Merhabalaar 🌸1
Bölümleri artık daha uzun ve detaylı paylaşmaya çalışacağım. Umarım keyifle okursunuz, yorumlarınız ve oylarınız benim için çok değerli, o yüzden mutlaka geri dönüşlerinizi bekliyor olacağım. 🤍1
Şimdiden iyi okumalar dilerim! 🌟1
**********************
Gecenin karanlığında bir siluet beliriyordu. Önce uzak, belirsiz bir şekil olarak fark ettim, ama adımlarını duyduğum anda tüylerim diken diken oldu. Ses, boşlukta yankılanarak her bir notasında tehditkar bir tını taşıyordu.
Yaklaşıyordu. Kim olduğunu hâlâ seçemiyordum, ama bu belirsizlik beni olduğum yere mıhlamıştı. Yiğit'in son hali aklımda dönerken, içimdeki korku ve çaresizlik giderek büyüyordu. O kadar yoğun bir duyguydu ki, nefes alırken ciğerlerime kadar hissediyordum.
Her şey bir bulmaca gibiydi; çözmesi imkansız, parçaları eksik ve tehditkar. Ay ışığının aydınlattığı zeminde gözlerim, ilerideki karanlığa dikiliydi.
Gölgeler hareket ederken zihnimde türlü senaryolar dönüp duruyordu. Gelen Kaan mıydı? Yoksa başka biri mi? Adımlar bir an durdu, sonra yeniden, daha ağır ve dikkatli bir şekilde duyulmaya başladı. Karanlığın içinde kaybolmuş yüzleri, ihtimalleri sıralıyordum.
Ellerim farkında olmadan silaha kenetlenmiş, vücudumun titremesini kontrol altına almaya çalışıyordum.
Adam birkaç adım daha atarak tam ay ışığının altına geldiğinde yüzü tamamen netleşti. Gözleri, dudaklarının sıkılışı, çenesindeki gerginlik... Her detayı zihnime kazınırken, içimdeki korku ve şüphe savaşıyordu. Kaan'ın bir adamı olabilirdi. Ama bir yanım Hakan olabileceğini fısıldıyordu, umutsuz bir çabayla.
Adımlar durdu. Bir an için gecenin sessizliği ağırlaştı, nefesimi tuttum. Sonra, karanlığı yaran o ses duyuldu:
Ses, boğuk ama endişeli bir tınıyla yankılandı. Beklediğim Hakan olmalıydı. Olmalıydı, ama içimdeki şüphe hâlâ beni sıkıca tutuyordu.
Adamın yüzünü dikkatle süzdüm. Emin olmak için biraz daha zamana ihtiyacım vardı.
"Sen kimsin?" dedim, sesimin titremesine engel olmaya çalışarak. Sözcükler ağzımdan çıkarken, geri adım atıp kendimi biraz daha karanlığın içine çekmeye çalıştım. Adam bir an duraksadı, gözleri dikkatle bana baktı. Sonra, derin bir nefes alarak konuşmaya başladı...
"Hakan ben," dedi kesin ve güven veren bir tonla. "Sen de Aslı olmalısın."
Sözleriyle birlikte üzerime çöken belirsizlik biraz da olsa dağılır gibi oldu. Yine de içimdeki gerginlik hemen kaybolmadı. Gelenin Kaan olmaması bir nebze rahatlatıcıydı, ama hâlâ ne kadar güvenilir olduğunu bilmiyordum.
"Silahını indirebilirsin Aslı!" İndiremiyordum.
O an vücudum tamamen donmuş gibiydi. Ellerim silahın tetiğine sıkıca yapışmış, sanki onu bırakmak bir hayatta kalma meselesiymiş gibi hissediyordum. Derin bir nefes aldım, ama hâlâ içimdeki panik, her bir kasımı kilitliyordu.
Ne kadar korkmuş olduğumu gördü ve bana yaklaşmaya devam etti. Yavaşça, tıpkı bana güvenerek yapması gerekeni yapar gibi ellerim arasındaki silahı nazikçe çekip aldı.
İçimden geçen binbir türlü düşünce arasında, ellerimdeki soğuk metalin yerini boşluk aldı. Ne olacağını, hangi adımın doğru olduğunu bilmiyordum.
Derin bir nefes verdim, zihnimdeki karmaşa azalmaya çalışırken. "Yiğit..." dedim, sesim titrerken. "O kötü durumda." Kelimeler aceleyle dökülüyordu ağzımdan, panik halim açıkça ortadaydı. Bir yandan Hakan'ın tepkisini anlamaya çalışıyordum.
Onun yüzündeki ifadeyi, gözlerinin derinliklerinde saklı olan duyguları okumaya çabalıyordum.
"Halledicez bunun için buradayım, sakin ol." Omuzlarımdaki yükün hafiflediğini hissetsemde gerginliğim azalmıyordu.
Sözleri, sorularımın bir kısmını yanıtlar gibiydi ama aynı zamanda başka soruları da doğurdu. Hakan ne biliyordu? Neden buradaydı? Ve asıl önemlisi, bizi kurtarmak için gerçekten bir çözümü var mıydı?
Hakan, hızlı ama dikkatli adımlarla Yiğit'e yaklaştı. Yavaşça yanına diz çöktü ve yarasını kontrol etmeye başladı. Ellerinin kararlılığı ve yüzündeki odaklanmış ifade, benim içimdeki panik dalgasını bir nebze de olsa yatıştırıyordu. Ama yine de gözlerinde, saklamaya çalıştığı bir endişe vardı; bu, durumu ne kadar ciddiye aldığını gösteriyordu.
"Çok kan kaybetmiş," dedi, sesi alçaktı ama kelimeler net bir şekilde havada asılı kaldı. "Ama önceliğim sizi güvenli bir yere götürmek. Buradan hemen çıkmamız lazım."
Sözleri, üzerimde hem bir rahatlama hem de yeni bir panik dalgası yarattı. "Ne yapacağız?" dedim, sesi titreyen bir çaresizlikle. "Onu böyle nasıl taşıyacağız? Daha kötüye giderse—"
Hakan, sözümü kesmek için hafifçe başını kaldırdı ve bana baktı. "Sakin ol," dedi, sesi bir komut gibi ama aynı zamanda yatıştırıcıydı.
Üzerindeki montu çıkarıp omuzlarıma bırakıncaya kadar soğuktan hissizleştiğimi anlamamıştım.
"Önce bunu giy, hasta olursun falan Yiğit'le beni uğraştırma." Tebessümüne karşılık minnettarlığımı belli etmek niyetiyle başımla onayladım. Bundan fazlasına gücüm yoktu.
"Ben onu taşıyacağım. Sen de peşimden geleceksin. Sakinleş öncelikle halledeceğiz." Dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyordum ama o beni durdurana kadar içimde paniğin bu denli yüksek olduğunu hissetmemiştim.
Hakan, kollarını Yiğit'in altına yerleştirdi ve onu dikkatlice kaldırdı. Yiğit, bir an hafifçe inledi ama bilinci hâlâ kapalıydı. Hakan onu kollarında taşırken bir yandan da hızlı bir şekilde parkın çıkışına doğru ilerlemeye başladı.
"Araba nerede?" diye sordum, peşinden aceleyle yürürken.
"Parkın hemen çıkışında. Karanlıkta kimse fark etmeden buradan uzaklaşacağız. Güvende olacağımız bir yere gidiyoruz."
Hakan'ın bu kadar hazırlıklı olması beni şaşırtıyordu. Ama Yiğit'i kurtarma konusundaki kararlılığı, beni onun sözlerine güvenmeye zorluyordu.
Birlikte parkın çıkışına vardığımızda, köşede eski bir araba gördüm. Hakan, Yiğit'i arka koltuğa dikkatlice yerleştirdi ve üzerine ceketini örttü. Sonra bana döndü.
Hızla ön koltuğa geçtim. Hakan direksiyona geçtiği anda, araba çalıştı ve sessizce sokaklardan ilerlemeye başladı. Gecenin karanlığına karışırken, arkamızda hiçbir far ya da tehdit işareti yoktu. Ama içimdeki huzursuzluk hala geçmemişti.
Bir süre sonra, sessizliği Hakan bozdu. "Aslı," dedi, sesi ciddi ve keskin bir tonla. Gözlerini yoldan ayırmadan devam etti. "Bana her şeyi anlat. Neler oldu? Nasıl bu hale geldiniz?"
"Kaan..." diyerek bir an duraksadım. Hikayenin ne kadarını bildiğini bilmiyordum.
Oda bunu anlamıştı. "Olanları biliyorum. Bu akşam olanları anlatman yeterli."
Derin bir nefes alıp kelimeleri dikkatlice seçmeye çalıştım. Ellerim dizlerimde kenetlenmişti ve içimdeki korku hala sönmemiş bir ateş gibi yanıyordu.
"Her şey çok hızlı oldu," dedim, sesi titreyen bir fısıltıyla. "Yiğit arabayı kullanıyordu, ama o... hemen arkamızdaydı."
Hakan'ın çenesi gerilmişti, ama sessiz kalıp anlatmamı bekledi.
"Bizi durdurmaya çalışırken, kurşunlardan biri omzuna denk geldi."
Hakan'ın gözleri bir an bana döndü, sonra tekrar yola çevrildi. "Devam et," dedi sakin ama sert bir tonla.
"Peşimizden gelmeye devam ettiler. Bizi durdurmaya çalışıyorlardı, ama Yiğit vazgeçmedi. Patikaya saptık... orada daha fazla hız yapabileceklerini düşünmüyordum. Yiğit, onların aracını durdurdu. Lastiklerini patlattı."
Bu noktada sesim kısıldı. Gözlerim yavaşça Yiğit'e kaydı. Arka koltukta, her şeyden habersiz yatıyordu.
"Tam her şey bitti sanmıştım ki..." Sesim çatladı. "Cam birden patladı. Kurşun... camdan içeri girdi. Yiğit bir kez daha vuruldu. Araba kontrolsüzce savruldu ama bir şekilde durmayı başardık. Daha fazla hareket edemeyeceğini fark edince, ormana doğru yürümek zorunda kaldık."
Hakan'ın yüzü sertleşti, elleri direksiyonu biraz daha sıktı.
"Yola çıktıktan sonrada bulduğumuz bir araçla buraya geldik. Bana sadece senin geleceğini söyledi." Titreyen sesimle son cümlemide kurup derin bir nefes aldım. "Dayanmaya çalıştı ama çok kan kaybetti."
"Halledeceğiz." Daha çok kendine söylüyor gibiydi. Tüm odağını yola vermiş sürekli çevreyi kontrol ediyordu.
Bir süre sonra ortamın sessizliğini tekrar bozdu.
"Sanırım doktorsun," dedi Hakan, sesi sakin ama dikkatle seçilmiş kelimelerle doluydu.
Çatık kaşlarımla ne demek istediğini sorgulamaya hazırlanıyordum ki, sorumu tahmin etmiş gibi devam etti.
"Yiğit'in mesajından anladım. Sağlık çalışanı olduğun kesin. Doktor olduğun tahmininde bulundum."
"Ne mesajı?" diye sordum, içimdeki merakın ve tedirginliğin artmasıyla.
Hakan kısa bir süre sessiz kaldı, sonra ciddileşmiş bir ifadeyle yanıt verdi.
"Sana söylemedi mi? Kolundaki kurşunu senin çıkaracağını söyledi."
Bu sözler içimde yankılanırken, hissettiğim korku bir anda katlandı. Ellerim istemsizce dizlerimin üzerinde sıkıldı. Birkaç saniye boyunca cevap veremedim.
Gözlerim arka koltuktaki Yiğit'e kaydı. Solgun yüzü, düzensiz nefesleri... İçimdeki her duyguyu bastırarak konuşmaya çalıştım.
"Evet, doktorum," dedim, boğuk ve titreyen bir sesle. "Ama bu... bu benim alanım değil. Ameliyathane ortamı olmadan, yeterli ekipman olmadan—"
Sözlerim yarıda kesildi. Hakan'ın bakışlarındaki sertlik, zamanı boşa harcayacak durumda olmadığımızı açıkça ifade ediyordu.
"Ne gerekirse topladım. Ne istersen bulurum getirtirim. Başka seçeneğimiz yok."
Derin bir nefes aldım, ama bu nefes bile ciğerlerimi doldurmadı. "Anlamıyorsun. Burada steril bir ortam yok! Elimde ne varsa yapabilirim, ama bu yeterli olmayabilir. Enfeksiyon riski çok yüksek. Kurşunu çıkarsam bile, işler daha kötüye gidebilir!"
Hakan, dikiz aynasından kısa bir an gözlerime baktı. "Bu riski almak zorundayız," dedi. Sesi hâlâ sakin ama kararlıydı. "Hastaneye götüremeyiz. Kaan'ın bizi bulmasını göze alamam."
"Ya onu kaybedersem?" dedim, sesim çatlamıştı. "Ya benim yüzümden daha kötü bir hale gelirse?"
Hakan, gözlerimin içine bakarak konuştu. "Aslı, bu işi sen yapmazsanda, Yiğit'i kaybederiz."
Başımı iki yana salladım, içimdeki korku bir türlü dinmiyordu. Gözlerim, masaya yatırılmış, solgun bir şekilde yatan Yiğit'e kaydı. Sesim titreyerek konuşmaya başladım.
"Ben bir cerrah değilim. Stajlarda, birilerinin gözetiminde çalışıyordum. Şimdi ise... yalnızım."
"Başka şansımız yok." Oda en az benim kadar gergindi.
Uzun bir sessizlik sonrasında muhtemelen düşünememiş olacağı ihtimali aklıma gelerek konuştum.
"Kan... En az 2 ünite kan lazım olacak." Aklıma gelen bir diğer sorun gerilmeme sebep olmuştu. "Kan grubunu bilmiyorum."
"Ben biliyorum. Hallederim." Diyerek telefondan aradığı birine isteklerini söyleyip mesajla konum attı.
Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından bir dağ evine varmıştık. Ev, karanlıkta sessizce duruyordu; sadece rüzgarın ağacın dallarında yarattığı hışırtılar, geceye eşlik ediyordu. Hakan arabayı dikkatlice park etti, ardından Yiğit'i kollarına alarak içeriye doğru yöneldi.
"Burası güvenli mi?" diye sordum, hala ne yapacağımızı bilmeden adımlarımı hızlandırarak Hakan'ın arkasından geldim.
"Evet, burası bir arkadaşıma ait, kimse bizi burada bulamaz," dedi Hakan, kapıyı açarken. İçeri girdiğimizde, loş bir ışıkla aydınlatılmış küçük bir oturma odası bizi karşıladı.
Hakan Yiğit'i, eski bir koltuğa nazikçe yerleştirdi. Yüzündeki ciddiyet, her hareketinde belirgindi. Yiğit'in durumunu inceledikten sonra, hızla sırt çantasını açtı ve içinden birkaç tıbbi malzeme çıkardı. "Hazır ol," dedi, gözleri bana odaklanmıştı. "Çok vaktimiz yok."
Birkaç saniye boyunca ne yapacağımı bilemedim. Elimdeki tıbbi ekipman, cerrahiden çok uzaktı. Ama bir şeyler yapmam gerekiyordu. Yiğit'i kaybetmek, ondan daha kötü bir duruma düşmesine neden olmak istemiyordum.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi Yiğit'in solgun yüzünden ayırmadan, Hakan'a baktım. "Evet, başlayalım," dedim, sesim zor duyulacak kadar inceydi.
Ellerimi hızla dezenfekte ederken gözlerim istemsizce Yiğit'in yaralı omzuna kaydı. Yaradan sızan kan, gömleğini tamamen kaplamış, kolunun altına kadar akmıştı. Hakan, gömleğini dikkatlice çıkarıp yarayı daha net görmemi sağladı. Kanama hızlanmış gibiydi. Kurşunlar ölümcül bir noktada değildi, ama omzundaki kaslara ve sinirlere ciddi hasar verme ihtimali beni endişelendiriyordu.
Derin bir nefes aldım, ama elimdeki penseti titreyen ellerime sabitlemekte zorlanıyordum. Sevdiğin birini böyle bir durumda ameliyat etmek, yalnızca onun acısıyla değil, kendi korkularınla da savaşmak demekti.
"Sinirlere zarar verebilirim," dedim, sesim neredeyse fısıltı kadar boğuktu. "Bu kurşunlar o kadar yakın ki... yanlış bir hareketle kolunu kullanamayabilir."
Hakan gözlerini kısa bir an bana çevirdi, ama yüzündeki ifade kararlıydı. "Bu konuda endişelenme," dedi. "Doğru hareket ediyorsun. Ama bir an bile duramazsın, Aslı. Zamanımız yok."
Onun bu kesin tavrı içimdeki korkuyu bastırmaktan çok artırdı. "Senin için kolay söylemesi," dedim hafif bir öfkeyle. "Ama ya bir şeyleri yanlış yaparsam? Ya kolunu kaybetmesine sebep olursam?"
Hakan, ellerini Yiğit'in yanına dayayıp bana doğru biraz eğildi. Gözlerinde bir an için yumuşak bir ifade gördüm. "Aslı, şu an en kötü senaryoyu düşünmek için doğru zaman değil. Yiğit sana güvendiği için burada. Ve bence haklı. Bunu yapabilirsin."
Sözleri içimde bir yerlerde bir şeyleri harekete geçirdi. Derin bir nefes alarak ellerimi yeniden sabitledim ve penseti dikkatlice yaraya yerleştirdim. İlk kurşun yüzeydeydi, ama çevresindeki kas dokusu hasar görmüştü. Penseti hareket ettirirken, sinirlerin geçtiği noktalara dikkat etmem gerekiyordu.
"Bir sinire değebilirim," diye fısıldadım kendi kendime. Ellerim titriyordu. "Bunun geri dönüşü olmaz."
"Sinirlere dokunmadan alabilirsin," dedi Hakan sakin ama net bir sesle. "Sadece dikkatli ol."
İlk kurşunu çıkarmayı başardığımda, içimde bir anlık bir rahatlama hissettim. Ama bu uzun sürmedi. İkinci kurşun daha derindeydi ve çevresindeki kas dokusu yırtılmıştı. Yara etrafında çalışırken, ellerimin altında sinirlerin geçtiğini hissedebiliyordum. Bir milimetrelik hata, Yiğit'in kolunu kullanamamasına neden olabilirdi.
"Bu doğru değil," dedim, boğazım düğümlenmişti. "Burada, bu malzemelerle bu işi yapmam doğru değil. Onun hayatını mahvedebilirim."
"Onun hayatını kurtarıyorsun," dedi Hakan, gözleri Yiğit'e kayarken. "Eğer bu kurşunlar içeride kalırsa, enfeksiyon riski daha büyük bir sorun yaratacak. Şu an tek doğru olan bu."
Sözleri mantıklıydı, ama duygularım beni kontrol etmeye çalışıyordu. Bir yandan Yiğit'in yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Onu böyle acı çekerken görmek, ellerimi daha da ağırlaştırıyordu.
Kurşuna ulaştığımda, penseti yavaşça sabitledim ve dikkatlice çıkarmaya başladım. Her milimetrede, bir sinire zarar verip vermediğimi anlamaya çalışıyordum.
"Tamam, tamam," dedim, kendi kendime konuşarak. "Biraz daha sabit tut, biraz daha dikkatli ol."
Sonunda ikinci kurşunu da çıkardığımda, derin bir nefes aldım. Ama işim bitmemişti. Kanamayı durdurmam, yarayı temizlemem ve dikiş atmam gerekiyordu.
Tampon uygularken bir an durdum ve Yiğit'in yüzüne baktım. Gözleri hâlâ kapalıydı, ama nefesi düzenliydi. Yaşıyordu. Bu, beni biraz da olsa rahatlatıyordu.
"Kolunda bir his kaybı olabilir," dedim Hakan'a, ellerimle yarayı temizlerken. "Ama bu aşamada daha fazla zarar vermediğimi umuyorum."
"İyisin," dedi Hakan, gözleriyle beni izlerken. "Elinden geleni yaptın. Yiğit bunu atlatacak."
Son dikişi attığımda, ellerimin hâlâ titrediğini fark ettim. Ama en azından, Yiğit'in omzundaki tehlike şimdilik kontrol altına alınmıştı. Hakan sessizce Yiğit'i izlerken, gözleri kısa bir an bana döndü.
"Sen olmasaydın," dedi, sesi alçak ve ciddi bir tondaydı, "bu gece onu kaybedebilirdik."
"Ben olmasaydım, bunlar başına gelmeyecekti." Kanlı ellerimle olduğum yere çökmüştüm ve tüm her şey film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
"Sen olmasaydın, Yiğit'te olmazdı." Söylediğiyle gözlerimi kanlı ellerimden çekip ona çevirdim.
"Neden?" Söylediği cümlenin bende hiçbir şekilde karşılığı yoktu.
"Bence yani." Diyerek çevirdi lafını, ama bir an ister istemez tekrar düşündüm. Bunu bilinçli söylese altında ne sebep olabilirdi? Hiç bir sebep olamazdı o yüzden kendince bir yorumda bulunduğu düşüncesi mantıklı geldi.1
Çalan kapıyla "Kan geldi" dedi Hakan, gergin bir şekilde.
Belindeki silahı eline alıp kapıya doğru ilerleyene kadar bir silahı olduğundan habersizdim. Neyin içinde olduğumu anlamak için daha çok çaba sarf edecektim Yiğit uyandıktan sonra.
Hızla yarasının üzerine antiseptik sıktım. Gözlerim, Yiğit'in solgun yüzünden bir an olsun ayrılmadı.
Hakan elindeki malzemelerle geri döndüğünde yüz ifadesi gevşemişti. Aklından geçenleri anlamak güç değildi. Güvende olduğumuzu söylüyordu ama benim kadar o da tedirgindi.
Hakan, bir adım geri çekilerek beni izledi. Sonunda yara temizlendi ve bandajı sardım. Kolunda damar yolu açıp, kan sorununu da çözdükten sonra derin bir nefes verdim.
"Şimdi ne olacak?" sesimdeki titreme neredeyse Hakan tarafından duyulacak kadar belirgindi.
Hakan, başını sallayarak derin bir nefes aldı. "Şimdi uyanmasını bekleyeceğiz. Uyandıktan sonrası ona bağlı. Benden istenilen buraya kadardı."
Hakan, ellerindeki odun parçalarını sobanın kenarına bırakırken başını hafifçe kaldırıp bana baktı.
"Aç mısın?" dedi, sesinde yorgunluk vardı.
"Değilim yemiştik..." Hala vücudum titriyordu. Yiğit'in üzerimdeki endişesi azaldıkça kendim için endişelenmeye başlamıştım.
Kaan'dan ne kadar kaçabileceğimizi düşünmek bile boğazımı sıkıyordu. Ve artık sadece abimle kendimi değil, Yiğit'i de dert etmem gerekiyordu. Onlara bir şey olmasına izin veremezdim. Ama başka ne yapabilirdim? Hiçbir fikrim yoktu.
Gözlerim, sobanın başında diz çökmüş Hakan'a kaydı. İçimde bir soru dönüp duruyordu; sonunda daha fazla sessiz kalamayarak seslendim:
Hakan, gözlerini kaçırarak, geçiştirir bir ses tonuyla "Nerede olduğunuzu her zaman biliyordum, Yiğit böyle olmasını istedi." dedi.
"Nasıl yani?" diye tekrar sordum.
Hakan, hafifçe omuzlarını silkti ve, "Teknoloji, Aslı," dedi. Kısa cevapları sinirimi bozmuştu.
"Yiğit ile ne zaman tanıştınız?"
Odunları dikkatlice yerleştirmeye devam etti. Sanki sorumu duymazdan gelmek istiyordu. Ama vazgeçmedim.
"Ya da nasıl tanıştınız?" diye tekrarladım. "Yerimizi bildirdiğine göre sana güveniyor. Neden?"
Bu kez kısa bir bakış fırlattı. Hafifçe omuzlarını silkerek, "Evet, güveniyor," dedi. Ama cümlesi burada bitti. Belli ki devam etmeye niyeti yoktu. Odağını yakamadığı ateşe çevirdi.
Sırtındaki bu sessizliğe sinirlenmekle kafamdaki soruları boğmaya çalışmak arasında gidip geliyordum. Birkaç saniye bekledikten sonra daha doğrudan sordum:
Hakan hafifçe derin bir nefes alıp kafasını kaldırdı. "İşte oldu," dedi, sobanın içine küçük bir alev kıvılcımı yayılırken. Sıcaklık yüzüme vuruyordu. Nihayet ısınabilecektik. Ama bu cevapsızlık içimdeki ateşi hiç söndürmüyordu.
Elindeki işi bitirince doğruldu, ellerini dizlerine koyarak bana döndü. Bu sefer kaçmıyordu. Derin bir nefes aldı ve gözlerimi aradı. "Rehabilitasyon merkezinde tanıştık," dedi sonunda.
"Rehabilitasyon mu?" Sesim yükselmemişti, ama içimdeki şaşkınlık kelimeleri ağırlaştırıyordu.
Hakan'ın yüz ifadesi biraz değişti. Çenesi kasılmış, kaşları hafifçe çatılmıştı. Gözlerindeki yorgunluk ve anlık bir rahatsızlık açıkça okunuyordu.
"Ne işi vardı orada Yiğit'in?"
Bir an sessiz kaldı. Sanki bu soruya nasıl cevap vereceğini tartıyordu. Sonunda, derin bir nefes daha aldı ve yüzündeki sertlik yerini soğuk bir ifadeye bıraktı.
"Bilmiyorsun..." dedi yavaşça, sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi. Başını hafifçe sağa sola sallayarak gözlerini başka bir yere çevirdi. "Ama bunu anlatması gereken kişi ben değilim."1
Hakan, bu sözlerle konuşmayı kapattığını belli etmek ister gibi ellerini hafifçe kaldırdı. "Benden bu kadar," dedi alaycı olmayan ama kesin bir tonda.
Bu sessizlikte sobanın içindeki alevler harlanıyor, odadaki gölgeler dans eder gibi hareket ediyordu. Hakan'ın yüzünde anlamlandıramadığım bir hüzünle karışık kararlılık vardı. Yiğit'in rehabilitasyonla, Hakan'la ve bu kaçışla nasıl bir bağlantısı olduğunu bir şekilde öğrenecektim. Ama bu gece, Hakan bana bundan fazlasını verecek gibi durmuyordu.1
Hakan, telefonunda hızlıca bir şeyler ararken ben sobanın başında, titrek alevlerin aydınlattığı gölgeler arasında düşüncelerimle boğuşuyordum.
Kaan, zihnimin karanlık köşelerine yerleşmiş, beni sıkıca kavramıştı. Gözlerimi kapatıp bir an olsun her şeyi unutmaya çalışsam da, o ürpertici yüzü tekrar tekrar beliriyordu. Bana doğru yürüyüşü, gözlerindeki o sert, duygusuz bakış... Yıllarca zihnimde onu bambaşka biri gibi canlandırmıştım. Belki daha anlayışlı, belki biraz daha insanca bir figür. Ama onu yeniden görmek, yıllardır gözümde yumuşattığım, hatta affetmeye yaklaştığım o hayali silip atmıştı.
Gerçek, tüm acımasızlığıyla karşımdaydı: Kaan, sandığımdan da korkunç ve tehlikeliydi.
Nefesimi derin alıp yavaşça verdim, ama kaygım bir türlü geçmiyordu. Gözlerim sürekli Yiğit'in üzerine kayıyordu. Hakan, aklına gelen her şeyi alıp getirdiği için gerekli malzemeler elimizdeydi; bu durum, içimde bir rahatlama yaratsa da tam olarak gevşemem mümkün değildi.
Yiğit'in varlığının bana verdiği güveni Kaan ile tekrar yüzleşene kadar fark etmemiştim, ama bunu fark etmek, içimde bir çatışma başlatıyordu. Ben çok genç yaşta, her şeyin üstesinden kendi başıma gelmeyi öğrenmiştim. Kimseye sırtımı dayamamış, her zaman yalnız başıma mücadele etmek zorunda kalmıştım. Yıllarca Yiğit dahil olmak üzere yanıma gerekmedikçe bir erkek yaklaşmamıştı. Sadece ihtiyacım olduğunda yanımda Serdar olurdu, o da hem arkadaşımdı hem de Kaan'ın en yakın adamıydı. Onunlayken tüm yollarım çaresizce Kaan'a çıkıyordu.
Ama Yiğit'in yanındayken hissettiğim o güven duygusu, kime ne olurdu bilmiyordum ama onunlayken bana birşey olmaz gibiydi. Şimdi, o güvenin yokluğunu iliklerimde hissediyordum. O kadar derin bir boşluk hissettiriyordu ki, sanki bir parçam eksikti ve o eksiklikle baş başa kalmak daha da zorlaşmıştı.
Birinin beni güvende hissettirmesine bu kadar ihtiyacım olduğunu bilmiyordum. Yaşadığım korkuyu hatırladıkça ve aslında ne kadar aciz olduğumu düşündükçe boğazım düğümleniyordu.
Şu an, sadece gözlerini açıp bana sarılmasına ihtiyacım vardı. İçimden, "Ben buradayım," demesine, bana güven verdiğini hissettirmesine... O an, o güvenle sarılmasına ihtiyacım vardı. Ve bir an olsun, yalnız hissetmekten kurtulmaya...
Sobanın sıcaklığı yüzüme çarpsa da içimdeki soğukluğu bir türlü yok edemiyordu. Ellerimi dizlerime yerleştirdim, avuçlarımın terlemesiyle daha da gerginleşiyordum. Vücudum, adrenalinin etkisiyle ağırlaşıyor, her bir kasım sanki fazla yük taşıyormuş gibi hissediyordum.Yerimden kalkıp tekli koltuğa doğru ilerledim. Herşeyi unutmak istiyordum. Hakan'ın varlığına güvenerek kendimi uykunun kollarına bıraktım.
—--------------------------------------------
Gözlerimi açtığımda sabah olmak üzereydi, güneş yeni doğuyordu. Aklıma hücum eden düşüncelerle yerimden doğrulup etrafıma baktım. Hakan üçlü koltukta derin bir uykudaydı. Yiğit ise dün akşamki pozisyonunda hâlâ uyuyordu. Yerimden kalkıp ona doğru ilerledim.
Yiğit'in durumunu kontrol ederken, vücudunun ısındığını fark ettim. Bu, hâlâ bir tehlike olmadığı anlamına gelmezdi. Yara yerlerine dikkatle bakmaya başladım. Şu an için enfeksiyon belirtisi yoktu, ama yine de temkinli olmalıydım. Yara etrafındaki dokuyu nazikçe bastırarak, herhangi bir iltihap ya da şişlik olup olmadığını kontrol ettim. Her şeyin normaldi.
Üzerine ince bir örtü örtüp, odanın ısınması için sobaya doğru adım atarken, birden elim tutuldu. Geriye dönüp baktığımda, gözleri hafifçe aralanmış olan Yiğit'in beni izlediğini fark ettim.
"Yiğit. nasılsın?" diye fısıldadım, sesim titrek ama sevinçli bir şekilde çıkmıştı. Gözlerinin hafifçe açıldığını görmek içimde bir huzur yarattı, yüzümde istemsizce bir tebessüm belirdi.
Kısa bir an için boş bakarken, sonra sanki bir şeyler hatırlamış gibi doğrulmaya çalıştı. Ancak hareketiyle birlikte acıyla inledi, yüzü ekşidi.
"Dikkat et!" diye sessizce bağırdım, elim refleks olarak beline uzandı. Onu desteklemeye çalışıyordum, ama tam o anda, hiç beklemediğim bir şey oldu. Yiğit, beni bir anda kendine doğru çekti.
Her şey öyle hızlı gelişti ki ben ne olduğunu anlamaya çalışırken bir sonraki saniyede kendimi onun kucağında buldum.
Burnumuz neredeyse birbirine değiyordu. Aramızdaki mesafe o kadar küçüktü ki, nefes alırken çıkan sıcak havanın birbirimize çarpışını hissedebiliyordum. Uyanmış olması içimde çiçekler açtırmıştı, ama hareketleriyle beni yine diken üstündeymişim gibi hissettiriyordu. Gözlerim, istemsizce onun gözlerine kilitlenmişti. Kaçmak istedim, ama sanki o anda olduğum yere mıhlanmış gibi hissediyordum. Bakışlarındaki derinlik bir mıknatıs gibi beni tutuyordu.
Kalbim hızlanmıştı, o kadar hızlı atıyordu ki neredeyse ritmini duyar gibi oldum. Neden böyle hissettiğimi anlamaya çalıştım. Sadece yakınlığından mıydı bu çırpınış, yoksa beni bilerek kendine çektiğini fark etmemin etkisi mi? Emin değildim. Ama içimde, bu kadar yakın olmanın doğurduğu tedirginlik ile garip bir huzur arasında gidip gelen bir savaş vardı. Sanki bir yanım bu yakınlığa karşı direnirken, diğer yanım bunu beklemişti; kendimi ona bırakmaya istekliydim.
"Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım sonunda.
O ise hiçbir şey söylemedi. Gözleri, benimkilerden bir an olsun ayrılmadı. Sessizliği, kalbimin ritmini daha da bozan bir yoğunluk taşıyordu. Sonra, ellerini sırtımda hissettim. Parmak uçları, omurgamın çizgilerini takip ediyordu, yavaş ve kesin hareketlerle. Bu kadar küçük bir dokunuşun bile üzerimde yarattığı etkiden ürperdim. Her bir hareketi, tenime yayılan bir sıcaklık bırakıyordu. O an nefesimi tutmak zorunda kaldım, çünkü nefesi artık tamamen yüzüme değiyordu. Sıcak ve yoğun bir dalga gibiydi, üzerime çöküyor ama boğmuyor, aksine beni içine çekiyordu.
Bakışları dudaklarımı izlemeye başladığında, zaman sanki olduğu yerde durdu. Her şey donmuştu, sadece biz vardık. O an nefes almayı unutmuştum ya da nefes almak gereksizdi. Tüm bedenim onun dokunuşlarına ve yakınlığına tepki verirken, zihnim kontrolümü geri kazanmak için çırpınıyordu.
Dur, bir şey söyle. Bu anı bozacak bir şey yap! diye düşündüm. Ama hiçbir kelime çıkmadı dudaklarımdan. Sözcükler, boğazımda bir düğüm gibi sıkışmıştı. Ne mantığım, ne de duygularım galip gelebiliyordu. Bu anın ağırlığı, tüm kontrolümü elimden almıştı.
O anda, beni öptüğü o diğer anı hatırladım. Zihnimin derinliklerinden çıkıp gelen bu anı, içimde garip bir ürpertiye neden oldu. O zaman da sınırlar yoktu aramızda, ama bu kez farklıydı. İki anı kıyasladığımda, vücudumun o zamana göre bu yakınlığa çok daha karmaşık tepkiler verdiğini fark ettim. Kalbim hızlanmış, nefesim düzensizleşmişti.
Burada olmamam gerektiğini biliyordum. Onun bu kadar yaklaşmasına izin vermemeliydim. İçimdeki mantık sürekli bir alarm çalıyor, beni kendime getirmeye çalışıyordu. Ama o alarmı duymazdan gelen bir yanım vardı. Bu yan, beni direnmekten alıkoyuyordu.
Ellerinin ağırlığını omuzlarımda hissettiğimde, sanki beni tamamen sardığını fark ettim. O dokunuşta, uzun zamandır hissetmediğim bir güven vardı. O sıcaklık, o koruma hissi, her şeyi unutturacak kadar yoğundu.
"Aslı..." diye fısıldadı. İsmi o kadar yavaş ve dikkatle söylemişti ki, tek bir kelimeyi bu kadar güçlü hissettirmek mümkün mü diye düşündüm. Sağ eli, şakaklarımda gezinmeye başladı. Parmağı, tenime neredeyse hiç değmeyecek kadar hafifti, ama bu hafiflik bile titrememe yetti. Sol eli omzumdan aşağı doğru indi ve parmakları sonunda elime ulaştı.
"Gitmemişsin..." dedi. Sesi, bir iddia ile bir hayranlık arasında gidip gelen bir tonda asılı kaldı. Parmağı dudaklarımın kenarında dolaşıyordu, bu kadar basit bir hareketin üzerimde bıraktığı etkiyi bastırmaya çalışıyordum.
Nefesim hızlanmıştı, artık kontrol edemediğim bir şekilde düzensizleşiyordu. Kalp atışlarım ise kulağımda yankılanıyor, tüm diğer sesleri bastırıyordu.
"Seni o halde bırakıp..." dedim, ama devam edemedim. Kelimeler boğazımda düğümlendi, içimde büyüyen yoğunluk, söyleyeceğim her şeyi susturuyordu. Sesim havada kırılgan bir yankı gibi asılı kaldı, cümlenin devamını getirmeye cesaret edemedim. Nefesim düzensizleşmiş, kalbimse göğsümde çırpınan bir kuş gibi atıyordu.
Ne demek istediğimi ben bile tam bilmiyordum. Bu kadar yakında, bu kadar gözlerinin içinde kaybolmuşken, düşüncelerim darmadağın olmuştu. "Bırakamazdım," diye tamamlamaya çalıştım cümlemi, ama bu sefer sesim daha da kısık çıktı. Neredeyse bir fısıltı kadar. Dudaklarımın kıpırdadığını hissettim, ama çıkan ses bana bile ulaşmıyordu.
Onun bakışları, benim ne söylediğimi duymaktan çok, yüzümde ne hissettiğimi anlamaya çalışıyormuş gibi üzerimde dolaştı. Parmağı hala dudaklarımın üzerinde duruyordu, beni susturur gibi, ama aynı zamanda bir şey söylememi bekler gibi. Sanki ben devam edemedikçe, bu an daha da yoğunlaşıyordu.
"Seni o halde bırakıp..." dedim yeniden, ama bu kez tamamen nefesim kesilmişti. Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişti, ama zihnim hiçbir yere tutunamıyordu. Cümlenin devamını tamamlayabilmek için kendimi zorladım, ama kelimeler parçalanıyor, nefesim düğümleniyordu.
Bir anda sustum. Onun nefesi yüzümdeydi artık; sıcak, derin ve üzerimde bir dalga gibi. Ellerini omzumdan çeneme doğru yavaşça kaydırdı, parmaklarının hafifliği tenimde bir ürpertiye yol açtı. Nefes almayı unuttum.
Gözleri gözlerimdeydi, beni anlamaya çalışır gibi. Ama anlamaktan daha fazlasını istediğini hissettim.
Bir şey söylemek istiyordum. Bu sessizliği kıracak, kalbimin çırpınışlarını susturacak bir şey. Ama yapamıyordum. Dudaklarım açıldı, sonra yeniden kapandı. Sanki dilim konuşmayı unutmuştu. Sadece orada durdum, ona bu kadar yakın, nefesim ona karışırken, hareket edemeden.
Kendi sessizliğim içinde kaybolmuşken, o cümlemi tamamladı: "Bırakamazdın."
Parmağı dudaklarımın kenarından yavaşça çeneme doğru süzüldü. Sanki kelimelerimi susturmak değil, beni konuşturmaya cesaretlendirmek istiyordu. Ama ben... Söylemek istediklerim zihnimde bir girdap oluşturuyor, içimden dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Yine de boğazım düğümlenmişti.
"Bırakamazdım," dedim sonunda, sesi titreyen bir itiraf gibi. Bu kadar basit bir cümlenin beni nasıl böylesine savunmasız bırakabileceğini anlayamıyordum. Sözlerim, hem açıklama hem de özür gibiydi. Ama ne için? Orada kalmayı seçtiğim için mi, yoksa gitmeyi bile düşünmüş olduğum için mi?
Yiğit'in gözlerinde, duyduğuna şaşırmayan ama bu sözlerin ağırlığını taşıyan bir ifade vardı. Sanki bu cümleyi bekliyormuş, ama yine de işittiğinde içindeki bir parçanın yerine oturduğunu hissetmiş gibiydi. Dudakları, bir şey söylemek için aralandı ama bir an durdu. Bunun yerine, başını yavaşça eğdi ve alnını benimkine yasladı.
"Aslı..." diye fısıldadı yeniden, sesi bu kez daha derindi, sanki başka bir şey söylemek istiyor ama kelimelerle bu yoğunluğu ifade edemiyordu.
Nefesim onun nefesiyle karışırken, tüm dünya arka planda bulanıklaşmıştı. Gözlerindeki kısa bir tereddüt belirtisi yakaladım; ardından çeneme dokunan eliyle beni daha da kendine çekti. Aramızdaki mesafe hızla kapanırken, dudaklarımızın arasında yalnızca milimetreler kalmıştı. Ama yine de bir anlığına duraksıyordu, sanki son adımı atmak için kararsızdı. Bu belirsizlik, içimde hem bir ürperti hem de garip bir beklenti yaratıyordu.
Nefeslerimiz birbirine karışırken, içimdeki karmaşa iyice derinleşti. Mantığım çırpınıyor, uzak durmam gerektiğini haykırıyordu, ama kalbim bu haykırışları bastıran bir ritimle çarpıyordu. Arada sıkışıp kalmıştım; bir yanım bu yakınlığa izin vermemem gerektiğini bilirken, diğer yanım... O yanı, bu anın her saniyesini içine kazımak istercesine bu yakınlığa tutunuyordu. Gözlerim, onun gözlerindeki o karanlık ama çekici bakışlara kilitlenmişti; sanki bu anın kaçınılmaz olduğunu fısıldıyordu.1
"Kolunu hareket ettiriyorsun. Bir sorun olmadığına sevindim," dedim, sesim titrek ve çatallı çıkmıştı. Dikkatini dağıtmak için koluna yüklenmeden, belimden çekmeye çalıştım ama başaramadım.
"Kimin elleri değmişse marifetli bir doktormuş," diye gülümsedi. Gülümsemesi, içimde bir sıcaklık uyandırdı, kalbimdeki gerginlik bir anda kayboldu. Gevşediğimi hissedip hemen kendimi toparladım ama yakalamıştı beni.
Biraz daha gülümsedi, ardından parmaklarıyla bel kıvrımımı hafifçe okşayarak, bedenimdeki her bir siniri uyandırdı. Bu anın etkisiyle, bedeni bir kez daha gerildi. Ne kadar direnmeye çalışsam da, ellerinin hassas dokunuşu beni rahatça yakalıyordu. İçimden bu kadar yakın olmanın nasıl bu kadar karmaşık hissettirebildiğini anlamaya çalışıyordum.
Ellerinin gevşemesini fırsat bilip kucağından kalktım. Oda zorlamamıştı. Bu yakınlığın etkisinden kurtulmam kolay değildi sersemlemiştim. Ama bunu ona hissettirmeden kendimi toparlamaya çalıştım.
"Gerçekten, kurşunları benim çıkarmamı söylerken ne düşünüyordun?" dedim, sitemle. "Bir şey olacak diye aklım çıktı."
Yiğit hafifçe gülümsedi, "Fena mı olurdu, intikamını almış olurdun işte," yarı ciddi bir ifadeyle gözlerime bakınca, ne diyeceğimi bilemedim. İntikam falan istemiyordumki ben. Onun canını yakmak bana iyi hissettirecek son şeydi.
"Saçmalama." diyip gözlerimi ellerine çevirdim. Parmaklarını tutup tek tek hissizlik var mı diye kontrol etmeye başladım.
Anlamlandıramadığım bir tebessüm oluştu yüzünde.
"Bir şeyin yok, kötüye bir şey olmaz derlerdi de inanmazdım." Gülümsemesi dahada artmıştı.
"Dünkü o tatlı kız nerede ya onu getirmemiz mümkün mü buraya?" diyip yalandan etrafına bakınca istemsiz güldürmüştü beni onun bu hali.
"Yok, bir gün tatlı oldum, başıma gelenleri gördük. Bir daha yok o kız." diye yanıtladım, biraz alaycı bir şekilde. Ama yine de içimdeki gülümseme kaybolmamıştı. Ama o benim aksime ciddileşmişti.
"Hakan'ı uyandırsana. Konuşmamız lazım." dedi, başıyla diğer koltukta yatan Hakan'ı işaret ederken tüm o huzurlu atmosferin bir anda dağıldığını hissetmiştim.
Hakan'a doğru ilerleyip omzuna dokundum, nazikçe çağırmaya başladım ama o kadar derin bir uykusu vardı ki, neredeyse yaşam belirtisi vermeyecekti.
"Hakan, kalkar mısın?" diye seslendim, sesimdeki sabırsızlık belirgindi. Ama o, uykusundan hiç sıyrılmadı, sadece hafifçe homurdandı.
"Hakan... Uyan." biraz daha fazla sarsmaya başladım.
Hakan, önce biraz garip bir şekilde mırıldandı, sonra gözlerini hafifçe aralayarak uyanmaya başladı. Yavaşça, gözlerini tamamen açtı ve şaşkın bir şekilde bana bakmaya başladı.
Hakan, uykulu bir şekilde, "Ne oldu?" diye sordu.
"Ulan neler yaşadık, bu ne derin uyku?" Yiğit'in sesi, bir anda etrafındaki her şeyi değiştiren o sert tınıyı taşıyordu. Hakan, Yiğit'in sesini duyduğunda, hiçbir şey düşünmeden yerinden kalkıp hemen Yiğit'e sarıldı.
"Kardeşim benim bee, seni iki kurşunla yıkabilirler mi?" diye bağırarak, Yiğit'i sıkıca kucakladı. Aralarındaki yakınlığın nereden geldiğini gerçekten merak etmiştim ve öğrenecektim.
"Ah! Lan oğlum dur, ölmedim de yaralıyım hâlâ," diye mırıldandı Yiğit, Hakan'ın sarılmasından dolayı omzundaki acıyı daha fazla hissediyordu. Hakan, bir an için şaşkınlıkla geri çekildi ve Yiğit'in yaralarına bakarak gözleriyle ona yardım etmeye çalıştı.
"Nasıl, bir sorun var mı?" bu kez soru bana gelmişti.
"Hiçbir sorun yok şu anlık." derken tekli koltuğuma geri dönüp oturmuştum. Bedenimde gezen parmakların hissi hala olduğu yerde duruyordu sanki. O hemen normale dönebilmişti ama ben hala içimde savaş halindeydim. Ona yakın olmanın verdiği o tarif edemediğim hisle, yakın olmamam gerektiği arasında sıkışıp kalmıştım. Midemden başlayan yavaşça her hücreme yayılan bir titreşim gibi hissettiriyordu dokunuşları.
"İyiyim ben, sen beni bırak. Ne yapacağız, neler oldu?"
"Konuştum, destek olmayı kabul etmiyor. Şartını yerine getirmemişsin." Şifreli mi konuşuyordu bunlar? Kim neyi kabul etmiyordu.
"Ama Kaan izinizi kaybetti." derin bir nefes almıştım duyduğumla ama Kaan ihtimalini hatırlamak ister istemez gerilmeme sebep olmuştu. Sessizce dinlemeye devam ettim.
"Bize dair ne kadar şeyden haberi var biliyor muyuz?" Yiğit'in ciddiyeti ayrıca gerilmeme sebep oluyordu.
"Bilmiyoruz geri dönemezsiniz, başka bir yer ayarladım, oraya geçeceğiz. Kesin bir çözüm bulana kadar..."
Duyduğum o cümleyle kendimi tutamayıp araya girdim.
"Kesin bir çözüm bulana kadar mı? Sonunu düşünmeden mi beni kaçırdın?"
Sesim yükselmişti, içimdeki endişe ve kızgınlık bir an için patladı. Hakan, gözlerini kaçırarak bana baksa da, Yiğit'in bakışları daha soğuktu. Az önceki Yiğit gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti.
"Düşündüm. Senin güvenliğin her şeyden önemli," diye yanıtladı Yiğit, fakat sesindeki sertlik, düşündüğünden daha fazla gerilmemi sağladı.
Hakan bir an sessiz kaldı, sonra derin bir nefes alarak, "Burası tehlikeli, her şeyin kontrol altında olduğunu düşünüyoruz. Ama Kaan'ın geri dönmesi işlerimizi karıştırır," dedi.
"Ayarladığın evin güvenliğinden emin ol. Bir daha Aslı'yı riske atmayacağım." Hakan duyduklarıyla yeni bir telefon trafiğine girerken Yiğit'in bakışları bana çevrilmişti.
"Abimi bulursa öldürür." Korkularım sıraya girmiş, ben görmezden geldikçe karşıma dikiliyorlardı.
"Abini bulamaz. Kaan'ı dert etmeyi bana bırak. Kendine başka uğraşlar bul sen." Diyip biraz düşündü ne uğraşından bahsediyordu. Ben hayatta kalmanın korkusu içindeyken.1
"Mesela bize kahvaltı hazırlayabilirsin?" Teklifi ve mimikleriyle aklımı dağıtmaya çalışıyordu. Yapmak istemedim biran ama ne durumu düzeltecek bir önerim vardı ne de korkularımı görmezden gelmenin bir yolu.1
Cevap vermeden mutfağa doğru ilerledim. Etrafı inceleme başladım. Ocak tüple çalışıyordu. Buz dolabına ilerlediğimde beklentimin üzerinde doluydu. Hakan ya bunu önceden tahmin etmişti ya da dün akşam ben başka dertlerle uğraşırken bu gelenleri farketmemiştim.
Çay suyunu ocağa koyduktan sonra kahvaltılıkları hazırlayıp masaya yerleştirmeye başladım. Ardından, kaynayan suyla çayı demleyip menemen yapmak için domateslerin kabuklarını soydum. Domatesleri kısık ateşe bıraktıktan sonra sahanda yumurta için tavayı çıkardım. Mutfağın sessizliğinde bu küçük meşguliyet, zihnimi toparlamama yardım ediyordu.
"Yardıma ihtiyaç var mı?" diye duyduğum enerji dolu sesle irkildim. Hakan'ın olduğunu hemen anlamıştım.
"Çayları doldurabilir misin?" Sesim onunki kadar neşeli çıkmamıştı ama yüzüme zoraki de olsa bir tebessüm yerleştirmeyi başardım.
"Hemen hallediyorum." dedi ve çay bardaklarını doldurduktan sonra yeniden yanıma döndü.
"Oo, neler yapılmış! Bu konuda da yetenekliyiz anlaşılan, küçük hanım." Sözlerinden, dün kurşun çıkarma olayına atıfta bulunduğunu anlamıştım. Enerjisindeki samimiyet beni istemsizce etkiliyordu. Biraz önceki zorlama gülümsemem artık tamamen doğaldı.
"Küçük hanım mı?" diyerek kaşlarımı çattım. O ise kahkahayla karşılık verdi.
"Yetenekliyim ama küçük değilim diyorsun yani? Çok da mütevaziyiz." dedi, lafımı alıp bambaşka bir yere çekerek.
"Hayır ya, ne alakası var? Küçük hanım terimi tuhafıma gitti sadece." deyip gözlerimi devirdim.
Bu saçma konuşmalar, zihnimi endişelerimden uzaklaştırmıştı. Yiğit'le sabah gerçekleşen yakınlaşma aklıma geldikçe düşüncelere dalıp durgunlaşıyordum ama Hakan durgunluğumu bozacak bir şeyler bulup dikkatimi dağıtmayı başarıyordu. Kahvaltıyı hazırlayana kadar garip şeylere gülüp eğlendik. Uzun bir aradan sonra böyle içten gülebilmek, kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıştı.
Son hazırlıkları bitirip Yiğit'in gelmesine yardım etmek için salona yöneldiğimde, kapının pervazına sağlam omzuyla yaslanmış bizi izleyen Yiğit'i gördüm.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |