21. Bölüm

UYANIŞ

OnyxMistic
onyxmistic

 

Günün tüm yükünü, suyun altına gömüyordum sanki. Her damla tenime değdiğinde, içimde bir yer yavaş yavaş çözülüyor, hafifliyordum. Ilık su bedenimi değil sadece, ruhumu da yıkıyordu adeta. Buharın içinde gözlerim kapanırken, biriken tüm o gerginlik akıp gidiyordu. Ama biliyordum... Bazı izler vardı, ne yapsam da silinmiyordu. Su her şeyi temizlemiyordu. Bazı lekeler, insanın içine işliyordu çünkü.

 

Duştan çıkıp rahat bir şeyler giydim, üzerime yumuşak bir sessizlik örtüsü gibi oldu. Saç kurutma makinesinin tekdüze sesi banyoda yankılanırken, aynada kendimle göz göze geldim. Uzun zamandır bu kadar dikkatle bakmamıştım kendime. Yorgunluğumun sebebi uykusuzluk değildi. Bu, yılların biriktirdiği, sessizce içime işleyen bir yorgunluktu. Gözlerimde artık kabullenilmiş bir bezginlik, yüzümde ise farkında bile olmadan yerleşmiş bir boşluk vardı. Sanki hep oradaydı da ben yeni fark ediyordum.

 

Saçlarımı örmeye başladım. Her bir tutam parmaklarımın arasından geçerken, kendime biraz daha yaklaşıyordum. Bu, kendimle yaptığım sessiz bir buluşmaydı. Aynanın karşısına bazen konuşmak için geçerdim, bazense sadece susmak için. Çünkü o sessizlikte bile kendimi daha iyi duyardım. Anlatamadığım ne varsa, içimden kendime fısıldardım. Belki de beni en iyi ben dinliyordum. Ve belki sadece ben anlayabiliyordum.

 

Hayatımı, içimde taşıdığım korkuları, hissettiklerimi anlayacak birinin varlığına hiçbir zaman inanmadım. O yüzden yalnızlığı seçtim. İnsanlarla tanıştım, konuştum, zaman zaman samimi sandığım bağlar kurdum. Ama hiçbirinde gerçekten kendim olamadım. Ne zaman içimi açmaya kalksam, bir parçamı kaybediyordum sanki. Ve ben artık eksilmek istemiyordum.

 

Kaan'dan sonra...

 

Adını düşünmek bile nefesimi kesiyor hâlâ. Yıllarca beni kendi karanlığında tuttu. Sessizliğiyle beni bastırdı, gözleriyle tehdit etti, dokunuşlarıyla içimi dondurdu. Beni ben olmaktan çıkardı. Kendime yabancılaştım onunla. İçimde ördüğüm duvarların her bir taşında onun eli vardı. O duvarlarla yaşamayı öğrendim, çünkü başka bir yol bilmiyordum.

 

Sonra... Yiğit geldi.

 

Alıştığım karanlığın ortasında bir ışık gibiydi. Önce gözlerimi kamaştırdı, sonra içimi ısıttı. Ama ben ışığa alışık değildim. Gölgelere sığınarak yaşamayı öğrenmiştim. Onlar daha tanıdık, daha güvenli geliyordu.

 

 

Alıştığım tüm karanlıkların aksine, onun kollarında kendimi güvende hissetmek... Bu duyguyu kabullenemiyordum. Sanki bir hata yapıyormuşum gibi. Çünkü biliyordum: Ne zaman bir şeye dokunsam, onu da kendimle birlikte eksiltiyordum. Kendimi taşıyamazken, bir başkasına temas etmek bile ürkütüyordu beni.

 

 

İnsan en çok kendi gerçeğinden korkar derler. Ne kadar doğru... Ben de kendi içimdeki enkazdan, suskunluğumun içindeki çığlıktan korkuyordum. Kaan'ın gölgesinde yürümeye öylesine alışmıştım ki, onsuz attığım her adım sarsıyordu beni. Dışarıdan bakınca dimdik sanılan bir şehir vardı belki, ama içimdeki o şehir çoktan çökmüştü. Ve ben, o enkazın ortasında nefes almaya çalışan biriydim sadece.

 

Ama Yiğit...

 

O, bu yıkımın içinde bile ışık görebileceğime inanıyordu. Ben inanamıyordum ama o benim yerime de inanıyordu. En çok da bu kırıyordu beni.

 

 

Sorun şuydu: Işığa yürümekten değil, o ışığın içinde kaybolmaktan korkuyordum. Alışmadığım bir sıcaklık, bilinmeyen bir huzur... Ne kadar güzel olursa olsun, tanımadığım her şey beni tedirgin ediyordu.

 

 

Korkuyordum, evet. Ama yine de onun varlığı, içimde çoktan kurudu sandığım çiçekleri yeniden canlandırıyordu. Kalbim, unuttuğu bir melodiyi yeniden hatırlıyor gibiydi. Uzun zamandır hissetmediğim bir heyecanla çarpıyordu. Kaan'dan sonra birinin bana zarar vermeden yaklaşabileceğine inanmak bile başlı başına bir devrimdi içimde.

 

 

Ve yine de... içimde bir yer, Yiğit'e doğru yürümek istiyordu. Onun uzattığı eli tutarsam, belki yeniden gökyüzünü görebilirdim. Belki yeniden rüzgârı hissedebilirdim. Ama ihtimallerin neler götürebileceğini iyi biliyordum.

 

 

Çünkü Kaan da bir ihtimaldi. Başta kurtuluş gibi görünmüş, sonra beni sessizce yok etmişti. Kendi doğrularını, benim benliğim gibi üzerime geçirmişti. Her bakışı, her dokunuşu beni biraz daha silmişti hayattan.

 

Ama Yiğit...

 

O bir ihtimal değildi. O, burada. Gerçek. Sessizce yanımda duruyordu. Ne yapsam, ne söylesem... gitmiyordu. Beni değiştirmeye çalışmadan, beni olduğum hâlimle, eksiklerimle, korkularımla kabul ediyordu. Ve bu, içimde yer etmiş bir inançla çelişiyordu. Çünkü ben, sevilmenin bile ağır bir bedeli olduğuna inanarak büyümüştüm.

 

Yiğit hiçbir şey istemeden sadece kalmayı seçti.

 

 

Hayatıma gelişiyle birlikte, ilk kez başka bir seçeneğin mümkün olup olmadığını sormaya başladım kendime. Kaan'ın gölgesinden sonra gerçekten özgür olabilir miydim? Kendi kararlarımı korkmadan, saklanmadan alabilir miydim? Beni ben yapan şeyleri savunabilir, birinin gölgesi olmadan da var olmayı başarabilir miydim?

 

Bu soruların hiçbirine net bir cevabım yoktu. Ama bir şey yaptım. İçimde titreyen o kırılgan cesarete tutunarak, Yiğit'e güvenmeyi seçtim. Yolun beni nereye çıkaracağını bilmiyordum ama onun beni kurtuluşuma zorlaması, hayatımın en güzel zorunluluğuydu.

 

İçimde bir şeyler uyanmaya başlamıştı sanki. Titrek, çekingen ama gerçek...Korkuyordum evet, ama bu korku bir kez olsun kötü hissettirmiyordu. Aksine... hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyordu.

 

 

Uzun zamandır sadece nefes alıyordum. Sadece var oluyordum. Ama şimdi... Artık gerçekten yaşamak istiyorum.

 

 

Adımlarımı mutfağa doğru attım. Ama içimde bir yer hâlâ savaşıyordu. Yiğit bana bir ışık uzatıyordu. Ama ona yaklaşmak, dokunmak...

 

Korkuyordum.

 

 

Kendi yıkıntımı onun gözlerinin önüne sermekten. Onun ya da abimin benim yüzümden zarar görmesinden. İçimdeki sesler birbirine çarpıyor, susmuyordu.

 

 

Mutfağa birkaç adım kalmıştı ki, bir şey duydum.

 

Fısıltılar.

 

 

Ayaklarım yere çakıldı.

 

 

"Onunla konuşmalısın," dedi bir ses. Hakan'dı, ses tonundan anlamıştım. Nefes alışım dahil tüm bedenim donmuştu.

 

 

Neyden bahsediyorlardı? Ne oluyordu?

 

 

"Konuşamam... Bu iş bitene kadar bilmesine gerek yok."

 

 

Yiğit'ti bu kez konuşan. Sesi tedirgindi, kararsız. Cümleleri kafamda çınlamaya başlamıştı.

 

 

İçimde yankılanan bu sözler, bedenimde bir deprem gibi etkili oldu. Zaten pamuk ipliğine bağlı olan umutlarım o an yerle bir olmak üzereydi. Ne hakkında konuşuyorlardı? Ve neden Yiğit, bir şeyleri benden saklıyordu?

 

 

"Hangi seçenek daha doğru, bilmiyorum Yiğit... Gerçekten bilmiyorum," dedi Hakan. Sesi yorgundu, alıştığım o kendinden emin tondan çok uzaktı.

 

 

İkisini böyle, yanımda bu kadar açık ve kırılgan görmeye alışık değildim. Konu bendim, bunu tüm benliğimle hissediyordum. Ve bu ihtimalle baş edebilmek için tutunacak bir yer arıyordum.

 

 

"Bu kadar ilerlemişken her şeyi riske atamam," dedi Yiğit.

 

 

Sesi sert değildi ama kesindi. Dudaklarından dökülen her kelime, içimdeki direnci parça parça kırıyordu. İçimdeki yargılayıcı ses bağırarak konuşmaya başlamıştı. Abininde kendi hayatınıda ne uğruna riske attın diyordu? Gerçekten bu şartlar altında seni kim sever ister çıkarı olmadan?

 

 

Ama başka bir ses daha vardı içimde. Daha derinden, daha kısık... Henüz tam sesini bulamamış ama susmamış. O ses diyordu ki: "Ya öyle değilse? Ya yine korkularının gölgesinde kalırsan?"

 

İçimden geçenleri bastıramıyordum artık. Duyduklarım zihnimde dönüp dururken, tüm bedenim titriyordu. Ama bu kez korkudan değil, bir karar eşiğinde olmaktan. Ne yapacağımı bilmiyordum. İçeri girip yüzleşmek mi, yoksa sessizce odama dönüp bir duvar daha mı örmek...? Eskiden olsa tereddüt etmeden ikinci yolu seçerdim. Ama artık içimde başka bir ses daha vardı. Yiğit'in sesi. Her şeyin ötesinde bana güvendiğini söyleyen o sessiz bakış. Onu görmeden, sormadan inanmak istiyordum ama geçmişim içime hep şüpheyi fısıldıyordu.

 

Bir adım geri attım. Kalbim göğsümde delice atarken, ellerim terliyordu. Geri dönmek, bu konuşmayı hiç duymamış gibi yapmak istedim. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. O cümleler, zihnime işlenmişti bir kere.

 

"Bu iş bitene kadar bilmesine gerek yok."

 

Ne iş? Benimle ilgili neyi saklıyordu?

 

Kendimi terk edilmiş gibi hissettim. Güvendiğim bir liman, içinden sessizce beni uzaklaştırıyordu sanki. Yine eksiliyordum. Yine yarım kalıyordum. Ama bu kez farklıydı. Bu kez eksik kalmak istemiyordum.

 

Nefesimi tuttum. Mutfak kapısının önünde öylece dikilirken, bir karar verdim.

 

Yüzleşecektim.

 

Ayağımı yere sağlam basarak mutafağa doğru bir adım atmıştım ki, sanki biri içimden fişi çekmiş gibi... gözlerim karardı. Midem bulanmaya başladı. Uyuşukluk yayıldı vücuduma. Kalbim göğsümde ağırlaştı, nefesim yetmiyordu.

 

Bir şeyler ters gidiyordu. Ellerim titremeye başladı. Sesler uzaklaşıyordu. Etrafımdaki görüntüler silikleşti. Ayaklarımın altından zemin çekildi sanki.

 

 

"Aslı?" diye bir ses duydum ama ses yankılandı kafamda. Sanki başka bir odadan geliyordu.

 

 

Bir adım daha atmaya çalıştım ama dizlerim boşaldı. Olduğum yere çöktüm.

 

İsmimi duydum. Ama ses, sanki bir tünelin ucundan geliyordu. Uzak, boğuk ve endişeli. Kulaklarım uğuldamaya devam ederken, göz kapaklarımın altı karanlıkla bulanık ışık arasında gidip geliyordu. Tam olarak bayılmamıştım ama kendime de hâkim değildim.

 

 

Yerdeydim. Soğuk fayans tenime değdi. Hareket etmek istedim ama bedenim ağır, kontrolsüzdü.

 

 

Bir çift el yüzüme dokundu. Sıcak, tanıdık... Parmak uçlarıyla yanağımı okşadı biri. Göz kapaklarımı aralamaya çalıştım. Başaramadım ama dokunuşun kime ait olduğunu biliyordum.

 

 

"Aslı, beni duyabiliyor musun?"

 

 

Yiğit'ti. Bu kez sesi daha yakındı. Soluğu telaşlıydı ama sakin kalmaya çalışıyordu.

 

 

Omuzlarımdan kavrayıp yavaşça sırtımı destekledi. Başım yana düştü ama bir yere yaslandı; göğsüne. Nefes alışları yakındı kulağıma, titrekti.

 

 

"Başın mı döndü? Tansiyonun düştü galiba... Hakan! Su getirsene, çabuk!"

 

 

Uzakta bir koşuşturma duyuldu. Ardından, Yiğit ceketini çıkardı, katlayıp başımın altına koydu. Sonra dikkatlice bacaklarımı kaldırdı. Yavaşça, başımdan yukarıda kalacak şekilde konumlandırdı.

 

 

Kan beynime geri dönsün diye... Bilincim hâlâ yerindeydi ama zayıftım. Duyduklarımı sindirmekte zorlanıyordum. İçimdeki çöküş, bedenime de yayılmış gibiydi.

 

 

"Nefes al... derin nefes, tamam mı?"

 

 

Fısıltı gibiydi sesi. Sakinleştirici ama içinde saklanmış bir telaş vardı. Ona cevap veremedim, ama çabamı gördü. Göz kapaklarımı araladım. Bakışlarımız buluştu. Gözleri endişeyle büyümüştü.

 

 

Hakan suyla geri geldi. "Ver," dedi Yiğit, elinden aldı. Bardağı dudaklarıma yaklaştırdı. Birkaç yudum almaya çalıştım ama boğazım kuru ve daralmıştı. Yine de su iyi geldi, midemdeki boşluğu biraz bastırdı.

 

 

"Nasılsın? Daha iyi misin? Aslı beni korkutma..." dedi Yiğit, sesi yumuşaktı. Avuç içiyle sırtımı sıvazladı.

 

 

Titremem geçmişti ama içimde bir sarsıntı hâlâ sürüyordu. Tansiyonum düşmüştü, evet. Ama asıl düşen, direncimdi.

 

 

Gözlerim dolmuştu ama gözyaşı akmıyordu. Boğazıma oturan yumru konuşmamı bile engelliyordu.

 

 

Yiğit gözlerimin içine baktı. Baktı ama öylece değil... Derin, arayıp bulmaya çalışan bir bakıştı bu. Sanki benden çıkacak bir cevabı değil, içinde kopan fırtınalara bir karşılık arıyordu. Gözleri, benim sustuklarımı okumaya çalışıyordu.

 

 

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Zaman orada bir yerde durdu sanki.

 

 

"Aslı... Ne oldu bir anda?"

 

 

Sesi neredeyse fısıltıydı ama içinde saklanmış bir ağırlık vardı. Hem kaygılıydı hem de hafif sitemli. Bir an için nefes alışım kesildi. İçimde susturmaya çalıştığım tüm kelimeler, cümleler, o boğucu düşünceler bir anda başıma üşüştü.

 

 

Bedenim istemsizce gerildi. Sonra içimden bir şey kırılır gibi oldu... gevşedim. Yorulmuştum. Savaşmak, anlatmak, anlamaya çalışmak... Hepsi yordu beni.

 

 

"İyi değilsen doktor çağıracağım?" endişesi sesine yansımıştı.

 

 

Başımı yavaşça onun göğsüne yasladım. Gözlerimi kaçırdım. Konuşamadım. Belki de konuşmak istemedim. Çünkü her kelime, beni biraz daha yaralayacaktı. Ne olduğunu anlatacak olan ben değildim. Ve o da ne olduğunu anlatmaya niyetli görünmüyordu.

 

 

Bu yüzden sessizliği seçtim.

 

 

Şimdilik...

 

 

Hakan'ın sesi araya girdi, tedirgin ama ölçülüydü:

"Aslı? Bir sorun yok değil mi?"

 

 

Yiğit başını ona çevirdi. Gözlerinde kısa, keskin bir ifade belirdi. Kızgınlık değil ama sert bir uyarı gibiydi. Sadece bakışla: karışma.

 

 

Sonra tekrar bana döndü. Yüzümde hâlâ elleri vardı. Parmakları titrek ama nazikti. Baş parmaklarıyla yanağıma dokundu. O küçücük temas, içimdeki fırtınaya karşı çıkan tek sakinlikti.

 

 

Sonra tekrar bana döndü. Ellerinin sıcaklığı hâlâ yüzümdeydi. Parmakları titriyordu ama dokunuşu yumuşaktı. Başparmaklarıyla yanağıma dokundu. O küçücük temas, içimde kopan fırtınaya karşı duran tek sükûnetti.

 

 

Yiğit'in bakışları üzerimdeydi. Gözlerinde bir endişe vardı; belki de kaybetme korkusu... Ama ben ona güveniyordum — ya da güvenmek istiyordum. İçimdeki bir parça hâlâ direniyordu, çünkü duyduklarım içimi kemiriyordu.

Ne saklıyordu benden? Kiminle ne konuşması gerekiyordu? Ve neden benim bilmemem gerektiğini düşünüyordu?

 

 

Gözlerimi sımsıkı kapattım, derin bir nefes aldım. Bu konuyu şimdi konuşmak istemediğimi anlatmak istiyordum. Gözlerimi açmadan, neredeyse bir fısıltıyla konuştum:

 

"Bilmiyorum. Başım döndü bir an. Yoruldum sanırım... Uzansam, biraz düzelirim."

 

Yiğit'in bir an durduğunu hissettim. Ardından, sesi yumuşak ama dikkatliydi:

 

"Tamam... Seni odana götüreyim."

 

Beni yavaşça ayağa kaldırdı. Bacaklarım hâlâ titriyordu ama onun desteğiyle birkaç adım atabildim. Hakan geriden bizi izliyordu; yüzünde hâlâ silinmemiş bir endişe vardı. Bir şey söylemek ister gibi baktı, ama sustu. O suskunluk, her kelimeden daha ağırdı.

 

Odamın kapısına vardığımızda Yiğit kapıyı aralayıp içeriyi şöyle bir gözden geçirdi. Sonra bana dönüp yumuşak ama kararlı bir sesle,

 

"Yatağına geç... Ben buradayım," dedi.

 

İtiraz etmedim. Sanki bedenim de ruhum da yorulmuştu artık direnmeye. Yavaşça yatağa uzandım, üzerimi örttüm. Gözlerim kapanıyordu ama zihnim... susmuyordu. O fısıltıların yankısı, Yiğit'in cümleleri hâlâ içimde çınlıyordu.

 

"Aslı..." dedi usulca. Sesi yavaş, kelimeleri belirsizdi. "İyi misin?"

 

 

Tedirgindi. Ama bu tedirginlik yalnızca sağlığım için değildi. Gözlerinde bir korku vardı. Ve o korku beni daha da korkutuyordu.

 

 

"İyiyim."

 

 

Bir süre sessizlik sardı odayı. Sanki kelimeler boğazında düğümlendi, ne söyleyeceğini bilemedi. Sonunda derin bir nefes aldı.

 

"Sana bir şeyler getireyim... belki biraz iyi gelir," dedi. Sesi yumuşaktı, ama içinde gizlediği bir şeyin izleri vardı. Ardından usulca kapıya yöneldi.

 

Kapının kapanışı içimde bir yankı gibi dolaştı. Sessizlik yeniden üzerime çöktü, bu kez daha ağırdı. Yorganın içinde küçücük kaldım. Gözlerim istemsizce doldu. Gözyaşlarım yanaklarıma değil, içime süzülüyordu sanki.

 

Tavana baktım. Odanın loş ışığında her şey durağan, donuk ve biraz da kırılgan görünüyordu. Ama içimdeki fırtına dinmiyordu. Gözlerimin önünde Yiğit'in o cümlesi dönüp duruyordu:

 

"Bu iş bitene kadar bilmesine gerek yok."

 

Yutkundum.

 

Neyi saklıyordu? Ve neden?

 

Beni korumak için mi... Yoksa, benden korumak için mi?

 

İşte bu soru, içimdeki her güveni çatlatmaya başladı. Kalbime saplanan bir korku gibi... Çünkü ben, korunmayı değil, dürüstlüğü özlemiştim. Ne olursa olsun, gerçekleri duymaya hazırdım artık. Yalanların ya da suskunlukların gölgesinde büyümüştüm zaten. Artık yalnızca ışık istiyordum.

 

Ama ya... Ya her şey yine aynı yöne giderse?

 

İnsan, en çok da umuduyla sınanıyordu. Ve ben o sınavın tam ortasındaydım.

 

 

Kapı tekrar, usulca açıldı. Yiğit girdi içeri, elinde küçük bir tepsi. Gözleri hemen bana çevrildi. Bakışları sakindi ama içinde belirsiz bir tedirginlik gizliydi. Duyduklarım hakkında konuşup konuşmayacağımı anlamaya çalışıyordu belki de.

Ama yüzündeki o endişeli, dikkatli ifade, içimdeki şüpheyi daha da derinleştiriyordu.

 

Tepsiyi komodinin üzerine yerleştirdi. Üzerinde bir telaş vardı sanki... ya da bana öyle geldi. Yüzündeki o dikkatli ifade, kalbimdeki şüpheleri susturmak yerine daha da büyüttü.

Ve içimden geçen tek şey şuydu:

"Lütfen... bana yalan söyleme."

 

"Canın istemeyebilir," dedi alçak sesle, "ama birkaç lokma bir şey yesen iyi olur."

 

 

Oturup oturmayacağına karar verememiş gibi yatağın kenarında durdu.

Sanki fazla yaklaşırsa bir şeyleri daha da bozacakmış gibi bir tereddüt vardı bedeninde.

 

 

Ben de öyleydim. İçimde çığlık çığlığa sorular vardı, ama dudaklarım mühürlüydü.

 

Bardağı elime aldım, bir yudum daha su içtim.

 

 

Yiğit, sessizliği bozmak için mi, yoksa içini rahatlatmak için mi bilmiyorum ama konuştu:

 

 

"Seni ben mi bu kadar yordum? Kendini koruyabil diye hemen öğren istedim ama... bundan sonra bu kadar zorlamayacağım."

 

 

Başımı iki yana salladım. "Hayır, ilgisi yok." Sesim o kadar kısıktı ki, sanki söylediklerime ben bile inanmıyordum.

 

 

Dışarıda rüzgâr camları titretiyor, içimdeki fırtınayı yankılıyordu sanki.

 

 

Gözlerim, birkaç adım ötede duran Yiğit'in yüzüne kilitlendi. Beni her zaman karışık duygularla izleyen o gözler... Şimdi bomboştu. İçinde gölgeler dolaşıyor, sanki tüm gerçekleri saklamaya çalışıyordu.

 

 

Derin bir nefes aldım. Sormam gereken soruyu artık daha fazla erteleyemezdim.

 

 

"Beni Kaan'dan kurtarmayı ne zamandır planlıyordun?"

 

Yiğit'in bakışları bir an sertleşti. Gözlerinde beliren o kısık ifade, çenesindeki gerginlik... bu sorunun onu rahatsız ettiğini açıkça gösteriyordu. Bana baktı, ama sadece bir an. Sonra gözlerini kaçırdı. Sessizlik.

 

O kısa ama tok sessizlik, her cevaptan daha çok şey söyledi bana. İçimde bir şeyler düğümlendi.

 

Derin bir nefes aldı, ama kelimeler hâlâ dökülmedi dudaklarından. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, sonra gözlerini yere dikti. Kafasının içinde bir şeyleri tartıyordu. Benim gibi. Söylese mi, susmalı mı?

 

Sonunda konuştu.

 

"Aslı..."

 

Sesi beklediğimden daha yumuşaktı, ama o yumuşaklık bile beni yatıştırmadı. "Bu konuşmanın sırası değil."

 

Yatağın ucunda doğruldum, gözlerimi onun gözlerine kilitledim.

"Doğru zaman diye bir şey yok, Yiğit!" dedim. Sesimdeki öfkeyi bastıramamıştım. "Konuşmak istiyorum. Şimdi."

 

Yiğit başını yana eğdi, göz kapakları aralandı, düşünür gibi sustu. Sonra yavaşça gözlerini bana çevirdi. O bakışta hem temkin vardı hem bir tür yorgunluk.

 

"Nereden çıktı bu soru?"

 

"Hep vardı." dedim. "Ama artık susamayacak kadar büyüdü içimde. Bilmek istiyorum."

 

 

"Ben... bu hâlinle konuşmamızın sağlıklı olacağını düşünmüyorum."

Bu sözleri duyduğumda içimdeki o kırık sabır tamamen çöktü. Artık dizginleyemediğim duygularımla yatağın ucuna kadar geldim, aramızdaki mesafeyi neredeyse yok ettim. Sesim yükselmeden, ama her kelimemde titreyen bir öfkeyle konuştum:

"Ne düşündüğünü bilmek istemiyorum Yiğit." dedim, gözlerinin içine bakarak. "Bir anda karşıma çıktın, hayatımın yönünü tek bir günde değiştirdin. Bana hiçbir şey anlatmadan tehdit ettin, emirler yağdırdın, bu yolda yürümem için verdiğin sebeplerle yapamıyorum."

 

Yutkundum. Sesim kırıldı.

 

"Ben artık yürüyemiyorum."

 

Yiğit'in yüzündeki kaslar gerildi. Gözleri bir an kapandı, sonra hızla açıldı. İçindeki fırtına artık bastırılamazdı.

 

"Yürüyemiyorsun çünkü geriye bakmaktan önünü göremiyorsun, Aslı!"

 

Sesi bir bıçak gibi odayı kesti. Derin, tok ve öfkeliydi. Ama altında kocaman bir acı gizliydi.

 

"Sana hiçbir şey anlatmadım çünkü tek önceliğim sendin. Benimle olman. Güvende olman. Anlamıyor musun? Tartışmaya da, karar vermeye de zamanımız yoktu. Lüksümüz hiç olmadı."

 

Yiğit'in sözleri, kulaklarımda yankı yapıyordu. O kadar sertti ki, öfkesi beni ilk günlerimize götürüyordu sanki.

 

"Geri dönme şansım zaten kalmadı, bilmek istiyorum," dedim, sesim titreyerek ama içimdeki kararlılığı saklamayarak.

 

Yiğit'in yüzündeki kaslar daha da gerildi, gözlerini benden kaçırmadan öyle bir anda derin bir nefes aldı ki, o an her şeyin bir yük gibi üzerimize bindiğini hissettim.

 

"Seni Kaan'dan kurtarmaya ne zaman karar verdiğimi mi soruyorsun?" dedi.

 

Yanıt vermedim. Başımı salladım, ama suskun kaldım.

 

 

Yiğit, gözlerimdeki çaresizliği okur gibi derin bir nefes daha aldı, sonra sesinin titrediği bir anda devam etti: "Senin, abinin hayatı karşılığında kendini Kaan'a teslim etmeye razı olduğunu öğrendiğim gün." Sesi sertti, ama içinde bir şeyler kırılıyordu.

 

Damarlarımdaki kan çekildi. Sarsıldığımı hissettim ama hareket edemedim. İçimde koca bir çukur açılmıştı sanki. O gün...

 

Yiğit bunu o zaman mı öğrenmişti?

 

Yutkundum. "Sen... bunu nasıl öğrendin?" dedim, ağzımdan çıkan bu sorunun ne kadar boş olduğunu hissettim. Cevabını duymak istemediğimi, ama yine de sormadan edemediğimi fark ettim.

 

Yiğit'in yüzü daha da sertleşti. Kaşları hafifçe çatıldı, çenesinin kenarı gerildi. Gözleri, içinden çıkamayacağı bir şeylere bakıyormuş gibi donuktu. Her şeyi düşündüğünü, her anın bedelini ağır ağır tarttığını hissedebiliyordum.

 

"Önemli değil," dedi, ama sesindeki donukluk, söylediklerinin asla basit bir şey olmadığını haykırıyordu.

 

 

"Önemli," dedim anında. Sesim titredi ama geri çekilmedim. "Bunu nasıl öğrendiğini bilmek istiyorum, Yiğit."

 

Odanın içindeki sessizlik boğazımı sıkıyordu. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedi. Sonra başını hafifçe öne eğdi ve alçak bir sesle fısıldadı:

 

"Kaan söyledi."

 

Dünya durdu.

 

İçimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Kaan mı? Bana bu kadar acı veren, hayatımı mahveden, beni köşeye sıkıştıran o adam... Bunu Yiğit'e söylemişti.

 

 

Beynimde yankılar çalmaya başladı, her şey bulanıklaştı. Bir yandan öfke, bir yandan derin bir hayal kırıklığı içimi sarhoş gibi sarmaladı.

 

Yiğit, gözlerini kaçırıyordu. Söylediği şeyin beni nasıl etkileyeceğini biliyordu, ama bu gerçeği daha az korkunç yapmıyordu.

 

 

"Ne zaman?"

 

Sesim düşündüğümden daha titrek çıkmıştı.

 

Yiğit gözlerini bana kaldırdı ama cevabı vermek istemediği her halinden belliydi.

 

"Aslı..." derin bir iç çekti. "Bunu konuşmamızın bir anlamı yok."

 

Öfkem, içimde kaynamaya başlamıştı. "Bana neyin anlamlı olup olmadığını olduğunu söyleme, Yiğit." Sesim alçak ama keskindi. "Kaan'la ne zaman, nasıl, neden konuştun?"

 

 

Yiğit, bir an için tamamen suskun kaldı. Baktım ve onun içindeki mücadeleyi gördüm. Sonra, kaçacak hiçbir yerinin kalmadığını anladı. Yavaşça gözlerini tekrar bana dikti ve nihayet o cümleyi kurdu:

 

"O gece senin yanından ayrıldıktan sonra benim yanıma geldi."

 

Bedenim buz kesmişti.

 

O gece.

 

Kalbim hızla çarpmaya başladı, ellerim titredi.

 

Hangi gece?

 

Yiğit'in gözleri daha da derinleşti, sanki içindeki karanlık onu yutuyordu. Sessizlik o kadar keskin, o kadar yoğun olmuştu ki, boğazımda bir düğüm gibi sıkıştı.

 

"Hangi gece?" diye fısıldadım, sesim zorla çıkıyordu.

 

Yiğit bir an gözlerini kapattı, sonra tekrar açtığında içlerinde daha fazla karanlık vardı. Sanki o an, zamanın tüm yükünü taşıyor gibiydi.

 

"Abini öldürmeye gelip, seninle anlaştığı gece, Aslı."

 

 

Mideme bir yumruk yemiş gibi nefesim kesildi. Hatırlamak istemediğim o gece... Kaan'ın insafına kaldığım, abimi kurtarmak için her şeyi göze aldığım gece...

 

Dünya üzerime kapanıyormuş gibi hissettim, her şey bir anda kararmaya başladı. O anı tekrar yaşamak, gözlerimle görmek bile boğuyordu.

 

Yiğit, hafifçe başını yana eğdi. Sesi, bir kez daha duyuldu ama bu kez içinde bir şeyler vardı, sakladığı bir yük... Bastırdığı bir acı, her kelimesinde gizliydi.

 

"Gözlerimin içine bakarak kazandığını söylemek için."

 

Bir an, her şey yerli yerine oturmuş gibi hissettim ama korku ve öfke hala yavaşça içimi kemiriyordu. "Neden?" dedim, sesim kısıktı ama keskin. "Nereden tanıyor seni?"

 

Yiğit'in yüzündeki sertlik bir an yumuşar gibi oldu. Ama o kadar kısa bir süreliğine ki, hemen toparlandı. Yüzünde hala, geçmişin acıları ve gizli sırları vardı.

 

"Abin ne yaşadıysa, yanında ben de vardım," dedi. Sesi düşüktü, ama her kelime odanın içinde ağır bir yankı bıraktı. O sözlerin altında ne kadar büyük bir yük vardı, bilemedim ama içimde bir şeyler yerinden oynadı.

İçimde bir şeyler dondu. Her kelime, her cümle, zihnime kazınıyor, içimi delip geçiyordu.

 

Yiğit gözlerini kaçırmadan devam etti. "Sen sadece abin için kendini feda etmeye razı oldun... Ama o, bir de benim için yakacaktı canını."

 

Her kelime, sanki bir bıçak gibi derinlere saplanıyordu. Bir anda her şey ağırlaştı, nefes almak bile zorlaştı. Kafamda, kalbimde yankı yapan bu cümlelerin anlamını çözmek, ruhumda açılan yaraları anlamak imkansız gibiydi.

 

Geçmişin gölgeleri üzerime çöküyordu, her biri başka bir acıyı, başka bir gerçeği fısıldıyordu. Ve ben, bunların içinden hangisinin gerçek, hangisinin benden saklanan bir sır olduğunu bilmiyordum.

 

Yiğit'in yüzü, karanlıkla kaplanmıştı. İçinde bir şeyler savaşıyor gibiydi; ama yine de, sanki her şeyin kontrolünü elinde tutmaya devam ediyordu. Gözlerinde, geçmişin acıları, yaptığı seçimlerin ağırlığı vardı. Ama o an, bana bir şeyler anlatmak istemiyor gibiydi. Her şeyin gerisinde durduğu, gizlediği bir şey vardı, bir şeyler daha...

 

Bense artık hiçbir şeyi kontrol edemiyordum. Her şey parmaklarımın arasından kayıp gidiyordu.

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi ona diktim. "Ve sen bunu bildiğin halde, bunca yıl hiçbir şey yapmadın," dedim, sesim titremedi, ama içimde bir yerler çatırdı, kırılıyordu. "Neden, Yiğit? Neden bunca yıl sonra?"

 

Bir an için, sadece bir an, bakışlarında bir tereddüt yakaladım. Ama o tereddüt hızla kayboldu ve yüzüne o tanıdık, duygusuz sakinlik geri döndü. Her şey eski haline dönmüştü, ama bu defa bana daha acı, daha soğuk geliyordu.

 

"Şimdi önemli olan bu değil, Aslı," dedi. Sesi yumuşaktı, ama dikkatle seçilmiş kelimelerle sarılıydı.

 

Öfkem, içimde ince ince yükselmeye başladı. Her bir kelimeyi bir ok gibi içine doğru atıyordum.

 

"Öyle mi?" Başımı yana eğdim, gözlerimde bir soru işareti ama bir o kadar da keskin bir sertlik vardı. "Senin için ne önemli, Yiğit? Bana neyi bilmem gerektiğini söylemek mi?"

 

Çenesini sıktı, gözleri bir an için bende kayboldu. Ama sonra, her zamanki sabırla, sesini bozmadan konuştu: "Sana zarar gelmemesi önemli."

 

Acı bir gülümseme yerleşti dudaklarıma, ama bu gülümseme bile, içimdeki çürümüşlüğü gizleyemedi.

 

"Beni korumanın en iyi yolu neydi peki? Bana hiçbir şey söylememek mi?" dedim, sesim titremeden, ama içimdeki öfke daha da kabarmıştı.

 

Yiğit'in bakışları aniden karardı. Gözlerinde bir şeyler değişti, ama o değişim hızla kayboldu, sanki her şeyin sona ermesini istiyormuş gibi bir ifadesi vardı. Yine de konuyu kapatmaya çalıştı, ama bu defa biraz daha zorlayarak, "Aslı, bu konuşmayı uzatmanın anlamı yok," dedi, sesi daha sertti.

 

Kahkaha attım, ama bu kahkaha boğazımda patladı, kesik ve nefessiz. "Tabii ki yok. Çünkü senin anlatmak istemediğin şeyler var."

 

Yiğit suskun kaldı. Yüzünde hiçbir şey söylemeden, sadece beni izledi.

 

Ama ben, içimde büyüyen o ağır hissin artık ne olduğunu biliyordum.

 

Güvensizlik.

 

Bu his, içime bir kez yerleşti mi, kolay kolay gitmezdi. Zihnim durmuyordu, düşüncelerim birbirini takip ediyordu. Her şeyin bir sebebi vardı, ama Yiğit'in suskunluğu, her geçen an daha da korkutucu hale geliyordu.

 

Gözlerimi kapatsam da, içimdeki şüpheler bir an bile dinlemiyordu. Ne saklıyordu? Neden bana söylemek istemiyordu? Eğer konu benimle ilgiliyse, bunu bilmeye hakkım yok muydu?

 

Yiğit yanımdan hiç ayrılmadı. Odanın köşesinde sessizce oturuyordu, gözleri üzerimdeydi. Onun varlığı tuhaf bir güven veriyordu ama aynı zamanda içimdeki korkuları daha da büyütüyordu. Ne kadar yanımda olsa da, her an her şeyin bir yalan olma ihtimali vardı.

 

Hakan'ın sözleri, Yiğit'in tereddütleri, hepsi aklımın içinde yankılanıyordu. Kendimi kaybettiğim anları, Kaan'ın gölgesinde geçen yılları, Yiğit'in varlığıyla değişmeye başlayan iç dünyamı düşündüm.

 

 

Ne yapmalıydım?

 

 

Gerçekleri öğrenmeye cesaretim var mıydı? Yoksa bilmemek daha mı güvenliydi?

 

 

Yiğit'in varlığı, karanlığın içinde bir ışık gibiydi ama ben hâlâ gölgelerimden çıkmaya cesaret edemiyordum. Ama bir şeyden emindim...

 

 

Eğer o ışık bana zarar vermeyecekse, ona daha fazla yaklaşmanın zamanı gelmişti.

 

 

"Ben her şeyi kaldırabilirim, Yiğit. Bana her şeyi söyleyebilirsin."

 

 

Sözlerim havada asılı kaldı. Sesim güçlü çıkmıştı ama içimdeki fırtına hâlâ dinmemişti. Gözlerimi onunkilere kilitledim, orada bir şeyler arıyordum. Cevap, inkâr, en azından bir işaret. Ama Yiğit sessizdi.

 

 

Bana bakıyordu ama bakışları, söylediklerimi duyduğunu değil, nasıl karşılık vereceğini tarttığını hissettiriyordu. Sonra başını hafifçe eğdi, dudaklarını sıktı. Gözlerindeki gölgeler derinleşti.

 

 

"Aslı," dedi, sesi neredeyse titrek bir fısıltıydı. "Bana güveneceğini söylemiştin."

 

İçim sıkıştı. Bu cümleyi öylesine söylemiyordu, içinde gizli bir sitem vardı. Suçlayan bir tarafı da. Kaşlarımı çattım ama içimde bir şey kıpırdadı. Onun gözlerindeki ağırlık... Kırgınlık ve korkunun birbirine karıştığı o ifade, bende de yankılandı.

 

 

"Yiğit, mesele bu değil." Sesim titredi ama kendimi geri çekmedim.

 

 

"Öyle mi?" diye sordu, bir adım attı. "Ben buradayım, yanında duruyorum, seni koruyorum. Ama sen hâlâ bana inanmıyorsun."

 

 

Sözleri içime işledi. Kızgındım ama aynı zamanda ona karşı koyamadığım bir çekim vardı. Beni manipüle etmeye mi çalışıyordu, yoksa gerçekten incinmiş miydi? Ayırt edemiyordum.

 

 

"Bu, inanıp inanmamak meselesi değil," dedim, gözlerini okumaya çalışarak. "Sadece—"

 

 

"Eğer bana güvendiğini söylüyorsan," diye kesti sözümü, sesi alçak ama sertti, "o zaman bazı şeyleri sorgulamayı bırakmalısın, Aslı."

 

 

Nefes aldım, ama içimdeki gerginlik dağılmıyordu. "Beni ikna etmeye mi çalışıyorsun?"

 

 

Gözlerini kaçırmadı, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirdi. "Buna ikna olmak senin elinde."

 

 

"Yiğit." Adını söylediğimde içimde bir sıcaklık yayıldı. Öfkeli olmalıydım ama bu adama karşı duyduğum şey sadece kızgınlık değildi.

 

 

Bir adım attı. Elini koluma koydu. Dokunuşu sıcak, güven verici ama içinde bir kırılganlık da vardı.

 

 

"Bana olan güvenin pamuk ipliğine bağlı," dedi, sesi titrek ama yumuşaktı. "Bana güvenemeyeceksin, değil mi?"

 

 

Boğazım kurudu. Ben sustum ama o tüm dağılmışlığını bir nefesle toparlayıp devam etti.

 

 

"Bu ne kadar istediğim bir şey olsa da benim için daha önemli şeyler var."

 

 

Gözlerimi kıstım. "Ne gibi?"

 

 

Bakışlarını kaçırdı, sonra tekrar bana döndü. Yüzündeki çizgiler derinleşmişti, gözleri dolu doluydu. "Mesela şu an yanımda olman gibi. Yanımda ve iyi olman gibi. Gerekirse zorla..."

 

 

İçimdeki düğüm sıkılaştı. Ona inanmak istiyordum, ona dokunmak, yakın olmak istiyordum ama aynı zamanda içimde kıpırdayan o şüpheyi susturamıyordum.

 

 

Yiğit, gözlerimde aradığı cevabı bulamayınca yüzü gölgelendi. Omuzları hafifçe düştü, gözleri derin bir kırgınlıkla karardı. Bir şeyler söylemek ister gibi nefes aldı, ama sonra vazgeçti.

 

 

"Ben salonda olacağım," dedi, sesi sakin ama içinde duyulmaz bir hüzün vardı. Bir an daha durdu, sanki son bir umutla yüzüme baktı ama ben hâlâ sessizdim.

 

 

Sonunda başını hafifçe eğerek geriye çekildi ve kapıyı sessizce kapatarak odadan çıktı. Onun varlığı uzaklaşınca içimde tuhaf bir boşluk kaldı. Gitmesini istemediğimi fark ettiğimde ise çok geçti.1

 

 

—------------------------------------

 

 

Saatler geçti. Yatağın içinde dönüp durdum, düşünceler zihnimde bir girdap gibi dönüyordu. Uyuyamıyordum. Yiğit'in gözlerindeki kırgınlık, sesindeki o boğuk hüzün içime işlemişti. Gitmeden önce son kez yüzüme bakışını, içinde saklamaya çalıştığı hayal kırıklığını düşündüm. Onun haklı olup olmadığını bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı: İkimiz de iyi değildik.

 

 

Odada garip bir sessizlik vardı. Yatağın başucundaki lamba loş bir ışık yayıyor, odanın köşelerinde gölgeler titreşiyordu. Parmaklarımı battaniyenin kenarına doladım, sıkıca tuttum. Sanki düşüncelerimi bastırabilmek için bir şeye tutunmaya ihtiyacım vardı. Ama hiçbir şey içimdeki boşluğu dolduramıyordu.

 

 

Kapı yavaşça tıklatıldı. Önce kısa bir sessizlik oldu, sonra tanıdık, temkinli bir ses duyuldu.

 

 

"Aslı? Müsait misin?"

 

 

Derin bir nefes aldım, sesi tanımıştım. "Gel."

 

 

Kapı aralandı, Hakan içeri girdi. Adımları ağır, bakışları dikkatliydi. Yüzünde her zamanki sakin ifadesi vardı ama gözleri beni inceliyordu. Elleri cebindeydi, sanki ne söyleyeceğini tartıyormuş gibiydi.

 

 

"Uyumuş muydun?" diye sordu, sesi yumuşaktı.

 

 

Başımı iki yana salladım. "Pek sayılmaz."

 

 

Gözleri biraz daha dikkatle üzerimde gezindi. "İyi misin? Merak ettim."

 

 

Tedirginliğimi belli etmemeye çalışarak başımı salladım. "İyiyim sanırım. Tansiyonum düştü, o kadar. Şu an bir sorun yok."

 

 

Hakan yatağın kenarına oturdu, omzunu hafifçe silkerek bir nefes verdi. "Düşünceli görünüyorsun."

 

 

Sessiz kaldım. O ise bekledi, zorlamadı. Bana alan tanıyordu. Bakışlarını yere indirip birkaç saniye düşündü, sonra başını hafifçe yana eğerek ekledi:

 

 

"Sorun ne, Aslı?" Duraksadı, sonra ekledi: "Yiğit'i de iyi görmedim."

 

 

Ona doğru baktım ama ne söyleyeceğimi bilemedim. Hakan hafifçe iç çekip gülümsedi, o her zamanki anlayışlı ifadesiyle.

 

 

"Biliyorum, ikiniz de inatçısınız. Ama bu akşam... bilmiyorum, Yiğit farklıydı. Düşünceliydi, suskundu."

 

 

Dudaklarımı ısırdım, gözlerimi kaçırdım. İçimde bir şeyler büküldü. Hakan başını sallayarak devam etti, sesi biraz daha yumuşaktı.

 

 

"Bak, ne olduğunu anlatmak istersen buradayım. Ama anlatmasan da bilmeni isterim..." Derin bir nefes aldı. "Yiğit, ne yaşandıysa bunun içinde kaybolmuş gibi görünüyor. Belki de sadece birine ihtiyacı vardır."

 

 

Sözleri içimde bir yerlere dokundu. Hakan'a bakmak istedim ama gözlerim tavana kaydı. Boğazım düğümlendi, kelimeler boğazıma oturdu, konuşamadım.

 

 

Hakan hafifçe dizime vurup ayağa kalktı. "Ne yapacağını sana söyleyemem ama bazen bir adım atmak düşündüğümüzden daha kolaydır."

 

 

Gözlerimi ona kaldırdım, o ise hafifçe gülümseyerek kapıya yöneldi. "Biraz daha oturacağım, sonra uyuyacağım. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa..."

 

 

Başımı salladım, teşekkür eder gibi. "Teşekkür ederim, Hakan."

 

 

O sadece başını eğdi ve kapıyı yavaşça kapatarak çıktı. Odada yine sessizlik kaldı ama bu sefer içimde kıpırdayan bir şeyler vardı. Gözlerimi tavana diktim. Ve ben artık o boşlukta kalmak istemiyordum.

 

 

—————————-

 

 

Bir türlü uyuyamamıştım. Yiğit... Dün gece, tüm ısrarlarıma rağmen yataktan gönderemediğim Yiğit, hala gelmemişti odaya. Zihnimde dönüp duran soruların arasında kaybolmuş, bir türlü rahatlayamamıştım. Ama içimde yankılanan tek bir şey vardı, Yiğit. O son bakışı... Sesindeki kırgınlık... O kadar derin bir acı vardı ki, içimdeki her şey ona bağlanıyordu.

 

 

Ona kıyamayan ve kızamayan bir yanım vardı. O yanım ona sarılıp sığınmak istiyordu. Ama diğer yanım korkuyordu. Aklımdaki sorulara cevap alamamak beni korkutuyordu.

 

 

Yatakta dönüp dururken dayanamadım. Kalktım, üzerime bir hırka aldım, ayaklarım sessizce zemin üzerinde kayarken, içimdeki boşluk her şeyden daha yüksek sesle bağırıyordu. Ona gitmeli miydim? Bilmiyorum. Ama bir tek bildiğim şey vardı: Uyuyamayacaktım. Gözlerimi kapasam da, içimdeki sessiz çığlık beni her an uykumdan uyandırıyordu.

 

 

Salona inip baktım. Hakan kanepede uyuyordu, ama Yiğit... O yoktu. Salonda olacağını söylemişti odadan çıkarken. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Gözlerim sehpanın üstündeki yarı boş bardağa takıldı. Sessiz adımlarla bardağa doğru ilerledim. Elimi uzatıp kokladım, aklımdaki düşünceleri doğruladım. İçki vardı. Yiğit'i daha önce hiç içerken görmemiştim. Bu düşünce, içimi tuhaf bir korku ile kapladı.

 

 

Önce mutfağa, sonra banyoya baktım, ama hiçbir yerde yoktu. İçimde bir tuhaflık vardı. Yavaşça salona geri döndüm, gözlerim her köşeyi taradı, ama hâlâ Yiğit'i bulamıyordum. Yavaşça pencereye doğru ilerledim, camın buğusuna parmak uçlarımı değdirdim. Dışarısı soğuk ve karanlıktı. Yiğit'in dışarıda olduğunu düşünmüyordum ama evin içinde olmadığından emin olmuştum.

 

 

Hakan'ı uyandırmamak için sessizce kapı kolunu indirip, bahçeye doğru bir adım attım. Etrafımı ararken gözlerim bir noktada takılı kaldı. O an ne yapmam gerektiğini bilmeden, bahçeye doğru ilerlemeye başladım. İçerideki sıcaktan sonra yüzüme çarpan soğuğun etkisiyle titriyordum. Çakılların üstünde ağır adımlarla ilerlerken, o beni hala fark etmemişti.

 

 

Bahçenin en karanlık köşesindeki bankta bir başına oturuyor, elindeki şişeyi ağır ağır çeviriyordu. Yüzü gölgede kaybolmuştu ama omuzlarındaki çöküş her şeyden daha keskin bir şekilde görünüyordu. Ve ben... Onu böyle görmek neden canımı acıtıyordu?

 

 

Biraz daha yaklaşıp kendimi zorlayarak konuşmaya başladım: "Yiğit? Hava çok soğuk, ne yapıyorsun burada?"

 

 

Yiğit başını kaldırdı, gözleri bulanıktı. İçki kokusu burnuma geldi. Birkaç saniye bana baktı ama sanki gerçekten görmüyormuş gibi, gözlerini benden kaçırdı. Elindeki şişeyi alaycı bir şekilde kaldırıp gülümsedi.

 

 

"Ve işte... Aslı," dedi. "Her zaman olduğu gibi, yine beni çözmeye çalışan gözleriyle."

 

 

Gözlerim, Yiğit'in yüzündeki ifadenin ne kadar derin olduğunu anlamaya çalışırken, içimde bir şey daha kırılmaya başladı. O kadar alışkındım ki, her bakışında bir çözüm aramama, bir anlam bulmaya çalışmama. Ama bu sefer her şey farklıydı. Onun o boş, kaybolmuş bakışları, ruhundaki fırtınayı daha da belirginleştiriyordu.

 

 

Yanına oturmayı düşündüm, ama bir adım daha atamıyordum. Aramızda bir mesafe vardı. Hem fiziksel olarak hem de duygusal olarak. Sanki bu kadar yakın olmama rağmen, ona doğru gidemiyordum. Bir şeyler beni tutuyordu, belki de korkuyordum. Korkuyordum çünkü bir cevap almak istemiyordum. Onun içindeki karanlıkla yüzleşmek... Bu, hiç olmadığı kadar zor görünüyordu.

 

 

"Neden bu kadar içtin..." dedim, sesim titreyerek. "Neden bunu yapıyorsun, Yiğit? Neden kendi kendini yıkıyorsun?"

 

 

Yiğit, başını hafifçe eğdi, ama gözleri hâlâ bana bakmıyordu. Şişenin ağırlığını elinde hissettikçe, o sessiz gülümsemesi de daha çok bir maske gibi geliyordu.

 

 

"Yıkılmak istemiyorum, Aslı," dedi, ama kelimeleri bir yansıma gibiydi. "Bunu yaparak belki bir nebze olsun... hissettiğimi unutabilirim."

 

 

Gözlerim dolmaya başladı. Bunu yapmak, onu daha da uzaklaştırıyordu. Ne kadar yanındaydım, o kadar da uzaklaşıyordu. Her geçen dakika, ona daha fazla yaklaşma çabalarım, beni geriye itiyordu. Belki de korktuğum şey buydu: Onu kaybetmek.

 

 

"Yiğit..." diye fısıldadım, ama kelimelerim boğazımda takılı kaldı. "Ben... Benimle konuşsan, belki bir şeyler değişir. Birlikte atlatabiliriz."

 

 

Bir süre sessiz kaldı, sadece geceyi izledi. İçimde bir boşluk daha açıldığını hissediyordum. Ama bu sefer, bir şeyin farkındaydım: Yiğit'in acısını dindirebilmem için önce kendi acımla yüzleşmem gerekiyordu. Ve bu, daha önce hiç hissetmediğim kadar zor görünüyordu.

 

 

Sonunda başını kaldırıp bana baktı. Gözleri hâlâ bulanıktı, ama bir şey vardı, bir kırılma anı. İçindeki o derin acı, belki de bir an için küçük bir umutla yer değiştirmişti. Ama o umudu tutmaya çalışırken, gözlerinde bir boşluk vardı. Bir şeyler parçalanıyordu, ama ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum.

 

 

"Hadi kalk, içeri gidelim." Sesim titrekti, belki de korkuyordum. Soğuk havanın etkisiyle dudaklarım morarmıştı ama o an, onun yanında olmak, onu bırakmamak istiyordum. Bir adım attım, ona doğru. Ama o, bir an bile tereddüt etmeden, eliyle beni durdurdu.

 

 

"İstemiyorum. İyiyim ben böyle." Sesi kararlıydı, ama içinde bir kırılma vardı. Sadece kelimeleri savuruyordu, ama gözlerindeki acı beni çelişkili bir şekilde parçaladı.

 

 

"Yiğit, lütfen, ne yapıyorsun burada bu soğukta?" Sesim, sanki içimdeki tüm korkuyu dile getiriyordu. O kadar soğuktu ki, titrediğimi hissediyordum. Ama ona sarılmak, içeri almak istiyordum.

 

 

"Düşünüyorum," dedi, sesi soğuk ve kesikti. "Ve içiyorum." Bu sözler, beni daha da korkuttu. O kadar kolay söylüyordu ki, ama içindeki fırtına her an patlayacak gibiydi. Gözleri, o derin boşlukta kaybolmuştu, ama her şey onun içinde birikiyordu.

 

 

Sözleri, içimdeki her şeyi sarsıyordu. "Düşünüyorum" dediği zaman, bir an için gerçek anlamını anlayamadım. Ne düşünüyordu? Neyi çözüp, neyi kaybetmişti? İçki şişesini elinde tutarken, parmaklarının şişe etrafında dönmesi, o kadar boş bir hareketti ki. Ama o an, her şeyde bir anlam aramak istiyordum.

 

 

Yavaşça, onun yanına oturmak için bir adım daha attım. Soğuk rüzgar yüzüme çarptı, titredim, ama gözlerim Yiğit'teydi. Bir adım daha attım ve yanına oturdum. Üşüdüğümün farkındaydım, ama içimdeki boşluk daha fazlaydı. Gözlerimi ondan ayırmadan, hafifçe gülümsedim. "Seni içeri götüremeyeceksem, o zaman burada üşüyelim," dedim, sesim titreyerek ama kararlıydım.

 

 

Yiğit, bir an için bana bakmadı, ama sonra başını çevirdi, gözlerinde beliren o bulanıklığı bir nebze kaybetmişti. "İstediğini yap," dedi, ama gözlerindeki hüzün beni boğuyordu. Soğuk rüzgarın etkisiyle üşüyordum ama onu görmek, belki de bu soğukta bile, içimi bir şekilde ısıtıyordu.

 

 

Bir süre sonra başını kaldırıp bana baktı, ama hala o derin boşluk gözlerinden kaybolmamıştı. Sessizlik bir an daha devam etti. Birkaç saniye boyunca sadece birbirimize bakarak, aramızdaki mesafeyi hissettik. İçimdeki her şey ona bağlıydı, ama o an, onun ne hissettiğini anlamak imkansız gibiydi.

 

 

Biraz daha kayarak, ona daha da yaklaştım. O kadar yakın, o kadar soğuk ve karanlık bir geceydi ki... Ona yaklaştıkça buz gibi olmuş bedenine rağmen içim ısınıyordu. Omuzlarımızın teması bile içimdeki küçük kız çocuğuna güven veriyordu.

 

 

Yavaşça, dikkatlice elini tuttum. Gözlerim ona sabitlenmişti. Elini hissetmek, ona dokunmak, her şey o kadar doğal geliyordu ki, içimden geçen fırtınalarla bir şekilde baş etmeme yardımcı oluyordu. Ama yine de, bu hareketin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordum. Çünkü Yiğit'in duvarları vardı. O duvarlar, ona en yakın olduğunda bile en güçlü şekilde hissediliyordu.

 

 

Ona baktım, gözlerimdeki kararlılığı görmesini istedim.

 

 

"Aklından ne geçiyor bilmiyorum," dedim, sesimdeki titremeyi hissettim. "Beni neyin beklediğini ya da bizi neyin beklediğini..." Biraz daha yaklaşıp, derin bir nefes alarak devam ettim. "Ben, bu Yiğit'i yeni tanıyorum, bugüne kadar tanıdığım... kızma ama bir şey söyleyeceğim." dolu dolu gözlerim ve kalbime rağmen hafifçe kıkırdadım. "Bugüne kadar tanıdığım kişi, abim bildiğim Yiğit'ti."

 

 

 

Yiğit'in yüzündeki sert ifadeyle, söylediklerimin ne kadar derin bir etki yaratmış olduğunu fark ettim. Omuzları gerildi, bedenindeki gerginlik bir an için daha da arttı.

 

 

"Gerilmeni istemiyorum," dedim, bu sefer sesim biraz daha yumuşak ama kararlıydı. "Aksine, ben bu Yiğit'le olmayı, onun bende gördüğü Aslı olmayı seviyorum. Bana verdiği ikinci hayatı, sandığının aksine, onunla yaşamak istiyorum."

 

 

Bu sözler, Yiğit'in içindeki katı duvarları bir anlığına sarsmış gibi hissettirdi. Rahatlamışçasına derin bir nefes verip başını kaldırıp gökyüzüne doğru bakmaya başlamadı.

 

 

"Bana demiştin ya, bana olan güvenin pamuk ipliğine bağlı diye. O pamuk ipliğine benim hayatımı bağla olur mu?" İçimdeki itirafla beraber gözlerimden akan sıcak yaşlar, yüzümdeki hücrelerimi önce ısıtıp sonra daha da üşütüyordu.

 

 

"Beni bırakma, Yiğit," dedim, sesim sessizdi ama her kelimeyle kalbim biraz daha acıyordu. "Lütfen, ne olursa olsun bırakma."

 

 

Yiğit, bir an sessiz kaldı, derin bir nefes aldı, sonra gözlerini bana çevirdi. O an, gözlerimden süzülen yaşlarla daha da şiddetlendi duygularım. Gördüğüm şey, Yiğit'in bana olan bağını kaybetmediğiydi. Gözlerinden akan yaşlar, tıpkı benimkiler gibi sessizce süzüldü, ama bu sefer, bu sessizlik daha anlamlıydı.

 

 

Gözlerini benden kaçırmadan bir süre daha sustu. O an, sadece bedenini değil, ruhunu da yere bırakmış gibiydi. Gözlerimizin arasında asılı duran sessizlik, bana hiç bu kadar ağır gelmemişti. Bir şey söylemesini bekliyordum, ama içimde biliyordum: ne söylerse söylesin, eksik kalacaktı. Çünkü asıl mesele söyleyemediklerindeydi.

 

 

Şişeyi yere bırakıp başını iki eli arasına aldı. Parmaklarının arasından süzülen bir nefes verdi. Yorgun, uzun, suskun bir nefes.

 

 

Daha sonra aniden ayağa kalktı. Şişe hâlâ bankın kenarındaydı ama ona bakmadı bile. Dengesini bulmaya çalışır gibi bir an sendeledi, sonra toparlandı. Gözleri karanlığa alışık gibiydi ama yürüyüşündeki serinlik, içindeki fırtınadan fazlaydı.

 

 

"Odaya çıkıyorum." dedi, sesi çatlak, boğuk. Belki bana değil, kendine söylüyordu.

 

 

"Dur, bekle. Beraber çıkalım," dedim usulca.

 

Üşüyen ellerimi hırkamın cebine sakladım, onun yanına yürüdüm. Yanı başında durduğumda hâlâ söylemek istediğim şeylerin arasında gidip geliyordum ama bu kez içimden hiçbir şey çıkmadı. Sadece yanında yürüdüm.

 

 

Eve doğru ilerlerken aramızda bir iki karış mesafe vardı ama o mesafe sanki sayfalarca cümleyi barındırıyordu. Ne ben onu tutuyordum ne de o bana yaslanıyordu. Ama ikimiz de düşmemek için birbirimize ihtiyaç duyuyorduk.

 

 

Kapıdan içeri girdik. Sessizce, yavaşça.

 

 

Salondaki loş ışık hâlâ açıktı. Hakan kanepede, üstü yarım yamalak örtülmüş şekilde uyuyordu. Uyandırmak istemedik. Sessiz adımlarla geçtik önünden.

 

 

Merdivenlere geldiğimizde Yiğit bir an durdu.

 

 

"Nefesin titriyor," dedi ansızın.

 

 

Ne demek istediğini anlayamadım. Göz ucuyla bana baktı. Alkolün etkisiyle gözleri puslu, ama içinde alışık olduğum o dikkatli izleyiş yoktu bu kez. Yorulmuştu. Belki sadece içkiden değil, kendinden de.

 

 

"Öyle mi? Fark etmedim."

 

 

Yiğit, bir an gözlerini benden ayırmadan durdu, ardından hafifçe başını salladı. "Fark etmediğini biliyorum," dedi, sesi alkolün etkisiyle boğuk ve yavaş. "Ama ben fark ediyorum." derin bir nefes verip arkasına dönüp odaya doğru ilerlemeye başladı.

 

 

 

"Sen fark etmesende, ben herşeyi fark ediyorum..." diye devam etti kendine dendine konuşur gibi bir tonda.

 

 

 

Gözlerim, bu kez bir şeyler söylemek yerine sadece onu izlemekle yetindi. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sabahki Yiğit ile şimdiki arasındaki farkı anlamaya çalıştım, ama anlamam zor gibiydi. Sabah, bana dövüşmeyi öğretirken, gözlerindeki o güven dolu bakışlarla bana yakın olmayı arzulayan o adamla, şimdi bu kadar uzak ve kaybolmuş bir adam arasındaki mesafeyi nasıl tanımlayabilirdim?

 

 

Sabah, her şeyin üstesinden birlikte gelebileceğimizi düşünmüştüm. Ama şimdi, her şeyin sanki bir an önce sonlanmasını isteyen, bir adım daha atamayan bir adam vardı karşımda. İçimde bir boşluk vardı, kelimelerle doldurulamayan bir boşluk. Bir şeyler eksikti, ama bu eksiklik neydi? Yiğit'in bana söyledikleri, kalbimi bir yapbozun eksik parçası gibi titretiyordu. Her şey, biraz daha derinleşiyordu. Bu mesafe, aramızdaki bir uçurum gibi büyüyordu.

 

 

Ona bir şeyler söylemek istedim, ama sesi hala kulağımda yankılanan "Fark ediyorum" cümlesinin etkisiyle dilim tutulmuştu. Ne demekti bu? Beni fark etmek, gerçekten ne demekti? Ne hissettiğini anlamak mı? Beni tanımak mı? Oysa ben her şeyin içimde ne kadar yoğun ve karmaşık olduğunu hissediyordum. Ama o, her şeyin sessizliğine gömülmüştü.

 

 

Arkasından adım attım, ama bir adım daha atarken, kelimelerim onu geride bırakacak kadar hızlıydı. "Beni fark etmiyorsun, Yiğit," dedim, sesim sanki kendi içimde yankı bulmuş gibi, derin ve ağır bir şekilde. "Beni anlasan, bu kadar sessiz olmazdık."

 

 

Bu kelimeler, içimde bir şeylerin kırıldığını hissettirdi. Ama Yiğit hâlâ ilerlemeyi durdurmamıştı. Onun bu sessizliği, bana her şeyin ters gittiğini hatırlatıyordu. Gerçekten fark etmediğini biliyor muydu?

 

 

Odanın kapısını açık bırakıp hiç konuşmadan yatağa attı kendini sırt üstü. Kapıyı kapatıp yanına yaklaştım ama bu sefer başka bir şey hissettim. İçimdeki boşluk, o kadar büyük değildi. Onun sessizliği, sadece bir duvar gibi değil, sanki bir koruyucu sığınak gibi duruyordu. Onu anlamadığımı hissediyorum ama belki de ben, her şeyi anlamaya çalışırken onu biraz daha kaybediyordum. Ama bir şeyler vardı, hala vardı. Hissettiğim bir şey vardı ama adını koyamıyordum. Sadece onun yanında olmak, o boşluğu biraz olsun dolduruyordu. Ama bu da bir yanılsama mıydı?

 

 

Yiğit hâlâ suskun, gözleri bana değil, tavana odaklanmıştı. Onun yanındaki boşluğu hissedebiliyordum, ama belki de aynı boşluğu ben de taşıyordum.

 

 

Yanına uzanıp üzerime yorganı çektim. O ise hala aynı pozisyonda tavanı izliyordu.

 

 

"Anladığım için bu kadar sessiziz..."

 

 

Sözleri içimde yankılandı. Kalbim bir an durdu sanki. Ne demekti bu?

 

 

Başımı hafifçe ona çevirdim, gözleriyle buluşmaya çalıştım. "Neyi anlıyorsun?" dedim, kelimelerim titrek ama netti.

 

 

Yiğit gözlerini tavana çevirdi, bir süre sustu. Sonra, neredeyse kendine konuşur gibi bir tonda mırıldandı:

 

 

"Her şeyi..." dedi. "Bugün... sana silahı doğrulttuğumda... gözlerindeki savaşı gördüm. Korkuyordun ama geri adım atmadın. Ellerin titriyordu ama gözlerin dimdikti. İçinde neyle savaştığını bilmiyorum ama... anladım."

 

 

Kalbim göğsümde hızla atmaya başladı. O anı hatırladım. Silahın namlusu bana çevriliyken nasıl donduğumu...

 

 

Hayatımın travmatik getirilerinin bende bıraktığı bir hasardı sanırım bu...

 

 

Hiç kimsenin beni gerçekten göremeyeceğine dair içime kazınmış o sessiz, küskün inanç—ilk defa sarsılmıştı. Öyle usulca, öyle yavaş... ama fark edilir biçimde. İçimde yıllardır taş gibi duran, kimsenin yaklaşamayacağını sandığım o yerler... onun birkaç kelimesiyle çatlamıştı. Ve bu çatlak, canımı acıttığı kadar umut da veriyordu.

 

 

Başımı ona çevirdim. Dudaklarım kıpırdayacak gibiydi. İçimde birikmiş kelimeler vardı. Onlara form vermeye çalışıyordum.

 

 

Ama o, benden önce konuştu. Gözlerini tavandan ayırmadan, sanki düşüncelerinin arasından koparıp söküyormuş gibi:

 

 

"Bedeli ne olursa olsun..." dedi. Sesi kısık, kararlıydı.

"Canım yanacaksa da, canın yanacaksa da...

Tercih yapmam gereken her an, tercihim sen olacaksın, Aslı."

 

Sanki birden, odaya başka bir sessizlik çöktü. Bildiğimiz, alıştığımız değil... bir anlam taşıyan, bir şeylerin öncüsü gibi olan bir sessizlikti bu.

Ne demekti bu sözler? Neye rağmen? Kime karşı?

Ben sadece orada yattım, yanındaydım.

Kalbim, onun söylediği her kelimeyi birer taşa çevirip içime atıyor gibiydi.

Ama içimdeki o saf, temiz parça... sadece buna inandı: "Tercihim sen olacaksın."

Belki bu yüzden, anlamını sorgulamadım. Belki de sorgulamaya cesaretim yoktu.

Çünkü şu an yalnızca o cümleye tutunmak istedim.

 

 

Onun gözleri kapandı bir süre sonra, yavaşça. Sözleri ise açık kaldı.

 

 

Ben sessizce başımı geri çevirdim. Hiçbir şey söylemedim.

 

şlş

Ama içimde bir şey, usulca kıpırdamaya başlamıştı. Adını koyamadığım bir güven... Ve tarifsiz bir korku.

 

 

 

 

***************************

 

 

 

Merhabalaar 🌸

 

 

 

Umarım beğenerek okuduğunuz bir bölüm olmuştur. Yorum ve beğenilerinizi beklemekteyim. 🙌🏻

 

 

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere... 🤍

Bölüm : 13.05.2025 00:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...