11. Bölüm

BELİRSİZLİK

OnyxMistic
onyxmistic

 

Sevgili Okuyucularım,

 

Bu bölümü çalıştığım yoğun bir dönemin arasında hazırladım. Çok detaylı ilgilenemesem de sizi bekletmek istemedim. Umarım okurken keyif alırsınız.

 

Devamını arayı çok açmadan sizlerle buluşturmak için elimden geleni yapacağım. 💕

 

Yorumlarınız ve oylarınız benim için çok kıymetli, her zaman bana güç ve motivasyon veriyor. Görüşlerinizi mutlaka bekliyorum 🤍

 

Sevgiler,

 

🌸🌸

 

———————————

Sabahın ilk ışıkları, odanın içini nazikçe aydınlatırken göz kapaklarımın arkasında parlayan ışık, yavaşça uyanmama sebep oldu. Hâlâ ateşin etkisi altındaydım ama vücudumdaki yoğun halsizlik yavaş yavaş hafifliyordu.

Gözlerimi araladığımda, yanımda sessizce oturan Yiğit'i gördüm. Geceden beri başımda beklediği her hâlinden belliydi; göz altlarındaki hafif morluklar, uykusuzluğunun kanıtıydı. Bir battaniyeye sarılmış, sandalye üzerinde uykuya dalmaya çalışırken başı yana düşmüştü. Yüzünde, o soğuk ve sert bakışının aksine, huzurlu bir yorgunluk ifadesi vardı. Gözleri, gece boyunca uykusuz geçen saatlerin izlerini taşıyordu ama yine de derin bir sakinlik yayılıyordu etrafına.

Ona bakarken, gördüğüm iki insan arasında sıkışıp kalmıştım. Biri, her zaman varlığına sığınabileceğimi bilerek büyüdüğüm Yiğit abimdi. Bu gece yanımda oturan oydu; sıcak ve tanıdık bir yüz. Ama diğer yanda, beni tehdit ederek zorla evliliğe sürükleyen, daha yeni tanıştığım Yiğit vardı. Onun gerçek yüzünü henüz tam olarak anlamamıştım ve neyle karşı karşıya olduğumu kestiremiyordum.

Bu iki farklı gerçeklik arasında sıkışıp kalmıştım; bir yanda güven dolu bir geçmiş, diğer yanda belirsizlik ve korku dolu bir gelecek vardı. İçimdeki çatışma, ruhumda bir fırtına yaratıyor, kalbimdeki umut ve endişe arasında gidip gelen karmaşık bir duygu seli oluşturuyordu. Yiğit'in huzur veren varlığı, karanlığın pençesindeki çaresizliğime bir nebze olsun merhem olurken, aynı zamanda onun içindeki gizli yüzüyle yüzleşme korkusunu da derinleştiriyordu. Bu belirsizlik içinde, bir yandan onu korumaya çalışıyor, diğer yandan da kendimi savunmaya geçmeye hazır hissediyordum.

Ona bakarken, düşüncelerimin karmaşası içinde kaybolmuşken, birden gözleri hafifçe aralandı. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yüzündeki huzurlu ifade, uyanmanın getirdiği tazelikle birleşince daha da derinleşti. O an, hangi Yiğit'i göreceğimi bilmeden, kalbimdeki endişe daha da büyüdü. Onun, içimdeki korkulara nasıl bir yanıt vereceğini merak ediyordum.

"Günaydın," dedi. Sesi hâlâ uykunun etkisiyle yumuşaktı, ama her kelimesinde anlaşılmaz bir ağırlık vardı.

"Günaydın," diye cevapladım. Sesim titrek çıkmıştı; kelimeler dudaklarımdan dökülürken bile düşüncelerim durulmuyordu. Gözlerindeki derin bakış, içime nüfuz ediyordu; sanki ruhumun en karanlık köşelerini bile görebilecek gibiydi. Ama aynı zamanda bakışlarında, aramızda duran görünmez bir mesafe hissediliyordu.

"Nasıl hissediyorsun?" Sesi yumuşak olsa da içinde gizli bir kaygı vardı. Gözlerinin derinliklerinde, beni koruma arzusuyla birlikte başka bir şeyler de saklıydı.

"Daha iyi hissediyorum, ama hâlâ biraz yorgunum," Kendi içimdeki fırtınayı ona sezdirmemek için sesimi sakin tutmaya çalışıyordum.

Bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik, aramızdaki gerginliği daha da belirginleştirdi. Ama Yiğit, bu sessizliği bozarak soğuk bir tonla konuşmaya başladı:

"Kahvaltı hazırdır. Dün gece Kader Abla'yı aradım. Sabah erkenden gelip seninle ilgilensin diye."

Bu mesafeli, neredeyse mekanik bir ses tonuydu. Dün gece başımda uykusuz bekleyen o Yiğit'ten eser yok gibiydi.

"Kahvaltıdan sonra ilaçlarını alırsın," diye ekledi. Gözlerini üzerimden ayırmadan devam etti: "Kendini bir an önce toparlaman gerek."

Kendimi toparlamam gerektiğini biliyordum. Ama onun bu cümlesi, içimde anlamlandıramadığım bir huzursuzluk yarattı. Sesi sabırsızdı. Söylemek istediği bir şey daha olduğunu hissetmiştim.

"Abartılacak bir hastalık değil," dedim, biraz sert bir ses tonuyla. "Birkaç güne toparlarım. Bir gün geç ya da erken ne fark eder?"

O an ağzımdan dökülen kelimeler, hissettiğim sıkıntıyı ele veriyordu. İçimde bir huzursuzluk kabarıyordu. Ekledim: "Zaten her günüm aynı. Ne yapacağım da toparlanmam gerekecek?"

Yiğit'in yüz ifadesi hiç değişmedi. Sabit bir şekilde bana bakıyordu. Cevap vermedi ama o anda niyetini belli etti.

"Bir an önce iyi olmanı istiyorum," dedi. Sesi sakindi ama içinde ciddi bir kararlılık vardı. "Fazla vaktimiz yok."

Bu sözler, içimde bir alarm zili çaldırdı. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Onun bakışlarındaki ciddiyet, ağzından çıkan kelimeleri daha da ağırlaştırıyordu. "Fazla vaktimiz yok." Bu cümle, belirsiz bir tehlikenin habercisi gibiydi.

"Neden?" diye sordum. Sesim, kontrol edemediğim bir titremeyle dolmuştu. Duyacağımı tahmin ediyordum ama duymamayı umuyordum.

Gözlerini üzerimden ayırmadan, birkaç saniye boyunca beni inceledi. Vereceğim her tepkiyi tartar gibiydi. Sonunda, düz bir ses tonuyla konuştu:

"Evleniyoruz. Hazırlıklara başlamalıyız."

O an, nefesim kesilmiş gibi hissettim. Ciğerlerim sıkıştı, göğsüm daraldı. Evlilik... Bu kelimenin ağırlığı, üzerime kara bir bulut gibi çöktü. Bildiğim ama kabul etmek istemediğim bir gerçekle bir kez daha yüzleşiyordum.

"Ben..." dedim, ama kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Gözlerim yere kayarken, düşüncelerim zihnimde çalkalanıyordu. Bu evlilik, bir sondu. Ama hangi sona götürdüğünü bilmiyordum.

"Ölseydim her şey herkes için daha kolay olurdu," dedim, sesi titreyen bir fısıltıyla.

Bu sözler, odada ağır bir sessizlik yarattı. Yiğit'in bakışlarında bir anlık şok belirdi. Yüzündeki ifadede, öfkeyle karışık bir kaygı vardı.

"Ne saçmalıyorsun sen!" dedi bir anda, sesi keskin ve sertti. Bu tepkiyle irkildim ama geri adım atmadım.

"Zavallı gibi davranmayı kes," diye ekledi. "Sen bu kadar zayıf olamazsın."

Bu sözler kanıma dokundu. İçimde büyüyen öfkeyi artık kontrol edemiyordum.

"Zayıf değilim!" diye bağırdım, sesim tüm gücümle yükseldi. "Ama seni dinlemek zorunda da değilim. Yaşamak istemediğim bir şeyi yaşamaya zorlanmak, benim için zayıflık değil, isyan!"

Yiğit, alaycı bir şekilde başını yana eğdi. Dudaklarının kenarında o kibirli gülümsemesi belirmişti. "İsyan mı? Korkaklık da bir isyan biçimidir, biliyor musun? Kaçmak, sadece korkakların işidir."

"Senin düşüncelerin umurumda değil!" diye haykırdım. Sesim çatladı ama direncimi kaybetmedim. "Beni buna mecbur bırakan sensin!"

Ardından, bir adım ileri atarak bana doğru yaklaştı. Yüzüme eğildi, hareketleri kasıtlı bir şekilde yavaş ve hesaplıydı.

Parmakları, çenemi nazik ama sarsılmaz bir şekilde kavradı. Dokunuşunda bir zarafet vardı, ama aynı zamanda bu zarafetin altında yatan tehditkâr bir güç hissediliyordu. Yüzümüz birbirine o kadar yaklaştı ki nefesini tenimde hissedebiliyordum. Gözleri, bir an bile benimkilerden ayrılmadı; adeta kaçmamı, zayıf bir anımı yakalamayı bekliyordu.

"Dinle," dedi, sesi alçak ve ürkütücü bir şekilde sakinleşmişti. Ama bu sakinlik, içinde taşıdığı kararlılığı daha da belirgin kılıyordu.

"Madem mecburiyet senin için bu kadar anlamlı, o zaman seni yaşamaya da mecbur bırakıyorum."

Sözlerinin ağırlığı içimde yankılanırken yüzümü ondan geri çekmeye çalıştım, ama Yiğit'in bakışları adeta beni yerime mıhlıyordu.

Çenemi kavrayan parmağı, yavaşça dudağıma doğru ilerledi. Hareketleri o kadar ağır ve bilinçliydi ki nefesimi tutmadan edemedim. Gözleri, gözlerimden dudaklarıma yöneldi; bakışlarında hem bir tehdit hem de kontrol edemediğim bir yakınlık vardı.

"Yaşamaya mecbur bırakmak mı?" diye tısladım, sesimde öfke dalgalanıyordu. "Sen gerçekten ruh hastasısın."

Yiğit'in gözlerinde aniden sert bir parıltı belirdi. Parmakları hâlâ dudaklarımda nazikçe geziniyordu ama bakışları keskinleşmişti. "Belki de," dedi, sesi ürkütücü bir soğukkanlılıkla.

Bana o kadar yakın durmuştu ki, gözlerimle gözleri buluşmuş, dudakları ise dudaklarımla aynı hizaya gelmişti. Bu kadar dikkatle bakması beni geri çekilmek zorunda bırakıyordu.

Beni öptüğü anlar aklıma geliyordu. Bu kadar yakınlık, aklımı o kadar karıştırıyordu ki, korkularım, mecburiyetlerim ve göze aldıklarım birer birer siliniyordu. Kalbim sanki ağzımda atıyordu. Az önceki öfkemizden hiçbir iz kalmamıştı; gündemimiz sadece şu anki durumumuzdu. Gündemim şuan sadece gözlerimden dudaklarıma kayan bakışları ardından yutkunduğuna şahit olduğum yiğitti.

Ruhumda acil durum sirenleri çalarken, bedenim hiçbir tepki vermiyor, ölü gibi kalıyordu. Kendimi toparlayıp, derin bir nefes aldım. Ardından anın büyüsünü bozmak niyetiyle uzaklaşmaya yeltendim.

Tepkimle dikkatini dağıtmıştım ama mesafeyi açmak konusunda başarılı olamamıştım. Baş parmağını daha fazla dudağıma bastırarak dolaştırmaya başlarken, gözlerime tüm ciddiyetiyle tekrar kenetlendi.

"Bir daha, bu güzel dudaklarından böyle bir söz duymayacağım," dedi, sesi kararlı ve kesindi.

"Tamam." Bir kez daha kendimi hırsla geri çektiğimde, o da benden uzaklaşmıştı.

Birkaç saniye süren o gergin sessizlikten sonra aniden ifadesi değişti. 'Açım,' dedi soğukkanlı bir tebessümle. 'Seni aşağıda bekliyorum."

Arkasını dönüp odadan çıkmak üzere ilerledi. Kapıdan çıkmadan hemen önce, "Beş dakikan var," diye ekledi.

Onun sözleri odada yankılanırken, içimdeki duygular bir fırtına gibi çalkalanmaya başladı. Kalbim, her geçen saniye daha hızlı çarparken, bedenimdeki tüm kaslar gerginleşti. Bir yanda korku, diğer yanda isyan vardı; duygularım birbiriyle savaşıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Sözlerinin ağırlığı boğazıma düğümlenirken, ona karşı hissettiğim bu karmaşık çekim, beni hem itiyor hem de bir şekilde daha yakın olmaya zorluyordu.

Yavaşça doğruldum ve tüm halsizliğime rağmen yataktan kalktım. Odaya göz gezdirdim; battaniye, sandalye, bir kenarda duran ilaçlar... Dün geceyi hatırlamaya çalıştım. Yiğit'in başımda uykusuz bir şekilde beklediği anlar aklıma geldi. Kaan'ın varlığını her ne kadar göz ardı edemesemde, Yiğit'in alıştırma konusunda amacına ulaştığını kabullenemesemde hissediyordum.

Yavaş adımlarla banyoya gittim ve yüzümü yıkadım. Soğuk suyun tazeliği zihnimi bir anlığına berraklaştırdı. Aynaya baktığımda, yüzümde yaşadıklarımın izlerini gördüm. Artık eski ben değildim; bütün bunlar bakışlarıma derin bir iz bırakmıştı. Kendimi bu karmaşadan nasıl kurtaracağımı bilmiyordum ama Yiğit'in karşısında güçlü durmak istiyordum.

Odanın kapısını açtım ve yavaş adımlarla merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladım. Aşağıda, kahvaltı masası hazırlanmıştı. Yiğit, masanın başında oturmuş, kahvaltının tadını çıkarıyordu. Gözleri üzerimdeydi ve yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti.

Yiğit'in soğuk mizahı içimi titretti. "Ruh hastan bekletilmeyi sevmez, aferin."

"Hastan mı?" Memnuniyetsizliğimi gizlemeye gerek duymadan sordum ve onun solundaki sandalyeyi çekip oturdum.

"Evet," dedi alçak ama kendinden emin bir sesle, "Senin ruh hastan."

"Çok beklersin," diye karşılık verdim, çatalımı ağzıma götürmeden önce ona ters bir bakış atarak.

"Bak sen, sabah sabah böyle bakışlar... Ne kadar sevgi doluyuz bugün yoksa rüyanda mı gördün beni?" diye sordu, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrılmayla. Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuşuyordu.

"Öyle olsa kabus görmüş olurum herhalde," dedim gözlerimi devirmeden edemeyerek.

Yiğit, alaycı bakışlarını üzerimde gezdirdi.

"Kabus olsa anlardım. Tüm gece başındaydım."

Gerçekten tüm gece başımdaydı. Her ne kadar hepimizin ölümüne sebep olacak olsa da, benimle en son kimin bu kadar ilgilendiğini hatırlamıyordum bile.

"Beni burada zorla tutmasaydın. Başımda olmak zorunda kalmazdın." Dedim artık atışma modumu kapatmış, öfkeli konuşuyordum. Çünkü gerçekleri göz ardı edemezdim.

Yiğit, bana sanki söylediklerimle eğleniyormuş gibi bir bakış attı. "Kendini bu kadar mağdur gösterme," dedi, başını hafifçe yana eğerek. "Bu kadar zayıf olsaydın, sabah sabah burada karşıma dikilip bana kafa tutamazdın." Son cümlesinde ciddileşmişti.

Bir şey daha söylesem aynı kısır döngüye girecektik; bu yüzden sessizce kahvaltımı bitirdim.

Yarım saat süren sessiz kahvaltının ardından ilaçlarımı içip salondaki koltuğa uzandım. Hâlâ halsizdim; bulduğum yerde oturmak ya da uzanmak istiyordum.

Kader abla benimle konuşmamaya devam ediyordu. Bu evde konuştuğum tek kişinin Yiğit olmasıda sağlıksız hissetmeme sebep oluyordu. Benide kendisi gibi bir ruh hastası yapacaktı.

Bir süre sonra Yiğit'in sesi duyuldu. "Bugün gelinlik seçmen için eve birilerini göndereceğim," dedi, sanki sıradan bir evlilik planı yapıyormuşuz gibi.

Koltuğun ucundan doğrulup ona döndüm. Şaşkınlıkla gözlerimi ona dikmişken, birkaç saniyelik sessizlikten sonra konuşabildim.

"Gelinlik giymeyeceğim. Bu düğün değil, benim cenazem." İntihardan farksızdı yaptığım. Ölecektim, ya Kaan ya da Yiğit, birini seçtiğim an diğeri canımdan can alacaktı. Abimi alacaklardı benden.

Yiğit'in gözlerinde bir öfke dalgası yükseldi, ne diyeceğini bilemez halde kıvrandığını gördüm. "O zaman gelinliğinle defnederiz seni," diye hırladı. Öfkesini zor zapt ettiğini belli eden bir tonla ekledi: "O gelinlik giyilecek! Seçeneğin yok, hatırlatmak istemiyorum ama hatırlatırım istersem." Ardından arkasını dönüp hızla evden çıktı.

Bu evliliği yapacağım kaçınılmaz sonun gibi hissediyordum. Ama olacakları kaldıracak gücüm gerçekten yoktu.

Yiğit'in ardından odama çıkıp, etrafı toparlamaya başladım. Her zamanki tekniğimdi, çalışırsam düşünmezdim. Yaklaşık 1 saat kadar temizlik yaptıktan sonra, hastalığında etkisiyle halsiz düşmüştüm. Yatağıma uzanıp uyumakta ikinci düşünmeme tekniğimdi.

**************

Kiminle evleneceğimi hiç hayal etmemiştim. Hayat, benim düşlerime göre değil, kaderin sürüklediği yöne doğru akıyordu. Dalgalar arasında çırpınmadan, çaresizce akışa kapılıyordum. Her adımda, her savruluşta içimden bir şeyler kopup gidiyor; ruhumdan eksilen parçalar ardımda iz bırakıyordu. Kalbimin yükleri, ruhumu lime lime etmişti.

Karşımda dizili gelinliklere bakarken aralarından birine bağlanmaya çalıştım, ama nafile. "Bir gelinlik hayal etmeliydim," dedim içimden, "Normal insanlar bunu yapar." Ama ben yapmamıştım. Bir gün gelinlik giyeceğim aklımın ucundan bile geçmemişti, hayalini bile kurmamıştım. Bu bembeyaz kumaş parçaları bana hiçbir şey ifade etmiyordu.

Gelinlikler, bir rüyanın parçası olmalıydı. Ama bu beyaz kumaş, bana bir mutluluğu değil, soğuk ve ruhsuz bir sona giden prangayı hatırlatıyordu.

Ne yaşamak istediğim bir hayalin parçasıydı ne de bir mutluluğun simgesi. Bu beyaz elbiseyi giymek, yabancı bir role bürünmek gibiydi. Bir masalın baş kahramanı değil, sona bırakılmış, ismi bile anılmayan biri gibiydim.

Bana dayatılan bu gelinlik, kendi irademle giyeceğim bir elbise değil, bir prangaydı. Elimde olmadan dokunduğum kumaş, titreyen ellerimin arasında savunmasız bir suçluyu anımsatıyordu. Birkaç adım geri attım, gelinliklerden uzak durmak istiyordum; ama bu kaçışların, fiziksel olarak ne kadar mümkün olursa olsun, zihnimde hep başarısızlıkla sonuçlanacağını biliyordum. İçimde bir yer, hâlâ ufak da olsa bir umut arıyordu; ama bu umut, Yiğit'in bakışları ve abimin bağlı olduğu o görüntülerle parçalanmıştı.

"Bir çıkış olmalı," dedim kendi kendime, ama sesim odanın duvarlarında yankılanan sessiz bir isyan gibi kayboldu.

Çıkış yolu arıyordum, ama önümde yalnızca tuzağa giden patika uzanıyordu.

Kaan ile yaşadığım, dışarıdan farksız görünse de aralarında derin bir fark vardı. Kaan'ın yanında kalmak benim seçimimdi; kendi tercihlerimin sonucu olarak kendimi ona adamıştım. Ancak Yiğit... O beni kurban olarak kendi seçmişti. İstemediğim bir oyunun içine çekilmiştim. Kendi kararımı veremeyecek kadar zayıf, olayların akışına kapılacak kadar savunmasız bırakılmıştım.

O korkunç gece... Hafızamda yer eden o ürkütücü geceyi hatırladıkça kalbim sıkışıyordu sanki. Kaan korkutucu derecede kötü biriydi ama seçimimle kendimi feda eden bendim. Kaan beni Yiğit'in aksine bir şeye zorlamamıştı. Onu hala yeterince tanımıyordum bile. Yıllarca gölge gibi peşimdeydi, karşıma çıkmamıştı.

Düşüncelerimi bölen ses, adının Sevgi olduğunu yeni öğrendiğim, satış için gelen kadına aitti.

"Aslı Hanım, nasıl bir model istersiniz?" diye sordu, nazik ama işinde deneyimli bir edayla.

O sırada zihnimde beliren karmaşık düşüncelerden sıyrılmaya çalıştım. Kendimi toparlayarak Sevgi Hanım'a baktım, ancak aklım hâlâ bambaşka bir yerde, yaşadıklarımın gölgesindeydi.

Gözlerimi tekrar Sevgi Hanım'a çevirdim ama boğazım düğümlenmişti. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bir model seçmek mi? Aslında orada, o gelinliklerin arasında olmayı hiç istemiyordum. Fakat bu düşüncelerimi ifade edecek cesareti kendimde bulamıyordum.

"Bilmiyorum," dedim, sesi titrek ve kararsızdı. "Sanırım... sade bir şeyler olabilir."

Sevgi Hanım, gülümseyerek başını salladı, anlayışlı bir ifadeyle elindeki katalogdan bazı sayfaları çevirmeye başladı. Belli ki genç kadınların bu türden kararsızlıklarını daha önce de çok kez görmüştü. Fakat benim kararsızlığım, yalnızca gelinlik modeline dair değildi; bu adımı atmak zorunda hissettiğim, tüm yaşananların ağır yükünü taşıyan karmaşık bir mücadeleydi.

Sevgi Hanım'ın sessiz ilgisi ve nazik tavrı, biraz olsun beni rahatlatsa da kendimi hâlâ bu gelinlikler arasında kaybolmuş gibi hissediyordum. Yiğit'in bu evliliği hızla yapma konusundaki ısrarını, içimde büyüyen çaresizlikle anlamlandırmaya çalışıyordum.

Bir süre sonra Sevgi Hanım, gözlerinden okunan bir içtenlikle, "Biliyorum, bu işler bazen zorlayıcı olabilir," dedi, nazik bir ses tonuyla. "Ama gelinlik, hayatınızın en mutlu anlarından birinde sizi yansıtacak bir giysi olmalı. İçinde kendinizi rahat ve huzurlu hissetmelisiniz."

Bu sözler, içimde bir kırılma anı yaşattı. O, "hayatınızın en mutlu anı" derken, benim için bu anların zorlu ve karmaşık olduğu ne kadar belliydi acaba? Kendimi bir an için Sevgi Hanım'a içimi dökmek isterken buldum, ama hemen ardından sessiz kaldım. Bu düşünceler zihnimde gezinirken, o an belki de daha çok rol yapmam gerektiğini fark ettim.

"Sanırım, basit ama zarif bir şey," diye mırıldandım, bakışlarımı yere indirerek.

Bölüm : 18.12.2024 01:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş