Yıl 2005
Felix'in zihninde yankılanan eski bir hatıra, geçmişin gölgelerinden yavaşça su yüzüne çıktı. Henüz beş yaşlarındayken, babasıyla çıktığı bir iş seyahatini anımsıyordu. Babasıyla birlikte Amerika’ya, iş gezilerine gitmek o yaşta onun için heyecan verici bir serüvendi; yeni yerler görmek, farklı insanlarla tanışmak ve babasına eşlik etmek onu büyüleyen anılar arasındaydı.
Bir gün, uzun bir uçuşun ardından otel odalarına geldiklerinde, kapının önünde bir adam bekliyordu. Felix, adamı baştan aşağı süzdü. Genç görünümlü, zarif bir yüzü, düzenli taranmış saçları ve oldukça özenli giyinmiş haliyle dikkat çekiyordu. Felix, babasının iş gezilerinde böyle insanlarla sık sık karşılaşırdı; o yüzden ilk anda olağanüstü bir şey sezinlemedi. Ancak babası, Felix’in elini nazikçe bırakıp gözlerinin içine baktı. “Sen burada bekle,” diyerek kapının önünde duran adamın yanına ilerledi.
O an, adam hızla Felix’in babasına sarıldı; uzun zamandır beklenmiş, adeta içinde biriktirdiği tüm özlemi o kucaklaşmaya sığdırıyordu. Felix, bu samimi sahneye şaşkınlıkla baktı. Babasının bir dostu ya da eski bir arkadaşı olabileceğini düşündü. Fakat adamın gözlerinden süzülen yaşlar, sesine yansıyan kırılganlık ve sözleri, Felix’in çocuk aklının kavrayamayacağı kadar derindi.
“Beş yıldır yüzünü göremedim. Neredeydin sen? Beni bırakıp nasıl gidebildin?” diye adam, derin bir iç çekişle söylenirken, Felix’in babasının omzuna yaslandı. Bu sözler, yaşanmış uzun bir hikayenin izlerini taşıyor, karşı konulamaz bir hüzünle dökülüyordu dudaklarından. Adamın, babasının yanağına ve boynuna kısa bir öpücük konduruşu, Felix’in kalbinde bir titreme yarattı. Küçük yaşına rağmen, bu sahnenin bir dostluktan fazlasını içerdiğini seziyordu.
Tam o sırada, adamın bakışları küçük Felix’e kaydı. Gözleri genişledi, ifadesi derin bir şaşkınlık ve acıyla doldu. “O, senin mi? Senin oğlun mu?” diye fısıldarken, sesi hafifçe titredi. Babası ise boğazındaki düğümü zorla yutarak başını ağır ağır salladı. Felix, babasının yüzündeki o karmaşık ifadeyi bir türlü çözemedi; ne kadar sevgi, ne kadar pişmanlık ve ne kadar acı saklıydı o bakışlarda?
Ardından adamın gözleri yeniden doldu, derin bir hayal kırıklığı ve sitemle, “Evlendin mi?” diyerek ağıt yakarcasına sordu. Felix o yaşta babasının sessizliğinde saklı kalan şeyleri anlayamadı; ancak bu unutulmaz anı, zihninin en derin köşesinde gömülü kalacaktı. Babasının o suskunluğu, bu anının yıllar sonra bile acıyla hatırlanmasına neden olacaktı.
..
Telefonun susmak bilmeyen sesiyle uyanmıştı. Az önce, uykusunda hatırladığı şeyin bir rüya mı yoksa eski bir anı mi olduğunu kavrayamamıştı. Yataktan yavaşça doğruldu. Susmak bilmeyen telefonu yavaşça açtı. "Alo-" demeden telefonun ardından gelen neşeli ses konuşmaya başladı. "Günaydınn." Felix buruk bir gülümsemeyle telefonun ardında ki sese "Günaydın." Dedi. "Hey sesine ne oldu?" Felix bıkkın bir ifadeyle "Kötü bir kabus gördüm sadece," Hyunjin heyecanla sordu. "Öyle mi ne gördün?"
"Seni."
Hyunjin derin bir nefes alarak konuştu "Çok komikti, neyse akşam bir şeyler yapalım."
"Fark etmez."
"Her zaman gittiğimiz tepede buluşuruz o halde."
...
Felix ve Hyunjin, nehir kenarındaki buluşma noktasına doğru yürürken, Hyunjin’in elinde birkaç soju şişesi vardı. Hava sıcak, güneş yavaşça batarken, etrafı hafif bir melankoli sarmıştı. Hyunjin, şişeleri sallayarak gülümseyip Felix’e baktı.
“İçeriz değil mi?” diye sordu, gözlerinde alaycı bir parıltı belirdi. Felix, biraz tereddütle, “Bilmiyorum, fazla kaçırırsan…” diye yanıtladı, ama Hyunjin’in neşeli tavırlarına karşı koymak zorundaydı.
Hyunjin, şişelerden birini açtı ve hızla bir yudum aldı. İçtiği an, yüzü hafifçe gerildi ama ardından yine gülümsedi. “Gel, bu bizim kutlamamız!” dedi. Felix, onun cesaretine hayran kalarak bir yudum almak için şişeyi uzattı. İçtikçe, Hyunjin’in sarhoşluğu arttıkça daha da coşkulu hale geldi. Nehrin sesi ve Hyunjin’in gülüşü, Felix’in kafasında yankılanıyordu.
Bir süre sonra Hyunjin, “Biliyor musun, bu anı seviyorum,” dedi, hafifçe başını eğerek. Felix, onun bu samimi sözleri karşısında kalbinde bir sıcaklık hissetti. Hyunjin’in sarhoşluğu, anın güzelliğini daha da derinleştiriyordu. İkisi de gülümseyerek birbirlerine bakarken, etraflarındaki dünya adeta silinip gitmişti. Hyunjin, bir süre daha içmeye devam ederken, Felix onun yanında olmanın getirdiği huzuru derinden hissetti.
Hyunjin, sarhoşluğun getirdiği cesaretle Felix’e daha yakındı, nefesi hızlanmış, gözleri derin bir hüzünle dolmuştu. Bir an sustu, gözleri bulanık ama kalbindeki ağırlıkla dolup taşan duyguları gizleyemiyordu artık.
“Felix…” dedi, sesi fısıltı kadar zayıftı, ama içinde sakladığı o kadar çok şey vardı ki. “Bazen seni bu kadar çok sevmek… canımı acıtıyor.”
Felix, Hyunjin’in gözlerindeki o içtenliği gördüğünde donakalmıştı. Kalbi onun söylediklerinin ağırlığıyla sarsılırken, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Sessizce onu izledi, kalbinin her atışında hissettiklerini gizleyemez bir halde.
Hyunjin, karşılık alamayacağını bile bile, cesaretini topladı ve biraz daha yaklaştı. “Bir gün… bir gün seni kaybedeceksem, şu anda yanında olmak bile yetmiyor bana.”
Bu kelimeler arasında, aralarındaki mesafe kapanırken, gözleri istemsizce Felix’in dudaklarına kaydı. Hiç beklemeden, onun dudaklarına hafifçe dokundu. Dudaklarının buluştuğu o an, ikisinin de varlığını aşan bir bağın yankısı gibiydi; bütün suskunluklar, korkular, kaçtıkları hisler bu kısa dokunuşta çözülmüş, bir anlam bulmuştu.
Hyunjin'in dudakları ayrıldığında, Felix hissettiği duyguların yoğunluğuna dayanamayarak kendini çimenlere attı. Gözlerini gökyüzüne dikti, yıldızlara sanki cevap arar gibi bakıyordu. Kalbi hızla atarken, hissettiklerini ifade edebilecek tek bir kelime bile bulamıyordu. Bir an sessizce nefesini topladı, ardından gözlerini Hyunjin'den kaçırarak konuşmaya başladı.
“Bunun… bu kadar karmaşık olacağını hiç düşünmemiştim,” dedi, sesi hafif bir titremeyle karışmıştı. “Sanki… ne kadar uğraşsam da senin yanındayken hissettiklerimi anlamlandıramıyorum. Ama seni kendimden uzak tutmak da… elimden gelmiyor.”
Hyunjin, Felix’in kelimelerindeki çaresizliği dinlerken gözlerini ondan ayırmadı. Felix'in bakışlarını yere çevirmesi bile aralarındaki o bağı daha derin hissetmesine sebep oluyordu. Ona yaklaşarak, yavaşça çimenlere uzandı. Eli, Felix’in beline hafifçe dokundu, parmakları yavaşça onun belini kavrarken, gözlerini dikkatle onun yüzüne dikti.
Felix, bu dokunuşla irkilse de karşı koymadı. Kalbi hala hızla çarpıyordu ama artık kaçmak yerine, Hyunjin’in yanında kalmaya karar verdi. Hyunjin’in yüzündeki o derin bakışı hissediyor, aralarındaki mesafenin her an daha da daraldığını fark ediyordu.
Hyunjin yavaşça ona doğru eğildi ve dudakları tekrar buluştu. Bu kez öpücükleri daha uzun, daha derin, aralarındaki her şeyi anlatacak kadar anlam doluydu. Felix, Hyunjin’in varlığına tamamen teslim olmuş, kendini onun sıcaklığına bırakmıştı. O anın içinde, dünya sadece ikisine aitti ve geri kalan her şey kaybolmuştu.
...
Kiss sahnesi yazmaya çalıştım umarım bölümü beğenirsiniz. Yorum ve oy atmayı unutmayınn. '-' Bu hikaye bitince başka bir hikaye yayınlayacağım. Minsung fici olacak. Deniz kenarında sakin bir kasabada komedi yapılı bir fic yazacağım.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |