14. Bölüm

PRANGA

OnyxMistic
onyxmistic

Merhabalaar 😊

 

2025'in ilk haftasından herkese selamlar!

 

Bu yıl benim için güzel başladı, umarım sizler için de pek çok güzellik getirir. Sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir yıl geçirmenizi dilerim.

 

Tüm dileklerinizin gerçekleştiği bir yıl olsun.🤍

 

Sevgiler ve keyifli okumalar! 💕

 

 

 

 

 

 

————————

 

İçimdeki kırıklara alışmıştım aslında, ama yine de neden bu kadar acıttıklarını anlayamıyordum. Alışmıştım, canımın acıtılmasına, değersizliğe, görülmemeye... Bunun yıllardır kanıksadığım bir gerçek olduğunu biliyordum. Ama onun bu tavrı ve yaptıkları, geçmişten gelen yaraları deşip yeniden kanatıyordu. Neden bu kadar canımı yakıyordu, neden içimdeki boşluğu daha da büyütüyordu, anlamıyordum.

 

Her bir bakışı, her bir kelimesi; adeta duvarlarımın ardına saklamaya çalıştığım zayıflıklarıma saplanan bir ok gibi hissediliyordu.

 

"Neden..." ağlamamı zor tutuyordum. Kelimelerimi toparlayıp devam ettim. "Kendimi geçtim... Seni anlamıyorum. Bir insan neden kendini böyle bir riske atar?" Gözlerine bakamıyordum. Eğer başımı eğersem gözlerimdeki yaşlar dökülecekti.

 

"Sevdiğinden de değilmiş..." kendimi tutmaya çalışsam da kırgınlığım sesime yansımıştı.

 

Yiğit, o sessizlikte bir şeyler düşündü, ama hiç bir şey söylemeden beni izledi. Her saniye geçen zaman, bu suskunluğu daha da derinleştiriyor, kalbimdeki yaraları sızlatıyordu.

 

"Cevabında yok. Senin yüzünden hepimiz öleceğiz." Bu kez nefret, her kelimesinden taşarak sesime yansımıştı.

 

"Aslı..." Bir an için ne söyleyeceğini bulamadı, gözlerindeki kaçıştan bunu anlamıştım.

 

"Öfkeyle söylediklerim için ve yaptıklarım için de özür dilerim." Başını kaldırıp gözlerime baktı. Zorla öpmesinden ve söylediklerinden bahsediyordu.

 

Özür dilediğini duymak, gözlerimdeki birikmiş acının boşalmasına sebep oldu.

 

"Ne olması gerekiyorsa onu yapıyorum." benden çok kendine açıklama yapıyordu sanki.

 

Ne demeliydim? İçimde yankılanan kelimelerin arasından, en çok acıtanı yolunu bulup döküldü:

 

"Kaan'dan farkın yok."

 

Sözlerimin ağırlığı havada asılı kaldı. İçimde bastırılmış tüm korkular, anılar birer birer canlanıyordu. Kırılganlığımı unutup yeniden kucaklamış gibiydim. O tanıdık boşluk, eski dostu olan ağırlığıyla geri döndü.

 

Yiğit'in kendinden emin duruşu, sözlerimle bir anda yok oldu. Dikleşmiş omuzları, taş kesilmiş gibi ağırlaştı. Yüzündeki kararlılık yerini donuk bir ifadeye bıraktı. Şimdi donma sırası ondaydı.

 

Beklemiyordu. Bu kelimeleri duymayı hiç beklemiyordu. Ama gerçek buydu: Kaan'dan bir farkı yoktu. Ve bu gerçek benim canımı yakıyordu.

 

Onun gözlerindeki şaşkınlık, ardından gelen kırgınlık, göğsümdeki ağırlığı daha da artırdı. Sessizlik, ikimizi de esir almıştı. Ben, söylediklerimin yankısıyla boğuşurken, Yiğit, kendi içindeki bir gerçekle yüzleşiyordu.

 

"İnan çok farkım var," dedi nihayet, sesi kısık ama öfkeliydi. "Ama öyle olsun. Her seçimin bir bedeli vardır; benim ödediğim bedel de bu olsun."

 

Sözlerinin altındaki anlamı çözmeye çalıştım, ama zihnim bunu yapamayacak kadar karmaşıktı. Ne bedelinden bahsediyordu? Sormak istedim, ama o an içimde yankılanan korkularım tüm düşüncelerime hâkimdi.

 

Başımı eğdim, kendi ellerime baktım. Parmaklarım istemsizce birbirine kenetlenmişti, sanki kendi kendimi sakinleştirmek ister gibi. Ama nafileydi. İçimde büyüyen panik, her şeyin üzerine bir örtü gibi inmişti.

 

Anlaşılan, akşam burada bitmişti. Sözcüklerimin ardından bir şey toparlamaya çalışmak mümkün değildi. Masaya gelen hesabı sessizce ödedi. Kalktı.

 

Hiçbir şey söylemedi, gözlerime bakmadı. Belli ki o an, sadece bizimle değil, kendi içinde bir savaş veriyordu. Yine de her hareketi, peşinden geleceğimden emin biri gibi kararlıydı.

 

Abim ya elindeydi ya da artık değildi. Her iki durumda da Kaan ne beni ne de abimi sağ bırakırdı. Oturduğum yerden kalktım, hızlı adımlarla Yiğit'in arkasından yürüyüp arabaya doğru ilerledim.

 

Hava zifiri karanlıktı. Şehirden uzak olmanın tek güzel yanı, gökyüzündeki yıldızların bu kadar net görünmesiydi. Her birine bakmak, içimde tarif edilemez bir huzur yaratıyordu. Her şeye rağmen...

 

Ama o yıldızları izlemek bile içimdeki korkuyu bastırmama yetmedi. Derin bir nefes alıp gözlerimi arabaya binmek üzere olan Yiğit'e çevirdim. Eli kapı koluna dokunduğu anda bir an duraksadı, sanki bir şey hatırlamış gibiydi. Bakışları boşluğa takıldı, ardından hızla bana çevrildi.

 

Gözlerimiz buluştuğunda, yüzündeki kararsızlık yerini ani bir farkındalığa bıraktı. Kapı kolundan elini çekti ve bana doğru yürümeye başladı. Adımları yavaştı, ama kararlıydı.

 

Bakışlarının parmağımdaki yüzüğe kilitlendiğini fark ettiğimde nefesim kesildi.

 

Durdu, sadece birkaç adım uzağımdaydı.

 

"Çıkar," dedi sakin ama tehditkâr bir tonda. Gözlerindeki ciddiyet, kelimelerini inkar edilemez bir emir haline getiriyordu.

 

Bütün bedenim donmuştu, sanki bir adım atsam her şey yerle bir olacaktı. Yiğit'in "çıkar" diyen sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Ama o yüzüğe uzanacak cesareti kendimde bulamıyordum. Ellerim farkında olmadan birbirine kenetlenmişti, yüzüğü saklamak istercesine.

 

O yüzüğü yıllardır parmağımdan çıkarmamıştım. Bir aksesuar değildi; bir sembol hiç değildi. O yüzük, Kaan'ın üzerimdeki kontrolünün sessiz bir kanıtıydı. Parmakta olduğu sürece güvende olduğuma inanmıştım.

 

Yiğit, bir adım daha yaklaştı. Varlığı kelimeler olmadan bile üzerimde baskı kuruyordu.

 

"Onu takarak kendini koruyabileceğini mi sanıyorsun?" dedi. Sesi soğukkanlıydı ama içinde biriken öfke her kelimesine yansıyordu.

 

Bu kelimeler beni savunmasız bırakmıştı. Yüzüğün parmağımdan çıkması, yalnızca fiziksel bir hareket değildi. Bu, korkularımı geçmişte bırakmayı seçmekti. Ve ben hâlâ o korkulara tutunuyordum.

 

Bir adım daha yaklaştı. Sesi daha da sertleşti:

"Onu çıkar artık."

 

Gözlerimi yere indirdim, ellerim sıkılı halde titriyordu. "Bunu yapamam," dedim, sesim fısıltı kadar cılızdı.

 

"Yapabilirsin," diye yanıtladı Yiğit, gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan. "Ve yapmak zorundasın."

 

Sözleri içimde yankılanan korkulara meydan okuyordu, ama hareketsizdim. Ellerim hâlâ yüzüğü saklarcasına kenetlenmişti.

 

"Yapamam!" dedim, bu kez daha çaresizce, daha çok kendime fısıldıyordum aslında. Bu, ona değil, kendi çaresizliğime verdiğim bir cevaptı. Yapamazdım.

 

Yiğit itirazlarıma rağmen elimi tutmaya çalışınca, tüm gücümle elimi sıkıp tutmasına engel oldum.

 

"Yapamam, lütfen!" Dedim ağlamaklı sesim yalvarışa dönerken.

 

Bu yüzüğü taktığım gün, bir daha çıkaramayacağımı bilerek takmıştım. Ve şimdi onu parmağımdan çıkarmak, geçmişte üzerini örtmeye çalıştığım her şeyle yeniden yüzleşmek demekti.

 

"Yapamam," dedim, gözlerimden düşen yaşlar yanaklarıma süzüldü. Kendimi tutamayıp korumak amaçlı olduğum çömelip ellerimi refleks olarak korumaya aldım. Ağlamam korkularıma teslim olduğum her an olduğu gibi kontrolden çıkmıştı.

 

"Lütfen... Anlamıyorsun." Sesim, bir fısıltı gibi çıkarken, içinde taşıdığım acıyı ve çaresizliği en derin haliyle taşıyordu.

 

Kelimelerim havada asılı kalırken, Yiğit'in yüzündeki ifade bir gölge gibi üzerime çöktü. Sakinliği bozulmamıştı, ama bakışlarında bir şey vardı. Keskin bir farkındalık, bir tür hayal kırıklığı belki de. Kendi korkumun dışarıdan nasıl göründüğünü, onun gözlerinden okuyabiliyordum.

 

"Özür dilerim," dedi Yiğit, gözlerini benden kaçırmadan. Sesinde, kelimelerin ötesine taşan bir pişmanlık vardı. Bana acıyan gözlerle bakarken devam etti: "Bu kadar geç kaldığım için özür dilerim."

 

Ardından, beni kendine doğru çekip sımsıkı sarıldı. Aniden, beklenmedik bir sıcaklık sardı bedenimi. Nefes alışverişim düzensizleşirken, Yiğit'in kalp atışlarını göğsümde hissedebiliyordum. Bu hareketinde ne bir tereddüt ne de bir beklenti vardı. Sadece, o anın ağırlığını benimle paylaşmaya çalışıyordu.

 

Esaretimin bir yüzükten çok, içimde olduğunu fark etmişti sonunda. O zincirin, sadece parmağımda taşıdığım bir metalden değil, geçmişin gölgelerinden örüldüğünü anlamıştı. Ve belki de ilk kez, beni kurtarmanın bir yüzüğü fırlatıp atmaktan çok daha derin bir şey olduğunu görüyordu.

 

"Seni bu kadar yalnız bırakmamam gerekiyordu," diye fısıldadı, sesi yumuşak ama içten bir pişmanlıkla doluydu.

 

Cevap veremedim. Çünkü haklıydı. Çünkü söyleyecek bir şey bulamıyordum. Onun kollarında hissettiğim güven, yıllardır saklandığım korkunun çatlamasına neden olmuştu. Ve bu çatlaklardan, içime bir umut ışığı sızıyordu.

 

Kolları sırtımdan yavaşça ayrılıp, ellerime doğru indi. Birbirine kenetlenmiş ve sıkılı duran ellerime hafifçe dokundu. Parmaklarımın titrediğini hissetmiş olmalıydı. Dokunuşu, beni acele ettirmeyen, ama vazgeçmeme de izin vermeyen bir sabır taşıyordu.

 

"Bırak artık," dedi alçak bir sesle. Bu kez gözleri yüzüğe değil, doğrudan gözlerime bakıyordu. "Yükünü yalnız taşımak zorunda değilsin."

 

Sözleri, içimdeki çatışmayı daha da görünür hale getirdi. Ellerim gevşemek ile sıkıca kapanmak arasında gidip geliyordu. Parmaklarımı bir anlığına oynattım ama sonra refleks olarak tekrar sıktım. Korkularım, bırakmamam için çığlık atıyordu.

 

O küçük metalin ağırlığı o kadar fazlaydı ki, parmağımdan değil, ruhumdan sökülmesi gerekiyordu.

 

Başımı eğdim, gözlerimi kaçırdım. Ellerim, yüzüğü saklarcasına birbirine kenetlenmişti. "Ne kadar kolay söylüyorsun," diye mırıldandım. Sesim bir kırık dal gibi çatallıydı.

 

Yiğit bir adım daha yaklaştı. "Kolay olduğunu söylemedim," dedi yavaşça parmaklarımı ayırmaya çalışırken.

 

"Bu yüzük sadece bir başlangıç." Dedi. Baş parmağıyla kenetlenmiş ellerime masaj yapıyordu sanki. Öyle yavaş davranıyordu ki. Odağımı dağıtıyor, sanırım içten içe beni sakinleştiriyordu.

 

"Aslı, bana bak." Yiğit'in sesi, bir an sanki bütün dünyayı susturmuş gibiydi. Elini nazikçe çeneme koyarak, başımı biraz yukarıya doğru kaldırdı.

 

Bir adım daha atıp parmağımı nazikçe kaldırmak üzereydi, ama o anda, uzaklardan yaklaşan bir araba dikkatimi çekti. Işıksız, hızla ilerleyen bir aracın gürültüsü, gecenin sessizliğini parçalayarak sahneye girdi.

 

Araba, çok uzakta değildi. Yiğit'in gözleri, arabanın gelişini fark etti. Bir anlığına gözleri kaşlarını kaldırarak dikkatle izledi, sonra bakışları tekrar bana döndü.

 

Gecenin karanlığına gömülü, farları yanmayan o arabanın yaklaşması içimde tarifsiz bir korku yarattı. Yiğit de fark etmişti. Gözleri dikkatle aracın hareketlerini izliyor, dudakları sıkıca kapanmıştı. Olduğum yerde doğrulduğumda, bir şey söylemeden, hafifçe kolumdan tutarak beni kendine doğru çekti.

 

"Yürü, arabaya doğru," dedi alçak bir sesle. Bakışları hâlâ yaklaşan araçtaydı, adımlarını geri atmıyor, beni yavaşça yönlendiriyordu.

 

"Yiğit... o kim?" dedim, sesim titriyordu. Bu sorunun cevabını bilmek istemediğimi fark ettim ama ağzımdan dökülmüştü bile.

 

"Bilmiyorum," dedi Yiğit, ama ses tonundan tam aksini düşündüğü belliydi. "Ama ne olursa olsun sakin ol. Arabaya bindiğimiz anda buradan uzaklaşacağız."

 

Sakin olmamı istemesi kolaydı. İçimdeki korku tüm bedenimi ele geçirmişti. Her adımda nefesim daha da düzensizleşiyor, kalbim bir kuş gibi çırpınıyordu. Oysa Yiğit, her zamanki soğukkanlılığıyla kontrolü elinde tutuyordu.

 

Araca sadece birkaç adım kalmıştı ki, yaklaşan arabadan çıkan bir sesle irkildim. Lastiklerin ani bir frenle zemini kazıdığı o ses, gecenin ürpertici sessizliğini böldü. Araba, bizden yalnızca birkaç metre uzakta durmuştu.

 

"Yiğit!" dedim panikle.

 

"Kaan bu!" Bedenim korkuyla Yiğit'ten uzaklaşıp gelen arabaya doğru ilerlemeye yeltendi, ama Yiğit'in eli kolumda bir kelepçe gibi duruyordu.

 

Dilim tutulmuştu. Yutkunmaya bile cesaret edemiyor, boğazıma düğümlenen kelimeleri içimde çevirip duruyordum. Deli deli bakan gözleri... Ah, o gözler! Yıllar önce olduğu gibi şimdi de içimi lime lime ediyordu. Hiç değişmemişlerdi, belki biraz daha keskinleşmiş, belki de zamanın bıraktığı izlerden kararmışlardı ama aynı tanıdık öfkeyi taşıyorlardı. Bana öfke dolu bir sırıtmayla bakıyordu.

 

Gözlerine baktıkça kalbim korkuyla dolup taşıyordu, öyle ki her atışı göğüs kafesimde yankılanıyor, neredeyse bir acıya dönüşüyordu. Bir adım atsa, yere yığılacak gibiydim. Yıllar geçmişti... Ama ona tekrar burada, bu kadar yakın olmak, tüm o zaman dilimini bir anda silip atmıştı.

 

Onunla tekrar karşılaşmak, tarif edilemez bir histi. Bu his, her zerreme işleyen, kemiklerime kadar nüfuz eden bir korkuydu. Yüreğim deli gibi çarpıyor, bedenim benden bağımsız hareket ediyordu. Gözleri beni esir almıştı; o deli bakışlarının altında adeta bir mıknatısa kapılmış gibiydim. 17 yaşında, karşısında titreyen o çaresiz kıza dönüşmüştüm tekrardan.

 

Ayaklarımın kontrolünü kaybetmişçesine ona doğru bir adım attım. Ne yapmaya çalıştığımı bilmiyordum, ama vücudum sanki kendi başına karar almıştı. Bir adım daha... Sanki o korkunç gözlerinin içine bakmazsam, beni sonsuza dek yutacak bir boşluğa düşecekmişim gibi hissediyordum. "Öl," dese ölecektim; sadece sözlerinin değil, varlığının da üzerimdeki ağırlığı buna yetecek kadar güçlüydü.

 

Tam o anda, Yiğit kolumu daha da sıktı.

 

"Ne yapıyorsun?!" diye fısıldadı Yiğit, sesindeki panik hemen kulağıma çalındı. Beni geri çekmeye çalışıyordu, ama korkunun esaretiyle hareket eden bedenim direniyordu.

 

"Bırak beni..." diye mırıldandım, ama kendi sesimi tanıyamadım. Kısık ve çaresizdi; bir başkasına ait gibiydi. Yiğit'in eli kolumda sımsıkıydı, beni geri çekmekte ısrarcıydı.

"Hayır," dedi sertçe, gözlerindeki kararlılığı hissediyordum.

 

"Ortaya çıkacak zamanı buldu, puşt."

 

Kaan'ın arabadan inmek için kapıyı açtığını görünce hızla harekete geçti.

 

O an fark ettim ki Yiğit'in sesi, o dipsiz karanlığın içindeki tek ışık gibiydi. Bir anlığına duraksadım, ama gözlerim yine o deli bakışlara kilitlenmişti. Korku, yine beni ele geçiriyor, beni ona doğru itiyordu. Yiğit, tüm gücüyle kolumdan çekti ve sert bir şekilde beni arabanın içine itti. Kapıyı hızla çarptı ve cama doğru eğilerek bağırdı:

 

"Sakın çıkayım deme." Ben daha ne olduğunu anlamadan şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı.

 

"Kemerini tak!" diye bağırdı Yiğit, sesi sert ve kesin bir emir gibiydi. Aynı anda direksiyonu sonuna kadar kırarak aracı ters yöne çevirdi. Lastiklerin zemine kazıdığı sert fren sesiyle birlikte, dünya bir anda yer değiştirmiş gibi oldu.

 

İlk silah sesiyle yerimden sıçradım. Kulaklarım uğuldayarak yankılanan patlama sesini bastırmaya çalışırken, kalbim kaburgalarımı zorlayarak atıyordu. Kaan ateş ediyordu. Mermiler, arabanın gövdesine metalik bir çınlama sesiyle saplanıyordu.

 

Yiğit, aracı kontrolsüz gibi görünen ama her hareketi hesaplanmış bir şekilde savuruyordu. Direksiyonu sertçe bir sağa bir sola kırıyor, arabanın yalpalaması Kaan'ın hedefini denk getirmesini engelliyordu.

 

Öyle korkuyordum ki tüm bedenim kasılmaktan taşa dönmüştü. Ondan çok korkuyordum. Beni öldürecekti. Gözündeki öfkesi aklıma geldikçe bedenim kendini daha çok sıkıyordu.

 

"Kaandı." dedim titreyerek, o iki heceyi çıkarabilmek için bile dudaklarım bir araya gelmekte zorlanıyordu. O akşam abime geldiği gibi gelmişti. Bana gelmişti. Bizi bulmuştu. Bizzat kendisi gelmişti.

 

"Yiğit, o bizi öldürecek... O... o..."

 

Sözlerim boğazımda düğümlenmişti. Nefes almakta zorlanıyordum.

 

"ASLI! Kendine gel!" diye bağırdı Yiğit, sesi hem sert hem de endişeliydi. Bağırışıyla birlikte yerimde sıçradım, kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu. Ellerim titremeye başlamıştı, zihnimde yankılanan silah seslerinden kaçamıyordum.

 

"Yiğit..." diye fısıldadım çaresizce, boğazım kurumuştu.

 

"Bana güven!" dedi Yiğit, gözlerini yoldan ayırmadan.

 

"Hala peşimizdeler," dedim, sesi titreyen bir çocuk gibi. Yiğit hiçbir şey söylemedi, ama bakışlarından bunu zaten bildiğini anladım. Gözleri yola, aynaya ve hızla artan göstergelere odaklanmıştı.

 

Yiğit birden direksiyonu sertçe kırdı, araba şiddetle yana savruldu. "Sıkı tutun!" diye bağırdı, ardından gaza daha da yüklendi. Artık hızla şehirden uzaklaşıyorduk, dar ve dolambaçlı yollarda ışıklardan uzak karanlık bir kovalamaca başlamıştı.

 

Peşimizdeki araba, adeta bir gölge gibi her hareketimizi takip ediyordu. Yiğit'in ustalıkla yaptığı ani dönüşlere rağmen aradaki mesafe bir türlü kapanmıyordu.

 

"Aslı, arka koltuktaki çantada silah var. Onu çıkar," dedi birden.

 

"Ne? Ne silahı?!" dedim panikle.

 

"Silah işte Aslı," dedi soğukkanlı bir şekilde. "Çıkar hadi!"

 

Ellerim titriyordu. Ne yapacağımı bilemeden arka koltuğa uzandım. Çantayı bulduğumda, fermuarını açmaya çalışırken ellerimin hâlâ titrediğini fark ettim. "Bunu yapamam, Yiğit!" diye bağırdım.

 

"Yapabilirsin," dedi Yiğit, gözlerini yoldan ayırmadan. "Başka seçeneğimiz yok."

 

"Yapamam!" Dedim korku ve panikle. "Ben kullanmayı bilmiyorum bunu."

 

Duyduğu sözlerimle kısa bir an dönüp bana şokla baktı.

 

"O abini buradan sağ çıkarsam öldüreceğim."

 

"Abime-" cümlemi tamamlayamadan aracın içinde sola doğru savruldum. Emniyet kemerim olmasaydı şuan Yiğitle aynı koltukta oturuyor olabilirdim.

 

Ne olduğunu anlamak için arkama bakmamla ara bir orman yoluna saptığımızı gördüm. Ama anlamışlardı ve onlarda sapmıştı.

 

"Yiğit!" diye fısıldadım. "Ne yapacağız?"

 

"Araba çok yaklaştı!" diye bağırdım, ellerimle koltuğun kenarına sıkıca tutunarak. Peşimizdeki araç hızlanarak yanımıza doğru yanaşıyordu. İçerideki adamlardan biri camdan dışarı sarkmış, elinde tuttuğu silahı bize doğrultmuştu.

 

"Eğil!" diye bağırdı Yiğit, sesi öfke ve panikle doluydu. Aynı anda direksiyonu hızla sağa kırdı. Araba yana savrulurken, peşimizdeki araç bir an dengesini kaybedip geride kalmak zorunda kaldı. Ancak o da hemen toparlanarak hızını artırdı.

 

Tam önümüze dönmüştüm ki, cam kenarından bir mermi patladı. Kurşun, camı delip içeri girerken, içgüdüsel bir çığlık savurdum. Her şey bir anda karardı. Yiğit, omuz hizasına gelen darbeyle sertçe sendeledi, gözlerim ona kilitlendi. Direksiyon bir an kontrolsüz kaldı, araba sağa sola kaydı. İçimden bir şeyler kopuyor gibiydi.

 

"Yiğit!" diye bağırdım. Gömleğindeki kırmızı lekeyi gördüğümde kalbim sıkıştı, nefes almakta zorlandım. Birkaç saniyeliğine dünya durdu.

 

"Vuruldun..." diye fısıldadım, kelimeler dudaklarımdan güçlükle dökülüyordu. Ellerim istemsizce uzandı, gömleğindeki kanı durdurmaya çalışıyordum. Ama ne yapacağımı bilemiyordum; elim ayağıma dolanmıştı.

 

Yiğit'in gözlerinde acı ve bir o kadar da kararlılık vardı. Derin bir nefes aldı, ama acının yüzünden her geçen saniye daha belirginleşti. "İyiyim -" diye mırıldandı.

 

Çenesini sıkarak, titreyen elleriyle direksiyonu tekrar toparladı. Sesini mümkün olduğunca stabil tutmaya çalışıyordu, ama her hecesi acıyla yoğuruluyordu. "Devam etmemiz lazım."

 

"Devam edemeyiz böyle! Kanamayı durdurmamız lazım, çok kanıyor Yiğit!" diye bağırdım, sesi titreyen bir çaresizlikle.

 

Cevap vermedi, ama bir süre sonra hissetmiş olmalı ki, artık bu şekilde devam etmenin imkansız olduğunu anlamıştı. Mantığını bir kenara bırakıp, gözlerinde bir tür umutsuz kararlılıkla bana yöneldi.

 

"Geç direksiyona!" dedi, sesi neredeyse bir emir gibiydi. Ama gözlerinde, bu kez korku da vardı. Yavaşça soluk alırken, elleri direksiyonu zorla tutuyordu, her an daha fazla güç kaybediyordu. O an, her şeyin kaybolduğuna inanmak için çok geç kalmıştım.

 

"Ne?!" dedim, panikle. Gözlerim Yiğit'in yüzüne sabitlenmişti, ama bakışlarında acıdan başka hiçbir şey yoktu. Sesim boğazımda takılı kaldı, ellerim titriyor, ne yapacağımı bilemiyordum.

 

"DİREKSİYONA GEÇ!" diye bağırdı Yiğit, sesinde bir emir ve çaresizlik karışımı vardı. O kadar güçlüydü ki, istemsiz bir şekilde irkildim.

 

"Delirdin mi?! Hareket hâlindeyken bunu nasıl yapacağız?!" diye bağırdım, sesi titreyen bir çocuk gibi. Sesim bozulmuştu, sanki vücudum bile bu korkuya ayak uydurmakta zorlanıyordu.

 

"ASLI! Zamanımız yok!" diye patladı. Gözlerini yoldan bir saniye bile ayırmıyor, diğer elini de omzundaki yaraya bastırıyordu. "Ya direksiyonu alırsın ya da ikimiz de burada ölürüz. Seçimini yap!"

 

Bir an için her şey durmuş gibiydi. Gözlerim bir onun yüzüne, bir de önümüzdeki karanlık yola takılıyordu. Kalbim çılgınca atarken, bedensel bir refleksle harekete geçtim. Ellerim titreyerek kemerimi açtım. Sıcak bir nefes verdim, ama nefes almak bile artık bana fazla geliyordu.

 

"Tamam..." dedim zorlukla, ama bu kelime dudaklarımı terk ederken bile ne yaptığımı bilmiyordum.

Bölüm : 06.01.2025 12:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...