Felix, sabah gözlerini açtığında, odasının soğuk ve sessiz havası ona bir tür rahatlama vermişti. Ancak bu huzur, kısa sürede babasının kapısının önünde belirmesiyle bozuldu. Babası, son kavgalarından beri ilk kez onunla konuşmaya çalışıyordu. "Felix, bizimle biraz konuşabilir misin?" diye başlamıştı, ama Felix sadece yatağında doğrulup, ona bakmadan üstünü değiştirmeye devam etti. İçinde biriken öfke, babasının sözlerini duymazdan gelmesine neden oldu. Babasının yüzündeki hayal kırıklığını görmezden gelerek, annesine aceleyle bir "Görüşürüz" diyerek evden çıktı.
Tam kapıdan çıkarken, babasının arkasından yankılanan sert sesi onu bir an duraksattı: "O çocukla takılma!" Bu sözler, Felix'in kalbinde bir an için bir sızı hissetmesine neden olsa da, yüzünde hiçbir duygu belirtisi göstermedi. Umursamaz bir tavırla kapıyı çekip, evden uzaklaştı.
O sabah, her zamankinden farklı bir neşeyle otobüs durağına yürüdü. Bu neşe, içindeki karmaşaya rağmen dışarıdan bir maskeyle örtmeye çalıştığı bir savunma mekanizmasıydı. Durağa yaklaştığında, karşısında Hyunjin'i gördü. Gözleri bir an için buluştuğunda, aralarındaki gerginlik tüm netliğiyle ortadaydı.
Hyunjin, her zamanki neşeli tavrıyla Felix'e döndü. "Sen bu duraktan mı biniyordun?" diye sordu, sanki daha önce hiç fark etmemiş gibi.
Felix, dudaklarının kenarında samimiyetsiz bir gülümseme belirdi. "Tabii, hep buradan binerim," dedi, sesi monotondu ve gözleri başka bir yere odaklanmış gibiydi.
Hyunjin, Felix'e dikkatlice baktı. İçinde bir yerlerde, Felix'in bu sabah farklı göründüğünü hissetti. Burnunu hafifçe kıvırarak, sanki havada bir şey kokluyormuş gibi yaptı. "Hey, parfüm sıkmışsın," diye takıldı, sesi şakacıydı.
Felix, hafifçe kaşlarını çattı, ama çabucak toparladı. "Şampuanımın kokusu o," dedi, ama sesi savunmacıydı.
Hyunjin, gülmekten kendini alamadı. "Haha! Tamam, tamam. Öyle olsun," dedi, Felix'in mahcubiyetine aldırış etmeden. Onun bu neşeli tavırları, Felix'in içindeki kasvetli bulutları bir an için dağıtır gibi oldu, ama Felix buna teslim olmamaya kararlıydı.
O sırada otobüs durağa yanaştı ve kapılar açıldı. Felix, hızlıca kartını bastı, ardından Hyunjin onu takip etti. Ancak Hyunjin’in kartından bir bip sesi çıkmayınca, otobüs şoförü yaşlı bir amca geriye dönüp sertçe bağırdı. "Hey genç adam! Bedavaya binmeye utanmıyor musun?"
Hyunjin'in yüzü bir an için utançla kızardı, ardından gülümsemeye çalışarak, "Ah, benim hatam! Kartımda para kalmamış," dedi. Dramatik bir şekilde iç çekip Felix’e dönerek, "Biricik *arkadaşım* kart basar benim yerime," dedi, sesi şakacı ve ısrarcıydı.
Felix, içten içe bu durumdan memnuniyetsiz olsa da, kartını tekrar basarak Hyunjin'in ücretini ödedi. İçinde bir huzursuzluk vardı, ama Hyunjin'in neşeli yüzü bu huzursuzluğu bastırmakta kararlıydı. Otobüsün arkasına doğru ilerleyip oturdular. Felix, camdan dışarı bakarken, Hyunjin'in yanındaki rahat tavrı ve sürekli şakalaşmaları arasında, içindeki karmaşayı daha da derinleştiren bir sessizliğe büründü.
Hyunjin her zamanki gibi neşeliydi, sanki dünyada hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyordu. Felix ise içsel karanlığında debelenirken, Hyunjin'in bu kadar parlak ve canlı oluşu, onun için hem bir rahatlama hem de bir rahatsızlık kaynağıydı. Bu sabah Hyunjin’in ona her zamankinden farklı gelen enerjisi, Felix'in zihnini daha da karıştırdı. İkisi de bu kısa otobüs yolculuğunda kendi içlerinde bir savaşa tutuşmuştu, ama yüzeyde görünen, sadece sıradan bir sabahın neşesi ve kasvetiydi.
Felix için okulda geçen gün, derslerin akıp gitmesine rağmen zihninde neredeyse hiçbir şeyin kalmadığı bir belirsizlikle doluydu. Çoğu zamanını defterine rastgele çizimler yaparak geçirdi; hayal gücünün birer yansıması olan bu çizimler, aynı zamanda onun içsel karmaşasının da birer dışavurumu gibiydi. Hyunjin ise, her zamanki neşesiyle Felix'e sataşarak günü geçiriyordu. Felix'in çizimlerine bakarken arada sırada başını Felix'in omzunun üzerinden uzatıp, "Bu adamın burnu neden bu kadar büyük?" diye alay ederdi. Başka bir sefer de, "Çok çirkin çizmişsin!" diyerek gülmesini zor tutardı.
Felix her ne kadar bu sataşmalara göz devirmeye alışkın olsa da, Hyunjin’in yanındayken hissettiği hafifliğin farkındaydı. Ancak bu hafiflik, içindeki ağır duyguların altında hep eziliyordu. Hyunjin ise bu farkındalığın hiçbir izini göstermeden, Felix'e ufak notlar yazıp derste ona göndermeye devam etti. Notlardan birinde, "Bu çizmeye çalıştığın şey bir köpek mi, yoksa tavşan mı?" diye yazmıştı. Felix notu okuyup gözlerini Hyunjin'e diktiğinde, Hyunjin gülerek ona dil çıkarıyordu. Bu küçük şakalar, Felix'in yüzünde istemsizce beliren bir tebessümden fazlasını alamasa da, Hyunjin'in gününü neşelendirmeye yetiyordu.
Sonunda okul bittiğinde, öğrenciler dağılmak için hazırlanmaya başladı. Hyunjin çantasını toplarken, gözleri sınıfın penceresinden dışarıya kaydı. Yağmur damlalarının hızla camı dövdüğünü görünce kaşlarını çattı. "Ah, kahretsin... İyi ki şemsiye getirmişim," diyerek bir rahatlama sesi çıkardı ve çantasından şemsiyesini çıkardı.
Felix, yağmurun başladığını fark edince Hyunjin’in peşinden dışarı çıktı. "Bekle beni!" diye seslendi, adımlarını hızlandırarak ona yetişmeye çalıştı.
Hyunjin arkasına dönüp Felix'e baktı, şemsiyesini sıkıca tutarak hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Uzaklaş, bu şemsiye tek kişilik," dedi, sanki ciddiymiş gibi.
Felix, yağmurun hızla üzerine yağmasından rahatsız olmuş bir şekilde, "Hadi ama, şimdiden sırılsıklam oldum," diyerek yakardı.
Hyunjin, hiçbir şey söylemeden şemsiyesini biraz yana kaydırarak Felix’e yer açtı. Felix’in yüzünde küçük bir tebessüm belirdi ve çocukça bir sevinçle Hyunjin’in yanına, şemsiyenin altına girdi. Bir anlığına, Hyunjin’in gözleri Felix’e takıldı; bu beklenmedik an, içinde bir yerlerde bir şeyleri hareket ettirdi. Felix, Hyunjin’in dikkatle kendisine baktığını fark edince, "Ne bakıyorsun?" diye sordu.
Hyunjin, bir an dalgınlığından sıyrılarak kendine geldi. "Şuramda sinek vardı, ona baktım," dedi, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bu durumu geçiştirmeye çalıştı. Felix bir şey demedi, sadece önüne dönüp yürümeye devam etti. Ancak bir süre sonra, neredeyse hiç ıslanmadığını fark etti ve gözleri bir kez daha Hyunjin'e kaydı. Hyunjin’in bir omzu şemsiyenin altında, diğer omzu ise tamamen dışarıda, yağmurun altında kalmıştı. Felix'in yüzünde belli belirsiz bir endişe belirtisi belirdi.
Felix, önüne bakarak hafifçe mırıldandı, "Yarısın dışarıda kaldı..."
Hyunjin, Felix’in endişesini hafife alarak, "Sorun yok, bu geniş omuzları hiçbir yere sığdıramam," dedi, hafif bir gururla omuzlarını sallayarak.
Felix, gözlerini devirdi ve "Gel buraya," dedi, Hyunjin'in koluna girerek daha az yer kaplamasını sağlamak için ona doğru biraz daha yaklaştı. Hyunjin, bu hareket karşısında gülümseyerek, "Şey, gerek yoktu ama, madem öyle..." dedi, ama Felix hemen sözünü kesti.
"Konuşma, bu şemsiyeyi senin..." dedi Felix, ama cümlesini tamamlamadan sustu.
Hyunjin, gülerek başını salladı. "Tamam, tamam, sustum," dedi, içten içe bu anın tadını çıkarıyordu. İkili, yağmurun altında, şemsiyenin altında sıkışarak otobüs durağına doğru birlikte yürüdü. Her biri, bu anın kendi içlerinde yarattığı tuhaf ama hoş bir sıcaklığı hissetti, ama ikisi de bu hisleri dile getirmekten çekindi. Durağa vardıklarında, şemsiye altında geçirilen bu kısa yolculuk, ikisinin de iç dünyasında derin bir iz bırakmıştı.
Durağa vardıklarında, Hyunjin ve Felix banklara oturdular. Yağmur, tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyordu ve otobüsün gecikmesi sinir bozucuydu. Dakikalar geçti, ama ne bir otobüs ne de bir ses vardı. Hava giderek soğumaya başlamıştı ve Felix, soğuk ellerini fark edince onları ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Elleri titriyor, soğuğun cildine işlemiş hissi onu rahatsız ediyordu.
Hyunjin, Felix'in bu durumunu fark etti. Sessizce, oturduğu yerden kayarak Felix’in yanına daha da yaklaştı. Felix ne olduğunu anlamadan, Hyunjin onun sol elini aldı ve kendi ceketinin cebine koydu. Felix, şaşkınlıkla ona baktı, gözlerinde bir anlam arayışı vardı. Hyunjin, bu bakışı fark edince bir an duraksadı ama hemen ardından neşeli bir ses tonuyla, "Ağzından çıkan o garip sesleri duymak istemedim," dedi.
Felix, gözlerini kısarak, hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hyunjin’in yüzündeki sırıtış, Felix’in şaşkınlığını hafifletmedi, aksine kafasındaki soruları daha da çoğalttı. "Korkma," dedi Hyunjin, gözlerini Felix’in gözlerine dikerek, "Cebimde canavar yok, yemeyiz seni." Ardından şakacı bir kahkaha attı, bu kahkaha yağmurun monoton sesine karıştı.
Felix, hala Hyunjin'e bakıyordu, ama bu sefer bakışları başka bir şey anlatıyordu. Hyunjin, Felix’in rahatsız olduğunu düşünüp ceketini biraz daha sıkıca tutarken, Felix’in kalbi hızla atmaya başlamıştı. İçinde beliren bu ani duygu, onu tamamen afallatmıştı. Her zaman depresif ve içine kapanık olan Felix, Hyunjin'in bu basit ama içten hareketinden etkilenmişti. Elinin Hyunjin’in cebindeki sıcaklıkla birleşmesi, onun içinde tuhaf bir duygu fırtınası kopmasına neden oldu.
Bu his, Felix'in kontrol edemediği bir şekilde kalbini sıkıştırıyordu. Aklında Hyunjin’e daha önce söylediği o söz yankılandı: "İkimizden birisi aşık olursa oyun biter." Felix bu sözü, kendini ve Hyunjin’i korumak için söylemişti. Ama şu an, bu oyunun kurallarını kendisinin bozmak üzere olduğunu anlamamıştı. Hyunjin’in sıcaklığı ve neşesi, Felix'in içine gömülmüş karanlığı parçalıyordu. Ama bu parçalanma, Felix için kaçınılmaz bir sonun habercisiydi. Oyun biterse, her şey biterdi. Fakat şimdi, Felix’in kalbi sadece Hyunjin’e doğru atıyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |