19. Bölüm

TESLİMİYET

OnyxMistic
onyxmistic

Gece çoktan çökmüş, odanın içinde yalnızca loş bir ışık kalmıştı. Günün ağırlığı bedenime çökse de zihnim bir an olsun durulmuyordu. Gözlerimi kapatıp biraz dinlenmek istedim, fakat içimdeki huzursuzluk buna izin vermiyordu. Odanın içinde, karanlığın arasında kaybolmuş düşüncelerimle başbaşa kalmaktan kaçınmak istercesine sessizliği bozarak konuştum.

 

"Ben burada uyuyacağım diye düşünüyorum," dedim, sesim biraz temkinli çıkmıştı.

 

Yiğit, kapının önünde durmuştu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözlerini üzerime dikmişti. O bakış... Ne zaman öyle baksa, içimde tarif edemediğim bir kıpırtı hissi beliriyordu.

 

Beklediğim cevap gecikmedi. "Evet, burada yatacaksın."

 

Derin bir nefes aldım. İçimde bir şeyler gevşemiş, hafif bir rahatlama hissi yayılmıştı. "Tamamdır, o zaman yerim belli olduğuna göre uyuyabilirim," diyerek yatağa oturdum.

 

Yavaşça battaniyemi düzelttim, zihnimi susturabilmek için kendimi uykuya hazırlamaya çalışıyordum. "Işığı da kapatır mısın, kapıyı kapatmadan önce?" diye sordum, sesimde uykulu bir yumuşaklık vardı.

 

Yiğit başını hafifçe eğdi. "Tabii ki," dedi.

 

Ama beklediğim gibi kapıyı çekip gitmek yerine, tam tersi bir şey yaptı. Bir adım attı ve içeri girdi. Ardından kapıyı arkasından kapattı.

 

Elini ışık düğmesine uzatırken, "Ne yapıyorsun?" sesimde şaşkınlık ve hafif bir tedirginlik vardı.

 

Elini geri çekerek bana baktı. "Işığı kapat demedin mi?"

 

"Evet ama... neden içeri girdin?"

 

Yiğit'in dudaklarının kenarında o her zamanki kendinden emin, hafif alaycı gülümseme belirdi. "Çünkü ben de burada yatacağım."

 

Sözleri havada asılı kaldı. Odaya bir anda ağır bir sessizlik çöktü. Gözlerimi ona dikerek birkaç saniye boyunca ne söylediğini anlamaya çalıştım. Ama Yiğit'in yüzündeki ifade ciddiydi. Gözlerinde bir meydan okuma vardı; beni tartıyor, tepkimi ölçüyordu.

 

Bedenim istemsizce gerildi. "Ne demek burada yatacağım?" diye sordum, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak.

 

Yiğit omuz silkti, sanki ortada büyük bir mesele yokmuş gibi. "Dediğim gibi. Burada yatacağım."

 

Gözlerimi kıstım. "Burada sadece bir yatak var. Salonda boş bir kanepe var, orada yatabilirsin."

 

Bana doğru bir adım attı, odanın içine daha da yerleşti. "Salonda Hakan var," dedi, sesi şimdi daha cüretkardı. "Onunla yatmaktansa seninle yatmayı tercih ederim."

 

Nefesimi tuttum. "Ben yalnız yatabilirim."

 

"Biliyorum." Başını hafifçe yana eğdi. "Ama bu, seninle yatamayacağım anlamına gelmiyor."

 

Yutkundum. İçimde bir sıkışma hissettim. Yiğit'in bu rahat tavrı, olayları normalleştirme biçimi benim için çok fazlaydı.

 

"Yiğit, burada ikimiz birden yatamayız."

 

Ama Yiğit, söylediklerimi umursamaz bir şekilde ışığı kapattı ve yanıma doğru yürüdü. O an, kalbim çırpınan bir kuş gibi hızla çarpmaya başladı. Yavaşça yatağın diğer tarafına oturdu, omuzları neredeyse bana değecek kadar yakındı. Battaniyenin bir ucunu kaldırıp elinin tersiyle düzeltti.

 

"Bence gayet sığıyoruz."

 

O kadar doğal davranıyordu ki, içimdeki panik duygusuna rağmen bunun olağan bir şey olduğuna kendimi inandırmamı istiyor gibiydi. Ama bu normal değildi. Hiçbir şey normal değildi.

 

Odadaki hava, farkında olmadan ağırlaşmıştı. Kalbim hızlanıyor, vücudum istemsizce geriliyordu.

 

"Yiğit, bu doğru değil," dedim, sesimi kontrol etmeye çalışarak.

 

O ise sakince bana döndü. "Yanlış olan ne?"

 

Kaşlarımı çattım. "İkimizin aynı yatakta yatması."

 

Yüzüme dikkatlice baktı, sanki düşüncelerimi okumaya çalışıyormuş gibi. Sonra başını hafifçe yana eğdi, o tanıdık gülümsemesini takındı.

 

"Neden? Beni tehlikeli mi buluyorsun?"

 

İçimde bir yerlerde bir şeyler çırpındı. "Bu konuyu böyle alaya alma, Yiğit. Sadece... bu duruma alışık değilim."

 

Yiğit yatağa biraz daha yerleşerek sırtını yastığa yasladı. Hareketleri rahat, hatta umursamazdı. "Biliyorum."

 

"Yiğit... Lütfen..." diye fısıldadım.

 

"Lütfen," diye tekrar ettim, ama kelimelerim yerini paniğe bırakmıştı.

 

İçimdeki korku ve duygusal karmaşa birbirine karışmıştı, bir labirent gibi her an beni içine çekmeye çalışıyordu. Ama Yiğit'in olduğu her an, sanki bir mıknatıs gibi, ona doğru çekiliyordum. İçimdeki çelişkiler, her geçen dakika daha da büyüyordu.

 

Bir çözüm arayışıyla, ilk aklıma gelen fikir güvenli bir çıkış gibi geldi. "Tamam o zaman, sen burada yat, ben salonda yatarım," dedim. Sözlerim o kadar kolay çıkmıştı ki ağzımdan, ama ne zaman söylediğimi bile fark edemeden pişman oldum.1

 

Yiğit'in gözlerinde bir şeyler değişti, sanki bir anda havada gerilim yükseldi. Yüzü, neredeyse bir anda gerilmişti, gözlerinde bir kırılma hissi vardı. Sözlerim ona bıçak gibi saplanmıştı sanki.

 

"Hakan mı?" dedi, sesi, her zamanki rahat tonundan çok farklı, sert ve kıskanç bir biçimde. "Hakan'ın yanında mı?"

 

Bedenim sırtıma doğru gerildi, ama içinde bir şeyler daha da tedirgin olmama sebep oluyordu. Yiğit'in tavrı, duruşu her geçen saniye daha da keskinleşiyordu. Gözlerindeki o kıskanmış ve sinirli bakışlar... O kadar güçlüydü ki, ona karşı koymak imkansız gibiydi. Hatta, sanki her şeyin kontrolünü elinden kaybetmiş gibiydi.

 

"Yanındaki diğer koltukta," dedim, sesimin titremesini zorla gizlemeye çalışarak.

 

Odanın içindeki hava ağırlaşmış, gerilim neredeyse elle tutulur hâle gelmişti. Kalbim göğsümde hızlı ve düzensiz bir ritimle çarpıyordu. Yiğit'in gözleri üzerimde kilitliydi; içindeki öfke, hayal kırıklığı ve o kaçınılmaz sahiplenme duygusu yüzüne açıkça yansıyordu.

 

"Beni çıldırtmak istiyorsun," dedi, sesi tehditkâr bir alayla karışmıştı.

 

Ona cevap veremedim. Bedenim olduğum yerde kilitlenmişti. Yiğit'in bakışları beni hareketsiz bırakıyor, adeta kaçma ihtimalimi yok ediyordu.

 

Bir anda hareket etti. Hızlıydı, düşünmeye bile fırsat bulamadan üzerime doğru eğildi.

 

Elini belime uzatıp beni tamamen yatakla bedeni arasına hapsetti. Hareket alanım tamamen kısıtlanmıştı.

 

"Yiğit, ne ya-"

 

"Beni çıldırtmak istiyorsan başardın."1

 

O kadar yakındı ki, nefesini kulağımda duyuyordum. Her bir soluk, sanki içimi yakıp geçiyordu. O sıcaklık, tenimde bıraktığı izlerle beni sarhoş ediyor, kalbimi bilinçsizce hızlandırıyordu. Yiğit'in gözlerinde bir tür öfke, kıskançlık ve sahiplenme karışımı vardı; o bakışlar, beni bir duvara çarpmış gibi hissettiriyor, hiçbir direnişin bu güce karşı duramayacağını fısıldıyordu.

 

Kaçmak, bu anı atlatmaya çalışmak, neredeyse anlamsız bir çaba halini almıştı. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum, ama içinde bulunduğum bu karmaşa, beni her geçen saniye daha da derinlere çekiyordu.

 

Yiğit'in elleri bir an için havada durdu, sonra yavaşça boynuma kaydı. Sıcak parmak uçları, her bir noktamda titrek bir iz bırakıyordu. İçimde bir şeyler kırılacak gibi hissediyor, ama aynı zamanda ona karşı tarifsiz bir çekim duyuyordum. Onun dokunuşu, bedenimi hem istemsizce gevşetiyor hem de bir başka biçimde geriyordu.

 

"Benimle bu yatakta yatmaktansa, iki gündür tanıdığın adamla aynı odada kalmayı mı tercih ediyorsun?" dedi. Sesi, daha derin, daha kararlıydı. Boynumdaki sıcaklık, direnmeye çalıştıkça daha da güçleniyordu. Her bir saniye, onun varlığına teslim oluyordum; ne kadar kaçsam da, o her yerdeydi. O kadar yakın, o kadar güçlüydü ki, nereye gitsem beni takip ediyordu.

 

"Beni olmak istemediğim birine dönüştürme Aslı," diye ekledi. Bu kez sesi biraz daha yumuşamıştı, ama o tınıda hala bir tehdit barındırıyordu.

 

O cümle, içimdeki tüm duvarları yıkmıştı. Yiğit'in gözleri, sadece sahip olmakla kalmıyor, bana ait olmayı da bekliyordu. Kafamda bir milyar düşünce, bir araya gelip kararsızca dönüyor, ama bedenim, onun her hareketine kayıtsızca tepki veriyordu. "Yiğit, lütfen..." diyebildim, ama sözlerim, bir kuytu köşede kaybolmuş gibiydi.

 

Ellerinin boynumda, her geçen saniyede daha da derinleşen bu yakınlık, her şeyi beklediğimden farklı bir şekilde ilerletiyordu. Yiğit'in sesi, şimdi daha da sertleşmişti. Söylediği her kelime, içimde yankı yaparak bir boşluk bırakıyordu. O kadar kesindi ki, ne hissettiğini ve ne beklediğini anlamamak imkansızdı. O an, gözlerinin içindeki kararlılık, beni sarıp sarmalamıştı.

 

"Sen sadece benimsin, anladın mı beni?" dedi. Her kelimesi, bir tür yemin gibiydi. Boynumdaki parmak uçları, artık bir zincir gibi her an beni daha da sıkıyordu. Bir an, nefesimi tutarak ona bakarken, içimdeki karışıklık ve endişe daha da derinleşti. Gözlerim dolmaya başlarken, Yiğit'in sesi, sanki bir gölge gibi içimde yankılandı:

 

"Herhangi birinin ağzından bundan sonra, - Hakan da buna dahil - aidiyet eki içeren bir kelime duyarsam... Bana gülmeyen bu dudakların..."

 

Boynumdaki parmak uçları, dudaklarımın üzerinde gezinirken, gözleri gözlerimden dudaklarıma doğru kaydı. Konuşmasına kısa bir süre ara verip, bakışlarını dudaklarımda donuk bıraktı.

 

O, dudaklarıma kilitlenmişken ben nefes almayı durdurmuştum. Göğsüm hafifçe inip kalktı, ama içimde bir boşluk vardı, sanki ciğerlerim nefessizliğe alışıyordu.

 

Sonra...

 

Gözlerinde beliren kararsızlıkla yutkundu. Boğazının hafifçe hareket ettiğini gördüm, ama gözleri hâlâ aynı yerde, dudaklarımdaydı. Sanki aklından geçenleri susturmak istiyor ama kelimeler boğazına düğümleniyordu. Parmakları tenimde sabit kalırken, dudakları titredi.

 

"Bir başka adama güldüğünü görürsem... O adamın sonu olurum."

 

Yiğit'in sesi alçak ama tehditkârdı, cümleleri tenime dokunuyormuş gibi yakıcıydı. Beni saran karanlık bakışlarında bir fırtına kopuyordu—kıskançlık, öfke ve bastırılmış bir arzu.

 

İçim ürperdi. Ama korkudan mı, yoksa sesinin derinliğiyle içime işleyen o his yüzünden mi, bilmiyordum. Beni tamamen kendine ait görmek istiyordu, başka bir ihtimali bile aklına getirmek istemiyordu.

 

Ellerini boynumdan aşağı kaydırırken parmaklarının sıcaklığı, cümlelerinin soğuk keskinliğiyle tezat oluşturuyordu. Dudaklarım aralandı, nefesim kesik kesikti. O dokunurken, ben düşünemez hâle geliyordum.

 

Bir an, gözlerimiz birbirine kilitlendi. Onun gözlerinde, kaçamadığım bir derinlik vardı; bir uyarı, bir vaat, bir ihtiras... İçimde bir yerlerde ona karşı koymam gerektiğini biliyordum ama vücudumun ihanetiyle ona çekiliyordum.

 

Yiğit, başını hafifçe eğip dudaklarıma yakınlaştığında, içimdeki her şey sustu. Korku ve arzu iç içeydi. "Sadece benim olacaksın," diye fısıldadı, sesi nefesimle birleşti.

 

Parmakları çenemin altına kayıp beni kendine daha da çektiğinde, kalbim deli gibi atıyordu. Gözlerimi kaçırmak istedim ama bakışlarına zincirlenmiştim. "Ben o niyetle söylemedim... Eğer burada bir koltuk olsa, orada da yatardım," diye fısıldadım ama sesimdeki titremeyi o da fark etti.

 

Gülümsedi. Karanlık ve tehlikeli bir gülümsemeydi bu. "Öyle mi?"

 

Elini boynumdan omzuma kaydırırken, içimdeki fırtına daha da büyüdü. Parmak uçları, tenimde hafifçe gezindi ve bu dokunuş, damarlarımdan geçen ateş gibi beni ısıttı. Aramızda neredeyse hiçbir mesafe kalmamıştı. Durmamız gerektiğini biliyordum. Ama onun sıcaklığına çekildiğimi de inkâr edemezdim.

 

"Aynı yatakta yatacağız, Aslı," dedi, sesi düşük ama kararlıydı. "Üç gün sonra ya da öncesi... Ne fark eder?"

 

Yüzleşmekten kaçtığım gerçekle beni bir kez daha yüzleştirmişti. Sözlerinden çok, gözleri anlatıyordu asıl gerçeği. Gözlerimi kaçırmak istedim, ama yine başaramadım.

 

Duyuyordum... Ama anlıyor muydum? İçimde fısıldayan bir ses, bu kadar yakın olmamamız gerektiğini söylüyordu. Ama o fısıltı, Yiğit'in varlığı karşısında giderek daha da kısık çıkıyordu.

 

"Neden bunu yapıyorsun?" diye fısıldadım, boğazımdan güçlükle çıkan bir nefesle.

 

Yiğit başını hafifçe yana eğdi, gözlerinde tehlikeli bir kıvılcım belirdi. "Çünkü, bana ne kadar hızlı alışırsan, senin için o kadar kolay olur her şey."

 

O kadar basit, o kadar net söyledi ki... Ama sözleri içime düştü, bir ateş gibi, bir meydan okuma gibi.

 

Nefesim düzensizleşti. Zaman ağırlaştı, aramızdaki hava gittikçe ısınıyordu.

 

Sonra, sesi geceyi yaran bir fısıltı gibi geldi.

 

"Bu akşamı güzel kapatalım, olur mu, güzelim?"

 

Parmakları bileğimden kayarken, gözleri gözlerime kilitlendi.

 

"Sadece uyuyacağız," dedi, ama sesi, düşüncelerinin sadece bundan ibaret olmadığını söylüyordu.

 

"Tamam, yatağı ikiye böleceğiz o zaman," dedim, onun sabrını daha fazla zorlamaktan çekinerek. Durumu kabullenmekten başka çarem yoktu.

 

Yiğit, sabır diler gibi derin bir nefes verdi. O an, sanki o da benim gibi bu sessiz savaştan yorulmuş gibiydi.

 

"Tamam, hadi yatalım," dedi ve arkasını dönüp yatağa oturdu.

 

Odayı ağır bir sessizlik doldurdu. Kalbimin hızlı ritmi, aklımdaki düzensiz düşüncelerle yarışıyordu. Yavaş adımlarla yatağa yaklaştım, aramızda bir mesafe oluşturmak istercesine yastıkları ortaya koydum. Ama ne yaparsam yapayım, onun varlığı her şeyi sarıyordu—havadaki gerilimi, içimdeki karmaşayı...

 

Yiğit yavaşça yatağa uzandı. Gözleri hâlâ üzerimdeydi ve bu bakışlar tenimde bir iz bırakıyormuş gibi hissediyordum. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama üzerimdeki ağırlığı hissetmemek imkânsızdı. Bir şey söylemeliydim, bu sessizlik beni daha fazla içine çekmeden.

 

"Uyuyacağız, değil mi?" diye sordum, sesim titreyerek. Saçmaladığımı fark eder etmez refleks olarak gözlerimi yumdum.

 

Yiğit hafifçe güldü. Alçak, koyu bir kahkaha... İçimde tuhaf bir yankı bıraktı. "Başka bir planın mı vardı?"

 

Sinirlenmek istedim ama aynı zamanda onu kızdırmaktan çekiniyordum. "Sadece emin olmak istedim," diye fısıldadım, kendimden bile emin olamadan.

 

Bir süre konuşmadı. Sessizlik, nefesinin sıcaklığıyla doldu. Aramızda görünmez bir çizgi olmalıydı ama onun varlığı her sınırı belirsiz kılıyordu.

 

Sonra... bir hareket hissettim. Yavaşça bana doğru yaklaşıyordu. Omurgamın boyunca bir ürperti yayıldı, vücudum istemsizce gerildi.

 

"Aslı," dedi, adımı söylerken sesi her zamankinden daha yumuşaktı. "Korkuyor musun?"

 

İçimde bir şeyler sıkıştı, nefes almak zorlaştı. Yanımda oluşu bile başlı başına bir karmaşaydı ama sesinin tonu, söylediği her kelime bu karmaşayı daha da büyütüyordu. Gözlerimi açtım, ama ona bakamadım.

 

"Hayır," dedim, ama ne ben inanmıştım bu cevaba ne de o.

 

Yiğit sessizce güldü, ama bu gülüşün ardında bir sabır ve kararlılık vardı. "Öyleyse rahatla," diye fısıldadı.

 

Ama nasıl? Onun bu kadar yakında olması, sıcaklığı, dokunuşu bu kadar gerçekken nasıl rahatlayabilirdim ki?

 

Tam o anda, sırtımda hafif bir dokunuş hissettim. Kısa ve yumuşak... Ama vücudumda bıraktığı etki büyüktü. Bütün kaslarım o tek dokunuşla gerildi, içimde bir şeyler yerinden oynadı.

 

Şaşkınlıkla döndüm, gözlerim onun gözlerine kilitlendi. "Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım, kalbimin sesi neredeyse onun sesinden daha yüksek çıkacak gibiydi.

 

Yiğit bana uzun uzun baktı. Gözleri ciddiyet ve bir o kadar da yoğun bir hisle doluydu.

 

"Sadece burada olduğumu bil istedim," dedi.

 

Sesi yavaştı, ama etkisi yoğundu. O an, odadaki hava farkedilir derecede ısınmıştı. Ve ben, ne kaçabiliyordum, ne de bu yakınlığın içinde kaybolmaktan korkabiliyordum.

 

Yiğit bir daha konuşmadı. Sadece döndü ve sırtını bana verdi. Ama içimde bir şey eksik kalmış gibi hissediyordum. Uyku göz kapaklarımı ağırlaştırırken bile, düşüncelerim durmuyordu. Yiğit'in varlığı, sözleri, dokunuşu... Her şey aklımın içinde yankılanıyordu.

 

Bana ne niyetle yaklaştığından emin olamıyordum ama bildiğim tek şey, söylediklerinin samimiyetini gözlerinde görebilmemdi. Yanılıyor olamazdım. Bizi bir araya getiren kaderin planlarını bilmiyordum ama şu an, ikimiz de ilk günkü kişiler değildik birbirimize karşı. O öfke ve acı dolu değildi, ben ise yabancı ve korkak.

 

Bir süre düşüncelerimden sıyrılmaya çalıştıktan sonra hayatımda ilk kez yanımda bir insanın varlığını hissederek kendimi uykuya teslim etmiştim.

 

 

—-----------------------------

 

Karanlık her şeyi yutmuştu. Hava zehir gibi ciğerlerime doluyor, içimi kavuruyordu. Göğsümde ezici bir ağırlık, sanki biri iç organlarımı sıkıyordu. Kalbim deli gibi çarpıyordu ama her atışta biraz daha acı veriyordu. Bedenim ürperdi. O kadar soğuktu ki, ama bu soğuk tenime değil, ruhuma işliyordu. Gözlerimi kırptım, ama görüntü dağılmadı. Bu bir kâbus değildi. Gerçekti.

 

Sonra, bir ses…

 

“Aslı…”

 

İçime işleyen, soğuk ve yankılı bir fısıltı. Ölüm gibi, hiçlik gibi.

 

Arkamı döndüğümde, bir çığlık…

 

“ASLI!”

 

Ciğerleri parçalanan bir ses. Boğuk, keder dolu. Abim…

 

Sesinin içinde bir çöküş vardı. Sanki bir daha asla konuşamayacakmış gibi. Sesinde, ölmekte olan birinin son haykırışı vardı.

 

Sis dağılırken, cehennemin ortasında buldum kendimi.

 

Kan…

 

Zemin, kıpkırmızıydı. Ayaklarım kayıyordu. Adım attıkça daha da batıyordum. Sıcak, yapışkan, korkunç…

 

Ve o kan… tanıdık bir acıya aitti.

 

Gözlerim, istemsizce yukarı kalktı.

 

Ve onu gördüm.

 

Abim…

 

Ama bu, bildiğim o güçlü adam değildi. Yüzü solmuş, bedeni bir hayalet gibi titriyordu. Göğsünden sıcak kan sızıyordu. Ellerini uzatmıştı ama… Bana değil. Sanki tutunacak bir şey arıyordu ama bulamıyordu.

 

“Abi!”

 

Dizlerim boşaldı, soluğum kesildi.

 

O an, gözleri benimkilerle buluştu.

 

Ama o gözlerde hiçbir şey yoktu.

 

Hiçbir şey…

 

O kadar boştu ki, içimden bir şey koptu. Düştüm.

 

“Ne olur…” diye hıçkırdım, kelimeler boğazıma düğümlendi. “Abi, lütfen… lütfen beni bırakma… bunu yapma!”

 

Tüm bedenim titriyordu. O orada, can çekişirken, ben… ben hiçbir şey yapamıyordum.

 

Ve sonra…

 

Silah sesi.

 

BAM!

 

Dünya durdu. Zaman büküldü. Sanki her şey, o tek saniyede dondu.

 

Gözlerim irileşti. Ses kulaklarımda yankılandı. Ama hareket edemedim. Nefes bile alamadım.

 

Sonra, o düşüşü gördüm.

 

Abim…

 

Bedeninin sarsılarak geriye doğru düştüğünü gördüm. Kan… Göğsündeki o kızıl delik, nefesimi kesti. Kan sıcak ve parlaktı, ama gözleri… onlar soğuyordu.

 

“Abi…”

 

İlk başta sesim çıkmadı. Dudaklarım aralandı ama hiçbir şey söyleyemedim. Sonra ciğerlerim yırtıldı.

 

“ABİ!”

 

Kollarım harekete geçti ama ayaklarım gitmiyordu. Bedenim olduğu yere çivilenmişti.

 

O an… o gözleri gördüm.

 

Bana bakıyordu. Ama içi boştu. Hiçbir şey söylemiyordu.

 

Hayır… hayır hayır hayır!

 

“Dayan! Sakın… sakın kapanmasın o gözlerin!”

 

Dizlerimin üzerine çöküp ellerimi göğsüne bastırdım. Parmaklarım kanına bulanmıştı ama aldırmadım. Nefesi titrek, boğuktu. Konuşmaya çalışıyordu. Ağzını aralamaya çalışıyordu.

 

Ama sesi çıkmıyordu.

 

“Konuş! Ne olur konuş!” diye hıçkırdım. Ama abim… sesi çıkmıyordu. Dudakları kıpırdadı, sanki bir şeyler söylemek istedi ama… nefesi yetmedi. Sadece gözleri bana kilitlendi, ama o gözlerde artık bir son vardı. Her an daha da sönüyordu.

 

“Hayır, hayır hayır! Sakın gözlerini kapatma!” Ellerimi göğsüne bastırdım ama kan her şeyin içinden süzülüp gidiyordu. Ellerim kayıyordu, tutamıyordum. Onu tutamıyordum.

 

“Abi, gitme! Ne olur gitme! Ne olur… yalvarırım, beni bırakma!”

 

Gözlerimden yaşlar düşüyordu ama sanki onlar bile bir anlam taşımıyordu artık. İçimdeki boşluk genişliyordu. Göğsü inip kalkmaya çalıştı. Ama her seferinde, daha da zorlanıyordu.

 

“Sakın!” diye hıçkırdım. “Ben sensiz ne yaparım, abi? Ne olur… Ne olur gitme…”

 

Bir an, titreyen parmakları benimkine değdi. Ama o dokunuş… birkaç saniye içinde kayboldu. Ellerimden kaydı, ruhundan çıkıp gitti.

 

Son bir nefes aldı.

 

Ve gözleri, son defa dondu.

 

O gözler…

 

Bir zamanlar bana güven veren, beni koruyan o gözler… artık boştu. İçinde hiçbir şey kalmamıştı.

 

“ABİ!”

 

Ama artık beni duymayacaktı.

 

Çığlık atmak istedim ama ciğerlerim sıkıştı. Sesim çıkmadı. Sadece ağzımı açabildim, ama sesim yoktu.

 

Bir şey içimde büküldü, kırıldı. Bacaklarımın altından zemin kaydı. Göğsüme batan keskin bir acıyla dizlerimin üzerine çöküverdim.

 

Nefes… almam gerekiyordu. Ama hava yoktu. Dünya küçüldü, karardı. Başım zonkladı, kulaklarım uğuldamaya başladı.

 

Midem kasıldı. Bir an için, bütün vücudumun kusmak istediğini hissettim ama… bunun bir sonu yoktu.

 

Bunu kabul edemem. Edemem!

 

Ağzımı açtım, haykırmak istedim ama içimden hiçbir şey çıkmadı. Sadece boğazım yandı, gözlerim karardı.

 

Kaan. Abimi öldürmüştü.

 

Simsiyah gözleriyle bana baktı. Ve gülümsedi.

 

“Senin kaderin buydu, Aslı,” dedi. “Sen kaybettin.”

 

Boşluk… daha da büyüdü.

 

Ve ben, o boşluğa düştüm.

 

Ellerim titredi, göğsüme kapanan bir yumruk gibi nefesim sıkıştı. O kadar güçlüydü ki, ciğerlerim sanki içime çöktü.

 

Bedenim artık bana ait değilmiş gibiydi. Kollarım ağırlaştı, bacaklarım uyuştu. Beni tutan hiçbir şey kalmamıştı.

 

Gözlerim donmuş halde abimin boş bakan gözlerine kilitlenmişti. Bir adım atmak istedim ama… vücudum hareket etmeyi unuttu.

 

Midem bulanıyordu. Boğazım düğümlendi. Sanki içimdeki her şey dökülmek istiyordu.

 

Ama hiçbir şey yapamadım.

 

Çığlıklarım ve gözyaşlarım arasında kendimi kaybettiğim bir noktada bu kez de Yiğit’i gördüm.

 

Göğsü inip kalkıyordu, ama öyle zorluydu ki, her nefesinde ölümü hissedebiliyordum.

 

“Yiğit!”

 

Koştum. Dizlerim kan içindeydi, ama hissetmiyordum. Ellerini tuttum, parmakları buz gibiydi.

 

Gözleri bana bakıyordu. Ama içindeki ışık sönüyordu.

 

Beni… bırakıyordu.

 

“Hayır… hayır hayır hayır hayır!”

 

Yüzünü ellerimin arasına aldım, başımı eğdim, gözyaşlarım sıcak sıcak tenine düştü.

 

“Sakın!” diye yalvardım, ellerini sıktım, kollarını sarsarak adını sayıklamaya başladım. “Sakın gitme… Yiğit, lütfen! LÜTFEN! Sensiz ne yaparım, ne olur…”

 

Kaan başını yana eğdi, beni izledi. Sanki acımı içine çekiyordu, her saniyeden keyif alıyordu.

 

“Ne oldu, Aslı?” dedi, alaycı bir sesle. “Bunu izlemek zor geliyor mu?”

 

Parmaklarını şaklattı, gülerek. “İlginç, abinin ölmesini izlerken böyle donup kaldın. Acaba Yiğit’i öldürürken de böyle mi olacaksın?”

 

Kan beynime sıçradı. Kollarım titredi, ayaklarımı harekete geçirmeye çalıştım ama vücudum felç olmuştu.

 

Kaan, bu durumu sevmiş gibi kafasını salladı. “Evet,” diye mırıldandı. “İşte görmek istediğim şey bu.”

 

Yiğit’in nefesi kesik kesikti. O kadar zayıflamıştı ki, konuşmak için bile çaba sarf ediyordu.

 

“Aslı…” diye fısıldadı, sesi zar zor duyuluyordu. “Git…”

 

“Saçmalama!” diye bağırdım, gözyaşlarım hızla yanaklarımdan kayarken. “Seni burada bırakmam, Yiğit! Sakın gözlerini kapatma!”

 

Kaan silahı kaldırdı.

 

“Ne yapıyorsun?” dedim, nefesim kesildi.

 

“Ne mi yapıyorum?” Kaan silahın tetiğiyle oynadı. “Eğleniyorum.”

 

“Lütfen!” diye bağırdım. “Lütfen, onu bırak! Beni al! Onu bırak!”

 

Kaan kaşlarını kaldırdı. “Beni al mı dedin?” Dudaklarını yalayarak sırıttı.

 

“Hayır, Aslı. O kadar kolay değil.”

 

BAM!

 

Yiğit’in bedeni sallandı. Ağzından kan sızdı. Gözleri bir anlığına bana bakıp boşaldı.

 

O an, içimde bir şey tamamen yok oldu.

 

O an, bir şeyin koptuğunu hissettim. İçimde, ruhumda, hayatımda.

 

“YİĞİT!”

 

Ciğerlerimi yakan bir çığlık daha attım ama artık çok geçti.

 

Dünya, bir an için sustu. Her şey bitti.

 

Gözlerim, donup kalan Yiğit’in bedenine kaydı.

 

Ölüydü.

 

Her şey… bitmişti.

 

Ve sonra…

 

Kaan, Yiğit’in cansız bedenine bir tekme savurdu.

 

“İlginç,” diye mırıldandı, silahının namlusunu üfleyerek. “Bunu yaparken hiç zorlanmadım.”

 

Ben, hâlâ Yiğit’in hareketsiz bedenine bakıyordum.

 

Sonra güldü.

 

Dizlerim titredi. Kanla kaplı ellerime baktım, sonra yerde yatan bedenlere.

 

Abim. Yiğit.

 

Hepsi… öldü.

 

İçimden bir çığlık koptu ama artık anlamını kaybetmişti.

 

Nefesim hızlandı, başım zonkladı, görüşüm bulanıklaştı.

 

Ellerimi saçlarıma geçirdim, sertçe çektim. Belki bu bir kâbustu. Olmak zorundaydı.

 

“Bu gerçek değil…” diye fısıldadım.

 

“Bu gerçek değil.”

 

Kaan başını yana eğdi, beni süzdü.

 

“Bitti,” dedi. “Artık kimsen yok.”

 

Gözlerim yerde yatan bedenlere kilitlendi. Nefesim kesildi, ciğerlerim büzüldü.

 

“Biliyor musun, Aslı?” diye devam etti Kaan, silahını çevirerek. “Öldürürken eğlenirim sanmıştım. Ama…” Gözlerini devirdi. “Sıkıcıydı.”

 

Midem bulandı. Bacaklarım titredi.

 

Kaan eğildi, parmağıyla yanağımdan akan bir gözyaşını sildi.

 

“Senin suratını izlemek daha eğlenceliydi.”

 

İrkilerek geri çekildim. Ama o geri çekilişim bile onun gözünde bir oyun gibiydi.

 

“Beni unutma, tamam mı?” diye fısıldadı. “Çünkü ben seni asla unutmayacağım.”

 

Sonra, hafifçe gülümsedi ve bıçağını çıkarıp avucuma koydu.

 

“Belki de sıradaki sensindir.”

 

Bir çığlık daha attım, ama bu defa, acım o kadar büyüktü ki, bütün bedenimle sarsıldım. Ve her şey, her şey paramparça oldu.

 

 

—------------------------------

 

 

Ciğerlerime bıçak gibi keskin bir nefes doldu, ama yetmedi. Hâlâ boğuluyordum.

 

Boğazım kurumuştu, hava ciğerlerime ulaşmıyordu sanki. Gözlerimi açtım, ama etraf hâlâ bulanıktı. Bedenim titriyordu, parmak uçlarım soğuktu. Kalbim deli gibi çarpıyordu ve bir an için… hâlâ orada olduğumu sandım.

 

Hâlâ kanın içinde, kaybettiğim insanların yanındaydım.

 

Ama hayır.

 

Nefes al, Aslı.

 

Gerçek burası.

 

Bir an bedenim kaskatı kesildi. Nefesim hızlandı, panik içimi kemiriyordu.

 

Yiğit!

 

Başımı hızla çevirdim. Yanımdaydı. Ama… nefes alıyor muydu?

 

Ellerim titreyerek göğsüne uzandı. Avuçlarımın içi ter içindeydi. Sıcak.

 

Nefes alıyordu.

 

Bir anda içime çektiğim hava ciğerlerime batmaya başladı. Gözlerim doldu, ama o korku hâlâ geçmiyordu.

 

Çünkü zihnim bana oyun oynuyordu.

 

Çünkü onu kaybettiğimi görmüştüm.

 

O an, bedenimden geçen şiddetli ürpertiyle yerimde sıçradım. Aynı anda Yiğit de irkilerek uyandı.

 

Beni gözyaşları içinde görünce gözleri hızla açıldı.

 

Bir an için bana baktı. Sanki ne söyleyeceğini bilemedi.

 

Ve korkmuştu.

 

“Aslı, iyi misin?”

 

Sesi sertti ama… altındaki korku o kadar derindi ki.

 

Titreyerek yutkundum. Gözlerim hâlâ yaşlarla doluydu, vücudum zangır zangır titriyordu.

 

Ama hiçbir kelime çıkmadı.

 

Çünkü bir şey söylemek, gerçeği kabul etmek gibiydi.

 

Eğer ben bu korkuyu dile getirirsem…

 

Onu gerçekten kaybeder miydim?

 

İçimdeki korku büyüdükçe büyüdü. Göğsüm daralıyordu, nefes almak her geçen saniye daha da zorlaşıyordu. Bütün vücudum sarsılıyordu.

 

Ama o fırtına içimde dinmiyordu.

 

Yiğit, gözyaşlarımı fark etti.

 

Ve hemen doğruldu.

 

O an yüzündeki panik… neredeyse onun da bir şeyler gördüğünü düşündürdü bana.

 

“Aslı,” dedi, sesi daha dikkatli, daha sertti. “Beni korkutma.”

 

Ama bu söze gerek yoktu.

 

Çünkü sesi… çoktan korkusunu haykırıyordu.

 

Bana doğru döndü, yüzümdeki yaşları süzen bakışlarıyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

“Ne gördüysen, sadece bir rüya.”

 

Ama sesi… bunun sadece bir rüya olmadığına dair bir şüpheyle titriyordu.

 

Başımı öne eğdim. Gözlerinden kaçmaya çalıştım.

 

Ama o, bana daha da yaklaştı.

 

“Aslı,” dedi, bu sefer sesi daha ciddi bir hâle büründü. Sesindeki kararlılık içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu.

 

Bunu anlatamam.

 

Bunu ona anlatırsam…

 

Gerçek olacak.

 

Her hücrem korkuyla kasıldı, kelimeler boğazıma düğümlendi.

 

Bütün yük omuzlarımı eziyordu, nefesim kesiliyordu.

 

Bir an durakladım, sonra hızla doğruldum.

 

Kaçmalıydım.

 

Bir an durakladım, sonra yavaşça doğruldum. Yastıkların sıcaklığını terk etmek, soğuk zeminle temas kurmak, biraz olsun bu hislerden kaçabilmek için bir şeyler yapmam gerekti.

 

Yiğit, gözlerimde bir şeyler arıyor gibiydi ama ben, onun ne hissettiğini, ne düşündüğünü hiç umursamadan bir adım attım ve gözlerimiz bir anda kilitlendi. Bu gözlerin rüyamdaki gibi boş baktığına bir daha şahit olamazdım, onları kaybettiğimi bir kere daha görmektense kendi hayatımı kaybetmeyi tercih ederdim.

 

Yavaşça ama kararlı bir şekilde, "Ben bu saçmalığa bir son vermek, gitmek istiyorum," dedim. Sözlerim sertti, titremeyen bir sesle.

 

Tepkisini beklemeden hareket etmeye başladım. Ayaklarımın altındaki soğuk zemin beni durduramıyordu. Ne kadar zorlansa da içimdeki korku beni harekete geçirmeye devam ediyordu. Bir saniye bile burada kalmam, her şeyi daha da kötüleştirebilirdi.

 

Yiğit'in derin nefesini duyduğumda, adımlarımı hızlandırdım. Ama tam o sırada, arkamdan gelen bir sesle, "Aslı, ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi.

 

 

Sesi, hiç olmadığı kadar karanlık ve keskin bir tonla yankılandı. Ama bu kez, umurumda değildi. Bir adım daha atacağım anda Yiğit, gitmeme engel oldu ve bir anda bileğimi kavradı, beni geri çekti. Dengemi kaybettim, sendeledim. Düşmemek için ona tutunmam gerekti ama bu, kaçmaya çalışırken en son yapmam gereken şeydi. Ellerim göğsüne dayandı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu, nefesi sıcaktı. O an göz göze geldik.

 

 

Gitmek istiyordum. Ama bu bakış beni durdurdu. Yiğit'in gözlerinde bir savaş vardı. Öfke mi? Hayır. Kırgınlık. Ve içinde bir yerlerde, korku. Onu terk edeceğimden korkuyordu. Ve bu, beni daha da ürküttü.

 

 

Nefeslerimiz birbirine karışırken, Yiğit'in bakışları sanki her şeyi çözüyor gibiydi.

 

"Gitmek istemiyorsun," dedi.

 

Sesi alçaktı ama o kadar güçlüydü ki, o an odadaki her şeyin anlamı değişti. İçim ürperdi, kelimelerim boğazımda düğümlendi.

 

"Yanılıyorsun," diye fısıldadım, ama sesimdeki titreme onu kandırmaya yetmedi. Yiğit, gözlerimi bir an bile bırakmadan, benden ne beklediğini biliyormuş gibi bakıyordu. O bakıştan kaçmak istedim ama başaramadım. Çünkü o, beni benden daha iyi tanıyordu.

 

"Yanılmadığımı ikimiz de biliyoruz," dedi. Sesindeki yumuşaklık, içimdeki her şeyi paramparça etmeye yetiyordu.

 

"Kaçmayı ne kadar düşünürsen düşün, sığınacağın yer yine burası olacak." dedi kucağını göstererek. Zaten rüyamın etkisiyle dolu dolu bakan gözlerim, duyduklarımla yine gözyaşlarını bırakmıştı yanaklarıma doğru. Söyledikleri, kalbimdeki her şeyi paramparça etti.

 

Evet gitmek istemiyordum ama gitmek zorundaydım. Evet yıllar sonra sığınacak bir liman bulmuştum ama ona bunu yapmaya hakkım yoktu.

 

"Kendine bu kadar güvenme," dedim, ama sesim kırık bir fısıltıdan ibaretti. Boğazımdaki düğüm, nefes almamı bile zorlaştırıyordu. Gözyaşlarım yanaklarıma süzülürken Yiğit başını hafifçe eğdi, yüzüne o tanıdık, kazanmış birinin gülümsemesi yerleşti.

 

"Bu benimle alakalı değil," dedi, sesi sakin ama derindi. "Seninle alakalı."

Gözleri gözlerime kenetlendi. Kaçmak istedim ama bakışları beni olduğu yere mıhlıyordu. "Sana bakmam yeterli," diye fısıldadı.

 

 

O an, içimdeki bütün direnç birer birer kırıldı. Göğsüme saplanan duygular nefesimi kesiyordu, dizlerim güçsüzleşti, ayakta olsaydım neredeyse yere yığılabilirdim.

 

 

"Gözlerin her şeyi söylüyor, Aslı."

 

Nefesi tenime çarptığında, kalbim göğsümden fırlayacak gibi attı. Gözyaşlarımı durduramıyordum. Kaçmalıydım. Gitmek zorundaydım. Ama yapamadım.

 

Çünkü Yiğit haklıydı.

 

Ve en korkutucu şey de şuydu: Ben de bunu biliyordum.

 

"Sorun ne?" Yüzünü yavaş yavaş tamamen bana yaklaştırdı. Nefesi yüzüme değiyor, sıcaklığı her yanımı sarıyordu.

 

Bu cümleyle birlikte, üzerimdeki kontrolü tamamen kaybetmiş gibiydim. Gözlerimi kaçırmak istedim, ama Yiğit buna izin vermedi. Çenesini hafifçe tutup yüzümü kendine çevirdi, bakışlarıyla beni tamamen esir aldı.

 

"Kaan'la savaşamam ben. Onun kötülüğüyle savaşamam." sesim tüm teslimiyetimi ve samimiyetimi hissettirmişti. "Öyle bir duruma soktun ki bizi, geride dönemiyorum önümüde göremiyorum."

 

Kaan'ın adını duyunca sıkıntıyla başını tavana doğru kaldırıp derin bir nefes aldı.

 

"Rüya mı gördün?" Olabildiğince sakin bir ses tonuyla konuşuyordu benimle. Nasıl bir çıkmazda olduğumun oda farkındaydı.

 

"Evet..." dememle gözyaşlarım tekrar yanaklarımdaki yerini almıştı. Gözümün önündeki o donuk bakışları ve çaresizliğimi hiç unutamayacak gibiydim. Buna sebep olamazdım, onların benim yüzümden ölmesine dayanamazdım.

 

"Yiğit, lütfen..." dedim derin bir nefes almadan önce. "Bu yaptığımız sonumuz olacak. Size bunu yapmaya hakkım yok." ağlamam konuştukça daha da şiddetleniyordu.

 

"Asıl bizim sana bunları yaşatmaya hakkımız yoktu, seni ne hale getirmişiz," dedi, sesinde belirgin bir hüzün vardı, ama kararlılığı her şeyin önündeydi. "Seni daha fazla mahvetmesine izin vermem. Bunun için seni zorla yanımda tutmam gerekse bile..."

 

 

Bu sözler, boğazımı düğümledi. Onun korkusuzca söylediklerini duyarken, içimdeki direncin yavaşça kırıldığını hissediyordum. Fakat bir yanda, bunu kabul etmek tamamen teslim olmak gibiydi.

 

 

"Aslı," dedi, fısıldar gibi. "Ben her zaman sığındığın liman olurum. Korktuğunda, kaçtığında, kızdığında, kırıldığında..." Bunu söylerken alnını alnıma yaslamıştı.

 

 

Yiğit'in alnıma yaslanan alnının sıcaklığı, hem huzur hem de karmaşık bir gerilim yaratıyordu. Kalbim çılgınca çarpıyordu, ama zihnimdeki düşünceler karmakarışıktı. Kaçmak istiyordum, ama onun varlığı beni olduğum yere mıhlamış gibiydi.

 

 

"Kaan'la savaşamam," diye tekrar ettim, sesim bir fısıltı kadar zayıftı. Gözlerim, onu görmemek için kapanmak üzereydi. "Beni öyle bir yere koydun ki, kaybetmemek için savaşıyorum ama hiçbir zaman kazanan ben olmayacağım, Yiğit."

 

 

O an, gözlerimdeki yaşların sıcaklığı yanağımı yakmaya başlamıştı. "Ama ben..." diyebildim sadece. Sözlerim boğazımda düğümlenmişti. "Ben bu kadar güçlü değilim."

 

 

Yiğit, başını hafifçe yana eğerek beni inceledi. "Güçlü olmak zorunda değilsin," dedi. "Ben varım."

 

 

Bu sözler, tüm savunmalarımı yerle bir etti. Gözlerimden süzülen yaşları saklamaya çalışırken, Yiğit'in elinin yanağıma dokunduğunu hissettim. Parmakları yavaşça gözyaşlarımı sildi ve ardından bana daha da yaklaştı.

 

 

"Aslı," dedi son bir kez, sesi önceki her şeyden daha yumuşaktı ama taşıdığı ağırlık daha fazlaydı. "Bana güven. Sadece bu kadarını istiyorum. Çünkü seni koruyacağım. Ne olursa olsun."

 

 

"Nasıl olacak bu?" dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak. "Görmedin mi, ilk dışarı çıkışımda buldu beni..."

 

 

Yiğit, her kelimesini dikkatle tartarak bana bakıyordu. "Evet, buldu, bulmaya da devam edecek. Ama sana zarar vermesine izin vermeyeceğim," dedi, sesi kararlıydı.

 

 

"Ayrıca," diye devam etti, derin bir nefes alarak, "Onunla yüzleşmenin senin kararlarını böyle değiştireceğini bilsem, bunu önceden yapardım."

 

 

"O ne demek?" diye sordum, her bir kelimenin ardındaki anlamı çözmeye çalışarak.

 

 

Yiğit, gözlerimdeki kararsızlığı fark etmişti. "Kimin yanında daha güvende olduğunu sorguladığını biliyorum. Beni çileden çıkaran inadını kıranda buydu," dedi, sesi bir tık daha sertleşmişti.

 

 

Bu sözler, içimdeki tüm çelişkileri bir kez daha yüzeye çıkarmıştı. Yiğit'in söylediklerine karşı koymak istesem de, kalbim ona güvenmek istiyordu. Ama Kaan'ın tehdidi hala üzerimizdeydi ve Yiğit'in kararlılığına rağmen, her şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu hissediyordum.

 

 

Yiğit, gözlerimdeki kararsızlığı fark ederek, derin bir nefes aldı ve daha da yakınlaştı. "Tüm yaşadıklarını unutup, benimle yeni bir hayata doğmanı istiyorum," dedi, sesi kararlı ama yumuşaktı. "Sen sadece bizi düşün, ben geri kalan her şeyi düşünürüm."

 

 

 

Bu sözler, içimde bir yerlerde yankılandı. Yiğit'in bana sunduğu bu seçenek, güven verici ve bir o kadar da korkutucuydu. Geçmişimi geride bırakmak, her şeyden vazgeçmek... Ne kadar istesem de, bu kadar büyük bir değişim, bir o kadar zor ve karmaşık görünüyordu.

 

 

Yiğit'in bana sunduğu bu teklif, hem bir umut ışığı gibiydi, hem de gözlerimin önüne gelen tüm o eski anıları silmeye cesaret edemeyecek kadar korkuyordum. "Geçmişi silmek kolay mı, Yiğit?" dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

 

 

"İzin verirsen ben her şeyi sileceğim zamanla," dedi Yiğit, dudaklarımız neredeyse temas etmek üzereyken. Fısıldadığı bu cümle, odağımı tüm korkularımdan uzaklaştırıyordu. Sözleri, bana huzur verici bir güvenlik hissi yaratıyordu, ama aynı zamanda tüm kaygılarımı, belirsizliklerimi de bir kenara atıyordu.

 

 

Gözlerimdeki korkuyu ve kararsızlığı hissedebiliyordu. Her şeyin bu kadar kolay olması, hiç de gerçekçi gelmiyordu. Yiğit'in sözleri, içimde bir umut kıvılcımı yakarken, her anın getirdiği ağırlığı da hafifletiyordu. Ama bir yerde, hala gitmekle kalmak arasındaki ince çizgide duruyordum.

 

 

Bütün bedeniyle bana yaklaşıp, elleriyle yüzümü tutarak gözlerime baktı. "Birlikte her şeyi silip, yeniden başlamak istiyorum. Ama bu senin kararın. İzin verirsen, ben her şeyi unutmanı sağlayacağım."

 

 

Sözlerinin gücü, içimdeki kararsızlıkları bir anlığına dondurdu. Her şeyin değişmesi, bir insanın tek bir sözle dünya gibi hissettirmesi... Yiğit'in bana sunduğu bu güven, tüm korkularımı bir kenara itiyordu.

 

 

Dudaklarını dudaklarıma hafifçe temas ettirip, gözleri gözlerimde konuşmaya devam etti.

 

 

"İzin ver," dedi, sesi bu kez daha derin, daha yalvaran bir tonda. Yalvarışındaki samimiyet, tüm direncimi yerle bir etmişti. Her şeyin yükü, o an gözlerimdeki kararsızlıkla birlikte çözülüp kayboluyordu.

 

 

 

Gözleri, içimdeki tüm korkuları silip, sadece ona odaklanmamı sağlıyordu. Ve sonunda, her şeyin kararını verme anı geldiğinde, içimdeki direnişi tamamen kaybettim.

 

 

 

"Beni yarı yolda bırakma," dedim, dudaklarım titrerken. Kelimelerim boğazımda sıkıştı ama bir şekilde çıkmışlardı.

 

 

 

Yiğit, sanki bu anı bekliyormuş gibi, bir an bile düşünmeden, belimdeki elleriyle beni mümkünmüş gibi dahada kendine çekip dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırdı.

 

 

 

Beni kendine çektiğinde, dünya durdu. Zihnimde fırtınalar koparken, bedenim onun dokunuşuyla sakinleşiyordu. Kaçmalıydım, uzaklaşmalıydım—ama yapamadım. Sanki yıllardır sürüklenip durmuş, ama sonunda bir limana varmıştım. Ellerim istemsizce gömleğinin yakasına tutundu, parmaklarım titredi. Düşüyordum. Ama o beni bırakmıyordu.

 

Yiğit'in dudakları dudaklarıma değdiği an, içimde bir kıyamet koptu. Kalbim öyle hızlı attı ki, duracak sandım. Beynim beni durdurmam için haykırırken, vücudum ona çoktan teslim olmuştu. Direnmeyi düşündüm, kaçmayı... ama nasıl? O beni zorlamıyordu, beni esir almıyordu. Ben... ben zaten çoktan kaybolmuştum içinde. Ve bu beni korkutuyordu. Ama daha da korkutan şey... bunu ne kadar çok istediğimi fark etmekti.

 

Dudaklarının sıcaklığı, vücudumu sarhoş ediyordu. Parmakları belimde gezindiğinde, tenimde bıraktığı izler içimde yankılandı. Her dokunuşunda, biraz daha kendine çekti beni. Önce bir tedirginlik vardı hareketlerinde, sonra derinleşen bir açlık. Sanki yüzyıllardır beklediğimiz bir anın içindeydik ve zamanın geri kalanını silmek istercesine, kayboluyorduk birbirimizde.

 

Nefesi nefesime karıştığında, dudakları dilime değdiğinde, içimde bir set daha yıkıldı. Aklımdaki tüm düşünceler, korkular ve çekinceler, o anın içinde eriyip gitti. Şu an sadece o vardı. Sıcaklığı, tenimin her zerresine yayılırken, kasırga dinecek gibi değildi.

 

Zaman durmuştu. Mekân silinmişti. Tek hissettiğim, kalp atışlarımızın birbirine karışan ritmiydi. İçimde bir yerlerde hâlâ kaçmayı düşünen bir parçam vardı belki ama... çok geçti. Çünkü ben, çoktan düşmüştüm. Ve o, beni tutuyordu.

 

 

Ellerini belimden yavaşça yukarı doğru kaydırdı, sanki her dokunuşunda beni ezberlemeye çalışıyordu. Parmak uçları tenime değdiğinde, içimde yankılanan ürpertiyi hissetmiş olacak ki, dudaklarımdan hafifçe uzaklaşıp gözlerimin içine baktı.

 

Gözleri, içimdeki her dalgalanmayı izliyordu. Ellerini yüzümden çekip parmaklarını saçlarıma doladı, başımı hafifçe geriye yaslarken nefesi tenime değdi.

 

"Asla bırakmam..." diye fısıldadı.

 

İçimde bir şeyler çözülüyordu. Kalbimin duvarları mı, geçmişten taşıdığım korkular mı, yoksa kendimi frenleyen o derin, tanıdık kaygı mı bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey vardı: Yiğit'in sesi, dokunuşları, beni tamamen ele geçiriyordu.

 

"Asla bırakmam..."

 

Söylediği bu üç kelime, içimdeki fırtınayı dindirip yerini tatlı bir teslimiyete bırakıyordu. Ama bir yandan da beni korkutuyordu. Bir insana, bir söze, bir dokunuşa bu kadar inanmak... Kalbim alışkın değildi. Çünkü ne zaman inansam, sonunda hep kırılmıştım.

 

Ama Yiğit... O farklıydı, değil mi?

 

Gözlerimi açıp ona baktım. Bakışlarındaki güven, beni düşmekten korkmadığım bir boşluğa çekiyordu. Beni tutacağını biliyor muydum? Hayır. Ama tutmasını umuyordum.

 

İçimde yankılanan bu his, aniden nefesimi kesen bir gerçeği fark etmemi sağladı.

 

Ona teslim olmuştum. Ne zaman, nasıl olduğunu bilmiyorum ama artık kaçmıyordum. Direnişim, farkına bile varmadan eriyip gitmişti. Yiğit'in varlığı, dokunuşları ve sözleri beni içine çekmiş, savunmasız bırakmıştı.

 

Bu farkındalık, içimde hem tuhaf bir huzur hem de boğucu bir korku yaratıyordu. Huzur, çünkü ilk kez birinin yanında kendimi güvende hissediyordum. Ama korku... Çünkü ne zaman güvende hissetsem, sonunda her şey elimden kayıp gitmişti. Bir insana inanmanın, ona güvenmenin, bir kez daha sevdiklerimi kaybetme ihtimaliyle yüzleşmenin ağırlığı omuzlarımı eziyordu.

 

Gözlerimi açtım ve ona baktım. O kadar net, o kadar güçlüydü ki...

 

"Yiğit..." dedim, adını fısıldarken bile içimde yankılanan o tuhaf sıcaklıkla.

 

Başını hafifçe eğip yüzümü ellerinin arasına aldı, parmakları yanaklarımın kıvrımlarında gezindi.

 

"Güzelim?" diye sordu, sesi hem endişeli hem de sabırlıydı.

 

Kaçmak istedim. Bu duygudan, bu teslimiyetten, hatta kendimden kaçmak istedim. Ama artık saklanamazdım.

 

"Eğer bir gün..." Kelimeler boğazımda düğümlendi. "Eğer bir gün gerçekten gidersen..."

 

Yiğit, bir an bile tereddüt etmeden alnını benimkine yasladı.

 

"Gitmeyeceğim," dedi, sesi o kadar netti ki, içimde yankılandı.

 

Ona inanmak istiyordum. Ama ya yanılırsam?

Bunu düşünmemeliydim. Geçmişin zincirlerinden kurtulmazsam, hiçbir zaman gerçekten özgür olamazdım.

 

Ve belki de ilk defa, korkularımı bir kenara bırakıp sadece hislerime tutunmalıydım. Çünkü Yiğit burada, yanımdaydı. Ve en azından bu an için, ona inanmak istiyordum.

Bölüm : 03.03.2025 00:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...