22. Bölüm

KAVUŞMA

OnyxMistic
onyxmistic

Sabah, içeriyi saran ağır bir sessizlikle uyandım. Gözlerimi araladığımda yan tarafın boş olduğunu fark ettim. Yorgan kıvrılmıştı, yastığın üzerinde ise hâlâ silinmemiş bir iz vardı. Elimi uzatıp soğumuş çarşafa dokundum. Çok önce kalkmıştı... ve belli ki sessizce gitmişti.

 

Göz kapaklarım hâlâ ağırdı ama içimde tanımlayamadığım bir sıkışma vardı. Bir şeyler yerli yerinde değildi. Sessizce doğruldum, etrafa kulak verdim. Ne ayak sesi vardı, ne de mutfaktan gelen tanıdık sesler... Her şey geceden kalma bir boşlukla doluydu.

 

Üzerime aceleyle bir hırka geçirip odadan çıktım. Merdivenleri yavaşça indim. Mutfak kapısını araladım. İçerisi bomboştu. Masada iki fincan duruyordu—hiç kullanılmamış, yerinden bile oynamamış.

 

Gözüm salona kaydı. Hakan, kanepeye yan yatmış uyuyordu. Üstü battaniyeyle örtülmüş, yüzü yastığın kenarına gömülmüş, uykunun derinliğinde kaybolmuştu. Sessizce yaklaştım. Bir süre öylece baktım. Uyandırmaya kıyamadım. Ama o, sanki içimdeki sıkıntıyı hissetmiş gibi hafifçe kıpırdandı ve gözlerini araladı.

 

"Uyandırdım mı?" diye fısıldadım.

 

Hakan gözlerini ovuşturdu, hâlâ tam uyanamamıştı. "Yok," dedi kısık bir sesle. "Kendim uyandım... Saat kaç?"

 

"Sekize geliyor..." diye yanıtladım, sesim neredeyse bir fısıltıydı.

 

Hakan uyanmaya çalışırken birlikte birkaç saniyeliğine sessizliğe gömüldük. Sonra, bir şey hatırlamış gibi başını kaldırdı ve gözlerini bana çevirdi.

 

"Sen neden buradasın... Bir şey mi oldu?"

 

Sesi yumuşaktı ama içinde belli belirsiz bir endişe taşıyordu.

 

"Yiğit'i göremedim," dedim. "Nerede olduğuna dair bir fikrin var mı?"

 

Hakan'ın bakışları aniden ciddileşti. Kanepeye daha dik oturdu, sesi biraz daha uyanıktı artık.

 

"Nasıl yani... yukarıda değil mi?"

 

Başımı hafifçe iki yana salladım. "Hayır... Uyandığımda yalnızdım."

 

Hakan, yüzüme baktıktan sonra gözlerini kaçırdı. Sanki düşünceleri dağınıktı. Yavaşça doğruldu, bir iki adım attı. Gözleri salonda gezindi, sonra bir şey dikkatini çekmiş gibi masaya yöneldi.

 

"Şu ne?" diye mırıldandı.

 

Ben de başımı çevirince fark ettim — masanın kenarında katlanmış bir kâğıt duruyordu. Önceden orada yoktu ya da dikkat etmemiştim.

 

Hakan kağıdı aldı, göz gezdirdi. Kaşları hafifçe çatıldı, sonra sessizce bana uzattı.

 

Parmaklarım titreyerek kâğıdı açtım.

 

"Acil bir işim çıktı. En geç akşama dönerim. Merak etmeyin."

–Yiğit

 

"Ne işi?" diye mırıldandım kendi kendime. Kağıdı usulca masaya bıraktım. Parmak uçlarım kâğıdın kenarında gezinirken, sanki harflerin arasına gizlenmiş bir anlamı hissediyor ama bir türlü çıkaramıyordum.

 

Hakan hâlâ sessizdi. Ama yüzündeki ifade... alışık olduğum o sakin maske yoktu. Bir şey onu da huzursuz etmişti.

 

Gözlerimi nottan ayıramazken dudaklarım kıpırdadı, sesim bir fısıltıya dönüştü:

 

"Merak etmeyin demiş ama... Ya Kaan..."

 

İçimdeki kasılma bir anda arttı. O sade cümle — iki satır bile etmeyen o not — zihnimin en karanlık köşelerinde saklanan korkularımı uyandırmıştı.

 

Kaan. Sadece adını anmak bile yetiyordu. Boğazıma bir yumru oturdu. İçime, ansızın, karanlık bir düşünce çöreklendi.

 

O isim bir uyarı gibiydi; bir çan sesi gibi çınladı kafamda. Felaketin ayak sesleri gibi. Ve bir kez daha hatırladım...

 

Ben tehlikenin içindeydim. Hep. Her an. Şimdi, o karanlık, Yiğit'i de içine çekiyordu.

 

Tam o anda Hakan'ın sesi, düşüncelerimi dağıtarak araya girdi:

 

"Yiğit başının çaresine bakar. Gel... Biz bir şeyler hazırlayalım."

 

Ses tonu yumuşaktı ama içinde ince bir sertlik vardı. Sanki hem beni korumaya çalışıyor, hem de kendi içindeki paniği bastırmak için uğraşıyordu.

 

Hakan'ın niyeti belliydi. Teselli etmeye çalışıyordu beni—ama içimdeki huzursuzluk, o çabanın üzerime sinmesine izin vermiyordu.

 

Yavaşça başımı salladım. Notun kenarlarını parmaklarımla yoklarken, gözüm yazıya değil, satır aralarında saklanan sessizliğe takılıyordu. Sanki orada yazılmamış, ama bağıran bir şey vardı.

 

Sessizce mutfağa yöneldik. Hakan, dolabı açtı, içinden birkaç parça şey çıkarırken ben hâlâ düşüncelerimle boğuşuyordum.

 

Aklım Yiğit'teydi. Hiç habersizce beni yalnız bırakıp gitmemişti.

 

Hakan, dolaptan iki kupa alıp çaydanlığa su koyarken bana göz ucuyla baktı. Sessizliğim her zamankinden farklıydı; bunu o da anlamıştı.

 

Sonunda, içimdeki sessizliği delip geçen o soru döküldü dudaklarımdan:

 

"Yiğit nerede olabilir sence?" Sesim yavaş, neredeyse titrekti. "Yani... gerçekten sabah erkenden haber vermeden gitmesini gerektirecek ne olmuş olabilir?"

 

Hakan duraksadı. Gözleri kısa bir an boşluğa daldı, sonra omuzlarını silkti.

 

"Bilmiyorum. Ama Yiğit bir şey yapıyorsa... düşünerek yapıyordur. Bizi tehlikeye atmaz."

 

Bir an nefesim kesildi. Kelimeler istemsizce ağzımdan döküldü:

 

"Kendini de atmaz... değil mi?"

 

Hakan, su ısıtıcıya eğilmişken birden durdu. Hareketi yarıda kesildi. Birkaç saniye boyunca öylece kaldı; sonra yavaşça doğrulup bana döndü.

 

"Yiğit..." dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar hafifti. "Çoğu zaman ne yapacağını kestiremiyorum. Özellikle konu sensen."

 

Sözleri mideme bir taş gibi oturdu. O an, içimde çoktan var olan o korku, kelimelere dökülünce daha da gerçekleşti. Sessizlik ağırlaştı, içimi ezen bir yüke dönüştü. Gözlerim doldu ama düşmemeleri için dişlerimi sıktım. Zayıf görünemezdim. Görünmemeliydim. Artık değil.

 

"Beni korumaya çalışırken kendini yok ediyor." Sesim kısıldı, neredeyse çatlayacak gibiydi.

 

Hakan hiçbir şey demedi. Gözlerini kaçırdı. Ama o suskunluk... o yarım saniyelik boşluk... kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu.

 

Yerimden kıpırdayamıyordum. Bir elimle tezgâha tutunmuştum, sanki bıraksam çökecektim. Dizlerim titriyor, içimde fırtınalar dönüyordu. Kafamın içinde yalnızca onun yüzü vardı. Yiğit'in yüzü. Dün geceki yıkılmış hali... Birleşen sebepler içimdeki endişeyi daha da alevlendiriyordu.

 

"Bana bir şey söylemeye çalıştı dün gece," dedim usulca, gözüm hâlâ tezgâhtaki boşluğa takılmıştı. Sesim, kendi kulaklarıma bile yabancıydı—boğuk, uzak, kırık.

 

Hakan biraz yaklaştı ama yine de aramızdaki mesafeyi korudu. Sessizliğinde bir saygı vardı, belki de bir iç savaşın yankısı. Gözlerini bana dikti, sonra başını hafifçe eğdi.

 

"Ne gibi bir şey?" diye sordu, sesi bu kez daha yumuşaktı.

 

Dün geceki sözleri aklımdan geçti: Canım yansada, canın yansada tercihim sen olacaksın. Bu sözler ne anlama geliyordu? İhtimallerin düşüncesi içimi endişeyle sararken, rahatça nefes almayı bile zorlaştırıyordu. Ama bana söylediklerini Hakan'a dile getirmek istemedim. Çünkü onunla paylaştığım o anı, başkasıyla konuşmak rahatsız edici bir düşünceye dönüşüyordu.

 

Konuşmamda konuyu kapatmak istediğimi belirtircesine bir değişiklik yaptım.

 

"Ne bilmem gerekiyor, Hakan?" dedim, sesi titreyen bir şekilde. "Lütfen, bildiğin bir şey varsa söyle. Yiğit gerçekten nereye gitti? Başı dertte olabilir mi?"

 

 

Bir an sadece çaydanlığın fokurtusu vardı mutfakta. Hakan'ın dudakları kıpırdadı, ama sesi çıkmadı. Sonra derin bir nefes aldı, başını kaldırıp gözlerime baktı.

 

 

Bir an boyunca sadece çaydanlığın sesi duyuldu, fokurtusunun arasında her şeyin ağırlaştığını hissedebiliyordum. Hakan'ın dudakları kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı. Derin bir nefes aldı, başını kaldırıp gözlerime baktı, bakışları bir an daha derinleşti.

 

"Gerçekten nereye gittiğini bilmiyorum," dedi, sesi sabırlı ama içinde yorgunluk vardı. Yorgun ama yalan söylemeyecek kadar dürüst.

 

Ama ben sabredemedim. Bir adım daha atmak, duygularımı daha fazla gizleyememek zorundaydım. "Bir şeyler bildiğin kesin," dedim, sesim biraz çatlayarak. "O sana çok güveniyor..."

 

Bir an sessiz kaldım, kelimeler ağzımdan çıkarken boğazımda düğümleniyordu. "Neden böyle bir şeye göz yumdun? Neden onu durdurmadın? Bu yola girerken, neler olabileceğini biliyordun bence. Neden beni kaçırmasına göz yumdun?"

 

"Benim zaten bir sonum yoktu..." dedim, gözlerimi yere sabitleyerek. Sesim, içimde taşıdığım o karanlıkla boğuklaşmıştı. "Ama o... artık o da benimle birlikte yok olacak, değil mi?"

 

Kelimeler dudaklarımdan döküldü ama ardında kalan sessizlik çok daha ağırdı.

 

Sustum. Boğazım düğümlendi, yutkunmaya çalıştım ama içimdeki boşluk büyüdükçe büyüyordu.

 

Hakan birkaç saniye boyunca tek kelime etmedi. Sanki kelimeleri seçmek için değil, onları doğru yerleştirebilmek için sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes aldı.

 

"Sonu olmayanın kim olduğunu bilemeyiz, Aslı," dedi, sesi yavaşça ama içten bir kararlılıkla yükseldi. "Ya da kimin gerçekten yaşamadığını... Kimse dışarıdan bakınca anlayamaz. İnsan bazen hayatta kalır, ama içinde hiçbir şey kalmaz. Bunu sen de ben de iyi biliyoruz."

 

Gözleri gözlerime değdiğinde, içinde yıllardır taşınan sessiz bir yas vardı. Ve belki de ilk defa, ikimiz de aynı yerdeydik: bir kayboluşun kıyısında.

 

"Yiğit seninle olduğunda yaşıyor, bunu ben net bir şekilde görüyorum. Eğer bunu fark edemediysen, daha dikkatli bakmalısın."

 

Hakan'a doğru bir adım attım. Sessizliğin içinde yankılanan ayak sesim, mutfağın soğuk havasını biraz daha ağırlaştırdı. Boğazıma bir düğüm oturdu; kelimeler hazırdı ama çıkmak istemiyordu. Kafamın içinde, mantıkla his birbirine girmişti; her şey bulanıktı, karışıktı.

 

"Gördüğüm şey... mantığımla uyuşmuyorsa?" dedim. Sesim hafifçe titredi ama içindeki kararlılık netti.

 

Hakan, gözlerini kaçırmadan bana baktı. Bir anlık sessizlik oldu; sonra derin bir nefes aldı, sesini alçak ama taşıdığı anlamla ağırlaştırarak konuştu:

 

"Mantık... sadece elimizdekiyle sınırlı olanı açıklar. Ama hissettiklerin, bazen bilmediklerinin önüne geçer. Her şeyi bilebilir miyiz ki?"

 

 

Sözleri kafamda dönüp durdu. Mantık... his... korku... sevgi... Hepsi birbirine karışmıştı. İçimde ne varsa, hepsini bastırmaya çalışmaktan yorulmuştum. Derin bir nefes aldım ama yetmedi; yetmeyeceğini o an anladım. Gözlerim doldu, ama bu sefer kaçırmadım. Gözlerinin içine, dosdoğru baktım.

 

 

"Ben artık sadece hissetmek istemiyorum, Hakan," dedim, sesi bastıran bir kararlılıkla. "Bilmek istiyorum. Nerede olduğunu, ne düşündüğünü, neyle savaştığını... Hissedip anlamaya çalışmaktan değil, bilmeden beklemekten yoruldum."

 

 

İçimdeki o yoğun duygu seli mantığımı çoktan bastırmıştı. Kalbim, susmak istemiyordu artık. Sesim biraz titreyerek ama kararlılıkla yükseldi:

 

"Eğer sonunda anlayacaksam... neden şimdi anlatmıyorsunuz? Neden beni bu karanlıkta tek başıma bırakıyorsunuz?"

 

 

Hakan gözlerini benden ayırmadı. Yüzünde yorgun ama içten bir ifade vardı. Derin bir nefes aldı, sonra sakince konuştu:

 

"Çünkü bazı hakikatler, yalnızca zamanı geldiğinde açığa çıkar. Ama hislerin... onlar hep seninleydi, Aslı. Belki de önce onlara kulak vermeyi ve güvenmeyi denemelisin."

 

Bir an duraksadım. İçimde dönüp duran sorular, kalbimle aklımın arasına gerilmiş bir ip gibi... Ne hissettiğime bile tam emin olamıyordum.

 

"Peki ya hislerimden bile emin değilsem?" dedim, sesim kısık ama içinde ince bir çatlakla.

 

Hakan, çayından bir yudum aldı. Gözlerini benden kaçırmadan, sakince cevap verdi:

 

"Eminsin aslında."

 

"Nereden bu kadar eminsin?" diye sordum, bir adım daha yaklaşarak. Merakla değil, bir tür çaresizlikle.

 

Bakışları biraz daha ciddileşti. Gözlerimin içine baktı, öyle bir baktı ki içim ürperdi.

 

"Ona nasıl baktığını görüyorum, Aslı." dedi.

 

Yutkundum. Bu kadar net bir cümleye verecek bir cevabım yoktu. Yine de sordum, sanki onu çürütmek ister gibi:

 

"Nasıl bakıyormuşum?"

 

Hakan hafifçe başını yana eğdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Elini fincanın kulpuna sardı, sesi yumuşaktı ama alttan alta oyunbaz bir tını taşıyordu.

 

"Her şeyi de ben mi söyleyeyim şimdi?" dedi. "Biraz da sen kulak ver kalbine. Mantığı azıcık sustur... belki o zaman daha net duyarsın."

 

Sözleri tam anlamıyla ciddi değildi belki, ama samimiydi. Söyledikleri, içimdeki gerginliği hafifçe gevşetti. Sanki kafamın içindeki o uğultu bir anlığına durmuştu. Cevap veremedim ama içimde, hafif bir kıpırtı hissettim. Nefes gibi, belki bir başlangıç gibi...

 

Hakan mutfağa yöneldi sonra. Dolabı açtı, yumurtaları aldı. Tavaya uzanırken omzunun üzerinden konuştu:

 

"Şu kahvaltıyı yakmadan bitirebilirsek... vallahi bizi kutlayacağım."

 

Sesi neşeli gibiydi ama altına ince bir hüzün sızıyordu. Ardından yine sessizlik...

 

Hakan, her zamankinden daha içine kapanıktı bu sabah. Sanki bir kelime fazla etse, bir şey paramparça olacakmış gibi susuyordu. Belki o sessizlik bana aitti. Belki de onun yüküydü. Hangimizin sustuğunu bile bilemiyordum. Ama o sessizlik... Mutfak masasının ucundan yere sarkıyor, yerçekimi gibi bizi aşağıya çekiyordu.

 

Benimse aklım, elimdeki çay bardağından çok daha uzaktaydı. Her yudumda, zihnim Yiğit'e kayıyordu. Nerede olduğunu bilmiyordum. Ne yaptığını, içine girdiği şeyin ne kadar karanlık olduğunu... Ve dönerse, nasıl döneceğini.

 

Artık içimdeki ses susmuyordu. Sessizlik, boğazıma dolan bir bağırışa dönüşmüştü.

 

"Ben çıkıyorum," dedim aniden, çatalı tabağa bırakırken çıkan ses biraz fazla yankılandı.

Hakan başını kaldırdı. Kaşları hafifçe çatıldı; gözlerinde endişeden çok tetikte bir dikkat vardı.

 

"Nereye?"

 

"Biraz hava alacağım. Bahçedeyim."

 

Bakışlarını üzerimde bir saniyeden fazla tuttu. Belki çıkmamı istemiyordu. Belki de tutmakla bırakmak arasında kaldığı o ince çizgide kendine engel oluyordu. Ama sonunda sadece,

 

"Tamam," dedi. "Çok uzaklaşma."

 

Kapıya yöneldim. Montumu almadım. Üşümek... belki biraz iyi gelirdi. Tenimde hissettiğim soğuk, içimdeki karmaşadan daha sade, daha dürüst bir şeydi en azından.

 

Kapı kolunu çevirdim. Sert bir rüzgâr yüzüme vurdu; serinlik tokat gibi çarptı. Ama ben ilk kez, derin bir nefes aldım. Gerçek, keskin, tenimi ürperten bir nefes. Ve o anda... sadece bir anlığına bile olsa, içimdeki düğümün biraz gevşediğini hissettim.

 

Bahçeye adımımı attığımda, tanıdık ama yabancı bir yere giriyormuşum gibi hissettim. Her şey yerli yerindeydi; ağaçlar hâlâ oradaydı, dalları gökyüzünü çizen dağınık çizgiler gibi yukarıya uzanıyordu. Ama bir şey eksikti. Bir şey değil... biri.

 

Çimenler nemliydi. Her adımda ayaklarımın altında ezilen yaprakların çıkardığı hışırtı, garip bir teselli gibiydi. Sanki hâlâ dokunabiliyor, hâlâ bir şeyleri hissedebiliyordum. Ve bu bana, hâlâ canlı olduğumu hatırlatıyordu.

 

 

Biraz yürüdüm, sonra dün gece Yiğit'le oturduğumuz banka geldim. Aynı yer, aynı sessizlik... Ama artık yanında o yoktu.

 

Oturur oturmaz, içimde bir şey sızladı. Zihnimin derinliklerinden bir cümle yükseldi, yankı gibi. "Mantığı azıcık kenara koy da... hislerin ne diyor, ona bir bak."

 

Hakan'ın sesi kulaklarımda çınladı. O an sadece birkaç kelimeydi belki ama şimdi zihnimin her köşesine dağılmış gibiydi. Hislerime bakmak... Ne kadar kolay geliyor kulağa. Ama insan gerçekten ne hissettiğini bilebilir mi? Yoksa his sandığımız şey, sadece korkularımızın kılık değiştirmiş hali mi?

 

Dizlerimin üzerine kollarımı sardım, hafifçe öne eğildim. Bakışlarım yere sabitlendi, ama gördüğüm şey dışarıda değildi. İçimdeydi. Kırık dökük bir köşede sakladığım tüm ihtimaller, korkular ve bastırdığım cümleler... Hepsi birden başıma üşüştü. Sanki içimdeki her şey dışarı çıkmak için savaş veriyordu.

 

Boğazımda düğümlenen kelimeler, bir türlü dile gelmeyen duygular... Yiğit'le olan geçmişimiz, her hatırladığımda yeniden kanayan bir yara gibi. Her düşünce, biraz daha acıtıyordu.

 

Bir zamanlar, çok uzak bir geçmişte, ona güvenmek... ona inanmak, en doğal şeydi. Çocuk kalbimle, abime nasıl sığınıyorsam, Yiğit'e de öyle sığınıyordum. O günlerde dünya daha basitti; net çizgilerle ayrılmış iyilikler, berrak bir gökyüzü kadar temiz duygular vardı. Her şey yolundaydı. Her şey huzur doluydu. Ama zaman, her şey gibi onu da değiştirmişti.

 

Yeni bir Yiğit'le tanışmıştım sonra. Önce karanlık yüzünü göstermişti bana — sert, yabancı, neredeyse tanınmaz bir haliyle. Bildiğim Yiğit yoktu artık; karşımdaki adam, geçmişten kopup gelen bir hayalete benziyordu. Ama zamanla... onun tüm halleri zihnimde bir araya gelmişti. Anılar, kelimeler, susuşlar... Hepsi birleşip tek bir bedende yeniden doğmuştu. Ve karşımda, geçmişin ve şimdinin bütün yükünü taşıyan o gerçek Yiğit duruyordu.

 

Onun yanında, her şeye rağmen huzur buluyordum. Birinin kollarında olmak... İşte, bu his çok güzeldi. Kararlı duruşu, çizgisini bozmayan tavrı, bakışları, dokunuşları, öpüşü... Ne zaman bu kadar ısındığımı bilmiyordum. İçim tamamen onunla dolmuştu.

 

Gözlerimi kapatıp başımı hafifçe geriye yasladım.

 

Bir yanım hâlâ direniyordu. Onu kötü biri olarak görmeye çalışıyor, yaptığı şeyleri kendime tekrar tekrar hatırlatıyordum. Ama... inanamıyordum. Gerçekten inanamıyordum.

 

Evet, beni kaçırmıştı. Tehdit etmişti. İstemediğim şeyler yapmaya zorlamıştı. Ama niyeti bana zarar vermek değildi.

 

İçimde bir yer, çoktan bunu kabul etmiş gibiydi. Artık bağırmıyor, itiraz etmiyordu. Sessizdi.

 

Ve o sessizlik, bana kelimelerden daha fazla şey söylüyordu. Kötü biri olsaydı... bana böyle bakmazdı. Gözlerinin derinliklerinde saklananları fark etmem mümkün değildi.

 

Kötü biri olsaydı, beni korumazdı. Arkamda durmaz, sahip çıkmaz, benden bile sakınmazdı.

 

İçimdeki küçük ama ısrarcı his hiç kaybolmamıştı. Ben inkâr ettikçe büyümüştü.

 

Ve şimdi... artık kendimi kandıramıyordum.

 

Varlığına o kadar alışmıştım ki, yokluğunda içim kara bulutlarla kaplanıyordu sanki. Bu his neydi, tam emin değildim ama içimde bir şey kıpırdıyor, sessiz ama ısrarla varlığını hissettiriyordu.

 

Adını koyamıyordum belki ama yokluğunu hissettikçe içimde bir yer daralıyordu.

 

Alışmaktı belki...

 

Belki de... özlemekti.

 

Kafam karışıktı, ama kalbim sanki daha netti. Onun yanındayken... daha sakindim. Daha güvendeydim.

 

Bazen sadece bir bakışı yetiyordu, bunu hissetmeme.

 

Yaptıklarını unutmuyordum, unutamazdım da. Ama niyetini, o anlardaki halini düşününce... bilmiyorum, kötü biri olduğuna inanmıyordum. İçimden sadece onun yanında kalmak geliyordu.

 

Sanırım insan kalbi böyle şeyleri anlıyor. Aklımı değil, içimden gelen sesi dinlediğimde, onun varlığına ihtiyacım olduğunu söylüyordu bana. Her anlamda...

 

Belki hâlâ bir şeyler yaşayabileceğimize inanmak istiyordum, benim de bir hayatım olabileceğine. Farkında olmadan.

 

Ama şu an sadece oturuyordum. Düşünüyor ve her düşündüğümde aklım yine onda takılıyordu.

 

——————————

 

 

Odama çıkalı birkaç saat olmuştu. Hava hâlâ griydi, ama sabahın serinliği gitmiş, yerini sessiz, durağan bir öğlene bırakmıştı. Cam hafif aralıktı; içeri ince bir rüzgar süzülüyordu. Yorganı dizlerime kadar çekmiş, başımı yatağın başlığına yaslamıştım. Elimde bir kitap vardı ama gözüm kelimelere takılmıyordu. Sayfaları çeviriyordum, ama zihnim hâlâ aynı yerdeydi — o bankta, o düşüncelerin içinde.

 

Arada Hakan'ın ayak seslerini, alt katta dolapların açılıp kapanma sesini duyuyordum. Sessiz bir evde bile, dikkatle dinleyince ne kadar çok ses olduğunu fark ediyordum

 

Sonra, bu sıradan seslerin arasına karışan başka bir şey oldu. Sesi tam tarif edemem — sanki bir şey yere düştü ya da biri bir yere vurdu. Ne çok yüksek, ne de göz ardı edilecek kadar hafifti.

 

Başımı kaldırdım. Kalbim göğsümde kısa, amaçsız bir koşu yapıyordu. Sanki bir şey olacakmış gibiydi. Önce umursamamaya çalıştım. Belki Hakan'dır. Belki mutfakta bir şey arıyordur ya da dolabın kapağını fazla hızlı kapatmıştır.

 

Ama beynimle kalbim başka şeyler söylüyordu birbirine.

 

Ayağımı yere uzatıp terliklerimi aradım. Parmak uçlarım tahta zemine değdiğinde, o garip ses tekrar duyuldu. Bu kez daha netti. Dışarıdan geliyordu sanki.

 

Kitabı yavaşça kenara bıraktım. Gergindim ama saçma da geliyordu. Belki ağaçtan bir şey düştü, belki bir kuş... ama içim rahat etmiyordu.

 

Pencereye yürüdüm, perdeyi araladım. Dışarısı sakindi. Yol boştu, kapının önünde kimse yoktu.

 

İçimdeki kötü senaryoları bastırmaya çalışıp koridora çıktım. Merdivenlerden inerken adımlarımı istemsizce yavaşlattım. Sanki fazla ses yaparsam bir şey kaçacakmış gibi. Evin içi sessizdi, ama o sessizlik üzerime çökmüştü.

 

"Hakan?" dedim, sesim boğuktu ama cevap yoktu.

 

Salona kadar ilerledim. Tekrar seslendim, bu kez biraz daha yüksek ama hâlâ temkinli: "Hakan?" Yine ses çıkmadı.

 

Ayak seslerimin halıya değdiği anlar bile tuhaf gelmeye başlamıştı kulağıma. Her şeyin bu kadar sessiz olması, huzurdan çok tehdit gibi hissettiriyordu.

 

Korkularım ne kadar engellemeye çalışsam da beni ele geçiriyordu. Kaan olabilir miydi? Bu düşünce birden aklımdan geçti.

 

İçimde buz gibi bir şey aktı. Ayaklarım yere daha sert basmaya başladı. Mantığım "Olamaz," diyordu ama kalbim o ihtimali ciddiye almıştı bile. Hakan'ın sessizliği, o garip sesler, camın tıkırtısı... Hepsi birbirine bağlanıyordu sanki.

 

Olmamalıydı. Ama ya olduysa?

 

Hızlıca mutfağa yöneldim, içeri baktım. Kimse yoktu. Dolaplar kapalı, yerde düşmüş bir şey de yoktu. Hakan da ortada değildi.

 

Kendimi salona attım, gözlerim evin her köşesini tarıyordu. Dışarıdan her şey normal görünüyordu ama içimdeki huzursuzluk yerle bir olmuştu. Ellerim terliyor, avuç içlerim buz kesiyordu.

 

"Kendine gel, saçmalama," dedim sessizce.

 

Ama bir adım attıktan sonra... camın dışından gelen hışırtı, bu kez çok daha netti. Arka bahçeden geliyordu.

 

Koşar adımlarla camın yanına gittim, perdeyi aniden çektim.

 

Bahçeye açılan kapıdan dışarı fırladım. Çimenin üzerindeki ayaklarım tedirgindi, ama duramadım. Hızla arka duvara yaklaştım.

 

Ve o an gördüğüm şeyle bütün korkularım bir anda uçup gitmiş, derin bir nefes almıştım.

 

Yiğit tam karşımdaydı. Birkaç adım ötede, nefes nefese kalmış gibiydi ama bana bakmıyordu. Yanında Hakan da vardı.

 

Etrafına bakındı, sanki birini bekliyormuş gibiydi.

 

Sonra arkasından biri geldi.

 

Sarışındı. Omuzları açık, sade ama özenli giyinmişti. Adımları hızlı ve kararlıydı.

 

Yabancıydı. Bu evin, bu hayatın, benim dünyamın dışında biriydi.

 

Ama Yiğit'in yanına geldiğinde bir tanıdıklık vardı.

 

Doğal, alışkın, hatta... çok yakın.

 

Yiğit onu fark ettiğinde geri adım atmadı. Tam tersine, hafifçe eğildi, sanki fısıldar gibi bir şey söyledi kıza. O an seslerini duyamadım ama hareketlerinden tanıdık bir rahatlık akıyordu. Kız başını eğip gülümserken Kaan'da ona gülümsedi. Gülümsedi.

 

Ben hâlâ oradaydım, çimenin üstünde, nefesimi tutmuş, kendimi sıkmış bir halde onlara bakıyordum. İçimde yükselen bu hisse anlam vermeye çalışıyordum ama kelimeler yetmiyordu.

 

Kalbim, bedenimden habersiz, hızlı hızlı atıyordu. Sırtımdan yukarı doğru yükselen ani sıcaklık dalgası, yerini boğazımda sıkışan, ağır ve soğuk bir düğüme bıraktı.

 

Yiğit bir şeyler söyledi, kız başını iki yana sallayıp omzunu hafifçe silkerek küçümser gibi bir tavır takındı.

 

İçimde bir yer sızladı. O an fark ettim ki, yalnızca varlığı değil, sahip olduğu o rahatlık, o samimiyet de beni huzursuz ediyordu.

 

Birkaç saniye boyunca donup kaldım. Ne hareket edebildim ne de ses çıkarabildim.

 

Sadece orada, olduğum yerde durdum. Sanki zarar veren dışarıda değil, içimdeydi; içimden bir yerden bıçak gibi, sessizce kesiliyordum.

 

Bu kız kimdi? Yiğit'i nereden tanıyordu? Neden buradaydı? En çok da... Yiğit'i böyle güldürebilen şey neydi?

 

Birden Yiğit başını çevirdi. Beni gördü. Göz göze geldik.

 

Gözleri birkaç saniye üzerimde takılı kaldı. Bakışlarında şaşkınlık yoktu, panik de yoktu. Sadece... derin, taşıması ağır bir yorgunluk vardı. Başkalarına gülen bakışlar bana yorgun... Onu yoruyordum ve bunu haketmiyordu. İçimden yine onunla kalarak ona haksızlzık ettiğim düşüncesi belirdi kısa bir an.

 

Adım atmadım. Sadece baktım. O da baktı. Sonra yavaşça yanındaki kıza döndü, bir şey söyledi. Kız başını eğdi, onayladı. Ardından geri çekilip bana doğru yürümeye başladı.

 

Kafamda karmakarışık düşüncelerle sadece ona baktım. Yiğit'in gözlerinde bir şey aradım: Bir cevap. Bir iz.

 

 

"Ben de yanına gelecektim," dedi kısık bir sesle. "Sen benden önce geldin."

 

 

"Sesleri duyunca merak ettim," dedim. Gözlerim bir an onun yüzünde takıldı, sonra başımı çevirip arka bahçeyi işaret ettim.

 

"Ne işiniz vardı orada?"

 

Yiğit'in yüzünde anlık bir donukluk belirdi. Gözleri boşluğa kaydı, sonra toparlanmaya çalıştı. Omuzlarını gevşekçe silkti, dudaklarının kenarında belirsiz, sanki kendine sakladığı bir gülümseme belirdi.

 

"Hiç..." dedi. Sesi kayıtsız olmaya çalışıyordu ama o çabuklukta, içinde bir gerilim gizliydi.

"Gizem'e etrafı gösteriyordum," diye ekledi. O an gözlerini benden kaçırdı; sanki göz göze gelmekten, karşımdaki o rahatsız edici samimiyetten özellikle kaçınıyordu.

 

İçimde istemsizce kıpırdanan kıskançlık hissine engel olamıyordum, ne olduğunu anlamadan boğazımda bir düğüm oluştu.

 

Sonra sesini düşürerek, aceleyle söyledi:

 

"Gizem, gel."

 

Tonunda ne samimiyet vardı ne sertlik; sadece bir an önce bu anı geçirmek isteyen bir acele.

 

Gizem hafif adımlarla yanımıza geldi. Duruşu kendinden emindi; fazla gösterişli değildi ama her hareketinde özen vardı. Gülümsedi—hazır, prova edilmiş bir gülüş.

 

"Merhaba," dedi. Sesi, yeni uyanmış ama aynaya uzun uzun bakmış birinin sesi gibiydi. Elini uzattı. "Aslı, değil mi?"

 

Bakışları uzun uzun üzerimde gezindi. Bu bir tanıma değil, bir tartma bakışıydı. Elimi uzattım. "Evet," dedim, sesimi kontrollü ama net tutarak. Gizem elimi bırakırken parmaklarını bir saniye fazla tuttu.

 

Sonra, tam da beklemediğim bir ses tonuyla, hafif bir alaycılıkla fısıldadı:

 

"Beklediğimden daha çelimsiz bir şeymişsin."

 

İçimde istemsizce öfke ve bir tuhaflık yükseldi. Bu sözler, yüzeyin altında çok daha fazlasının saklandığını hissettiriyordu.

 

Bir adım geri çekildim, kendimi toparlamaya çalıştım ama kalbim hızlı hızlı atıyordu.

 

"Bende daha mütevazi bir tanışma beklerdim."

 

Gizem hafifçe gülümsedi, ama bu gülüşünde ince bir alay vardı, sanki kelimelerimizin altında başka oyunlar dönüyordu. Gözleri, üzerimde gezinirken durmadı; derinlerde bir şeyleri tartıyordu.

 

"Beklentiler insanı çoğu zaman yanıltır," dedi soğuk bir sesle, sesinde saklı bir meydan okuma vardı. "Öyle değil mi, Yiğitciğim?"

 

 

Sesinde hafif bir cilve vardı—gizlemeden, göstere göstere. Ne fazlasıyla yakın ne de gerçekten mesafeli. Ama kesinlikle rahattı.

 

Gözleri kısa bir süre Yiğit'in üzerinde gezindi, ardından elini hafifçe Yiğit'in beline sardı.

 

Gözlerim, o dokunuşun ardından biraz daha keskinleşti. İçimde kıskançlığın ince bir zehri yavaşça yayıldı. Ne söyleyeceğimi bilemez haldeydim, kelimeler boğazımda düğümleniyordu.

 

Yiğit, hafifçe geri çekildi ama gözleri hala bana dönmemişti. Sanki iki dünya arasında sıkışmış gibiydi; biri burası, diğeri ise yanında duran Gizem'in dünyası.

 

Bir an için aramızda sessizlik oldu, ama o sessizlik, gürültüden daha yüksek ve daha ağırdı.

 

"Gereksiz tartışmalara girmeyelim, değil mi Gizemciğim?" dedi Yiğit, elini belinden ayırıp ikimizi iki ayrı kolunun altına alarak eve doğru yönelmeye başladı.

 

'Yiğitciğim... Gizemciğim?' Bu samimiyet nereden çıkmıştı? İçimde isyan eden bir ses yükseldi.

 

O an her adımda içimde büyüyen o kıskançlık, bastırmak istedikçe daha da belirginleşiyordu. Kelimeler boğazımda düğümlenmiş, düşüncelerim karmakarışık haldeydi.

 

Eve girerken, gözlerim Yiğit'ten gizemli Gizem'e kaydı. Onların arasında yaşanan bu küçük oyun, bana sanki bir sırrın parçasıymışım gibi hissettiriyordu.

 

Yiğit, Hakan'la birlikte mutfağa geçmiş, bize kahve hazırlıyordu. O sırada Gizem, hafif bir alay ve oyunbazlık karışımı bir sesle yanımda fısıldadı:

 

"Sen bana kızdın mı, küçük kız?"

 

Gözlerim aniden ona kilitlendi.

 

"Kızgın değilim," dedim, sesim nazik ama biraz soğuktu. "Sadece... şaşkınım."

 

Gizem hafifçe gülümsedi, sanki zafer kazanmış gibi. "Şaşkınlık da bir tür his, değil mi? Bazen en güçlüleri bile yıpratır."

 

Arkamdan Yiğit'in kahve fincanlarının tıkırtısı duyuluyordu. Bu kadını sevmemiştim; sadece konuşmak için konuşuyordu. Anlamadığım şeyler söylüyor, ben ise onun boş laflarına cevap vermekte zorlanıyordum. İçimde istemsiz bir gerilim yükseliyor, bu gereksiz gevşeklik ruhumu daha da geriyordu.

 

"Kahveler geldii!" Hakan, tüm enerjisiyle odadaki kötü havaya savaş açarcasına içeri girdi. Ardından Yiğit yanıma oturdu. Gözleri bir an bana, bir an da Gizem'e kayıyordu; ama bakışlarının derinliğinde gizli bir çatışma vardı.

 

Gizem, sessizliğime aldırmadan, Yiğit'e kısa bir göz attı. Gülümsemesi hafifçe yana kaydı, sonra tekrar bana döndü. Sanki sahneye yeni çıkmış ama repliğini ezberden okuyan bir oyuncu gibiydi.

 

"Bunca zamandır yaptığın planlar... Verdiğin çaba..." dedi. Sesi yumuşaktı ama kelimelerinin içi gıcırdayan bir kibirle doluydu.

 

 

Önce Yiğit'e baktı, sonra gözlerini bana çevirdi:

 

 

"...değmiş yani. Gerçekten hoş bir çift olmuşsunuz."

 

 

Sözleri bir iltifatın kılığına girmişti ama altındaki iğnelemenin tadı belirgindi. Bu zarif bir kutlama değil, bilerek damara dokunan bir cümleydi.

 

 

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Ne gülümsedim ne de başımı eğdim. Sadece baktım.

 

 

"Bunca zamandır derken?" dedim. Sesim nazik ama dikkatle keskinleştirilmişti.

 

 

İçimde yükselen o tanıdık alarm artık susturulamaz bir çığlığa dönüşüyordu.

 

 

Benimle geçen zaman uzayacak kadar uzun değildi.

 

 

Eğer Gizem "zaman" diyorsa...

 

 

Demek ki o çoktan oradaydı.

 

 

Ve şimdi bana anlatmak istediği tek şey: Sen sonradan geldin.

 

Yiğit'in sesi kulağımda yankılandı:

 

"Eşim güzel olunca, biz güzel olduk."

 

Bakışları gözlerimin ta içine işlemişti. Sanki başka kimse yoktu odada... sadece biz vardık. Kalbim o an bir ritmi atladı sanki. "Eşim" dediği an... içimden bir şey taştı. Gülümsememe engel olamadım. Ne kadar uğraşsam da saklayamazdım. O da gördü.

 

Beni kendine çektiğinde, belime dolanan eliyle... sanki orası benim yerimmiş gibi. Sanki dünyada tam olarak oraya aitmişim gibi.

 

Ama o sıcaklık, o aitlik hissi çok uzun sürmedi.

 

Hakan'ın sesi o tanıdık, alaycı tonuyla araya sızdı:

 

"Eşi olmayanlar da var ama... ayıp oluyor yani."

 

Güldüm. Hem de içten. O an gülmeye ihtiyacım vardı çünkü. Ama tam karşımdaki Gizem'e baktığımda... o tebessümün nasıl hızla solduğunu gördüm. Kahvesini masaya bırakırken eli titriyordu. Gözleri hâlâ Yiğit'in elindeydi... ya da belimdeki elinde.

 

İçimden ince bir sızı geçti. Soğuk ve belli belirsiz bir şey.

 

Herkesin içinde bir çatlak vardı. Kimi kahvenin buharında saklıyordu, kimi göz temasından kaçınarak. Gizem kalktı. Sessizce.

 

 

"Ben biraz hava alacağım," dedi. Kaçmıyordu belki ama kalmaya da gücü yetmiyordu.

 

Hakan da ardından kalktı. "Ben de bir sigara yakayım." Göz göze gelmemeye dikkat ederek çıktı.

 

Birden yalnız kaldık. Gerçek anlamda. O kalabalığın içinde bile sadece biz vardık.

 

Yiğit sessizdi. Ama o sessizlikte bile bir koruma vardı, bir sevgi. Gözleriyle üzerime kapanıyordu sanki.

 

Ona döndüm, fısıltıyla sordum:

 

"Ne oldu az önce?"

 

Gözlerini kaçırmadı bu kez. Derin bir nefes aldı, sonra kısık bir sesle, sanki çok uzak bir yerden konuşur gibi söyledi:

 

"Herkesin kendi savaşı var. Biz şimdilik barıştayız... Kıymetini bilelim."

 

Sözleri içime işledi. Savaşı biliyordum. Barışı da. Ama en çok, onun yanında kalmanın nasıl bir huzur olduğunu...

 

"Keşke hep barışta kalabilsek..." dedim usulca. Sanki bu cümleyle dua eder gibi.

 

Yiğit gözlerini üzerimden ayırmadı. Dudaklarının kenarında beliren o belli belirsiz kırılgan gülümseme... içimde bir yerleri yaktı. Çünkü ben o gülümsemeyi tanıyordum. Güçlü görünmeye çalışan bir adamın, kırılmamak için yüzüne taktığı ince bir zırh gibiydi.

 

"Barışın ömrü bazen bir bakış kadar," dedi. "Bazen de... bir kurşun kadar kısa."

 

Yutkundum. Söyleyecek çok şeyim vardı ama dilim tutuldu. Çünkü içimde bir ses fısıldıyordu: "Barış dediğin şey, aslında fırtınadan önceki sessizliktir."

 

Elini tuttum. Daha sıkı. Daha bilinçli. Konuşmadan anlaşmanın mümkün olduğu o kısa anlardan biriydi bu. Her şey gözlerinde yazılıydı.

 

O an, dış kapının açılma sesiyle irkildim. Hakan geri dönüyordu. Ardından Gizem'in sessiz adımları. Yeniden kalabalıktık. Yeniden görünür maskeler takılacaktı.

 

"Çifte kumrular, hava çok güzel. Bahçede oturup planlarımızı konuşalım artık diyorum." tüm enerjisiyle ortamı hareketlendiren Hakan'ın aksine Gizem sessizdi.

 

Bahçeye çıktık. Kuş sesleri hafif rüzgârla karışmıştı. Güneş, ağaçların arasından sızıyor, sarıdan altına dönen ışıklarıyla etrafa huzur serpiyordu. Hakan masanın etrafındaki sandalyeleri düzenledi, "Ben çay koymaya gidiyorum," diyerek uzaklaştı.

 

Ben Yiğit'in yanına oturdum. Dizim onun dizine değiyordu. Bu yakınlık, içimi rahatlatıyordu. En azından o an için.

 

Gizem karşıma oturdu. Hâlâ sessizdi. Ama sessizliği bu kez dikkat çekiciydi. Bir şey söylemiyor ama her şeyi duyuruyordu sanki. Bakışları önce Yiğit'e, sonra bana kaydı. Gülümsemedi. Ama gözleri bir şeyin arayışındaydı. Göz göze geldiğimizde yüzünü çevirmedi, aksine sabit bakışlarla bana baktı. O an içimden bir şeyin koptuğunu hissettim.

 

Dayanamadım.

 

"Neler oluyor?" dedim. Sesim beklediğimden daha sertti. "Konuşabilir miyiz artık? Bu sürpriz ziyaret... anlattığınızdan fazlası var bence."

 

Gizem gözlerini kısmadan bana bakmaya devam etti. Dudaklarının kenarında hafif, neredeyse görünmeyecek kadar küçük bir kıpırtı oldu ama hâlâ susuyordu.

 

Yiğit, eli hâlâ benim elimin yakınındayken, gözlerini bana çevirdi. "Güzelim..." dedi, sesi yumuşaktı ama içinde benden bir şey sakladığını hemen hissedebiliyordum. "Gizem Kaan'ın yanında çalışıyor."

 

Bir anda içimden geçen her şey sustu.

 

Gizem'in gözleri kıpırdamadı. Ne bir şaşkınlık, ne bir savunma... sadece o küçük kıpırtı. Şimdi yerini belli belirsiz bir gülümsemeye bırakmıştı. Gözlerini benden çekmeden, başını yana eğdi.

 

Gözlerimi kıstım. İçimde bir şey, ne kadar susturmaya çalışsam da çığlık çığlığa bağırıyordu. Bir an için herşeyin Kaan'ın bir oyunu olma ihtimali geçti aklımdan. Yiğit'in Kaan'ın adamı olma ihtimali. Korkum kalbimde bir sancıya sebep oldu.

 

"Ne?" dedim, sesim çatlamaya yaklaşmıştı. "Nasıl? Bu ne demek oluyor?"

 

Yiğit başını eğdi, sanki korkularımın ağırlığı onun omuzlarına da çökmüştü. Kapıldığım dehşetle ayağa kalkmak üzereydim ki, varlığını hatırlatmak ister gibi, kolunu tekrar belime sarıp beni yerime sabitledi.

 

Sesi ağır, sakindi. Ama içinde tanımadığım bir ton vardı bu kez. Sanki başka bir kimliğin kapısını aralıyordu.

 

"Gizem," dedi, gözlerini bana dikerek, "sadece Kaan'ın yanında çalışan biri değil."

 

Sözleri boğazımda bir şeyin düğümlenmesine sebep oldu. Gözlerimi Gizem'e çevirdim. Yüzündeki hafif gülümseme hâlâ oradaydı ama o artık tanıdık değildi. O gülümseme, soğuk ve hesaplı bir yüzün maskesiydi.

 

Yiğit devam etti:

 

"O Kaan'la çalışıyor, evet. Ama gerçek sadakati... hiçbir zaman ona olmadı. Uzun zamandır bağlantıdayız."

 

Anlamaya çalışıyordum ama her bir gün alışacağım yeni şeyler oluyordu hayatımda.

 

"Senin çalışanın o zaman bir bakıma?" tüm ciddiyetimi yansıtmıştım sesime.

 

Gizem, başını hafifçe yana eğdi. Gözleri bana takıldı. Bu kez gülümsemedi.

 

Sadece baktı. Uzun uzun. Sanki o bakışla anlatmak istediği şeyler vardı ama hiçbirini kelimeye dökmeye tenezzül etmiyordu artık.

 

"Biz," dedi sonra, sesi keskin bir çizgi gibi aramıza düştü, "zamanında birlikte çok şey atlattık. Aramızdaki bağ bir iş ilişkisinden çok daha fazlası."

 

Bunu söylerken hafifçe Yiğit'in koluna dokundu. Refleksmiş gibi. Ama değildi.

 

 

Ben o teması görmeyecek biri değildim.

 

 

Ve Yiğit...

 

Yiğit gözlerini kaçırmadı, ama sessizdi. Duyduğum son cümle karnıma bir bıçak gibi saplanmış, nefesimi kesmişti sanki.

 

"Fazlası derken?" Sizin aranızda nasıl bir bağ olabilir diyemediğim için kendime içten içe küfürler ederken gerginliğim hat safhadaydı.

 

Gizem cevap vermedi hemen.

 

"Dostluğumuzu anlatmaya çalışıyor." Yiğit'te en az benim kadar gerilmişti benim gerilmemden kaynaklı olduğunu düşünüyordum.

 

Gizem gözlerini benden kaçırmadı. Sanki orada, o bakışın içinde, kelimelerin boğazdan çıkmak yerine gözbebeklerinde saklandığı bir yer vardı.

 

"Fazlası," dedi sonunda. "Güven. Sessizlik. Sırtını dönüp düşmeyeceğini bilmek. Böyle bağlardan söz ediyorum canım. Başka ne olacak?" Tüm gevşekliğiyle kahkahalar attığı bir sona bağlamıştı cümlesini. Bu kadın gerçekten dengesizdi.

 

Gizem'in kahkahası yankılanırken, sanki hiçbir şey olmamış gibi rahat oluşu mideme ağır bir taş gibi oturdu. Onun bu gevşekliği bana tek bir şey söylüyordu: Bu sahnede asıl güce sahip olan oydu. En azından öyle sanıyordu.

 

Bakışlarımı ondan Yiğit'e çevirdim. Göz göze gelmedik. Onun bakışları, Gizem'in kahkahasından kaçan bir gölge gibi yere düşmüştü.

 

"Demek böyle bir bağ," dedim. Sözlerim donuktu. "Güven, sessizlik, sırtını dönmek falan... Ne büyük bir tanım."

 

Gizem bana doğru bir adım attı. "Ah canım," dedi, sesi ipeksi ama içinde ince bir bıçak saklıydı. "Bazı insanlar aynı anda hem geçmişin hem geleceğin içinde kalabilir. Ne yapalım, bu da bizim lanetimiz."

 

"O zaman geçmişinizle baş başa bırakayım sizi," diyecektim neredeyse ama yutkundum. Bu savaş meydanından kaçmak değil, yerimi sağlamlaştırmak istiyordum.

 

Yüzümde hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim. Sessiz ama net bir meydan okumaydı.

 

Ben burada durup sessiz kalırsam, bu oyun hep onların sahnesinde dönecekti. Ama artık izleyici olmayacaktım. Ben de varım. Sözsüzce değil, açık açık.

 

Tam o anda Hakan'ın elinde çaylarla gelmesinin ortamdaki etkisinden faydalanıp yavaşça döndüm. Gözlerim, Yiğit'in omuzlarında, sonra yüzünde durdu. O anda bakışlarımız çarpıştı. Bir anlık boşlukta, göz göze geldik. Kaçmadım.

 

Biraz daha yaklaştım. Bakışım kararlıydı. Sesimse yumuşak ama doğrudan:

 

 

 

"Ben seni özledim," dedim.

 

Sözcükler, ne hissettiğimi tam anlatmasa da, Gizem'in gölgesine ilk net çizgiyi ben çekmek istedim. Normal şartlarda asla söyleyemezdim bu cümleyi ama gururum utancımdan öndeydi şuan.

 

 

Yiğit ise duyduğu cümlenin şokuyla tüm suskunluğunu bozdu. "Özledin—"

 

 

Hayır.

 

 

Devam edip oyunumu bozmasına izin veremezdim. "Sen Gizem'i bırakmadan önce biraz yalnız kalabilir miyiz?" diyerek kolundan hafifçe çektim.

 

 

Ama ben cümlemi bitirmeden, o zaten hareketlenmişti. Hiç tereddüt etmeden döndü, Gizem ve Hakan'a döndü. "Birazdan döneriz biz siz keyfinize bakın."

 

 

Sanki her şey çok önceden yazılmış bir senaryoydu. O bana değil, ben ona yol açmıştım; o da yalnızca bekliyordu—hazır, tereddütsüz. Kolunu çekmedi, tam tersine bana doğru yaklaştı. Yakınlığı fizikseldi ama mesajı daha derindi:

 

"Geç kaldın... ama hâlâ vaktin var."

 

"Yalnız kalalım tabii," dedi. Sesi sakindi, ama o sakinliğin altında hesaplı bir rahatlık yatıyordu. Gülümsemesi ne pişmandı ne de suçlu—tam tersine, kontrolün tamamen onda olduğunu bilen birinin gülümsemesiydi.

 

Yanağımdan geçerken, başını hafifçe eğdi. Sesini sadece benim duyacağım kadar kısıp fısıldadı:

 

"Bunu senden duymak iyi geldi."

 

Yürümeye başladık. Yan yana. Adımlarımızın ritmi bile tutarlıydı, ama hiçbir şey o kadar basit değildi. Arkamızda kalan Gizem'e Yiğit tek bir kez bile bakmadı. Göz ucuyla bile. Ama ben biliyordum.

 

O bizi izliyordu. Ve Yiğit, izlenmenin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu.

 

Evin yan cephesine doğru yürüdük. Gözlerden uzak, sessiz, gizli bir köşe. Orada durduğumuzda, Yiğit yavaşça bana döndü—ama ben ondan hızlıydım.

 

"Neden burada bu kız? Sen nasıl onu buraya getirirsin, ya Kaan takip –" tüm endişelerimi bir anda dile getirmeye başlamıştım ki sözümü kesti.

 

Yiğit bir an başını eğdi, sonra bana baktı. Yüzünde belirsiz bir gülümseme gezindi.

 

 

"Demek beni özledin..." dedi.

 

 

Ses tonu değişmişti. Gizem artık bizi göremiyordu—ve ben, az önce yaptığım şeyin sonuçlarını yavaş yavaş hissetmeye başlıyordum. Geri dönmek istedim. Ama kelimeler çoktan yola çıkmıştı.

 

"Konumuz bu değil—" demeye başladım ama Yiğit parmağını dudaklarıma götürdü. Sert değildi. Kararlı da değil. Nazik, ama uyarı gibi.

 

Parmağı bir an durdu. Nefesim o anla birlikte tutuldu. Sonra, o da geri çekildi—yavaşça.

 

"Bu dudaklardan beni özlediğini duymak..." dedi, sesi yavaş, koyu bir gecede fısıldanır gibi.

"...hayal etmeye bile korktuğum bir şeydi."

 

Nefesim yarıda kaldı. İçimdeki direnç, çatlayan bir kabuğa dönüşüyordu.

 

 

Gözlerimi kaçırdım, kelimeler boğazıma takıldı.

 

 

"Ben... bunu Gizem yüzünden—"

 

 

Sözümü yine böldü. Bu kez sesi daha yumuşaktı, neredeyse yalvarır gibi.

 

 

"Biliyorum. Bu anı bozmasan olur mu?"

 

Duraksadım. Çünkü haklı olduğunu biliyordum.

 

Gözleri gözlerime kilitlenmişti; ne kaçmaya niyeti vardı, ne de zafer kazanmak için çabalıyordu.

 

Bir adım daha attı. Aramızda neredeyse nefes alacak yer kalmamıştı.

 

"Gel benimle," dedi, sessiz ama kararlı.

 

Cevap vermemi beklemeden elimi tuttu, beni bahçedeki çardağa götürdü. Görünebilecek bir yerdeydik ama duruşu her şeyi değiştirmişti.

 

Sırtını dışarıya dönüp beni kendi bacağının üstüne oturttu. Sanki bizi izleyen biri, hayatımızın en özel anını seyrediyordu.

 

"Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım.

 

Sesim, yanaklarımı yakacak kadar sıcaktı.

 

"İstediğin şeyi düşünmelerini sağlıyorum," dedi, sakin ve emin.

 

Sanki bir oyun oynuyordu ama bu oyun sadece seyirciler için değildi. Benim için de kurulmuştu.

 

 

Sonra boynuma dokundu. Önce nefesiyle, sonra dudaklarının sıcaklığıyla. Yavaş, baskısız, ama kaçamayacağım şekilde.

 

 

Nefesim kesildi. Gözlerim kapandı.

 

 

Düşüncelerim kaç derken bedenim kımıldamadı.

 

 

Onun nefesi boynumdaydı hâlâ. Sıcak. Kararlı.

 

 

Ve dudakları tenime tekrar dokunduğunda, içimdeki tüm direnç kırıldı.

 

 

"Yiğit!" sesim sessiz bir feryat gibi çıkmıştı.

 

 

"Şşştt."

 

 

Bir şey demem gerekiyordu. Ama dilimden kelimeler dökülmedi.

 

 

Yiğit, başını usulca çekti. Gözlerimi açtım. O artık sadece yakınımda değildi; üzerimdeydi.

 

 

Elini sırtıma koydu, bir fısıltı gibi sordu:

 

 

"Nasıl? Yeterince yakın görünüyor muyuz?"

 

 

Sustum. O boynuma ve omzuma ufak öpücükler kondururken zihnimdeki tüm sesler sustu.

 

 

Tek hissettiğim, ona yakın olmanın verdiği huzur ve kalbimin yerinden çıkacak gibi atmasıydı.

 

 

Sanki yıllardır üzerime kapanmış bir kafes ilk defa açılmı%C

Bölüm : 08.06.2025 01:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...