18. Bölüm

ALIŞMAK

OnyxMistic
onyxmistic

Son hazırlıkları bitirip Yiğit'in gelmesine yardım etmek için salona yöneldiğimde, kapının pervazına sağlam omzuyla yaslanmış bizi izleyen Yiğit'i gördüm.

 

 

 

 

—————————————

 

 

GÜNÜMÜZ:

 

Bir kaşını hafifçe kaldırmış bizi izliyordu. Gözleri, önce Hakan'a, sonra bana kaydı. Yüzünde her zamanki sakin ifadesi vardı, ama bakışlarında bir şeyler olduğunu hissedebiliyordum. Derin bir nefes aldı, sanki ilgisizmiş gibi yapmaya çalıştı. Ama o anki durumu pek hoş karşılamadığı her halinden belliydi. İçimde bir gariplik, bir huzursuzluk oluştu. Beni kıskanacak değildi ya? Düşüncemin içine bir an için bir şüphe sızdı, ama hemen peşinden onu bir kenara itmeyi denedim. İnsan sevdiğini kıskanırdı. Bunu düşünmem, ne kadar doğruydu ki?

 

"Ne zaman geldin?" diye sordum, sesimdeki şaşkınlığı gizlemeye çalışarak.

 

"Biraz önce." dedi, omuz silkerek. "Sizi bölmek istemedim, güzel bir sohbet vardı galiba." Sözleri normaldi ama tonunda belli belirsiz bir ima hissediliyordu.1

 

Hakan gülerek araya girdi. "Sohbet değil, şahane bir kahvaltı hazırlıyoruz. Katılmak ister misiniz, Yiğit Bey?" Hakan'ın her zamanki umursamaz ve rahat tavrıyla bunu söylemesi, Yiğit'in yüzündeki o gergin maskenin biraz daha belirginleşmesine neden oldu. Bir an için, Yiğit'in bakışlarında ince bir soğukluk belirdi ama hemen yok oldu. Ne olduğunu anlayamıyordum, ama aralarındaki sessizlikten bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum. Yiğit, Hakan'a bakarken, bir an duraksadı. Ardından omuzlarını yeniden silkip, gülümsemeye çalıştı, fakat o gülümseme bir o kadar yapay görünüyordu.

 

"Tabii, kaçırır mıyım?" dedi Yiğit, kapıdan ayrılıp mutfağa doğru adım atarken. Yavaşça masaya yöneldi, elini ceketinin cebine sokmuştu. "Sizi böyle neşelendiren masayı merak ettim doğrusu."

 

Bu sözlerine küçük bir gülümseme eşlik etti ama gözleri beni bulduğunda o gülümseme yerini daha ciddi bir ifadeye bıraktı. Hakan ise Yiğit'in havasındaki gerilimi fark etmemişe benziyor, kahvaltı hazırlıklarıyla meşgul olmaya devam ediyordu.

 

Elinde çay tepsisiyle yanıma yaklaşıp alaycı bir ses tonuyla, "Menemenin kokusu şahane, küçük hanım! Bu kadarını beklemiyordum açıkçası." dedi.

 

"Sen hâlâ küçük hanım mı diyorsun?" diyerek karşılık verdim, ama sesimdeki gerginliği gizleyemedim. Hakan yine umursamaz bir kahkaha attı ve Yiğit'e dönerek, "Aslı bayağı yetenekli çıktı. Hiç beklemezdim ama beni şaşırttı" dedi.

 

Yiğit, Hakan'ın bu neşeli yorumlarına sadece kısa bir tebessümle karşılık verdi. Ama o tebessüm bile gözlerindeki sertliği gizleyemiyordu. Bakışlarını doğrudan bana çevirdi.

 

Yiğit'in bakışları üzerimde öyle bir ağırlık yaratıyordu ki, Hakan'ın neşeli sözleri bile o anın yoğunluğunu dağıtamıyordu. Gözlerindeki ifade, sessiz ama dolaysız bir sorgulama gibiydi. Hiçbir şey söylemeden beni izliyor, bakışlarıyla sanki düşüncelerime nüfuz etmeye çalışıyordu.

 

"Ee, kahvaltıya başlayacak mıyız yoksa birbirimize bakarak mı doyacağız?" dedi Hakan, ortamı hafifletmek istercesine. Bir yandan masaya oturuyor, diğer yandan Yiğit'in dikkatini dağıtmaya çalışıyor gibiydi.1

 

Yiğit, Hakan'ın bu sözlerine cevap vermek yerine sakin bir hareketle sandalyesini çekti ve masaya oturdu. Çay bardağını eline alırken bana kısa bir bakış daha attı, ardından Hakan'a dönerek, "Kokusu güzel, umarım tadı da öyledir," dedi. Sözlerinde belli belirsiz bir ima vardı, ama bu imanın hedefi ben miydim, yoksa Hakan mı, emin olamıyordum.

 

Hakan ise her zamanki rahat tavrıyla menemene uzandı. "Yiğit, senin de bir şeyleri takdir ettiğini görmek güzel. Ama bu kadar ciddiyetle kahvaltı yapılmaz, biraz gevşe," diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı.

 

Yiğit çatalını eline alırken Hakan'a döndü, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ama gözlerinde aynı soğukkanlılık devam ediyordu. "Bazı şeyler ciddiyeti hak eder," dedi. Bu sözlerin sadece bir kahvaltıyla ilgili olmadığı açıktı.

 

Hakan, Yiğit'in bu yanıtını bir süre sessizlikle karşıladı. Sanki ne diyeceğini tartıyor gibiydi. Sonunda omuz silkti ve çayından bir yudum aldı. "Tamam Yiğit Bey, sen ciddiyete devam et. Biz keyfimize bakalım," dedi, ama sesinde hafif bir meydan okuma vardı.

 

Ben bu anların ortasında sıkışmış gibiydim. Hakan'ın neşeli ve hafif alaycı sözleriyle Yiğit'in sessiz ama derin tavrı arasında gidip geliyordum. Hakan, Yiğit'i neşesiyle dengelemeye çalışıyor gibi görünse de, ikisi arasındaki bu görünmez gerginlik beni rahatsız ediyordu.

 

Kahvaltı boyunca Hakan, sohbeti neşelendirmek için her türlü şakayı yaparken, Yiğit genelde kısa cevaplarla geçiştirdi. Ama her fırsatta bana dönen bakışları, beni daha rahatsız hissettiriyordu.

 

İkisi arasındaki bu ince gerilim, masadaki havayı tamamen değiştirmişti. Çatalı elimde tutuyor ama bir şey yiyemiyordum. Kendimi nasıl hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum. Sessiz bir savaşın ortasında kalmış gibiydim, ama kimin kazandığını ya da kimin kaybettiğini anlamak mümkün değildi.

 

Kahvaltı sonunda masayı toplamaya başladım. Hakan arkamdan neşeyle bir şeyler söylemeye devam ederken, Yiğit sandalyeden kalkıp pencereye yöneldi. Gözleri dışarıya dönüktü ama dikkatinin hala bizim üzerimizde olduğunu hissediyordum.

 

Masayı toplarken Hakan, her zamanki neşeli tavrıyla bir çay bardağı daha alıp salona geçti. Arkamdan, "Siz burada devam edin. Ben biraz uzanıyorum, yoruldum," diyerek gülümsemeyi ihmal etmedi.

 

Mutfakta yalnız kalmıştık. Bulaşıkları yıkamaya başladım, ama Yiğit'in varlığını her an hissediyordum. Göz ucuyla baktığımda, kapının yanında duran gölgesi hâlâ yerindeydi. Sessizdi, ama bu sessizlik rahatsız edici değildi; daha çok bir beklenti gibiydi.

 

"Yarana bakmam lazım," dedim, sonunda sessizliği bozarak. Elimi kurularken gözlerimle onun omzunu işaret ettim.

 

"İyiyim," dedi, her zamanki aldırışsız tavrıyla. Ama gömleğinin altındaki dikişler ve yaradan gelen baskının hareketlerini kısıtladığını fark ediyordum.

 

"İyi misin diye sormadım. İnat etme, pansumanı yenilememiz gerekiyor," diye üsteledim.

 

Kısa bir an sessiz kaldı, ardından yavaşça sandalyesine oturdu. Gömleğinin düğmelerini çözmeye başlarken hareketleri, omzundaki acının ona ne kadar yük olduğunu açıkça gösteriyordu.

 

Dolaptan ilk yardım çantasını çıkardım ve yanına oturdum. Gömleğini bir omzundan sıyırdığında, dikişlerin etrafındaki hafif kızarıklığı ve derideki şişliği gördüm. Derin bir nefes alıp bandajı dikkatlice çözmeye başladım.

 

Antiseptik solüsyonu pamuğa döküp yarayı temizlemeye başladım. Tam o anda, bir irkilme hissettim. Parmak uçlarım yarasına dokunduğunda, Yiğit'in hafifçe kasıldığını fark ettim.

 

"Acıyor mu?" sesimde hem endişe hem de merak vardı.

 

"Hayır," dedi kısa bir şekilde, ama bakışlarını üzerime kilitledi. Gözlerindeki o bakış, kelimelerden daha yoğundu.

 

Pamuğu dikkatlice hareket ettirirken, sessizlikle aramızda gerilim dolu bir an oluştu. Yavaşça dikişlerin etrafını temizledim, ardından bandajı yenilemeye başladım. O ise hiçbir şey söylemeden, sessizce beni izliyordu.

 

"Yiğit," dedim sonunda, ellerim bandajı sararken titreyen bir sesle. "Bir sorun mu var? Neden gerginsin."

 

Sesimdeki gerginliği fark etmişti, ama yine de bir şey söylemedi. Sadece bana bakıyordu, gözlerinde birşey okumak neredeyse imkansızdı. O an içimdeki huzursuzluk iyice büyüdü. "Bana bir şey söyle," diye ekledim, gözlerim onunkilere sabitlenmişti. "Gerçekten her şey yolunda mı?" Bilmediğim bir durum mu vardı anlamıyordum. Kaan ile ilgili miydi yoksa başka bir sorun mu? Onun bu sessizliği hayra alamet değildi.

 

"Sorun yok." Ses tonuyla sohbeti kesmek istediğini net bir şekilde hissettirmişti.

 

“Neden bu kadar düşüncelisin o zaman.”

 

Yüzüme rahatsız edici bir şekilde detaylı bakıyordu. Her kusurumu ayrı ayrı tartıp inceliyordu sanki. İstemsiz kafamı çevirmek istiyordum ama işime odaklandım.

 

Gülebiliyormuşsun.”

 

Söylediğiyle bir an donup kaldım. Neydi şimdi bu?

 

“O ne demek?”

 

“Hakan’la sohbet ederken çok mutlu görünüyordun.”

 

Sözlerinin altındaki ima o kadar belirgindi ki ama ben anlamamış gibi davranmayı tercih ettim. Sesimi olabildiğince doğal tutmaya çalışarak, “Gülmem seni neden rahatsız etsin ki?” dedim.

 

Yiğit başını hafifçe yana eğdi, gözlerini benden ayırmadan konuştu: “Bana gülmüyorsun.”

 

Sözleri mideme oturan bir yumruk gibi ağırdı. Kalbim, suçüstü yakalanmışım gibi hızla çarpmaya başladı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bakışlarındaki ağırlık, beni derin bir çıkmazın içine çekiyordu.

 

“Ne ima etmeye çalışıyorsun, Yiğit?” dedim, sesime titremeyen bir sakinlik yerleştirmeye çalışarak.

 

“Hiç.” dedi kısa ve sert bir şekilde. Ama sesinde açık bir alay vardı, sanki “Biliyorsun ne demek istediğimi.” diyordu.

 

Göz göze geldik. Bakışları keskin, sorgulayıcı ve öfkeliydi. Ama öfkenin altında başka bir şey vardı, tanımlamakta zorlandığım bir kırılganlık.

 

Derin bir nefes aldım, ellerim istemsizce bandajın üzerinde durdu. “Eğer bir şey söylemek istiyorsan, açık açık söyle.” dedim, içimde büyüyen gerilimi bastırmaya çalışarak. “Böyle yarım cümlelerle insanı sorguluyormuş gibi hissettirme.”

 

Yiğit, gözlerini kaçırmadan bana bakmaya devam etti. O anın ağırlığı üzerime çökmüştü. Kalbimin ritmi hızlanırken, içimde tarifsiz bir huzursuzluk büyümeye başladı. Gözlerinde öfkenin yanında, belki de görmek istemediğim bir hayal kırıklığı vardı.

 

“Söyleyeceklerim için kelimeleri cımbızlamama gerek yok.” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ama içinde fırtınalar kopuyormuş gibi bir tonla. “Bunu sen de çok iyi biliyorsun.”

 

İçimi garip bir suçluluk duygusu kapladı. Ama neden? Gülmüştüm, sadece gülmek… Bu kadar basit bir şeyin bu kadar ağır bir sorgulamaya dönüşmesi içimde tuhaf bir rahatsızlık yaratıyordu. Ama aynı zamanda… aynı zamanda, Yiğit’in bu kadar etkilendiğini görmek de içimde anlam veremediğim bir şeyleri tetikliyordu.

 

Başımı hafifçe yana eğip gözlerimi kısmıştım. Onun ne ima etmeye çalıştığını biliyordum ama bu oyunu sürdürmek istedim. “Yiğit, birine gülmek ya da gülmemek üzerine böyle bir konuşma yapmak ne kadar mantıklı sence?”

 

Gözlerini kırpıştırmadan yüzümü inceledi. Sanki içimi görmek istermiş gibi, sanki saklamaya çalıştığım şeyin izlerini yakalamak istiyormuş gibi… Sonra hafifçe gülümsedi. Ama bu gülümseme ne neşeliydi ne de rahatlatıcı. Daha çok pes etmiş, hatta biraz da acı dolu bir gülümsemeydi.

 

“Sadece,” dedi sonunda, ses tonu neredeyse fısıltıya dönerken, “Seni gülerken görmeyi özlemişim. Onu fark ettim.”

 

Bu sözleri beni hazırlıksız yakalamıştı. Kalbim bir an duracakmış gibi hissettim. Yüzümdeki ifadenin değiştiğini fark edip hemen toparlanmaya çalıştım. Gözlerimi onunkilerden kaçırdım, çünkü bakışlarıyla hislerimi deşifre edeceğinden korkuyordum.

 

Dikişlerini temizleyip bandajını dikkatlice sardığım an, ellerim titriyordu. Sessizlik, odadaki havayı iyice ağırlaştırmıştı. Son bandajı yerleştirip işi bitirdiğimde, elim hâlâ omzunda kalmıştı. Geri çekilmek istedim, ama onun gözlerindeki derinlikte kaybolmuş gibiydim.

 

"Bitti," diye fısıldadım, sesi çıkmayan bir kelime gibi. "Salona geçebiliriz."

 

Yiğit’le salona adım attığımızda içerideki hava gözle görülür şekilde gergindi. Loş ışık odanın her köşesine sinmiş, rahatsız edici bir sessizlik her şeyin üzerini örtmüştü. İçimde hafif bir huzursuzluk oluştu ama belli etmemeye çalışarak yürümeye devam ettim.

 

Hakan köşedeki koltukta oturuyordu. Elinde tuttuğu telefonu sıkıca kavramış, yüzündeki ciddiyetle bir şeyleri düşünüyormuş gibiydi. O her zamanki rahat ve neşeli Hakan gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti. Ses çıkarmadan Yiğit’le beraber içeriye geçtik. Yiğit bir süre ayakta durdu, sonra ağır adımlarla pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Gözleri boşluğa dalmıştı, sanki buraya ait değilmiş gibi görünüyordu.

 

“Her şey yolunda mı?” demek istedim ama ağzımı açamadım. Sessizlik, aramızda görünmez bir duvar gibi yükselmişti. Hakan sonunda başını kaldırdı, önce Yiğit’e, sonra bana baktı. Kaşları çatılmıştı, ama bakışlarında bir suçlama yoktu. Daha çok bir endişe saklıydı. Telefonunu masanın üzerine bıraktı ve hafifçe geriye yaslandı.

 

"Evin güvenliğini artırmak için adam sayısını 65'e çıkardım," dedi. Sesi neredeyse bir komutanınki kadar net ve otoriterdi. "Siz araç içindeyken çevre yollardan etrafınızı saracağız. Yaklaşık 90 km uzaklıkta buraya gideceğimiz yer. Hedefe yaklaştıkça takip eden araç sayısı azalacak son 3 km içinde peşinizde sadece ben olacağım ona göre dikkatli olun."

 

Yiğit başını yavaşça kaldırdı, ama gözleri hâlâ Hakan'a bakmıyordu. Alçak bir sesle, "Yola çıktığımızda takip ihtimali ne kadar?" diye sordu.

 

Hakan hiç tereddüt etmeden cevapladı. "Yüksek,” dedi Hakan, gözleri Yiğit’te, sesi kararlıydı. “Burası küçük bir şehir, biraz çaba gösteren herkes merkezi kontrol altına alabilir. Bu yüzden araç değişim noktalarını iki farklı yere ayarladım. Eğer bir şey hissedersem, birinci noktayı atlayıp direkt diğerine geçeceğiz.”

 

"Silahlar?" Yiğit'in sesi daha netti şimdi.

 

Hakan başını salladı, kaşlarını çatarken cümlelerine dikkatle devam etti. "Silahlar araçlarda hazır. Ama şu an elimizdeki en güçlü koz, fark edilmeden hareket etmek. Gereksiz yere dikkat çekmeyeceğiz."

 

Ben bu donanıma sahip olacak güce nereden sahip olduklarını sorgularken bu sırada Hakan'ın ses tonu iyice sertleşmişti. Söylediği her kelime odanın içinde yankılanıyor, üzerimizdeki baskıyı artırıyordu. Hakan'ın ciddi yüz ifadesine bakarken, o neşeli anılarının ne kadar uzak göründüğünü fark ettim. Sanki başka bir insandı şimdi.

 

"Üç gün içinde nikahınız var,” dedi Hakan aniden, sesi soğukkanlı ama keskin. Bu cümle odada bir bomba etkisi yarattı. “Bunu bilmemesi mümkün değil. Kaan, son ana kadar uğraşacak. En ufak bir açık görürse, peşinize düşecektir.”

 

Sözleri zihnimde yankılanırken bir an için nefesim kesildi. Üç gün. Sadece üç gün vardı. Nikah tarihimiz artık bir dönüm noktası değil, bir tehdit gibi üzerime çökmüştü. O an kafamda binlerce soru belirdi ama ağzımdan hiçbir şey çıkmadı. Kalbim çılgınlar gibi atarken, dışarıdan sakin görünmeye çalıştım. Hakan ve Yiğit’e zayıf bir görüntü vermek istemiyordum.

Ama içimdeki sessizlik bir fırtına gibiydi. Kaan’ın ne yapabileceğini hayal etmeye çalıştıkça, korkum büyüyordu. Her zaman tetikte olma fikri, beni neredeyse nefessiz bırakıyordu.

 

Yiğit tam karşımda, sessizce oturuyordu. Bakışları üzerimdeydi; dikkatli, ölçüp tartan bir şekilde. Öyle bir bakıştı ki, sanki her hareketimi, her mimiğimi inceliyor, söylemediğim şeyleri bile anlamaya çalışıyordu. O bakışların altında kendimi rahatsız hissetsem de, hiçbir şey belli etmemek için çabalıyordum. Ama Yiğit’in sessizliği, söylemediğim şeyleri duyuyor gibiydi.

 

Bu sessizlik beni zorlayan bir sorguya dönüşüyordu. Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bilmek istiyordu. Onunla evlenmeyi kabul etmiş gibi görünsem de, içimde neler döndüğünü anlamak istiyordu.

 

Bense, bu bakışların altında daha da sessizleşiyordum. İçimde hissettiğim karmaşayı, korkuyu, belki de öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. Ama Yiğit’in bu sakin ve sabırlı tavrı, benimle kelimelerle değil, bakışlarla konuşuyor gibiydi. Ve her geçen saniye, onun bu sessizliğinde daha çok sıkışıyordum.

 

Hakan son cümlesini söyledikten sonra oda yeniden sessizliğe büründü. Bu sessizlik, Hakan'ın ciddi yüz ifadesi ve Yiğit'in düşünceli bakışları arasında sıkışıp kaldı. Kalbimde bir düğüm vardı, ama bunu çözmek için henüz hazır değildim. Her şey ağır ve korkutucu görünüyordu. Ama ne olursa olsun, üç gün sonra nikahımız vardı.

 

Kapı çaldığında, içerideki sessizlik bir anda dağıldı. Hakan, gözlerini kapıya çevirdi ve hızla yerinden kalktı. Elini havaya kaldırarak, "Siz durun, ben bakarım," dedi. Ağır adımlarla kapıya yöneldi, ama temkinliydi.

 

Kapıyı açtığında, dışarıdaki adam siyah bir mont giymiş, yüzünde kayıtsız bir ifadeyle bekliyordu. Elindeki spor çantayı Hakan'a uzattı. "Bunlar istediğin şeyler," dedi kısa ve net bir şekilde.

 

Hakan çantayı aldı ve kapıyı sessizce kapattıktan sonra salona döndü. Çantayı masanın üzerine koydu, fermuarını yavaşça açtı ve içindekileri ortaya çıkardı.

 

"Geldiler."

 

Çantanın içinden, birkaç parça kıyafet çıktı. Hakan her bir parçayı dikkatle çıkarıp masanın üzerine yerleştirdi.

 

"Üzerinizi değiştirin önce. Sonra yola çıkarız.”

 

Yiğit, sessizce bana döndü. "Sen mutfakta kıyafetlerini değiştir," dedi bir kaşıyla mutfağı işaret ederek. Gereksiz bir şekilde tuhaf şeylere takılmaya başlamıştı, burada giyinecek değildim sonuçta.1

 

Masanın üzerindeki kıyafetlere baktım ve kendime uygun olanları seçtim. Hakan bir yandan montunun cebinden küçük bir kulaklık çıkarıp Yiğit'e uzattı. "Bu da sizin için. Araçtayken iletişimde kalacağız. Herhangi bir durumda haber vermek için bunu kullanın."

 

Yiğit kulaklığı eline aldı, ama dikkatini yine bana çevirdi. "Hazır olduğunda söyle. Gecikme lüksümüz yok."

 

Başımı salladım ve üzerimi değiştirmek için yan odaya geçtim. Sade bir kazak, koyu renkli bir pantolon ve gri bir mont seçmiştim. Aynadaki görüntüme kısa bir süre baktım ardından odadan dışarı çıktım.

 

Odaya geri döndüğümde, Yiğit ve Hakan çoktan hazırlanmıştı. Yiğit'in üzerinde siyah bir mont ve siyah renk bir şapka vardı. Klasik görüntüsünün aksine kot bir pantalon giymişti.

 

Dışarı adım attığımda, soğuk hava tenimi kesmeye başladı. Yiğit, bana bakıp kısa bir baş hareketiyle birlikte, aracı işaret etti. Yine aynı şeyi yapmıştı.

 

Ben kapıdaki araca doğru ilerlerken o Hakan'la diğer aracın önünde birşeyler konuşmaya başladı.

 

Kaan ile olurda karşılaşırsam ne yapardım bilmiyorum. Ne kadar odağımı değiştirsemde bu soru aklımın bir köşesinde beni bir türlü terk etmiyordu.

 

Arabanın kapısını açıp sağ koltuğa oturduğum da Yiğit'te sol kapıyı açıyordu. Hızlıca yerine yerleştikten sonra aracı çalıştırdı.

 

Hakan önde biz arkada, dün gece tüm çaresizliğimizle sığındığımız bu evi ardımızda bırakmıştık.

 

Yiğit gözlerini dikiz aynasına sabitlerken bir yandan direksiyonu çevirdi. Sesi, hafif bir ciddiyete bürünmüştü.

 

"Emniyet kemerini tak, Aslı."

 

Söylediği gibi kemerimi takıp, tüm odağımı yola verdim ve gerçekleşebilecek ihtimalleri düşünmeye başladım.

 

Bir süre ikimiz de konuşmadan ilerledik. Motorun hafif uğultusu, gerilimi daha da derinleştiriyordu. İçimde büyüyen soruların ağırlığına dayanamayarak bir anlığına cesaret buldum ve sordum:

"Bu kadar adam tutacak parayı nereden buldun?"

 

Yiğit'in gözleri dikiz aynasında benimkilerle buluştu. Kaşlarını hafifçe çattı, ancak yüzünde hafif bir alay belirdi.

"Ne önemi var?" dedi soğukkanlı bir sesle.

 

"Sana dair bildiğim her şey... artık bambaşka görünüyor, sen de buna dahilsin," dedim, içimdeki gerginliği gizleyemeyerek. "Doğal olarak sorguluyorum her şeyi."

 

"Bu önemsiz bir detay," diye yanıtladı, sesi belirgin bir sabırsızlık taşıyordu. "Mantıklı sorular sor, Aslı. Gerçekten bilmen gereken onca şey varken sorun bu olmamalı."

 

Hafifçe omuz silktim. "Tamam, o zaman... Hakan'la nasıl tanıştınız?"

 

Sorum havada asılı kaldı. Dikiz aynasından bana dönen bakışları, bir süre kararsızca üzerimde gezindi. Gözlerinde bir anlığına beliren bir gölge, sanki geçmişin bir izini taşıyordu.

 

"Neden sordun?" diye karşılık verdi, dikkatle beni süzerek.

 

"Merak ettim," dedim masum bir tavırla. Ama aslında merak ettiğim şey, Hakan'ın adının geçmesiyle Yiğit'in bu kadar huzursuz olmasının sebebiydi. Ayrıca Hakan'ın anlattıklarından da bahsedip bahsetmeyeceğini de merak ediyordum.

 

Yiğit kısa bir an gülümsedi, ama bu gülümseme diğerlerinden farklıydı. Bir tehdit, bir meydan okuma gibi. “İkimiz de hayatımızın zor bir dönemindeydik,” dedi sonunda. Sesi sanki özenle hazırlanmış bir perdeydi, altındaki çatlakları gizlemek için yeterince kalın.

 

"Zor bir dönem mi?" diye üsteledim, onun bu kadar kapalı anlatmasını kabul edemezdim.

 

"Her insanın bir dibe vurma noktası vardır, Aslı," Onun bu kadar kontrollü konuşması sinirlerimi bozuyordu. “Hakan ve ben, tam o noktalarda tanıştık."

 

"Peki ya..." Duraksadım, cesaretimi toparlayarak devam ettim. "Birbirinizi nasıl fark ettiniz? İlk anda mı, yoksa—"

 

Gözleri dikiz aynasında bir kez daha bana döndü, ama bu kez yüzündeki sertlik apaçık ortadaydı.

"Fark ettik işte," dedi kısa ve keskin bir tonla.

 

"Başka bir detay yok mu yani?" dedim, istemeden biraz meydan okur gibi.

 

"Neden bu kadar ilgilisin, Aslı?” dedi. Sesi düz, ama bir o kadar da keskin ve buz gibiydi. “Merak ettiğin ben miyim, yoksa Hakan mı?”1

 

Direksiyonu tutan elleri dikkatimi çekti. Parmakları o kadar sıkı kavramıştı ki, eklemleri beyazlamıştı.

 

“Neden sürekli konuyu farklı yöne çekiyorsun?” Hafif bıkkınlığımı belirtmiştim çünkü davranışına anlam veremiyordum.

 

"Aslı," dedi sonunda, ama bu kez sesi bir uyarı tonu taşıyordu. "Seni böyle meraklı görmek... ilginç," dedi, sesi sakin ama altındaki anlamı çözmek zordu.

 

Yiğit'in sözleri kafamda yankılanırken, ne demek istediğini çözmeye çalışıyordum. Kelimeler o kadar basit görünüyordu ki, altında sakladığı anlamın ağırlığı daha da büyüyordu. İçimdeki huzursuzluk dalgası, merakla birleşerek bir düğüm haline gelmişti. Yutkunarak, gözlerimi önümdeki yola çevirdim.

 

"İlginç olan ne?" diye sordum sonunda, sesimin sakin kalmasını umarak.

 

Yiğit, dudaklarının kenarında beliren o belli belirsiz tebessümle bir an sustu. Sonra, sanki beni daha da rahatsız etmek istercesine, sorumu yanıtsız bırakıp gözlerini yola çevirdi. Direksiyonun başında sarsılmaz bir duruş sergiliyordu, ama sessizliği bir kalkan gibi kullanıyordu.

 

"Sen söyle," dedi nihayet. "Son zamanlarda bu kadar çok soru sormanın sebebi ne?"

 

"Neyi bilmek istiyorsun?" diye karşılık verdim, bir anda içimde patlayan cesarete şaşırarak.

 

"Önceden benimle konuşmayı bile reddederken, son günlerde dilinin çözülmesine sebep olan şeyi." Yiğit'in elleri direksiyonu o kadar sıkı kavramıştı ki, kemiklerinin beyazladığını görmemek imkansızdı. Gözleri yolda olsa da dikkatinin başka bir yerde olduğu belliydi. Aramızdaki sessizlik, her geçen saniye daha da ağırlaşıyordu. Onun bu haline bakarken, söylediklerimin tam olarak nereye dokunduğunu anlamaya çalışıyordum.

 

Onun bu tavrı içimde anlam veremediğim bir huzursuzluk oluşturdu. Neden bana böyle davrandığını anlamıyordum. Bir an gözüm, dikiz aynasına kaydı. Yiğit'in kaşları, hafifçe çatılmıştı. Gözlerinde huzursuz bir ifade vardı. Yolda yanımızdan geçen arabaya kısa bir bakış attıktan sonra elini direksiyondan çekip camı açtı. Soğuk rüzgar bir anda içeri doldu, ama bunun Yiğit'in gerginliğini dağıtmak için bilinçli bir hareket olduğunu anladım.

 

"Ben sadece—" dedim, ama sözümü bitirmeme izin vermedi.

 

"Ne öğrenmek istiyorsun?" dedi keskin bir şekilde.

 

Sözleri içimdeki bütün dengeleri bozdu. Kendimi toparlamaya çalışarak, "Sadece sizin nasıl tanıştığınızı merak ettim," dedim, ama sesim bu kez titriyordu.

 

"Merak etme," dedi soğuk bir tonda. “Doğrudan benimle ilgili sorun varsa sor, seni ilgilendiren sadece bu kısım.” Yeni bir soru beklercesine meydan okur gibi gözlerime baktı.

 

Daha fazla diklenecek gücümde cesaretimde yoktu ve susmayı tercih ettim. Bu tavırları beni daha fazla sorgulamaya itiyordu, ama bir yandan da aramızdaki gerilimin gerçek kaynağını çözmeye çalışıyordum. Sabahki yakınlığımız ile şuanki mesafemiz arasında uçurumlar vardı.

 

“Tamda tahmin ettiğim gibi.” Gibi derken öfke doluydu. Kafasıyla kendi kendini onaylayıp önünde duran arabalara sabırsız bir şekilde korna basmaya başladı.

 

Her kelimesi, o sert tonu ile zihnimde yankı yapıyordu. Daha fazla soru sormayı göze alamıyordum, ama içimde biriken düşünceler bir türlü durmuyordu. Onun bu kadar öfkeli oluşunun arkasındaki nedeni anlamadan, sessiz kalmayı seçtim.

 

Arabada motor sesinden başka bir şey duyulmuyordu, ama bu sessizlik içimdeki huzursuzluğu daha da büyütüyordu. Şehir merkezine doğru yaklaştıkça, aklım tamamen Kaan'la ilgili ihtimallerle dolmuştu. Onun tekrar karşımıza çıkabilme düşüncesi, zihnimin derinliklerinde yankı yapıyordu. Bu düşünce bile içimde dayanılmaz bir ağırlık yaratıyordu. Kendimi koltuğa daha da gömülmüş, adeta varlığımı saklamak istercesine küçülmüş halde buldum. Ellerim kucağımda istemsizce sıkılıyor, nefes alışlarım hızlanıyordu.

 

Yanımda oturan Yiğit de en az benim kadar gergindi. Direksiyonu sıkıca kavrıyor, gözlerini yoldan bir an olsun ayırmıyordu. Ama dikkatini sadece önündeki yola değil, çevredeki araçlara da vermişti. Kulaklığındaki seslere odaklanmış, kısa ve net cevaplarla iletişimde kalıyordu.

 

"Anlaşıldı," dedi, sesini kısarak kulaklığındaki mesaja yanıt verirken. Ardından bir düğmeye basıp tekrar konuştu. "Alt ve üst cadde paralel ilerliyor. 5 dakika önce biri geçti, arka destek 5 dakika geride. Herhangi bir değişim olursa haber verin."

 

Hakan ise alt caddeden ilerliyordu. Onun planını bilmeme rağmen, yanımızda olmaması içimde bir boşluk hissettiriyordu. Güvende miydi? Her şey planladığı gibi mi gidiyordu?

 

Yiğit aniden dikiz aynasından bana baktı. Tam bir şey söyleyecekti ki, kulaklıklarımızdan gelen bir ses onu böldü.

 

"Alt cadde köşesinden hızla gelen bir araç var," dedi Hakan'ın sesi. "Dikkatli olun, yön değiştirip size yaklaşabilir."

 

Yiğit'in yüzü anında ciddileşti. Direksiyonu sıkıca kavrarken, kulaklığına dokundu. "Anlaşıldı. Mesafeyi koruyun, gözünüz üstünde olsun."

 

Tam o sırada, sol yanımızdaki bir ara sokaktan hızla çıkan bir araç önümüze doğru keskin bir dönüş yaptı. Siyah renkli, camları karartılmış bir sedan. Yiğit hızla frene bastı, araç hafifçe yalpaladı ama kontrolü elinde tutmayı başardı.

 

"Ne yapıyorsun?" diye sordum, sesim titriyordu.

 

"Merak etme," dedi Yiğit, gözlerini yoldan ayırmadan. Ama sesindeki gerginlik, işlerin ciddiye bindiğini gösteriyordu.

 

Siyah araç önümüzde bir an tereddüt etti, ardından hızla ilerlemeye başladı. Aynı anda kulaklıklardan Hakan'ın sesi yeniden duyuldu. "O araç beklenmiyordu. Büyük ihtimalle yalnız değiller."

 

Yiğit, hızlıca cevap verdi. "Anladım. Alt caddede konumunu koru. Peşimize düşerlerse dikkatlerini dağıt."

 

Ardından direksiyonu keskin bir hareketle sağa kırdı, ara sokaklardan birine daldı. Geniş caddelerden uzaklaşmaya başlamıştık. Kalbim deli gibi atıyordu, ama Yiğit'in yüzündeki sakinlik beni şaşırtıyordu.

 

"O mu?" diye sordum, gözüm aynada hâlâ peşimizde beliren siyah araca takılıyken.

 

"Büyük ihtimalle," dedi Yiğit kısık bir sesle. "Ama emin olacağız."

 

Siyah araç bizi takip etmeye başlamıştı. Mesafeyi koruyarak hareket ediyor, ama tam olarak üzerimize gelmiyordu. Bu da işi daha ürkütücü hale getiriyordu.

 

Yiğit bir kez daha Hakan'a seslendi. "Sağa dönüyorum. Üst caddede pozisyon al, eğer peşimizden gelirlerse sıkıştırırız."

 

Aracı hızlandırdı, bir başka sokağa daha daldı. Peşimizdeki araç hızlanarak arayı kapatıyordu. Tam o sırada, alt caddeden Hakan'ın kullandığı araç belirip hızla bizim sola kırmamızla birlikte siyah aracın yolunu kesti.

 

Siyah araç bir anda durakladı, hızını düşürdü, ama tamamen durmadan manevra yaparak geri döndü. Hakan kulaklıklardan bağırdı. "Sakın durmayın, devam edin! Dikkatlerini başka yöne çekeceğim."

 

Yiğit, Hakan'ın söylediği gibi yolu değiştirdi, başka bir caddeye saptı. Bu kez, şehir merkezine çıkan bir alt yoldaydık. Siyah aracın gözden kaybolup olmadığını bilmiyordum, ama Hakan hâlâ talimatlar veriyordu.

 

"Bir araç daha yaklaşıyor. Aynı ekipten olabilir. Sağınızda dar bir sokak var, oraya girin ve hızla araç değişim noktasına ilerleyin. Çabuk olun!"

 

Yiğit direksiyonu sertçe sağa kırdı. Araç dar bir sokağa girerken peşimizde beliren ikinci araç tüm dikkatimizi üzerimize çekti. Bu sefer hiç tereddüt etmeden hızlanmış, bizi doğrudan sıkıştırmaya başlamıştı.

 

Galiba sonumuza yaklaşıyorduk, dönüşü olmayan bir yola girmiştim ve sonumun acılı olmasından çok korkuyordum.

 

Yiğit bir anda dikiz aynasından bana baktı. Bakışları sertti ama içinde bir sıcaklık da barındırıyordu. "Aslı," dedi, ses tonu keskin ama sakinleştirici bir tınıdaydı. "Korkma, sana birşey olmasına izin vermem."

 

Onun sözleriyle fark ettim; gerçekten de oturduğum yere sinmiş tırnaklarımı sıkı sıkı bacaklarıma batırıyordum. Boğazımdaki düğümü çözmeye çalışarak derin bir nefes aldım. Ellerimi çekip iyi şeyler düşünmeye odaklanmaya çalıştım. Ama zihnim hala Kaan'a, onun neler yapabileceğine odaklanıyordu. Karşısına geçip ne diyebilirdim? Yaklanmış olduğum senaryo beynimin içinde dönüyor ve ben çözüm bulamıyordum.

 

Tam sokağın sonuna geldiğimizde, önümüzde bir başka araç daha belirip yolumuzu kesmeye çalıştı. Yiğit sert bir fren yaptı, ardından direksiyonu hızlı bir şekilde diğer yöne kırarak ara yoldan çıkmaya çalıştı. Ancak o an, ilk peşimizdeki araçtan inen birkaç kişinin ellerinde silahlarla üzerimize doğru koştuğunu gördüm.

 

"Eğil!" diye bağırdı Yiğit, beni refleksle koltuğa bastırırken. O sırada birkaç el silah sesi yankılandı. Araçta çatırdayan camlar, o anın ciddiyetini daha da artırdı.

 

Kulaklıklardan Hakan'ın sesi yankılandı: "Çatışma başladı. Aracınızı bırakıp koşun! Araç değişim noktasına ulaştım, sizi koruyacağım!"

 

Yiğit hemen kapıyı açtı, "Hemen dışarı çık, koş!" diye emir verdi. Bir an tereddüt ettim, ama onun yüzündeki kesin kararlılığı görünce kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Silah sesleri hâlâ yankılanıyordu, ama Yiğit anında yanıma gelip beni arkasına aldı.

 

Dar sokaktan çıkıp, araç değişim noktasına doğru koşarken Hakan'ın aracını gördüm. Hakan araçtan inmiş, eliyle hızlıca bize işaret ediyordu. "Bu tarafa gelin! Hadi, çabuk!"

 

Tam o sırada, siyah araçtan inen birkaç kişi daha arkamızdan ateş etmeye başladı. Mermiler yandaki duvarlara çarparak sekip etrafa dağılırken Yiğit, belindeki silahı çekip birkaç el karşılık verdi.

 

Hakan ise hızla ilerleyip, yeni bir aracı gösterdi. "Aslı, o araca geçiyorsun!" dedi, net bir emir tonuyla. Eliyle siper almış, bir yandan Yiğit'in önünü kontrol ediyordu.

 

Ben hiç düşünmeden söyleneni yaptım ve araca doğru koştum. Açık kapıdan içeri atladığım anda, Yiğit de hemen ardından geldi. Arkadan gelen silah sesleri kesilmemişti, ama Hakan'ın aracı onları oyalıyordu.

 

Yiğit kapıyı kapatıp direksiyona geçtiğinde, hızla yeni aracımızı çalıştırdı. Hakan, diğer araçtan son bir el ateş açtıktan sonra kendi aracına atlayıp paralel bir yoldan ilerlemeye başladı.

 

"İzimizi kaybettirmem lazım, ikinci değişim noktasına gidiyorum." Sesindeki telaş ve yorgunluk zaten tedirgin olan beni korkudan dondurmaya yetmişti.

 

Hakan'ın sesi tekrardan duyuldu. "Tamamdır acele edin."

 

Yiğit, hemen gazı köküne kadar bastı ve yeni aracımız hızla harekete geçti. Dar sokaklardan birine dalarak, bizi çatışma alanından uzaklaştırmaya başladı. Şehirdeki karmaşanın içinde, her an patlayabilecek bir gerilim vardı. Herhangi bir köşe, her an dönülen bir sokak, her bir viraj... Hepsi bir tehdit gibi hissediliyordu.

 

Sanki her şeyin sonu geliyormuş gibi, bir anlık sessizlik içinde derin bir nefes aldım. "Ya başaramazsak?" diye fısıldadım, titreyen sesimle korkumu dile getirirken. Söylediğim kelimeler, içimde büyüyen kaygıyı hafifletmeye yetmedi.

 

Yiğit, gözlerini bir an için yola odakladı. Elindeki direksiyonu biraz daha sıkı kavradığını fark ettim. Kısa bir sessizlik oldu, arabayı saran motor sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Derin bir nefes aldı, ardından dudaklarının kenarında sert bir gülümseme belirdi.

 

"Beni öldürmedikçe seni benden alamaz," dedi, kararlı bir tonda. Ama sesindeki bu sert güven, içimdeki korkuyu sadece bir nebze dindirebildi. Çünkü bu sözlerin altında saklı olan gerçeğin ağırlığını hissediyordum. Her şey hâlâ o kadar belirsizdi ki, zihnimde kaygılar çığ gibi büyümeye devam ediyordu.

 

Gözlerim, önümdeki yola odaklanmış gibi görünse de, zihnim Yiğit’in söylediklerine takılı kalmıştı. "Neden yaptın bunu bize—kendine neden yaptın?" dedim, daha fazla dayanamayarak. Sesimde korku ve bastıramadığım kırgınlık vardı. Sözlerim dökülürken, gözlerimde biriken yaşları artık saklayamaz olmuştum.

Yiğit, sözlerimi duyar duymaz oturduğu yerde gerildi. Ellerini direksiyona daha sıkı bastırdı, eklemleri beyazlaşmıştı. Yüzüne baktığımda, dudaklarının birbirine sıkıca kenetlendiğini fark ettim. Söylediklerim ona dokunmuştu, ama yine de cevap vermemeyi tercih etti.

 

Arkadaki kovalamaca tam anlamıyla bitmiş gibi görünmüyordu. Yan sokaklardan gelen motor uğultuları, hala peşimizde birilerinin olduğunu hissettiriyordu. Yiğit ani bir dönüş yapıp bizi dar bir ara yola soktu.

 

Kulaklıklardan Hakan'ın sesi tekrar geldi: "Alt sokaktayım. Güvenli mesafeyi koruyorum. Peşinizde hâlâ bir araç olabilir."

 

Tam o sırada, Hakan'ın sesi bir kez daha duyuldu. "Sağınızda bir çıkış var. Dar bir geçitten geçip ana yola bağlanabilirsiniz. Oradan sizi karşılayacağım."

 

"Anlaşıldı," dedi Yiğit. Ardından hızla direksiyonu sağa kırdı ve araç dar bir geçide daldı. Tekerlekler taşlı zeminde hızla kayarken, kalbim göğsümde bir davul gibi atıyordu. Geçit neredeyse araçla aynı genişlikteydi; duvarlar o kadar yakındı ki, yan aynalar neredeyse kazıyordu.

 

"Çıkış yaklaşıyor," dedi Yiğit, gözlerini dikiz aynasına kaydırırken. Peşimizdeki aracın ışıkları hâlâ görünüyordu, ama dar geçitte hızlarını azaltmışlardı. "Biraz zaman kazandık."

 

Nihayet geçitten çıkıp geniş bir caddeye bağlandığımızda, motor sesleri tekrar yükseldi. Peşimizdeki araç dar geçitten sıyrılıp caddeye çıkmıştı. Ancak, o an caddenin sonunda Hakan'ın aracı bir kez daha belirdi. Aracının güçlü farları, peşimizdeki araca doğru bir avcı gibi ilerliyordu.

 

Hakan'ın sesi yeniden geldi. "Devam edin, arayı açıyorum. Siz araç değişim noktasına gidin, burası artık benim işim."

 

Yiğit başını sallayıp devam etti. "Güzel. Hakan işi bitirene kadar bizi başka bir yere ulaştırmamız lazım."

 

Araç, bir süre daha yüksek hızda caddeler arasında ilerledi. Ancak şehrin merkezine yaklaştıkça, yollar daha kalabalık hale geliyordu. Trafik lambaları, kavşaklar ve araçlar her geçen saniye işleri daha da zorlaştırıyordu.

 

"Biraz nefes al," dedi Yiğit, yan gözle bana bakarak. "Bu noktadan sonra güvendesin."

 

Tam o sırada, bir kavşaktan sola döndük. Önümüzde eski, terk edilmiş gibi görünen bir otopark vardı. Yiğit hızla aracı park etti, motoru kapattı ve bana döndü.

 

"İniyoruz," dedi, telaşlı bir sesle.

 

Hiç zaman kaybetmeden kapıyı açıp araçtan indim. Yiğit, hızlı adımlarla beni başka bir aracın olduğu noktaya yönlendirdi. Siyah camlı, sade görünümlü bir sedan bizi bekliyordu. Aracın içinde, tanımadığım iki kişi vardı. Onlar Yiğit'le kısa bir göz teması kurduktan sonra, bir şey söylemeden bizim arabamıza geçtiler.

 

"Onlar geldiğimiz yönden çıkacak," dedi Yiğit, beni koruyormuş gibi vücudunu hafifçe önümde tutarak. "Biz başka bir yönden devam edeceğiz."

 

Hemen yeni araca geçtim. Motorun sessizce çalışmaya başlamasıyla, yeni bir rota için yola koyulduk.

 

Aracın hızla dar sokaklardan geçtiğini hissettim. Yeni rota, farklı bir yoldan gidiyordu. Şehirden uzaklaştığımızı anlamıştım, çünkü çevredeki yapıların seyrekleşmeye başladığını fark ettim.

 

"Bu bizi ne kadar uzaklaştıracak?" diye sordum, dışarıdaki karanlığa bakarak.

 

"Yeterince," dedi Yiğit, direksiyonun başında sakin bir yüz ifadesiyle.

 

Arka koltukta sırtımı yasladım ve derin bir nefes aldım. Kaan'ın ismi zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. Bu adam, görünüşe göre bir adım öndeydi ve her hamlesini öngörüyordu.

 

Kulaklarımız bir kez daha cızırtıyla doldu. Hakan'ın sesi arka planda yankılandı: "Eski araç takip altında. Onları birkaç sokak boyunca oyaladık, ama hâlâ iz peşindeler. Dikkatli olun."

 

"Anlaşıldı," dedi Yiğit. Sonra bana döndü. "Hızlanmamız gerekiyor."

 

Sessizliğin içinde motorun düzenli uğultusu ve zaman zaman Yiğit'in direksiyonun başındaki kararlı hareketleri dışında hiçbir ses yoktu. Sokaklar, sabahki koşuşturmacadan sonra bir nebze daha sakindi.

 

Araçları değiştirmiştik ama takip edilmediğimizden emin olana kadar sokaklarda dolanmaya devam etmiştik. Her köşe, her kavşak, her yeni sokak bizi biraz daha güvenli hissettirse de, gerilim bir türlü geçmiyordu. Herhangi bir aracın aniden yanımıza yaklaşması, ya da uzaklardan bile olsa bir ışık parıltısının gölgesi, içimdeki huzursuzluğu büyütüyordu. Yiğit'in dikkatli bakışları, hızla gözden geçirdiği her arabada, her insanın hareketinde bir tehlike arıyordu.

 

Ağlamam durmuştu ama içimdeki titremeyi kontrol edemiyordum. Parmaklarımı istemsizce sıkarak oturduğum koltuğa tutunmuş, içimde fırtınalar koparken Yiğit’in yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum.

 

Kaan’dan zaten delicesine korkuyordum. Ama bu olanlar... bu kaçış... artık kaçınılmaz sonumun bir başlangıcı gibiydi. Nereye gittiğimizi ya da Yiğit’in aklında ne olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onun kontrolü altında olduğumdu. Ve bu kontrol, içimde derin bir huzursuzluk yaratıyordu.

 

Sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldım. "Neden yaptın?" dedim, sesim titrek ama yeterince sertti.

 

Yiğit, o an gözlerini yoldan ayırmadan kısa bir duraksama yaşadı. "Neyi?" diye sordu, sesinde tanıdık bir soğukkanlılık vardı.

 

“Neden kaçırdın beni?” dedim, sesim bu kez daha kararlı çıkmıştı. Gözlerimle onun yüzünü incelemeye çalışıyordum, ama gözlerini yoldan bir an bile ayırmıyordu.

 

"Kaan’la evlenmemen için," dedi sonunda, dümdüz bir ifadeyle.

 

Bu cevap beni bir an afallattı. "Neden?" dedim, kelimeyi söylerken ağzımdan başka bir şey çıkamayacağını hissediyordum.

 

"Onun eline bırakamazdım seni," dedi, bu kez sesinde daha sert bir ton vardı.

 

"Neden?" diye üsteledim, bu kez hislerimi saklamaya çalışmadan. İçimde biriken sorular ve korkular patlamak üzereydi.

 

Yiğit aniden direksiyonu daha sert kavradı ve çenesini sıktı. Yüzünde açıkça gördüğüm o gerginlik, söylediklerimin ona dokunduğunu gösteriyordu.

 

"Ne duymak istiyorsun, Aslı?" diye patladı sonunda. Sesi soğuk ama içinde öfkeyle karışık bir sabırsızlık taşıyordu. "Söyle, gerçekten duymak istediğin şey ne?"

 

Bir an sessizlik oldu. Kendi sorularımın cevabını bile bilmezken, Yiğit’in bu kadar keskin bir tepki vermesi beni hem korkutmuş hem de daha fazla konuşmaya itmişti. "Bize neden bunu yapıyorsun, Yiğit? Hayatımızı mahvediyorsun ve hâlâ hiçbir şey söylemiyorsun. Neden?"

 

Onun yüzündeki ifade değişti. Sanki söylediklerim bir bıçak gibi kalbine saplanmıştı. Ama o asla açık bir şekilde bunu göstermezdi. Gözlerini sıkıca kapadı, ardından bir nefes alarak konuştu.

 

“Hayatını mahvettiğim falan yok. Şunu söyleyip durma.” Sakinliğinin altında patlamaya hazır bir volkan vardı sanki, vücudunun gerginliğinde görüyordum. Ama farkına varmalıydı. “Sorun buysa ondan daha iyi bir eş olacağım söz veriyorum.” Bunu bir zorunluluk gibi söylemesi her seferinde canımı acıtıyordu.

 

“Sorun bu değil. Hayatımı demedim. Abimin, benim hatta kendi hayatını bile. Benimle evlenmek zorunda değilsin acı çektiğini görüyorum bunu söylerken.” Duyduklarıyla kısa bir an sadece donup kaldı. Ardından öfke dolu bir sabırsızlıkla aracı durdurup kapısını açtı.

 

Aniden aracın çevresinden dolanıp kapıma geldi. Sert ama aceleci bir hareketle kapıyı açtı. Yüzündeki ifade beni susturdu; öfkesi mi vardı, yoksa hayal kırıklığı mı? Ayırt edemiyordum.

 

“İn,” dedi, sesi keskin ama kontrolsüz bir patlama değildi. Daha çok kararını çoktan vermiş biri gibi sakin, ama emrediciydi.

 

Hâlâ oturuyordum. “Ne yapıyorsun?”

Sözlerim, onun bu ani çıkışını anlamaya çalışan bir tedirginlikle döküldü.

 

“İn dedim, Aslı.” Bu kez gözlerindeki kararlılık bir an bile sarsılmadı.

 

Derin bir nefes alıp arabadan indim. Havanın serinliği bir anda yüzüme çarptı ama bu his, içimde büyüyen huzursuzluğun yanında hiçbir şeydi.

 

“Tamam, indim. Ne yapmaya çalışıyorsun?” dedim, ellerimi sıkıca gövdemin iki yanına bastırarak.

 

Cebinden bir şey çıkardı. Bir telefon. Gözlerim hemen tanıdı; bu benim telefonumdu. Uzun zamandır yanımda olmayan, artık bir şekilde hayatımdan çıkmış gibi hissettiğim telefonum… Ama neden şimdi? Ne yapmak istiyordu?

 

“Bakma öyle. Al!” diyerek telefonumu uzattı. Sesinde ne bir kızgınlık ne de bir sabır kalmıştı. Sadece net, değişmez bir talep vardı.

 

Şüpheyle baktım, ama elimi uzattım. Telefonu alırken parmaklarım farkında olmadan titredi. Onun yüzüne bakarken, bir an için benden tamamen vazgeçtiğini düşündüm. Ve bu düşünce, içimde beklenmedik bir kırılma yarattı. Öyle bir kırılma ki, korku ve hayal kırıklığı birbirine karıştı, hangisinin daha güçlü olduğunu anlayamadım.

 

Telefonu ellerimde tutarken, sanki bir ağırlık taşıyormuşum gibi hissettim. Telefon kapalıydı. Ekrana bakıp durdum. Önceden bu telefonu bana geri vermiş olsa, tereddüt etmeden açardım. Şimdi ise ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. O kadar çok şey olmuştu ki, artık neyin beni daha çok korkuttuğuna karar veremiyordum.

 

“Aç ve Kaan’ı ara,”

Başımı hızla kaldırıp ona baktım. Kalbim bir anlığına yerinden fırlayacakmış gibi oldu.

 

“Neden?” dedim fısıltıya yakın bir sesle. Kendi sorumun cevabını bilmediğim gibi, ondan gelecek cevabı da duymaktan korkuyordum.

 

“En başından beri istediğin bu değil miydi?” dedi, gözlerini hiç benden ayırmadan.

 

“Ben—”

Nefesim düzensizleşti. Ellerim daha da titremeye başladı. Kaan… Onun sesi, onun dokunuşu, onun bakışları… Hepsi birden zihnime hücum etti.

 

Ona ulaşmak, onun beni bulmasına izin vermek…

Bu gerçekten istediğim şey miydi?

 

“Aç telefonu.”

Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Güç tuşuna baktım. Sadece basmam yeterdi. Sadece… Basacaktım ve her şey başlayacaktı.

 

Ama yapamıyordum.

Telefonu sıktım. Gözlerim doldu. Boğazımın düğümlendiğini hissettim.

 

“Yiğit…” dedim. Sesim, neredeyse bir fısıltı kadar zayıftı.

 

O an gözyaşlarım süzülmeye başladı. Sessiz, titrek…

Yiğit hiçbir şey söylemedi. Ama yüzü değişti. O keskin bakışların ardında, hafif bir çatlak belirdi sanki. Sanki… Üzülüyordu.

 

Ama belki de sadece görmek istediğim şey oydu.

 

“Aç telefonu,” dedi tekrar. “Açtığın anda Kaan bizi bulacaktır.”

 

-Kaan bizi bulacaktır- bu gerçek zihnimde yankılanırken. Korkum tüm bedenime yayılmıştı, olduğum yerde titiriyor ve ağlıyordum.

 

“Aç,” dedi Yiğit, sesinde sabırdan çok soğukkanlı bir kararlılık vardı. “Kaan’ı ara. Hadi, Aslı. İstediğin bu değil miydi?”

 

Bir an, onun yüzüne bakmaya çalıştım. Ama gözlerim bulutlanmıştı. Kelimeler boğazıma düğümlenmiş, içimden geçen korkuyu dışarı vuramıyordum.

 

“Yiğit, ben—” dedim, ama cümleyi tamamlayamadım. Gözyaşlarım yanaklarımı durduramıyordum.

 

Telefonu elimden aldı ve gözlerini gözlerime dikti.

 

“Korktuğun şey onun seni suçlamasıysa, benimle olduğun için. Ben konuşurum,” dedi, sesi buz gibi bir kesinlik taşıyordu.

 

Başımı iki yana sallarken bilinçsizce elim elindeki telefona gitti. “Hayır yapma lütfen!”

 

“Yapma öylemi?” Sanki bu anı bekliyormuş tüm öfkesiyle telefonu fırlattı. “Ne istiyorsun Aslı? Ben artık sana nasıl yaklaşmam gerektiğini çözemiyorum. Çıldırmak üzereyim anlıyor musun?”

 

Onu ilk kez böyle görüyordum. Gözü dönmüş gibiydi, derin nefesler alıp önümde dönüp duruyordu. Bu hali ağlamamı daha da şiddetlendirmişti. Bir cevap bekliyordu ama cevap bende de yoktu.

 

Ağlamamı bir süre dinledikten sonra başını hafifçe yana eğdi, bakışları içimi delip geçerken sesi yumuşadı. Ama o sert tonun altındaki anlamı değiştirmiyordu.

 

“Aslı,” dedi, adımı söylerken sanki daha önce duymadığım bir tonda konuşuyordu. “Bu kadar korktuğun şey ne biliyor musun?”

 

Cevap vermedim. Verecek bir cevabım yoktu. Ya da belki vardı, ama yüksek sesle söylemekten çekiniyordum.

 

O suskunluğumda, Yiğit adım adım bana yaklaştı. Aramızda birkaç santim kalana kadar ilerledi. Ben geriye çekilmeye çalıştım ama aracın kapısı arkamı kapatmıştı. Kaçacak yerim yoktu.

 

“Onun seni bulmasından korkuyorsun,” diye devam etti. “Sana ne yapacağından, neler yaşatacağından. Değil mi?”

 

Sözleri her nefesimde göğsüme bir ağırlık gibi çöküyordu. O haklıydı. Ama sadece Kaan’dan değil, ondan da korkuyordum. Beni ona götürmesinden değil, bu kaçışın da bana başka bir kapan gibi hissettirmesinden…

 

Yiğit elindeki telefonu sertçe cebine attı. “Ama asıl korkun o değil,” dedi.

 

Yiğit'in yüzü gerildi, gülümsemesi tamamen kayboldu. "Sen bir ruh hastasının elinde kaybolmuş bir hayat yaşamaktan korkuyorsun."

Gözyaşlarım hızlandı. Ellerimi yüzüme kapatıp nefes almaya çalıştım ama ciğerlerime yetmiyordu.

 

Derin bir nefes alıp devam etti. “Neler yapabileceği hakkında hiçbir fikrin yok. Ama en kötüsü, onun seni yalnızca fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da esir aldığını görmek."

 

Sözleri iliklerime kadar işledi. Nefes almakta zorlanıyordum. Yiğit haklıydı. Kaan sadece bir tehdit değildi, aynı zamanda zihnime kazınmış bir kâbustu.

 

Hiç birşey söyleyemiyordum. Ağlamak ve dinlemek dışında elimden hiç birşey gelmiyordu. Vücuduma yayılan adrenalin yüzünden ayakta duracak gücüm kalmamıştı.

“Ondan deli gibi korkmana rağmen, ona gitmeye çalışıyorsun Aslı.”

 

"Korkularının üstünü kapatmışsın, kendini o kadar yaşanacaklara hazırlamışsın ki ne hale geldiğinin farkında değilsin. Sana her istediğini yaptırana kadar pes etmeyecek," sesi hem öfkeli hem acılıydı.

 

"Bu sadece kaçmakla bitecek bir şey değil, Aslı. Onun seni bulmasına izin verirsen, bir daha kaçma şansın olmayacak."

 

Bir an için geçmişte Kaan'ın bana kabus gibi yaşattığı anlar gözümün önüne geldi. Onun kontrolü, baskısı, manipülasyonu... Tüm bunları kabullenmek o kadar zor geliyordu ki. Ama Yiğit’in söyledikleri, bastırmaya çalıştığım gerçeği gün yüzüne çıkarıyordu.

 

“Yiğit..” sesimde tüm benliğim gibi içime kaçmıştı sanki fısıldayarak konuşuyordum.

 

“Bu yüzden kaçıyorsun,” diye devam etti Yiğit, gözlerini benden ayırmadan. “Sadece ondan değil, kendinden de.”

 

Bağırmak istedim. Hayır, dedim içimden, ama kelime ağzımdan çıkmadı.

 

Dudaklarımı araladım ama konuşamadım. O an her şey fazla geldi. Gözlerim yanıyordu. Bütün bu kaçış, korkularım, belirsizlik… Hepsi üzerime çöküyordu.

 

Bir adım geri çekildim. Daha doğrusu çekilmeye çalıştım ama Yiğit elini kaldırıp omzumdan tuttu. Yumuşak ama kesin bir hareketti.

 

“Bu gerçekle yüzleşmek zorundasın, Aslı,” dedi, sesi alçak ama netti. “O adam senin aklının içinde yaşıyor. Seni korkuyla esir aldı. Ama artık onu zihninden söküp atmalısın.”

 

Kafamı iki yana salladım. “Bunu ben istemedim,” dedim, sesim boğuk çıkmıştı. “Bu hale gelmeyi ben seçmedim.” Son cümlem tüm isyanımı yansıtırcasına öfke doluydu.

 

“Biliyorum,” dedi Yiğit, şaşırtıcı bir şekilde yumuşak bir tonda. “Ama bunu değiştirebilecek olan tek kişi de sensin.”

 

Bütün vücudum titriyordu. Ona karşı koyamıyordum, çünkü söyledikleri gerçeğin ta kendisiydi. Ama bir şey vardı… Hâlâ içimde çözemediğim bir şey.

 

Nefesim düzensizleşti, boğazım düğümlendi. Telefon hâlâ elimdeydi ama avuç içlerim o kadar terlemişti ki kayıp düşecekmiş gibi hissediyordum.

 

“Yapamıyorum.”

Sesim titredi. O an sadece üç heceye sıkışmış gibiydim.

 

Yiğit gözlerini gözlerime dikti. Sakin, ama aynı zamanda keskin bir kararlılıkla.

“Yapacaksın.”

 

Başımı hızla iki yana salladım. Gözlerim yaşlarla bulanmıştı, dünya sanki etrafımda dönüyordu. Nefes almak bile acı veriyordu.

“Düşünmedim mi sanıyorsun?” diye hıçkırdım. “Denemedim mi?”

 

Onu unutmayı, kaçmayı, bir sabah uyanıp her şeyin sadece kötü bir rüya olduğunu söylemeyi… Ama ne yaparsam yapayım, geçmiş hep arkamdan yetişmişti.

 

Yiğit aramızdaki tüm mesafeyi son bir adınla kapattı.

 

Ben ise sadece olduğum yerde kaldım.

Sonra, o yumuşak ama kesin sesiyle konuştu.

“Bu kez ben varım.”

 

Nefesim kesildi.

 

“Güven bana.”

Bütün dünya sustu sanki. Gözlerimi ona kaldırdığımda, o kararlı bakışlarının ardında bir şey daha gördüm. Orada, derinlerde bir yerde, kendimi gördüm. Kaybolmuş, korkmuş, kaçmaya çalışan beni.

 

Ama o bırakmıyordu.

“Sen bana güven ki ben seni koruyabileyim.”

 

Gözlerim daha da doldu. Her şeyi bırakıp kaçmak istedim, ama bu kez ayaklarım beni geri çekmedi.

 

Bu kez… Sadece durdum.

Ve bir saniye sonra, Yiğit’in kolları sıcacık bir korunak gibi sardı beni.

 

O an, her şey kırıldı.

 

Bütün korkularım, bütün kaçışlarım, bütün zincirlerim…

 

Göğsüne yaslandım. Avuçlarımı sıktım, ama o sıkılı yumruklar yavaşça gevşedi.

 

Ona teslim oluyordum.

 

Korkularıma, geçmişime rağmen…

 

Onun beni bırakmayacağına inanmak istiyordum.

 

Ve ilk kez, belki de çok uzun zaman sonra ilk kez, birinin kolları arasında bu kadar güvende hissetmiştim.

 

 

 

 

——————————

 

 

Geçen birkaç saatin ardından aramızdaki sessizliği Yiğit bozdu.

 

"Birazdan varıyoruz," dedi Yiğit, gözlerini yoldan ayırmadan. "Hakan, çevrede kontrol yaptı. Şimdilik bir sorun görünmüyor."

 

Aracın içindeki hava, sabahki kadar gergin değildi. Güneşin batışı ve sessiz mahallelerin görüntüsü, kısa süreliğine de olsa içime bir huzur serpiyordu. Yine de, Yiğit'in söylediği gibi hiçbir şey kesin değildi. Bu sessizlik, fırtına öncesi bir dinginlik olabilirdi.

 

Sonunda, iki katlı beyaz bir binanın önüne geldik. Dış cephesi temiz ve bakımlıydı. Önünde küçük bir bahçesi ve etrafı yüksekçe duvarlarla çevriliydi. Çocukluğumda yaz tatillerini geçirdiğim bir evin sıcaklığını hatırlatıyordu.

 

"İşte burası," dedi Yiğit, aracı kapının önüne park ederken.

 

Arabadan indiğimde, etrafı dikkatlice inceledim. Sokaklar sessiz ve boştu. Sadece birkaç kuş sesi duyuluyordu. Yiğit bagajdan küçük bir çanta aldı ve bahçe kapısını açtı.

 

"Burası Hakan'ın ayarladığı yerlerden biri," dedi, kapıyı işaret ederek. "Bir süre burada kalacağız. Kimse kolay kolay bizi bulamaz."

 

İçeri girdiğimizde, evin ferahlığı ve düzeni hemen dikkatimi çekti. Salon, sade ama konforlu bir şekilde döşenmişti. Geniş pencerelerden içeriye bolca ışık giriyordu. Bahçeye açılan bir veranda kapısı vardı ve içeride taze çiçeklerin kokusu hissediliyordu.

 

"Biraz otur, rahatla," dedi Yiğit, çantayı bir köşeye bırakırken. "Ben çevreyi bir kez daha kontrol edeceğim."

 

Onu başımla onayladım ve kanepeye oturdum. Son yaşadığım olaylardan sonra nihayet biraz nefes alabileceğim bir yerde olmak, beni hem şaşırtıyor hem de hafifletiyordu.

 

Yiğit'in yokluğunda evi dolaşmaya karar verdim. Ev, iki katlıydı ve her katında farklı bir atmosfer vardı. Alt katta geniş bir salon vardı. Duvarlarda siyah ve gri tonlarında modern tablolar asılıydı, ışıklar yumuşak bir şekilde tavandan süzülecek şekilde yerleştirilmişti. Koyu renkli parke döşemeler, her adımda yankı yapıyordu. Salondaki büyük, rahat koltuklar, her bir köşe sehpasıyla uyum içinde yerleştirilmişti. Birkaç kitaplık, büyük bir televizyon ünitesine dönüştürülmüş, odanın geri kalan kısmında ise zarif bir halı vardı. Çalışma odası gibi görünen bir alan, şeffaf camdan yapılmış bir masa ve üzerinde yer alan birkaç dizüstü bilgisayar ve dosya ile oldukça düzenliydi.

 

Üst kata çıkınca daha farklı bir dünyaya adım attım. Yatak odası oldukça sade ama bir o kadar da etkileyiciydi. Yatak başlığı koyu ahşaptan yapılmış, oldukça büyük ve zarifti. Yanında bir okuma lambası ve sehpa vardı. Duvarlar, yatakla uyumlu, pastel tonlarında boyanmıştı. Bir köşede geniş bir gardırop yer alıyordu ve karşısında bir aynadan oluşan zarif bir duvar ünitesi vardı. Odaya derinlik katan bu detaylar, sakinleştirici bir atmosfer yaratıyordu.

 

Bir odadan diğerine geçerken, evin bir köşesinde kapalı bir toplantı odası olduğunu fark ettim. Kapı açıldığında, odanın duvarlarında yer alan büyük monitörler ve düzenli bir şekilde yerleştirilmiş toplantı masası dikkatimi çekti. Odaya yerleştirilmiş rahat koltuklar, burada uzun toplantılar için tasarlanmış gibiydi. Üst raflarda evraklar ve çeşitli dosyalar düzenli bir şekilde dizilmişti. Odada hava, ağır ama profesyoneldi; sanki her şey bir iş anlaşmasının, ya da önemli bir kararın eşiğindeymiş gibi bir his veriyordu.

 

Aşağıya doğru yönelip yatak odasının kapısının önünden geçerken, aklıma takılan bir detayla kapının eşiğinde takılıp kaldım. Bu evde yatacak yer yoktu. Bir yatak odası ve salon vardı sadece. Aklıma gelen ihtimaller bedenimin gerilmesine sebep olurken, birden bir düşünce aklıma düştü: Yiğit'le aynı odada yattığım o günü hatırladım. O an yaşadığım şok ve korkuyu tekrar hatırlamak içimi ürpertmişti. O kadar yakın olmak, o kadar tek bir alanda sıkışmak... Hala o anki duyguları hissedebiliyordum, derin bir korku, bir belirsizlik.

 

Ama zamanla, o korku giderek yerini farklı bir şeye bırakmıştı. O zaman yaşadığım hislerle şu anı kıyasladığımda, kabul etmek istemesem de, kendine beni alıştırmıştı. O geceyi hatırladıkça, aramızdaki mesafenin nasıl küçüldüğünü, nasıl bir bağ kurduğumuzu fark ediyordum. Korku yerini bir tür alışkanlığa bırakmıştı.

 

Düşüncelerim arasında kaybolmuşken bir anda, belime sarılan ellerle irkildim. O kadar aniden ve güçlüydü ki, her şey bir anda bulanıklaştı. Kalbim hızla çarpmaya başlarken, zihnimde ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Hemen ardından, Kaan olma ihtimali zihnimde belirdi. İçimdeki korku, hızla öfkeye dönüştü. Bağırmak istedim, her şeyi haykırmak, korkumu dışarı atmak istedim. Ama o anın şokuyla boğazımda bir düğüm oluştu, sesim çıkmadı. Gözlerim, onunla karşılaşmaktan korkarak hızla döndü.

 

Ama bir saniye sonra, korkumun kaynağını görmemle her şey değişti. O, Kaan değildi. Yiğit'in gözleri, derin ve sakin bakışlarıyla karşılaştı. O kadar yakın, o kadar derindi ki, içimdeki fırtına bir anlığına durdu. Her şey bulanıklaşmıştı, ama Yiğit'in varlığı, bir şekilde bana güven verdi. Korku, yavaşça kaybolmaya başladı. Zihnimdeki panik, onun sıcak bakışlarıyla yerini hafif bir huzura bıraktı.

 

Yiğit'in gözleri, her şeyin farkındaydı. Hislerimi, korkularımı hissetmişti. Bir adım daha atıp bana daha da yaklaştı. Bu kez sesi, bana alışık olduğum sertlikten çok daha yumuşaktı. "Ne kadar sana, bana güven desem de güvenmeyeceksin, değil mi?" dedi, sesindeki anlamı içimde derin bir şekilde hissettim.

 

İçimden bir şeyler kırıldı, ama bu sefer korku değil, bir şeylerin değiştiğini fark ediyordum. "Öyle değil. Kaan sandım..." diyorum, ama kelimelerim boğazımda düğümleniyor. O an, Yiğit'in bakışlarındaki yoğunluk bana daha derin bir şey anlatıyordu.

 

"Güvenmeyeceksin işte," dedi, sözlerini tamamlamadan. "Kaan benden seni alamaz, neden bu kadar korkuyorsun onunla karşılaşmaktan?"

 

Kelimeler, içimdeki karışıklığı daha da arttırdı. Yiğit'in koruması, bana kendimi özel ve değerli hissettiriyordu. O kadar netti ki, bir şeylerin değiştiğini hissedebiliyordum. "Sadece... korkuyorum," dedim, sesi titrek ve sessizdi. Ama o an, Yiğit'in elleri belimde daha da derinleşti. Sanki bir şeyler konuşuyordu, bir şeyler değişiyordu. Ve ben, her şeyin içinde bu değişimi istemsizce kabul ediyordum.

 

Yiğit, başını hafifçe eğip bana bakarken, gözlerinde bir şeyler vardı; bir şeylerin çok derinde, gözlerimin içine kadar işliyordu. O an, bütün korkularım kayboldu ve içimde bir şey çırpınmaya başladı. Bu, bildiğim her şeyin ötesinde bir histi.

 

"Bundan sonra yalnız değilsin," dedi, sesinde daha önce hiç duymadığım bir yumuşaklık vardı. "Ve hiçbir şey seni benden almaz."

 

Her kelimesi içimi ısıtıyordu, o kadar içtendi ki, bir anda her şey başka bir hal aldı. Korku yerini güvene bırakıyordu. Belki de ilk kez, bu kadar yakın olmak, belki de bu kadar güvende hissetmek... O anın içindeki her şey, sanki birbirine bağlanıyor gibiydi. Yiğit'in elleri, belimdeki sıcaklık, kalbimdeki yeni bir ritimle birleşti. Anlam veremediğim ama hiç terketmek istemediğim bir histi.

Bölüm : 12.02.2025 10:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...