleleri bulamadım. Garip bir şekilde burada abes durmuyordu. Sanki ait olduğu yer hep burasıymış gibi geldi bana. Ne söyleyeceğimi merak etse de, ben az önce kızgın yağa attığım toplarımın yanma sesiyle hızla ocağa koşmuştum. Allah kahretsin, onları unutmuştum.

Arkamdan gelen adım seslerini umursamadan paniklemiş bir şekilde çıplak elimle risottodan yaptığım toplara dokunma gibi bir aptallık yapmıştım. Arkamdaki adam son anda yapmamam için beni uyarsa da, artık geçti. Yanan elimle çığlık attım.

“Sakın onlara dokunma.” Diye yüksek sesle bağırdığında beni de kendiyle beraber geriye çekti.

Yanan elimi umursamadan küle dönen yemeğime bakıyordum. İnanamıyorum. Tam bir buçuk saattir o lanet topları yapmak için uğraşmıştım ve çok da güzel yapmıştım. Karan, beni lavaboya doğru çekerken bile itiraz ederek kalan yemeğimi kurtarmaya çalışıyordum.

“Ya hepsi kül oldu. Bari onları alayım.” Bu defa elimin en yakınında duran kaşığı alsam da bu, Karan’ı düşündüğümden daha çok sinirlendirmişti.

“O tencereyi pencereden dışarı fırlatmamı istemiyorsan hemen benimle geliyorsun.” Hızla ocağın altını söndürürken, endişe karışık öfkeyle hızla alıp verdiği nefesleri dahi gözüm görmüyordu.

Elimi soğuk suya tutarken gözlerim hâlâ mahvolmuş yemeğimdeydi. Sırtımı hızla inip kalkan göğsüne yaslamıştım.

“Elini kızgın yağa nasıl öyle daldırırsın? Ya daha kötüsü olsaydı?” Hâlâ sesinden bana sinirli olduğunu seziyordum. Yanık ciddi değildi. Zaten risottodan yaptığım toplara dokunduğum an beni geri çekmişti. Elim yağa bile değmemişti. Fazla abartıyordu. Tabii bu canımın acıdığı gerçeğini değiştirmiyordu.

Parmaklarını nazikçe elimin üzerinde gezdirirken yüzümü yavaşça yana çevirdim. Fazla yakındı. Bir an aklımda olan yemek dahi uçup gitmişti. O sinirli bakışlarını ellerime dikerken, dokunuşları bir tüy gibi hafifti. Anlaşılan bana bu kadar yakın olduğunun kendisi dahi farkında değildi. Özellikle tenimi okşayan nefesini ben bu kadar yakından hissederken.

Yüzünün aldığı ifade gülmeme neden olmuştu. Dudaklarımdan küçük bir kıkırtı kaçtığında çatılmış kaşların altındaki siyah bakışları beni buldu. Hâlâ aynı yüz ifadesiyle beni izlerken biraz da şaşkındı.

“Komik olan ne?” dediğinde bile sesi de dokunuşu gibi yumuşacıktı.

“Şunlar.” Diyerek boşta kalan elimi alnına yaklaştırdım. Önce ne yapmak istediğimi anlamamıştı.

Parmaklarımı çatık kaşlarının arasındaki kırışıklığa koydum. Ve yavaşça hareket ettirdiğimde yüzündeki ifade gevşemişti. Onu gördüğüm andan itibaren yüzünde hayran olunası gülümsemesi eksik olmazdı. Şimdi böyle aptal bir şeye göre silinmesi hoşuma gitmemişti.

“Sinirli olmak sana yakışmıyor. Hem yaşını da ortaya çıkarıyor.” Dediğimde pis pis gülmüştüm. Onun da dudakları alayla kıvrıldığında keyfim yerine geldi.

“27 yaşındayım.”

“Gayet yaşlısın. Sonuçta benim gibi 22 yaşında gencecik bir çıtır değilsin. Şunun şurasında 30’larına ne kalmış.”

Hâlâ dudaklarındaki aynı gülüşle suyu kapattı. Dolaplarda bir şeyler ararken ben mahvolmuş yemeğime hüzünlü bir bakış attım.

“Onlara yaklaşmayı aklından dahi geçirme.” Arkası bana dönük olmasına rağmen söyledikleriyle önüme döndüm. Ne, o kafasının arkasında mı gözü vardı?

“Sana küçük bir tavsiye: Ümmüselime ve Ümmügülsüm teyzeden uzak dur. Yoksa otuzlarına dayanmış bekar bir erkeği asla o apartmanda barındırmazlar.” Bunu söylerken ciddiydim. Ama anlaşılan o, şaka yaptığımı sanıyordu.

“Sence bana uygun genç bir hanımefendi bulabilirler mi?” Sözleriyle gözlerim kocaman açılmıştı. Elindeki kremle yanımda durduğunda ona dik dik baktım.

“Yani genç derken? Torunun torunu yaşındaki kızlarla takılman bizim mahallede pek uygun görünmüyor.” Sıktığım dişlerimin arasından cümleleri gülümseyerek söylemek zordu.

Yüzünden silinmeyen o alaycı gülümsemeden gözlerimi çektim. Krem sürmek için elini uzatsa da ben elindeki kremi almıştım. Zaten yeterince benimle uğraşmıştı.

“Yardımın için teşekkür ederim. Gerisini ben halledebilirim.” Bunu söylemem pek hoşuna gitmiş gibi görünmese de umursamayarak yanan elimin üzerine kremi uygulamaya başladım.

O, benim için savaş alanına çevirdiğim mutfağı temizlemeye koyulmuştu. Kahvaltı etmediğim için gerçekten çok açtım. İkimiz için masada servis açarken Karan da yemeklerle ilgileniyordu. Kokusu bile şahaneydi. Önce benim yemem için beklediğinde, ilk çatalı ağzıma doğru götürdüm.

“Bakalım beğenecek misin.” Dedi hevesle.

“Düello kazananı zaten belli. Yani beğenip beğenmemin bir önemi yok.” Somurtmaya çalışsam da bu lezzetli yemek bunu bile engelliyordu.

Bir şeyler mırıldandıktan sonra o da kendi yemeğine odaklandı. Son sözlerini duysam da duymazlıktan gelmiştim. Çünkü söylediği her kelime, midemde kanat çırpan onlarca kelebeğin etkisi yaratıyordu. Yemek yerken konuşmaya devam etmiştik. Özellikle eğlendiğimi inkar edemezdim. Saat 11 olmasına rağmen tek bir müşteri dahi yoktu. Evet, kesinlikle batıyorduk! Ve bu, yeni patronumun şu an umurunda dahi değildi.

Yemeğimiz bittiği sırada, kafenin açılan kapısıyla ikimiz de dikkatimizi o yöne verdik.

“Poyraz Bey?” Karan’ın şaşkın sesiyle hızla ayaklanmıştı.

“Bugün sizi beklemiyordum.” Karan adamın elini sıkarken ben de ayaklanmıştım.

Poyraz Bey, Timur Bey’in avukatıydı. Özellikle son dönemlerde onunla sık sık görüşmüştük. Adam ikimizi de sıcakkanlı bir şekilde selamladıktan sonra Karan’a bir zarf uzattı.

“Babanız hakkında araştırmamı istediğiniz tüm bilgiler bu dosyada. Ve—” dediğinde bir an gözleri beni buldu. Anlaşılan özel bir şeyler konuşacaklardı. Ah, aptal kafam. Ne diye yanlarında dikiliyorsam?

“Ben masayı toplayayım.” Diyerek gideceğim sırada bileğime dolanan parmaklarıyla gözlerim onu buldu.

“Sorun yok, Beliz.” Dese bile Karan gözlerini elindeki dosyaya dikmişti. Bense görmese de başımı sallayıp öylece yanında durdum.

Avukat da Karan’dan cesaret almış olacak ki benim yanımda konuşmaya devam etti.

“Timur Bey’in kızını buldum. Verildiği yetimhanede ismi değiştirilmiş. Diğer tüm bilgiler içinde. Bir sorun olursa aramaktan çekinmeyin.”

Karan hiçbir şey söylemeden yalnızca başını salladı. Bir eliyle hâlâ bileğimdeyken, diğer elinde tuttuğu dosyaya düşmanca bakıyordu. Avukatın söylediklerine mi şaşırmalıydım, yoksa Karan’a mı, karar verememiştim. Timur Bey’in bir çocuğu daha olduğunu bilmiyordum.

Avukat gittikten sonra endişeli gözlerle yanımdaki adama baktım. Bileğime dolanan eli kaskatı kesilmişti. Ne yapmam gerektiği konusunda emin değildim. O yüzden ailesi hakkında sorular sorup onu rahatsız etmek istemiyordum. Sadece iyi olduğunu duymak istiyordum.

“İyi misin?” Boşta olan elimle koluna dokunduğumda irkildi. Gözlerini hızla dosyadan ayırdığında yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi.

“Hadi masayı toplayalım,” diyerek dosyayı boş masalardan birine gelişigüzel fırlattı. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi az önce konuştuğumuz konuya devam etmeye başlamıştı. Birkaç saatimizi öylece laflayarak ve bazen gelen birkaç müşteriyle ilgilenerek geçirmiştik. Ne kadar yüzündeki gülümsemeyle kendini maskelese de merak ettiğini ve onu rahatsız eden bir şeyler olduğunu biliyordum.

Zaten kafede de pek bir iş yoktu. Naz gelene kadar yalnız da idare edebilirdim. Ve Evren’in hâlâ bu saate kadar gelmemesinin altından bir şey çıkacağına emindim.

“Sen istersen eve git. Zaten pek bir iş yok. Bir patrona göre bugün çok fazla yoruldun,” ona doğru seslendiğimde, elindeki dosyayla bana doğru geliyordu. Demek ki sonunda bakma kararı almıştı.

Karşımda durduğunda dosyayı tezgâhın üzerine bıraktı.

“Yalnız kalmak ister misin?”

“Kalmanı tercih ederim.” Başımı olumlu anlamda sallayıp onu izlemeye koyuldum. Önce dosyada babasıyla ilgili olduğunu düşündüğüm birkaç şeyi inceledi. Bu çok kısa sürmüştü. Ve eline aldığı diğer kâğıdı açmadan önce birkaç saniye bekledi. Muhtemelen kız kardeşiyle ilgiliydi.

Sonunda kâğıdı açtığında tüm dikkatini oraya vermişti. Ben ise gerginlikle kasılan yüz hatlarını izledim. Yeniden çatılan o kaşlarını parmaklarımla düzeltmek için içimde başkaldıran hissi boğmaya çalıştım. Dakikalar ardından bakışları yeniden beni buldu.

“Onu bulmaya çalışmanın pek akıllıca bir düşünce olmadığını sanmıştım. Özellikle Timur Bey’in ikimizi de hayatı boyunca hiç görmemişken kızını bu kadar sevmesinin beni etkileyeceğini sandım. Ama nedense kendimi onu ararken buldum. Ve şimdi varlığından dahi haberdar olmadığım bir kız çocuğunun yaşadığı şeyler kalbimi incitiyor. Derinlerde bir yerde bazı şeylerden belki de ben sorumluyum hissini aşamıyorum,” sesindeki çaresizliğin aksine bana bakarken dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Ama o gülüşü gözlerine ulaşamadı. Kendini aniden bana bu kadar açmasını beklemiyordum. Ve anlaşılan bunu o da beklemiyordu.

“Onu yok sayamam.” Söyledikleri gözlerimin buğulanmasına neden olmuştu.

“O zaman bul onu. Geçmişi umursama. Yalnızca sana iyi hissettirecek şeyi yap.” Onu teselli etmek için koluna dokunacağım sırada aramızdaki sınırı daha fazla aşmamam gerektiğini fısıldayan o sese yenilerek elimi indirdim. Bugün bu yabancı sınırlarımı her anlamda yeterince zorlamıştı.

“Galiba o pek mümkün değil. Bugün ülkeden ayrılmış.” Dediğinde gözlerim aniden kâğıt yığınını buldu. Gördüğüm küçük vesikalık fotoğrafıyla tüm bedenim kaskatı kesildi.

 

“Melis?”

 

 

45. bölümü birkaç dakika içinde yayınlayacağım✨️

 

 

Bölüm : 28.03.2025 20:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...