
Felix, kafenin kapısını açtığında sarı ışığın aydınlattığı sahne gözlerine çarptı—iki siluet, birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü. Kan beynine sıçradı. Hiçbir şey demeden kapıyı sertçe kapattı. İçerideki sandalye hafifçe sarsıldı, Minho'nun omzu titredi.
Felix hızla yanlarına yaklaştı. Adımları sert, yüzü öfkeyle kıpkırmızıydı.
“Ne yapıyorsunuz siz?” diye patladı.
Minho bir şey demeden aralandı. Jisung ise başını çevirdi, gözlerini zar zor açtı.
“Changbin?” dedi, sesinde hem şaşkınlık hem de sanki çok eski bir anıyı anımsar gibi bir tatlılık vardı. “Ne zamandır görüşmüyoruz...”
Felix’in dişleri sıkıldı. Jisung’un hâlâ masada yarı yatar halde oturduğunu görünce daha da sinirlendi.
“İçmişsin... Jisung!”
Hiç tereddüt etmeden Jisung’un kolunu omzuna attı, onu yavaşça ama kararlılıkla kaldırmaya başladı. Sarhoş vücudu dengesizce sallanırken, Minho’nun olduğu tarafa döndü ve boğuk bir sesle tükürür gibi söyledi:
“Burada bekle.”
Gözleriyle tehdit etti. Sonra Jisung’u dikkatlice, ama hızla içerideki küçük odaya götürdü. Onu yatağa yatırırken gözlerinde hem kırgınlık hem de korumacı bir panik vardı.
Ardından hızla geri döndü. Kapının eşiğinde bir an durup derin bir nefes aldı, ama öfkesi göğsünden taşar gibiydi. Kafeye geri adımını attığında Minho hâlâ aynı yerdeydi, ama gözleri karışıktı, suçlulukla doluydu.
“Felix, dinle…”
Daha cümlesi bitmeden Felix üzerine yürüdü, iki eliyle Minho’nun yakasını tuttuğu gibi onu duvara yapıştırdı.
“Sen ne yapmaya çalışıyorsun lan? Sarhoş bir insandan yararlanmaya mı çalıştın? Şerefsiz herif!”
Minho’nun gözleri bir anlık şaşkınlıktan sonra alevlendi. Hemen Felix’i itti, sertçe.
“Ne dediğinin farkında mısın?! O öptü!”
Felix geri sendeledi ama durmadı. Kaşlarını çatmış, sesi nefes nefeseydi.
“O öptü, öyle mi? Sen hiç istekli değildin yani, öyle mi?”
Miiho’nun dudakları kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı. Felix ellerini yumruk yapmış, sanki ne diyeceğini bilmiyor ama susmaya da dayanamıyordu. Sonra sessizleşti.
Bir adım geri çekilip sessizce sordu:
“Ondan hoşlanıyor musun?”
Minho’nun gözleri yere kaydı.
“Ne?”
Felix gözlerini devirdi. Hırsla konuştu:
“Anla işte, aptal herif! Ondan hoşlanıyor musun?”
Minho uzun bir nefes aldı. İçinde neyin kıpırdadığını kendisi bile çözemezken, bu sorunun cevabını bilmediğini fark etti. Ama yine de dudaklarından şu kelimeler döküldü:
“Sanırım…”
Felix başını öne eğdi. Bu cevap, öfkesini dindirmemişti ama içinde bir noktayı da yumuşatmıştı. Gözleri bir an parladı.
“Bu yaşanan şeyden Jisung’a bahsetmeyeceğim. Zaten sarhoşken bir şey hatırlamaz.”
Bakışları hâlâ soğuktu. Yine de sesi daha dengeliydi.
“Belli etme. Sakın.”
Son bir kez Minho’ya baktı, ardından kapıya yöneldi. Parmakları kapı koluna değdiğinde, yüzünü çevirmeden yalnızca sesi kaldı geriye:
“Eğer ona zarar verirsen... olacakları sen düşün.”
Ve sonra kapıyı sertçe çarpıp çıktı.
——
Güneş, kafedeki masaların üzerinden yavaşça süzülerek yere uzun gölgeler düşürüyordu. İçeride hâlâ geceyi hatırlatan bir dağınıklık hâkimdi. Sandalyeler ters dönmüş, masa üzerinde boş şişeler unutulmuştu. Yatakta büzülmüş şekilde yatan Jisung, alnındaki terle uyandı.
Gözlerini kıstı. Başında ağır bir zonklama vardı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama hareket eder etmez her şey döndü.
“Kafamı mı kaybettim ben?”
Etrafına bakındı. Tanıdık... ama ev değildi. “Burası hâlâ kafe mi?"
Kapıya doğru yürüdü, kafasını uzatıp dışarı bakmak isterken kapının kilitli olduğunu fark etti. Tokmağa bastı.
Açılmadı.
Bir daha denedi. “Şaka mı yapıyorsunuz... buraya mı kitlendim?!”
Tam o sırada, kaldırımda ağır adımlarla yürüyen birini gördü: Minho. Üzerinde siyah bir ceket, elinde sallanan anahtarlar ve kahverengi bir poşet vardı. Camdan içeride bir silüetin kıpırdadığını görünce durdu, gözlerini kıstı.
---
Kapının kilidi dönerken içerideki sessizliğe bir tıkırtı karıştı. Jisung hemen kapıya fırladı, parmak uçlarında kapıya doğru koştu.
Minho hiçbir şey demeden kapının kilidini açtı. Hafifçe içeri girdi. Jisung’un orada dikildiğini gördü ama selam bile vermedi. Sadece başıyla küçük bir hareket yaptı. Üzerindeki ağırlıkla içeri sızan kahvaltı poşetini tezgâha koydu. Sertçe.
“Günaydın?” Jisung kafasını yana eğip onu yokladı. “Yani... beni burada unuttuğun için sana bozulmayacağım ama şu an biraz... nasıl desem... kedi gibi tıkılı kaldım burada?”
Minho hiçbir şey demedi. Ceketini çıkarıp sandalyeye attı. Poşetten bir iki kimbap, bir kutu süt ve haşlanmış yumurta çıkardı. Her hareketinde gereksiz bir titizlik vardı. Tıpkı biriyle değil de kendi kendine, bir düzenle yaşar gibi.
Jisung, Minho’nun yüzünü görmek için biraz eğildi. “Neyin var?”
Minho, göz ucuyla ona baktı. Bakışında ne öfke ne sıcaklık vardı. Sadece düz bir çizgi gibi duran dudakları, “Sana kahvaltı getirdim” dedi. Ardından yeniden yüzünü çevirdi.
Jisung, sesi neşeli tutmaya çalıştı ama bir huzursuzluk damarına dokunmuştu. “Biliyor musun biraz korkutucusun. Sessizsin. Soğuksun. Böyle sabah haberlerinde 'komşular hep sessiz derdi' dedirten türden.”
Minho sandalyeye otururken hafifçe başını eğdi. “İstersen yeme. Aç kal da, sabah sabah kafa açma."
Jisung ağzını büzdü. Yavaşça tezgâhın karşısına geçip oturdu. Elleriyle muzlu sütü çevirirken bir süre sessiz kaldı. Minho ona hiç bakmıyordu. Sanki ikisi aynı mekânda değildi de, ayrı dünyalarda kahvaltı yapıyorlardı.
Bir süre sonra sessizlik dayanılmaz bir hâl alınca Jisung sordu, sesi bu sefer daha yumuşaktı. “Ben dün gece... çok saçmalamış olabilirim mi?”
Minho gözlerini Jisung’a çevirdi, ama cevabı netti. “Hatırlamıyorsan, bir şey konuşmamıza gerek yok.”
Bu cümledeki mesafe, Jisung’un karnına yumruk gibi oturdu. Süt kutusunu elinde sıkarken yüzüne belli belirsiz bir tebessüm yerleşti. Sahteydi.
“Bu gün niye bu kadar soğuksun? Bir sıkıntı yok demi,”
Minho gözlerini kaçırdı. “Gerek duyduğum kadar yakınım. Gerek duymadığım kadar değilim.”
Cevap keskin, netti. Jisung’ın içindeki neşeyi biraz daha kırdı. Ama belli etmedi. Hafifçe güldü, ama gözleri gülmüyordu.
“Bu çok... neyse ne, dün gece—”
Minho ayağa kalktı, eline boş kimbap paketini aldı. “ Dün geceye dair tek bir laf etmiyorum. Bence sen de etme.”
Ardından tezgâhın arkasına geçti, kahve makinesini açtı. Jisung ise sandalyesinde kaldı, sırtını yasladı. Birkaç saniye boyunca sadece Minho’nun kahve makinesine dokunuşlarının sesi duyuldu.
Aralarındaki hava ağırdı. Ne tam kırgınlık, ne de tam bir mesafe. Ama Jisung o an anladı; Minho’nun çizdiği sınırlar kalın ve netti. Yaklaşmak isteyenin yanına değil, gölgesine düşüyordu.
Ama Jisung’un doğası, gölgelerde durmak için fazla parlaktı.
bu gün yeni bölümlerin günü olduuu. A New Beginning in Jeju minhosuna aşık oldum suan
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |