Merhabalar 🌸1
Elimde olmayan sebeplerden dolayı yazmaya yeterince zaman ayıramadım. Ama en kısa zamanda toparlanıp, kaldığımız yerden keyifle devam edeceğim ✨
Umarım beğeneceğiniz bir bölüm olmuştur 📖🌷
Keyifli okumalar dilerim!
Sevgilerle 🫶🏼
******************
Göz kapaklarım aralandığında, odanın içine sızan yumuşak gün ışığı tenimi okşuyordu. Perdelerin arasından süzülen altın sarısı ışık, odanın loşluğunu yavaşça aydınlatıyor, gölgeleri dans ettiriyordu. Ilık sabah havası ciğerlerime dolduğunda, içimde tarifi zor bir huzurla birlikte anlaşılmaz bir gerginlik hissettim.
Ağırlığını tarif edemediğim bir his vardı—kaygı, mahcubiyet ve belki de… huzur. Kalbim tuhaf bir ritimle atıyordu.
Önce bedenimi fark ettim, sonra yanımdaki sıcaklığı…
Kolunu gevşekçe belime dolamıştı. Nefesi boynuma yakın bir yerde, düzenli ve sakindi. Tenim, sıcaklığının bıraktığı hisse farkında olmadan tepki verdi. O kadar yakındı ki kokusunu bile duyabiliyordum—odunsu ve hafif baharatlı bir koku. İçimde, ürpertiyle karışık garip bir sıcaklık yayıldı.
Ama bu his neydi? Bir zamanlar abi dediğim birinin yanında, ona bu kadar yakın olmak içimdeki karışıklığı iyice artırıyordu. Eskiden ailem gibi gördüğüm bu adam, nasıl olmuştu da bende böylesine derin duygular uyandırmaya başlamıştı? Bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.
Yüzü uykunun getirdiği dinginlikle yumuşamıştı. Bir an onu izledim, farkında olmadan nefesimi tuttum. Kıpırdayamıyordum.
Dün geceyi hatırladığımda kalbim hızlandı.
Kalbimin hızlanmasına tepki olarak gözlerimi sıkıca kapattım. Beni öpmesine izin vermiştim. Ona güvenmeyi seçmiş, tüm korkulu düşüncelerime kulaklarımı tıkamıştım. Öyle hissettirmiştiki beni öpmesi… İçimdeki tüm direnç birer birer erimiş, kendimi tamamen ona bırakmıştım.
Ama şimdi, sabahın berrak ışığında, her şey fazlasıyla gerçekti.
Derin bir nefes alarak bileğimi dikkatlice hareket ettirdim, kolundan sıyrılmaya çalıştım. Ama tam uzaklaşacakken Yiğit’in eli refleksle sıkılaştı.
Uyanmış olabilir miydi? Henüz buna hazır değildim.
Nefesimi tutup hareketsiz kaldım. Ama o sadece mırıldanarak başını yastığa gömdü.
“Biraz daha…” diye fısıldadı, sesi uykulu ve kısık.
Göğsümün tam ortasında garip bir sıcaklık belirdi. Dün gece ona bu kadar yakın olmanın doğal geldiği anları hatırladım. O anlarda sorgulamamıştım, direnmemiştim. Ama şimdi… Gün ışığında her şey fazlasıyla netti.
Burada daha fazla kalamazdım. İçimdeki utanma hissini bastıramıyordum ve biz bu kadar yakınken uyanmasını istemiyordum. Nazikçe bileğimi kurtarıp yatağın kenarına doğru kaydım, sonra sessizce ayağa kalktım.
Tam odadan çıkmak üzereyken arkamdan gelen sesiyle irkildim.
Yerimde donakaldım. Dönüp dönmemek arasında bir an tereddüt ettim. Kalbim hızla atıyordu. Sonunda derin bir nefes alıp yavaşça arkamı döndüm.
Yiğit, başını yastığa yaslamış, gözleri hâlâ mahmur ama dudağında belirsiz bir gülümsemeyle bana bakıyordu. O hâli içimdeki huzursuzluğu daha da artırdı.
“Kaçmıyorum,” dedim, ama sesim fazlasıyla suçlu çıkmıştı.
Kaşını hafifçe kaldırdı. “Öyle mi?” Sesindeki şüphe, beni yerin dibine sokmaya yetti.
Yüzüm yanmaya başladı. Gözlerimi kaçırarak derin bir nefes aldım.
“Uyumuyor muydun sen?” diye fısıldadım.
Omuz silkti. “Uyuyordum… ama sen bu kadar panikle kaçmaya çalışınca merak ettim.”
Kaçmaya çalıştığımı inkâr edemezdim. Ama tabii ki kabul de etmeyecektim.
“Bir sorun mu var?” diye sordu bu kez daha ciddi bir sesle.
Yutkundum. “Hayır, neden sordun?”
Gözlerini gözlerime sabitledi. “Yüzün kızarmış da.”
İçgüdüsel olarak ellerimi yüzüme götürdüm ama bu hareketim onu daha da keyiflendirdi. Hafifçe güldü, başını yana yasladı ve beni izlemeye devam etti.
Ayağa kalktım, nefesimi toparlamaya çalışarak aceleyle, “Mutfağa iniyorum ben,” dedim.
Yiğit başını hafifçe yana eğerek gözlerini kıstı. “Utanıyor musun sen?”
Tabii ki utanıyordum. Ama bunu kendime bile itiraf edemeyecek kadar karışıktım.
Yutkundum, başımı iki yana salladım. “Hayır.”
Ama sesim yeterince kararlı çıkmamıştı.
Yiğit’in dudağının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı. Ama bu kez alaycı bir gülümseme değildi. Sanki rahatlamıştı.
“Öyle olsun,” dedi usulca. Sonra başını tekrar yastığa yasladı, gözlerini kapattı.
Tam bir şey söyleyecekken yorganı üzerine çekip hafifçe mırıldandı:
“Madem kaçmıyorsun, o zaman biraz daha uyuyorum.”
Bir an duraksadım. Gerçekten bu kadar kolay mıydı?
Derin bir nefes alıp, sanki hem kendimi hem onu ikna etmeye çalışıyormuş gibi, “Kahvaltı hazırlamaya gidiyorum,” dedim. Sesim normal çıkmıştı, değil mi?
Cevap vermedi. En azından öyle sandım.
Tam kapıdan çıkarken, arkamdan gelen hafif kahkahasını duydum.
“Kolay gelsin, küçük kaçağım.”
Omuzlarım hafifçe gerildi, ama ona dönüp bakmadım.
Kapıyı kapattım ve kalbimin hızlanmasına engel olamadım.
Bunu kelimelere dökmek zordu. Daha önce korkudan değil de başka bir sebepten dolayı kalbimin böyle çarptığını hiç hissetmemiştim. Sadece heyecan değildi… sadece şaşkınlık da değil. İçimde tarif edemediğim bir sıcaklık, aynı zamanda kaçmaya zorlayan bir ağırlık vardı. Daha önce kimseye bu kadar güvenmemiştim. Kimsenin gözlerine baktığımda içimin böyle yumuşadığını fark etmemiştim. Birinin kollarında olmanın huzur verebileceğini bilmiyordum. Ve en çok da… hem gitmek isteyip hem de kalmaya can atmanın nasıl bir his olduğunu şimdi öğreniyordum.
İçimdeki karmaşayla baş edemeyerek sabahın bir an önce geçmesini diledim.
Salonun köşesinden mutfağa ilerlerken Hakan’ı kahvaltı hazırlarken buldum. Üzerinde rahat bir tişört, elinde çaydanlık vardı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi görünen bu sıradan an, içimde yankılanan fırtınayla tezat oluşturuyordu. Beni fark ettiğinde yüzüne yayılan muzip gülümseme bu tezatı daha da belirginleştirdi.
Ve işte o an, her şeyin farkında olduğunu anladım.
"Günaydın küçük hanım," dedi, göz kırparak. "Rahat uyudun mu?"
Adımlarım bir an yavaşladı. Hakan’ın samimi tavrı bana her zaman tanıdık gelmişti, ama bu sabah… Her şey farklıydı. Onun umursamaz şakacılığı, aklıma dün gece Yiğit’in sözlerini, dokunuşunu ve gecenin sıcaklığını sabaha taşıyan duyguları getiriyordu. Kalbim, Yiğit’in bunu öğrenmesi halinde vereceği tepkinin belirsizliğiyle daha da hızlandı.
Derken merdivenlerden gelen ağır adım sesleri odanın sessizliğini bozdu.
Tüm bedenim istemsizce gerildi. Hakan, bu ani değişimin farkında değildi. Çayı fincana dökerken kısa bir an duraksadı, sonra bana döndü.
“Şekerli mi içersin, şekersiz mi, küçük hanım?” diye sordu, sesinde naif bir merak vardı.
Hakan’ın sadece eğlenmeye çalıştığını biliyordum. Ama orta yolu bulmam gerekiyordu. Bakışlarımı kıstım, cevap vermeye hazırlanıyordum ki ortamın enerjisi değişti.
Sessizdi. İfadesizdi. Ama gözleri—soğukkanlı bir keskinlikle—benimkine kilitlenmişti.
O bakışı tanıyordum. Sahiplenici, sabırsız ve en tehlikelisi… yüzüne yansımayan, derinlerde kaynayan bir öfke vardı. Daha önce bunu görmüştüm ve bir olay çıkmasını istemiyordum.
Derin bir nefes alıp başımı yana eğerek Hakan’a döndüm.
“Şekersiz, Hakan,” dedim olabildiğince sakin bir sesle. “Ama ben kendim alırım, zahmet etme.”
Elimi uzatıp fincanı aldım. Konuşmayı uzatmamak için hafifçe gülümsedim. Sonra, Yiğit’in yanından geçerken ona kısa ama dikkatli bir bakış attım. Gözleri hâlâ üzerimdeydi.
O an, zaman sanki yavaşladı. Kalbim sessiz bir uyarı gibi çarparken, içimdeki fırtınanın yankıları tüm varlığıma yayıldı.
Bir şey söylemedi. Ama gerek de yoktu.
Yiğit bazen tek kelime etmeden de en gürültülü mesajları verebiliyordu.
Masaya geçip sandalyeye oturdum, ellerimi çay fincanına sardım. Çayımı yudumlayarak ortamı rahatlatmaya çalıştım. Birkaç saniye içinde Yiğit de yanıma geçti.
Hakan ise her şeyden habersiz, neşeli bir şekilde kahvaltısına devam ediyordu. Gündelik şeylerden konuştuk; Hakan gün içinde yapılacakları anlatırken ben tabağımdaki zeytinle gereğinden fazla oyalanıyordum.
Tabağındaki peyniri küçük küçük kesişinden, çayını acele etmeden içişinden… Bir şeyler düşündüğünü ve düşündüğü her neyse, bunu yüksek sesle dile getirmemek için kendini tuttuğunu anlayabiliyordum.
Kalbimdeki o karmaşık duygu seli, geçmişin izlerini ve şimdinin belirsizliğini bir arada taşıyordu. Yiğit’in sessizliği, belki de söylemek istediklerini saklayan, kalbimin derinliklerine dokunan bir melodi gibiydi.
Ben de kendi içimde, dün gece yaşadığım çelişkileri ve bu sabahki soğuk, ama bir o kadar da ısıtan hisleri sorguluyordum. Hakan’ın neşesi, hafif atışmaları arasında kaybolurken, Yiğit’in varlığı odadaki havayı ağırlaştırıyor, sözsüz bir meydan okuma gibi hissediliyordu.
Biraz zaman sonra, atmosfer biraz daha normale dönmüştü. Derin bir nefes aldım, önümdeki ekmeği bölüp ağzıma attım.
Tam o anda, Yiğit'in çayını karıştırırken bardağından çıkardığı sese dikkat kesildim.
Gözlerimi ona çevirdiğimde, kaşığını tabağına nazikçe bırakıp çayını aldı. Sandalyesinden kalkarken sesi sakin ama buyurgandı.
"Bugün seninle biraz işimiz var."
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp merakla sordum, “Neymiş?”
Başını yana eğip bahçeye işaret etti. “Kahvaltını bitirince bahçeye gelirsin,”
Sözü bitince arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. O an, ortamda ince bir gerilim belirmişti.
Masaya döndüğümde, Hakan’ın yüzünde keyifli bir sırıtış vardı. Kaşlarını kaldırıp çayını yudumlarken mırıldandı:
Hakan, Yiğit’in gittiği yöne kısa bir bakış attı, gülümsemesi genişledi.
"Aslı'ya silah mı veriyoruz, yoksa hâlâ bunu sadece ben mi düşünüyorum?"1
Elimdeki çay kaşığını fincana bırakırken, içimde bir şeylerin düğümlendiğini hissettim.
Tam ağzımı açacakken Yiğit durdu. Bize döndü.
Yüzündeki ciddiyet, sabahtan beri çizdiği sessiz sınırı iyice belirginleştirdi.
Gözlerini Hakan'a dikti, sesi tok ve kesin bir ifadeyle döküldü dudaklarından:
"Küçük bir hanım değil... Benim kadınım olduğunu anlaması gerekenler var."1
Yiğit'in sözleri havada asılı kaldı, içimde bir şeyleri kökünden söküp attı.
Kalbim hızla atarken, gözlerimi onunkilerden kaçırmak istedim ama yapamadım. Sahiplenici, kararlı ve en tehlikelisi—sorgusuz sualsiz doğru kabul ettiği bir cümleydi bu.
Farkında olmadan nefesimi tutmuşum. Ciğerlerime çektiğim havayı yavaşça geri verdim. Ellerim masanın kenarına tutundu. Bunu gerçekten söylemişti.
Hakan bile gülümsemesini gizleme gereği duymamıştı ama Yiğit'in gözlerinde en ufak bir şaka izi yoktu.
Beni inceler gibi baktı. Tepkimi görmek istiyordu.
O sırada, taşın kendisine atıldığını fark eden Hakan araya girdi.
"Bu laf banaydı sanırım." diyerek ellerini teslim olurmuşçasına havaya kaldırıp devam etti.
En ufak bir alınganlık göstermeden çayını içmeye devam etti. Bu kadar hayat dolu birinin rehabilitasyon merkezinde ne aradığını merak ettim kısa bir an.
Ardından hızlıca gündemimize dönerek araya girdim.
İçimde fırtınalar koparken, sesimin titrememesi için dua ettim.
"Gerek yok bence," dedim hızla. "Hem... ben yapamam. Ne anlarım ki?"
Yiğit'in bana karşı imalarda bulunmayıp ciddi bir tavırla yaklaşmasına binlerce kez şükrediyordum içimde. Çünkü en ufak mimiğiyle beni utançtan yerin dibine sokabilirdi.
"Ben anlatırsam anlarsın." dedi hafif tebessümüyle.
Sesinde, tonuna işlemiş bir güven vardı. İtiraz etmek için dudaklarımı araladım ama bakışlarındaki kesinlik tüm kelimelerimi boğazıma düğümledi. Beni zorla ikna etmeye çalışmıyordu ama reddetmem için de bir boşluk bırakmamıştı.
Ve en kötüsü, bunu fark etmek bile içimde garip bir sıcaklık oluşturuyordu.
Hakan, çayından bir yudum alırken başını hafifçe sallayıp alaycı bir ifadeyle gülümsedi.
"Bence bu oldukça eğlenceli olacak," dedi.1
Ama bana sorarsanız, bu hiç de eğlenceli olmayacaktı.
Boğazımdan geçen son lokmayı hissetmeme rağmen hâlâ aç olup olmadığımı sorguluyordum. Midemin dolu mu yoksa boş mu olduğu o an için önemli değildi. Düşüncelerim, Yiğit’in söylediklerine takılı kalmıştı. Utandığımı bilmesine rağmen üst üste sınırlarımı zorluyordu.
İçimde ince ince büyüyen bir gerilimle bahçeye çıktım. Sabahın serinliği tenimi ürpertti, omuzlarımı sıkıca sardım. Güneş, ağaç dallarının arasından süzülerek toprağı usulca ısıtıyordu ama havada hâlâ geceye ait bir tazelik vardı.
Yiğit, bir ağacın gölgesine yaslanmış halde bekliyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzündeki ciddiyetini bozmamıştı. Ama bakışlarında hafifçe gizlenmiş bir sabır seziliyordu.
Biraz ileride, Hakan elinde kahvesiyle en rahat haliyle sandalyeye yayılmıştı. Umurunda bile değildim, keyfine bakıyordu. Göz göze geldiğimizde kaşlarını hafifçe kaldırıp sırıttı, ardından kupasından bir yudum alıp kahvesinin buharını üfledi. O sırıtış, sabahın asıl serinliğinin ondan geleceğinin habercisiydi.
Yiğit’in sesi tüm düşüncelerimi dağıttı.
Elindeki silahı havaya kaldırarak sormuştu. Basit bir soru gibi görünüyordu ama içimde öyle bir ağırlık oluşturdu ki… Gerçekten hazır mıydım? Hiç sanmıyorum. Ama Hakan’ın alaycı bakışlarının gölgesinde geri adım atmak gibi bir şansım da yoktu.
"Değilsem vazgeçecek misin?" dedim, sesimi sağlam tutmaya çalışarak.
Yiğit, başını iki yana salladı. Sessiz ama net bir yanıt. Geri dönüşü yoktu. Sonra, silahı bana uzattı.
Parmaklarım metale dokunduğunda vücudum istemsizce gerildi. Soğuk ve ağırdı. Beklediğimden çok daha fazlasını taşıyan bir ağırlık vardı avuçlarımın içinde—ve bu sadece metalden kaynaklanmıyordu.
Silahı sıktım ama hâlâ benim kontrolümdeymiş gibi hissettirmiyordu; aksine, sanki o beni kontrol ediyordu.
“Parmağını tetiğe koyma,” dedi Yiğit. Sesi her zamanki gibi sakindi. Ne acele ettiriyor ne de yargılıyordu.
Derin bir nefes aldım, içimde yükselen gerginliği dağıtmaya çalışarak. Göz ucuyla Hakan’a baktım. Dudaklarında hâlâ o keyifli gülümseme vardı. Eminim, bu anı hafızasına kazıyıp yıllarca dalga geçerek anlatacaktı.
Silahın avucuma tam oturmadığını hissediyordum. Ellerim hafifçe terlemişti ama bunu Yiğit’e fark ettirmemeye çalıştım. Gözlerim istemsizce onun yüzüne kaydı. Hâlâ sabırla bekliyordu. En ufak bir alay izi bile yoktu yüzünde. İşte bu, her şeyden daha tedirgin ediciydi.
“Sakin ol,” dedi yavaşça, elini nazikçe elimin üzerine koyarak. “Önce nasıl tutman gerektiğini göstereceğim.”
Yiğit’in parmakları, silahı nasıl kavramam gerektiğini göstermek için ellerimin üzerine yerleştiğinde, içimde hafif bir ürperti hissettim.
Dokunuşu, parmaklarımı gevşetmeme sebep oldu. Aniden nefes almadığımı fark ettim ve bu kadar gerildiğimi ancak o anda anladım. Gözlerim, elimizde birleşen parmaklarımıza kaydı.
Şu an en çok korktuğum şey silah değildi.
Parmaklarımın duruşunu düzeltti, bileğimi hafifçe sabitledi. Onun yönlendirmesiyle silah avucuma biraz daha oturdu ama hâlâ bana ait gibi hissettirmiyordu.
"Gövden dik olsun," dedi, eliyle belimi destekleyerek.
Dik durmaya çalıştım ama ensemdeki nefesi tüm dikkatimi dağıtıyordu. Ellerini omuzlarıma koyup duruşumu düzelttiğinde, kalp atış hızımı kontrol altında tutamamaya başladım.
“Sadece silaha odaklan,” dedi yavaşça.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, sonra önümdeki hedef tahtasına çevirdim bakışlarımı. Yiğit ise hâlâ nefesini ensemde hissedeceğim kadar yakındı.
“Tetik serttir,” diye devam etti. “Kontrolsüz sıkarsan, silah sekecek.”
Hakan’ın öksürerek sesiyle bizi bölmesiyle ne kadar kasıldığımı fark ettim.
"Duruşu tamam, şimdi ateş etmeyi öğretecek misin yoksa sabaha kadar Aslı'yı pozisyonlandıracaksın?" diye alay etti.
Duyduklarımla utanç seviyem zirveye ulaştı.
Yiğit derin bir nefes aldı, gözlerini devirdi ama Hakan’a dönüp cevap vermedi. Bunun yerine, dikkatini tekrar bana yöneltti. Ellerini omuzlarımdan çekip birkaç adım geri attı.
"Dikkatin dağılmasın,” dedi, sakin bir tonda.
Hakan kahvesinden bir yudum alıp sırıttı. "Bu kadar yakından anlatırsan, tabii ki dağılır."
Yiğit kaşlarını çatıp ona keskin bir bakış attı ama Hakan bundan pek etkilenmiş gibi görünmüyordu. Eğleniyordu.
Ben mi? Bedenim hâlâ gergindi. Silah elimdeydi ama parmaklarım hafifçe titriyordu.
"Sadece hedefe odaklan," dedi Yiğit, mesafeyi koruyarak.
Kendimi toparlamaya çalışarak derin bir nefes aldım. Hedef tahtasına çevirdim bakışlarımı. İçimde hâlâ bir tereddüt vardı, ama Yiğit’in sesindeki kararlılık, bir nebze de olsa cesaret veriyordu.
"Tetiğe parmağını koy," dedi yine.
Silahın namlusunu hedef tahtasına doğrultmam için ellerimi yönlendirdi.
"Kontrollü nefes al, hedefe odaklan ve tetiği yavaşça hisset."
Sözleri, sakin ama buyurgandı. Sanki silahı değil de beni kontrol ediyordu. Nefesimi düzenlemeye çalıştım ama arkamda duruşu, ellerinin yönlendirişi, üzerimde hissettiğim ağırlığı... Hepsi nefesimi kesmeye yetiyordu.
Tam silaha odaklanmıştım ki, Yiğit başını eğerek kulağıma fısıldadı.
"Hayır," diye fısıldadım, ne kadar doğru söylediğimden emin olmadan.
Derin bir nefes aldım, parmağımı tetikte sabitledim ve bir anlığına her şeyi unuttum. Yiğit'in varlığını, Hakan'ın izlediğini, bu anın üzerimde bıraktığı o garip sıcaklığı...
Ani bir patlama sesi kulaklarımı doldurdu, titreşimi tüm bedenime yayıldı. Silahın geri tepmesi, kollarımdan omuzlarıma kadar bir sarsıntı dalgası gönderdi, ama Yiğit’in elleri hemen devreye girdi. Parmakları belime hafifçe bastırarak dengesizce geriye savrulmamı engelledi.
“Sakin,” dedi sesi alçak ama tok bir tonda.
Derin bir nefes aldım, silahın hâlâ avuçlarımda kalan soğukluğunu hissettim. Hafifçe terleyen ellerimi sıktım. Hakan biraz ötede, kahvesini yudumlarken gözlerini devirmeye bile zahmet etmeden konuştu.
“İlk atış için fena değil ama Yiğit olmasa yere kapaklanırdın.”1
Görmeden bile gülümsediğini hissedebiliyordum.
Yiğit iç çekip bana döndü. “Tetikte daha kontrollü olmalısın,” dedi, sesi ne sert ne yumuşaktı. Düz ve odaklı. “İlk atışın iyiydi, ama bileklerini daha sıkı tutman gerek. Silahın seni değil, senin silahı yönlendirdiğinden emin ol.”
“Deneyeceğim.” çaresizliğim sesime yansımıştı.
Dudaklarımı sıktım, elimdeki silahı biraz daha kavradım. Fakat dikkatim dağılmıştı. Çünkü…
Çünkü Yiğit’in bu kadar yakın olması, silahın metal soğukluğundan daha keskin bir his bırakıyordu üzerimde.
Gözlerimi kaçırmadan yeniden hedef tahtasına çevirdim. Ellerimi düzelttim, bileklerimi sabitledim. Bütün dikkatimle hedefe odaklanmalıydım. Ama tam tetiği çekecekken, Yiğit’in sesi tam kulağımın yanında yankılandı.
“Güzel,” diye mırıldandı. “Ama fazla gerginsin. Biraz rahatla.”
Bunu, nefesi tenime değerken, sesi kulaklarımda yankılanırken, arkamda duruşuyla beni çevrelemişken nasıl yapabilirdim?
Yutkundum. Boğazımda bir kuruluk hissettim.
Kendime meydan okumam gerektiğini biliyordum. Bu sadece bir eğitimdi. Burada önemli olan sadece silahı tutuşumdu. Yiğit’in bana bu kadar yakın olması, duruşumu düzeltişi, ellerinin yönlendirişi… Bunların hiçbiri önemsiz değildi ama olmalıydı.
Derin bir nefes alıp tetiği çektim.
Silah patladı, ancak bu kez biraz daha az sarsıldım. Yiğit’in elleri hala belimdeydi ve o her an içimde tuhaf bir sıcaklık yayılıyordu.
“Daha iyi,” dedi, sesi sakin ama içinde bir anlam taşıyan bir yumuşaklık vardı. “Ama hala hedef tutturamadın.”
Hakan, kahvesinden bir yudum daha alıp homurdandı. “Böyle giderse hedefi vurman haftalar sürecek.”
Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Ellerim hâlâ silahın soğuk metalini kavrarken, içimdeki sıcaklık yerini hafif bir öfkeye bırakıyordu. Hakan’ın alaycı tonunu, Yiğit’in sabırlı bakışlarını ve kendi içimdeki karmaşayı aynı anda yönetmek zorundaydım.
Derin bir nefes aldım ve Yiğit’in gözlerine baktım. “Tekrar deneyeceğim.”
Arkamdan uzaklaşmasını bekledim ama o orada kaldı. Varlığı, nefesi, hatta duruşu bile hâlâ üzerimde bir gölge gibiydi. Tetik parmağımı dikkatlice yerleştirdim, bileklerimi sıktım ve silahı biraz daha kavradım. Bu sefer kendimden emin olmaya çalıştım.
Gözlerim hedefe kilitlendi. Hakan’ın alayları, Yiğit’in varlığı, içimdeki gerginlik… Hepsini geri plana itmeye zorladım kendimi.
Patlama sesi kulaklarımı doldurdu ama bu sefer silahın geri tepmesi beni sarsmadı. Ayaklarım yere sağlam basıyordu. Parmaklarım hâlâ tetiğin üzerinde, nefesim hâlâ düzensizdi ama içimde hafif bir tatmin vardı.
“İşte bu,” dedi Yiğit, bu kez bir adım geri çekilerek. “Daha kontrollüydü.”
Hakan, hedef tahtasına göz gezdirip hafifçe başını salladı. “Tam isabet değil ama en azından çerçeveyi vurdun. Gelişme var.”
Omuzlarımı dikleştirdim. “Daha iyisini yapabilirim.”
Yiğit başını salladı. “Evet, yapabilirsin.”
Silahı tekrar kaldırdım, bu sefer her şeyin farkında olarak: elimdeki ağırlığın, nefesimin, kalp atışlarımın… Ve Yiğit’in, tam arkamda bekleyişinin.
Hazır mıydım? Henüz bilmiyordum.
Nefesimi tuttum, silahı kavradım ve bir kez daha tetiği çektim.
Bu sefer daha kontrollüydüm. Geri tepme, bedenimi sarssa da bileklerimi sıkı tuttum, dengemi kaybetmedim. Hedef tahtasında doğru bir isabet gördüm ve dudaklarımda hafif bir gülümseme belirdi.
Yiğit başını sallayarak “Güzel,” diye mırıldandı. “Şimdi gerçekten başlıyoruz.”
Sesinde, daha fazlasını talep eden bir meydan okuma vardı.
Hakan, kahvesini yudumlayarak gözlerini kısarak gülümsedi. “Aslı, seninle bu kadar yakın temastayken bile hedefi vurabiliyorsa benden iyi durumda,” dedi, alaycı bir tonla. “Ben olsam dikkatim başka yerlere kayardı.”1
Ben bu çocuğu boğabilirim. Daha ne kadar utanabilirdim bilmiyorum.
Yiğit hafifçe gülümsedi, gözlerini benden ayırmadan başını Hakan’a çevirdi. “Senin başka yapacak işin yok mu?” dedi, sesi sert ama umursamazdı.
Hakan, elindeki kahveyi sakince yudumladı, kaşlarını hafifçe kaldırarak bizi süzdü. “Burada daha eğlenceli vakit geçiriyordum ama madem öyle…” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Size özel alanınızı bırakıyorum.”
Son yudumunu aldı, ardından ağır adımlarla uzaklaştı.
Onun gidişini izlerken içimdeki gerginlik daha da arttı. Hakan, varlığıyla ortamı hafifletmişti belki ama şimdi… Şimdi sadece ikimiz kalmıştık.
Gözüm hedef tahtasındaydı. Öyle görünüyordu en azından. Ama aslında tüm dikkatimi toplayan tek bir şey vardı: Yiğit.
Sadece duruyordu. Sessiz, kıpırtısız… ama varlığı bile üzerimde baskıydı. Sanki onun sessizliği, bütün odağımı ele geçirmişti.
Kulağa kararlı geliyordu ama aslında içinde gizli bir itiraf vardı. Sesim, onun suskunluğuyla baş edemeyen içsel çırpınışım gibiydi.
Konuşmadan bir an durdu. Dudak kenarındaki kıvrım… o belli belirsiz gülümseme… kalbimi hızlandırmaya yetti.
Kalbim o anda bir şeyin üzerinden düşmüş gibi oldu. Kurduğu cümle beni doğrudan dün geceye götürmüştü. Vücudumda usulca gezen tüm kanın yanaklarıma hücum etmeye başladığını hissediyordum.
“O ne demek?” dedim. Sesim titremesin diye uğraşarak.
“O zaman ben seçiyorum,” dedi ve bir adım attı.
Sözlerim netti ama sesimdeki o kırılgan ton beni ele veriyordu.
Bunu fark edecekti ve elbette fark etmişti.
“Seninle ilgileniyorum,” dedi. Gözleri bir an bile gözlerimden sapmadı. “Bu da yapılması gereken bir şey, değil mi?”
Kaşlarımı çattım ama geri adım atmadım.
O da bundan besleniyor gibiydi.
Gerginliğimi hissettikçe daha çok yaklaşıyordu.
“Eğitime devam etmeliyiz,” dedim son bir çare. “Zamanımız yeterli değil.”
“Eğitimin en etkili kısmı ne biliyor musun?” dedi, adımlarını sürdürerek.
“Benim sınırlarımı mı test ediyorsun?”
“Hayır,” dedi ve aramızdaki mesafe neredeyse yok oldu.
“Seninkileri zaten tahmin edebiliyorum. Ben sadece… tepkilerini ölçüyorum.”
Sustuğumu fark ettiğimde, çoktan fazlasıyla yaklaşmıştı.
Bu bakışına cevap vermemek zordu.
Duruşuma asıldım. Kararlı görünmeye çalıştım.
Ama her şeyim fazlasıyla açıktaydı. Ve o, bunu kullanıyordu.
“Bu kadar yakın olman gerekmiyor,” dedim.
“Gerekmiyor,” diye yineledi. Sesi alçak, ama içinde kıpırdayan bir eğlence vardı. “Ama istediğim yer burasıysa?”
Gözlerimi kısmamla gülümsedi. O kadar rahattı ki, utancım daha da arttı.
“Elinde silah var, evet,” diye böldü beni. Gözleri kısa bir an için elimdeki tabancaya kaydı, sonra tekrar bana döndü. “Ama tetikte değilsin. Neden?”
“Cevap yok mu?” diye sordu. Ardından, boğazına bir şey kaçmış gibi hafifçe öksürdü. “Yorgunluk mu? Yoksa dikkat dağınıklığı mı?”
Adım adım gelmişti. Şimdi neredeyse nefesini hissedebiliyordum.
Boynuma eğildi. Sesini daha da kısıp kulağıma fısıldadı:
Nefesim bir an tutuldu. Elimdeki silah parmaklarımda değildi artık, aklımda bile değildi.
Yiğit’in nefesi tenime değiyordu. Söylediklerinin etkisi cildime işliyor, kalbimi sıkıştırıyordu. Geri çekilmek istedim, ama bacaklarım yerinden oynamıyordu. Kıpırdamadım. Çünkü bir yanım… onun ne yapacağını görmek istiyordu.
“Eğer bu kontrolsüzlüğün sebebi bensem…”
Bakışlarını gözlerime kilitleyerek ekledi:
Yutkundum. O hâlâ çok yakındı.
“Eğer bu kontrolsüzlüğünün sebebi bensem,” dedi, başını biraz geri çekip gözlerime bakarak, “Bu durum hoşuma gider.”
“Ama ben değilde başka etmenler ise,” dedi, başını biraz geri çekip gözlerime bakarak, “Bu ihtimali değerlendirmek bile istemem.”
Sustuk. Sadece bakışlarımız kaldı. O anın içinde ne kadar durduğumuzu bilmiyordum ama zamanın akışı bozulmuş gibiydi. İçimde bir şey titriyordu—sinirle değil, başka bir şeyle. Kabul etmek istemediğim, ama orada olan bir dürtüyle.
Basit ama etkili bir hatırlatma:
“Sebebi ben bile olsam, elinde silah olan biri… her durumda tetikte olmalı.”
Geri çekilirken yüzünde hâlâ o belli belirsiz gülümseme vardı.
Elimdeki silahı nazikçe aldı, güvenliğini kontrol ettikten sonra beline yerleştirdi. Sonra bana döndü, gözlerinde ciddiyetin yanı sıra yumuşak bir şeyler vardı.
"Bu eğitime gerek yoktu," dedim, sessizliği bozarak.
Yiğit başını hayır anlamında sallayıp devam etti.
"En son eline silah aldığında, yapılacaklar listesinin başına yerleştirmiştim bu işi." Kaan'ın peşimizde olduğu günden bahsediyordu.
"Sen vardın ihtiyacım olmamıştı." dedim tüm umudumla ne diyeceğini merak ederek devam ettim. "Yine sen varsın, ihtiyacım olmaz."
Sözlerim havada asılı kaldı. Yiğit'in kaşları hafifçe çatıldı, gözlerindeki derinlik daha da belirginleşti.
Bir adım attı, sonra bir adım daha. Aramızdaki mesafeyi kapatırken içimde bir şeyler düğümlendi.
"Her zaman olacağım," dedi, sesi alçak ama kararlıydı. Elini kaldırıp parmaklarını bileğime hafifçe sardı. "Ama olmadığım bir durumda... Senin kendini koruyabileceğini bilmek istiyorum."
Nefesim hızlandı. Bu kadar yakından bakınca, gözlerinde saklı endişeyi görebiliyordum.
Başımı hafifçe iki yana salladım. "Ama—"
"Elimden geldiğince yanında olacağım, Aslı," diye devam etti. "Ama her zaman planlandığı gibi gitmez. Bu yüzden kendini savunabilmelisin."
Sesi sakindi. Ama içinde fırtınalar kopuyordu. Hissediyordum.
Ellerim, farkında olmadan bileğimi saran parmaklarının üzerine kapandı.
Yiğit'in gözleri bir anlığına dudağımda gezindi ama sonra ifadesi değişti. Geri çekilmedi. Bunun yerine bileğimi yavaşça bıraktı ve başını hafifçe yana eğerek bana baktı.
"Pekala," dedi, sesi alçak ama meydan okuyucuydu. "Madem silahı nasıl kullanacağını bilmiyorsun, o zaman silahın ucundaki olunca ne yapacağını görelim."
"O ne demek?" diye fısıldadım.
Tam o anda Yiğit aniden hamle yaptı.
Refleksle geri çekildim ama çok geçti. Silahı hızla kaptı ve namluyu doğrudan göğsüme doğrulttu.
Tetikteydi. Parmağı gerçekten tetiğin üzerindeydi.
Gözlerinde oyun oynayan biri vardı. Tehlikeli ama bilerek kontrol eden biri.
Silahın ucu tam kalbimin üzerindeydi.
Ve vücudum, nefes almayı unuttu.
Sanki biri zamanın içinden beni çekip çıkardı, bambaşka bir ana fırlattı.
Bir odadaydım. Loş, kapalı, dar.
Soğuk bir metalin tenime bastırılışı.
Nefesim kesildi. O anın kokusu bile burnumdaydı.
Dışarıdan gelen hiçbir sesi duyamıyordum artık.
Ayağımın altından zemin çekildi sanki.
Sanki ciğerlerim çalışmayı reddetti.
Kaçmam gerekiyordu. Ama kıpırdayamadım.
Ama bedenim başka bir şey söylüyordu.
Uzak bir yerden gelen bir ses gibi.
Yiğit’in sesi. Ama ulaşamıyordu bana.
Zorladım kendimi. Zihnimi itekledim o karanlıktan çıkarmak için.
Beni vurmayacaktı. Tehlikede değildim.
Dudaklarıma zoraki bir gülümseme yerleştirdim.
"Daha şimdiden panikledin," dedi başını hafifçe yana eğerek. "Beni durdurmadın. Seninle daha çok işimiz var."
Ellerimi kaldırıp kaşlarımı çattım. “Ne yapmamı bekliyordun? Bir anda saldırmamı mı? Paniklemedim.”
Yiğit durdu. Bana inanmamıştı. Gözlerinden kaçan korkuyu gördüğünü biliyordum.
Silahı yavaşça indirdi ve yüzünde hafif bir tebessümle başını eğdi. "Güzel toparlandın."
Ama gözleri, az önce ne yaşadığımı anlamaya çalışıyordu.
Ellerimi sıktım. Titrememeliydi. Ama avuçlarımdaki soğukluğu hissedebiliyordum.
"Beni gerçekten vuracak değildin ya?” diye direnmeye çalıştım.
Yiğit hafifçe kaşlarını kaldırdı. “İstersen deneriz.”
Ben de başımı yana eğdim, içimde hâlâ çığlık atan korkuyu bastırarak.
Yiğit gözlerini kısıp beni süzdü.
Beni yalanlarımın içinde görüyordu.
Bunun yerine, silahı indirip bileğimi yeniden yakaladı. "Evet."
Tam itiraz etmeye hazırlanıyordum ki, Yiğit tekrar hareket etti.
Bu sefer, elindeki silahı bırakıp bir bileğimi yakalarken diğer elini belime doladı. Dengemi kaybedip istemsizce ona doğru çekildim. Göğsüme yaslanınca kalp atışlarımın hızlandığını hissettim.
"Birisi sana silah doğrultursa, kaçmaya mı çalışırsın, yoksa saldırıp kontrolü ele mi alırsın?"
Yutkundum. "Kaçmak kötü bir fikir mi?"
Yiğit başını iki yana salladı. "Bazen evet."
Ellerimi bırakıp sırtımı düzeltti, ardından bana bir şey gösterecekmiş gibi silahı avucuma koydu.
"Daha dikkatli olmalısın. Mesela..." dediğinde, aniden bileğimi ters çevirip elimdeki silahı hızla aldı. Bir saniyede kontrolü kaybetmiştim.
"Bunu yapmana izin verdim!" diye çıkıştım.
Yiğit alaycı bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. "Tabii ki öyle."
Ama sesinde meydan okuma vardı.
Ve bu, her şeyden daha sinir bozucuydu.
Kaşlarımı çatıp silahı geri almak için hamle yaptım ama Yiğit kolayca geri çekildi, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.
"Gerçekten bunu yapmak istiyor musun?" diye sordu.
İçimde bir yerlerde gururum incinmişti ama ona bunu belli etmek istemedim. Yine de, ifadesindeki alaycı rahatlık beni delirtmeye yetiyordu. Kollarımı göğsümde bağlayıp gözlerimi kıstım.
"Beni sinirlendirmeye çalışıyorsun," dedim, sesi titremeyen bir kesinlikle.
Yiğit silahı parmakları arasında çevirirken başını hafifçe yana eğdi. "Ben sadece gerçeği gösteriyorum."
Sertçe nefes verdim. "Gerçeği biliyorum. Kullanmayı bilmiyorum, tamam mı? Ama sen varsın, zaten—"
Kelimelerim havada asılı kaldı. Silahı hızla beline yerleştirip bana doğru bir adım attı, sonra bir adım daha. Aramızdaki mesafe yok oluyordu ve ben, içgüdüsel olarak geriye çekilmeye çalıştım. Ama nereye kadar?
Sırtım, arkamdaki ağaca dayandığında ne kadar hata yaptığımı fark ettim.
Yiğit avuçlarını iki yana koyarak beni sıkıştırdı, yüzü bana tehlikeli derecede yakındı.
"Küçük bir hata," dedi, sesi fısıltı kadar alçaktı. "Ve şimdi sıkıştın."
"Bunu yapıyorsun," diye devam etti, gözleri dikkatle benimkileri tararken. "Kaçıyorsun. Geri çekiliyorsun. Ve ben de seni yakalıyorum."
Sertçe yutkundum, ama tek kelime edemedim.
Yiğit başını hafifçe yana eğdi. "Peki, şimdi ne yapacaksın, Aslı?"
İçimde bir şeyler titredi. Bu bir oyun değildi artık. Gerçekti.
Ve ben kaybetmek istemiyordum.
Ama nasıl kazanacağımı da bilmiyordum.
Beynimin içinde alarmlar çalıyordu ama bedenim hiçbir şekilde hareket etmiyordu.
Kaçmaya çalışırsam, tekrar yakalayacaktı. Beklersem, oyunu tamamen kaybedecektim.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kaçırmadan ona baktım. Yiğit, sabırla bekliyordu. Sınırlarımı zorluyordu ve ben bunu biliyordum. Ama ona bunun ters teptiğini göstermek istedim.
Beni köşeye sıkıştırabileceğini sanıyorsa, yanılıyordu.
Kollarımı gevşettim, yüzümde en küçük bir tereddüt izi bırakmamaya çalışarak. Sonra, beklenmedik bir hamleyle ellerimi kaldırıp avuçlarımı göğsüne koydum. Yiğit'in vücudu hafifçe gerildi ama geri çekilmedi.
Gözlerini kısıp beni süzdü. "Ne yapıyorsun?"
Kendimi daha da ileri ittim, aramızdaki mesafeyi iyice kapattım.
Sesi biraz daha kısık çıktı. "Öyle mi?"
Parmaklarım göğsünün sertliğini hissederken kalbimin ritmi hızlandı. Yakınlığı başımı döndürmeyi başarmıştı, ama bu kez oyunun kurallarını ben değiştirecektim.
Hafifçe eğildim, yüzüm onun boynuna yakın bir yerdeydi artık. Nefesimi kontrol etmeye çalışarak kulağına fısıldadım:
"Belki de... seni durdurmanın başka yolları da vardır."
Yiğit'in vücudu hafifçe kasıldı, nefesi hızlandı. Gözleri aniden daha koyu bir renge büründü, bana bakışı değişti.
"Tehlikeli oynuyorsun, Aslı," dedi, sesi tehditkâr bir fısıltı gibiydi.
Tam geri çekilmek üzereydim ki, aniden bileğimden yakaladı ve beni kendine doğru çekti. Çarpmanın etkisiyle dengesizce tökezledim ama Yiğit'in diğer eli belime sarıldığında, tamamen ona yaslanmış halde buldum kendimi.
"Şimdi ne yapacaksın?" diye sordu, sesi eskisinden de alçaktı.
Dudaklarımızın arasındaki mesafe fazlasıyla azalmıştı.
Gözleri gözlerimi kilitlemişti.
Her şey birkaç saniye içinde oldu.
Yiğit'in nefesi dudaklarıma değdiğinde, içimde bir şeyler altüst oldu.
Bütün kaçış yolları, savunmalar ve bahaneler anlamını yitirdi. Geri çekilmek istedim—ya da çekilmem gerektiğini düşündüm—ama vücudum hareket etmiyordu.
Beni yerime sabitleyen bir şey vardı.
Kalbimin deli gibi atmasına, nefesimin düzensizleşmesine, tenimde dolaşan o görünmez elektrik akımına karşı koyamıyordum.
Yiğit başını hafifçe eğdi, dudakları neredeyse benimkine dokunacak kadar yaklaştığında, gözleri gözlerime kilitlendi.
Sanki bana bir şans veriyordu. Bir seçim.
Ama o an, mantıklı düşünebilecek durumda değildim.
Çünkü her şey, her bakış, her nefes, beni ona yaklaştırıyordu.
Gözlerimi kapattığım anda, Yiğit tereddüt etmeden aradaki mesafeyi kapattı. Dudakları dudaklarıma değdiğinde, tüm vücudumun alev aldığını hissettim.
Ama sonra, belimdeki eli beni kendine doğru çektiğinde, her şey daha da derinleşti.
Avuçlarımı göğsüne koymuştum ama itmek için değil. Tutunmak için. Kaçmak istemediğimi fark ettiğimde, zaten çok geçti.
İkimiz de hızla geri çekildik. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Nefes nefese kalmıştım ve vücudum hâlâ Yiğit'in dokunuşunun etkisindeydi. Ama sesin geldiği yere döndüğümde, Hakan'ın silahını kılıfına yerleştirirken bize sırıttığını gördüm.
"Öhö öhö, bölmek istemezdim ama biri burada eğitim yapıyordu sanırım?"
Gözlerimi kıstım. "Sen az önce... sırf—"
Hakan kahvesini sakince yudumladı. "Gerginliği biraz azaltayım dedim."
Ben utançtan yerin dibine girerken, Yiğit sabırla derin bir nefes alıp başını iki yana salladı. "Gün boyu buradasın, değil mi?"
Hakan omuz silkti. "Beni eğlendiriyorsunuz."
Yiğit dişlerini sıkarak Hakan'a döndü. "Lan Hakan - , vallahi sıçacağım senin eğlencene! Bir siktir git artık!"
Hakan kahkahasını bastırırken, Yiğit gözlerini tekrar bana çevirdi. Bakışları koyu, belirgin ve tehlikeliydi. Bir adım attı, sonra bir adım daha. Geri çekilmek istedim ama hareket edemedim.
"Tehlike anında dikkatinin dağılmasını istemiyorum, Aslı," diye fısıldadı. "Ayrıca gözlerini benden kaçırmanı da istemiyorum."
Ellerim, farkında olmadan yanlarımda sıkılıyordu. O ise, bundan keyif alıyormuş gibi bir adım daha yaklaştı.
—------------------------------------------------
Gün ilerledikçe, antrenman tam anlamıyla başladı. Yiğit önce temel hareketleri tekrar etmemi sağladı. Duruşum, nefesim, silahı tutuşum... Her defasında düzeltme yapıyordu ve her defasında bana sinir bozucu bir sabırla meydan okuyordu.
Silahı elimde oynattım, kaşlarımı çattım. "Zaten sıkı kavrıyorum."
Yiğit yanımda belirip elimi tuttu. "Öyle mi?" dedi, sonra bileğimi hafifçe geriye itti. Silah neredeyse elimden kayıyordu.
Ağzımı açtım ama o benden önce konuştu. "Bir saldırı anında böyle mi tutacaksın?"
Bu kez ne kadar sıkarsam sıkayım bırakmamaya kararlıydım. Yiğit bileğime bir daha dokunduğunda, yerimden kıpırdamadım.
Hafifçe gülümsedi. "İşte böyle."
Hakan uzaktan bağırdı. "Yiğit! Bence ona biraz dövüş dersi de vermelisin. Malum, silahla pek şansı yok gibi."
Kaşlarımı çattım. "Gayet iyiyim!"
Hakan kahkaha attı. "Tabii, tabii. Bir de yakın dövüş deneyelim mi?"
Yiğit kolunu iki yana açıp sırıttı. "Bence de."
Tam bir şey söyleyecektim ki, bir anda Yiğit hareket etti. Daha ne olduğunu anlamadan bileğimi yakalayıp beni kendi eksenimde çevirdi. Sırtım anında yere değdi.
Başımdaki toprak kokusunu içime çektim, nefes nefeseydim. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Yiğit'in yüzü yukarıdan bana bakıyordu, eğlenmiş ama aynı zamanda kararlı bir ifadeyle.
"Daha hızlı tepki vermelisin," dedi, bileğimi bırakarak.
Yüzümde beliren ateşi umursamamaya çalışarak hızla ayağa kalktım. Ellerimi belime koydum. "Tamam, bir daha yap."
Yiğit'in kaşı hafifçe kalktı. "Emin misin?"
Yiğit tekrar hareket ettiğinde, ben de harekete geçtim. Ama yine de benden hızlıydı. Önce bileğimi tuttu, sonra beni yere itmeye çalıştı. Ama son anda eğilip kaçtım.
Onun bu kez boşta kalan eline hamle yaparak elini ters çevirmeye çalıştım. Bir an için dengesini kaybetti. İşte bu!
Yiğit anında toparlanıp kolumu kendi ekseninde bükerek beni tekrar kontrol altına aldı. Göz açıp kapayıncaya kadar, sırtım yine yerdeydi.
Bu kez kahkaha attı. "Fena değildi."
Hakan uzaktan bağırdı. "Bence fena değildi kısmına takılmamalısın, Aslı."
Gözlerimi devirdim. "Bir daha."
Silah eğitimi, yakın dövüş, savunma teknikleri... Yoruldum, ter içinde kaldım ama vazgeçmedim.
Ve her düşüşümde, Yiğit bana elini uzatıp kaldırdı.
Ama her kalkışımda, ona daha büyük bir meydan okumayla baktım.
Güneş batarken, en son yere düşüşümde, yerimden kalkmadım.
Bedenim isyan ediyordu. Ellerim titriyordu. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Ama gözlerimi Yiğit'ten ayırmadım.
O da bana baktı. Sonra, hafifçe eğildi ve elini bana uzattı.
Derin bir nefes aldım. "Şimdilik."
Elini tuttum ve hızla ayağa kalktım. Ama o an, ayağım takılıp ileri doğru sendeledim.
Ve bu kez, Yiğit beni yakaladı.
"Yorgunluğun kazandığını kabul et," dedi usulca.
İç çekerek başımı salladım. "Bugünlük."
Hakan tekrar bağırdı. "Ve işte zafer! Aslı, sonunda pes ediyor!"
Elimi kaldırıp ona karşılık verdim. "Bekle sen, sıradaki sensin!"
Yiğit hafifçe güldü ve elini belime koyarak beni dengede tuttu. "Yarın devam ederiz."
Gözlerinde o meydan okuyucu kıvılcımı gördüm. Ama sadece o değil.
Beni gerçekten önemsediğini. Ve ben de, kendimi hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |