24. Bölüm

YANGIN

OnyxMistic
onyxmistic

Yiğit’in gözleri bir anlığına dondu. Bu, şaşkınlık değildi. Daha çok, içinde bastırdığı bir gerçeğe çarpmış gibi… acı bir idrak anıydı. Söylediklerim, uzun zamandır kulak ardı ettiği, belki de duymaya cesaret edemediği bir hakikatin yankısı olarak çarptı yüzüne. Gözbebekleri bir noktaya saplanmıştı, o boş bakış içimde taşıdığım kırılgan sessizliğin bir yansıması gibiydi—soğuk, ama içten içe yanan bir yansıma.

"Ne demek istiyorsun?" dedi sonunda. Sesindeki titreme sadece kulağıma değil, kalbime de dokundu. Cevap veremedim. Boğazıma düğümlenen kelimeler sanki içimde büyüyen bir fırtınaya dönüşüyordu. Söylemek istediğim çok şey vardı. Ama hiçbir cümle, yükünü taşıyamayacak kadar zayıf, içimde olanı anlatamayacak kadar yetersizdi.

Beni izliyordu. Sessiz, hareketsiz. Sonra birden kaşları çatıldı, bakışını yere indirdi. Küçük bir mırıltıyla, daha çok kendine söylenir gibi, “Sikeyim yapacağım işi…” dedi. Yorgun, kırık, umutsuz bir öfkeydi bu.

"Aslı…"

Elini uzattı—yavaşça, tereddüt ederek. Parmakları hafifçe titriyordu. Yanağıma dokunduğunda nefesim kesildi. Gözyaşlarımı silerken öylesine dikkatliydi ki, sanki fazla bastırırsa beni parçalara ayıracakmış gibi davranıyordu. Sonra, elleri iki yandan yüzümü kavradı. Başparmakları şakaklarıma bastı, çenemi avuçlarının arasına aldı. Dokunuşu tanıdıktı ama bu hâliyle yabancıydı. İçinde koruma isteği de vardı, mahcubiyet de. Yalvaran bir ağırlık vardı ellerinde—ve bakışlarında. Göz göze geldiğimizde, onun içinde birikmiş tüm yorgunluk bana geçti. Teslim olmuştu. Direnecek bir şeyi kalmamış gibiydi.

“Sebebi olduğum tek bir damla bile yüreğimi ezmeye yetiyor, güzelim… yapma,” dedi Yiğit. Sesi fısıltıdan da hafifti ama kelimeler içime tokat gibi çarptı. Gözlerimin içine baktı—uzun uzun. Gözbebekleri titriyordu. Sanki o cümleyi söylerken kendi içinde bir duvarı daha yıkmıştı.

O an, içimde yıllardır ördüğüm duvarlarda ilk kez bir çatlak oluştu. Sözleri, içime bastırdığım, susturduğum yanımı çekip yerinden kaldırdı. Nefesim kesildi. Boğazımda bir şey düğümlendi. Tepkisizce ağlamaya devam ediyordum. Ben sessizdim ama gözyaşlarım çığlık atarcasına akıyordu. Kalbimde yıllarca üst üste biriken suskunluğun ağırlığı kendini dışa vuruyordu çünkü ben tüm yaşanılanlardan sonra birde yalnız ve kimsesiz kalmıştım.

Yiğit, bakışlarını benden kaçırmadan, başını yavaşça iki yana salladı.

“Doğru değildi,” dedi. Sesi yavaş, itirafla inkâr arasında bir yerden geliyordu.

Gözleri karışıktı. Hem pişmanlık hem inkâr hem de yalvarış vardı o bakışta. Sözcükler ağzından düşerken elleri titriyordu.

Ben ise yalnızca baktım ona. Gözyaşlarım dinmiyordu ama içimden bir şey netleşmişti artık.

İçimde bir acı kıvılcım alevlendi; tarifsiz, sızılı bir yangın gibi. Onun gözlerinde bir değerin olmadığını düşünmek… Bu düşünce, kalbimin en derinlerine saplanan keskin bir bıçak gibiydi.

“Doğru söylediğini anlayacak kadar tanıyorum seni,” dedim, sesim zorla çıkıyordu. Boğazımda bir yumru vardı sanki, her kelimeyi iterek çıkarıyordum. Gözyaşlarımsa inatla durmuyordu. Onun gözlerinin içine bakarken daha da hızlandı, daha da kararlı aktılar. Kontrolsüz. Utandırıcı bir açıklıkla.

Şımarıklık yapıyormuşum gibi hissettim. Nazlanıyor gibi… hatta biraz bile abartıyormuşum gibi. Bu his mideme oturdu. Kendimden utanmaya başladım. O an içimden geçen tek şey şuydu: Keşke biraz daha güçlü olsaydım.

Daha fazla konuşmanın bir anlamı kalmamıştı. Söylemek istediklerim, gözlerimdeki yaşların çok gerisinde kalmıştı artık. Sözcükler değil, o anın sessizliği konuşuyordu.

“Ağlama, ağlama… ne olur ağlama,” dedi Yiğit, sesi kısık ve kırık. Elini uzattı ama tereddütle durdu. Parmağını yanağımın hemen ucunda havada tuttu, dokunamadı. Kendini o kadar çaresiz hissediyordu ki… şaşırmıştım. Sonuçta ben ilk kez ağlamıyordum. Ama sanki o, ilk kez görüyordu.

Kendimi geri çektim. Elini yanağımdan usulca uzaklaştırdım, sonra başımı hafifçe yana çevirdim. Ona bakmak ağır geliyordu. İçimdeki kırgınlık, gözlerimin ucunda birikmişti zaten; bir damla daha dökülse boğulacak gibiydim.

Ne zaman bu kadar sığınmıştım ona? Ne zaman hayatımın merkezi olmuştu varlığı? Ve şimdi, o bile beni eksik görüyordu.

Bu gerçek, canımı kemirirken, içinde debelenen yalnızlık ve korku da gün yüzüne çıkıyordu.

“Kandırmana gerek yok,” dedim, sesim çatladı. Yutkundum ama geçmedi. “İlk kez ağlıyormuşum gibi davranmana da…”

Cümle orada takıldı. Gerisini getiremedim. Zaten gerek de kalmamıştı. İçimde o tanıdık savunma mekanizması çoktan devreye girmişti. Kalbim kendini geri çekmiş, duvarlarını yükseltmişti. Umursamıyormuş gibi yapmaya başlamıştım. Yıllardır yaptığım gibi…
Canımı yakan her şeyi görmezden gelmekte ustalaşmıştım. Susup içine atmak, bir yerde unutuyormuş gibi yapmak. Ama aslında hiçbirini unutmamıştım. Sadece üstüne beton dökmüştüm.

“Bana böyle bakma,” dedi o an Yiğit. Sesi donuktu, yüz hatları gerilmişti. Kaşları çatık, çenesi sıkılmış. Sanki birazdan ya ağlayacak ya da bağıracaktı ama ikisini de yapmamak için bütün gücünü harcıyordu.

“Her şeyle baş ederim,” diye devam etti. “Her yükü sırtlanırım ama... bana, sırtına bir hançerde ben saplamışım gibi bakma. Lütfen. Ona dayanamam. Duydun mu beni?”

Göz göze geldiğimizde onun ne demek istediğini anlamıştım. Benim bakışlarım, onun suçluluğunu delik deşik ediyordu. Belki de en çok bu yaralı hâlime dayanamıyordu. Ama söylemesi kolaydı. Oysa ben o bakışı, yaşadıklarımızın içinde fark etmeden taşıyordum.

“Gitmek istiyorum,” dedim, içimden koparırcasına. Gözlerimi kaçırdım. “Ama gidecek bir yerim yok. Ve ben… biliyorum… senin hayatını da mahvedeceğim.”

Bunu söylerken sesim kısılmıştı. Gerçek bir kabullenişti bu. Ne kaçıyordum ne de kahramanlık yapıyordum. Sadece ne olursa olsun kaybeden taraf olacağımı kabullenmiştim.

Şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle güldü. O kahkaha... keskin ve soğuktu. İçinde çaresizlik gizliydi. Sanki bir yanıyla kendine, bir yanıyla bana kızıyordu ama en çok da içinde sıkışıp kaldığı o çıkışsızlığa.

“Beni delirteceksin,” dedi. Gözleri parlaktı, alnındaki damar belirginleşmişti.

“Seni zorla burada tutan benim,” dedi Yiğit, sesi biraz yükselmişti ama altında bastırmaya çalıştığı bir sarsıntı vardı. “Ama sen hâlâ beni zorla tutuyormuşsun gibi davranıyorsun. Artık kes şunu.”

Gözleri büyümüştü, alnındaki damar belirginleşmişti. Öfkelenmişti ama bu öfkenin hedefi ben değildim—kendisiyle, içinde kıvranan o çaresizlikle savaşıyordu.

“Bas şu ayaklarının üstüne biraz,” diye devam etti. “Her şey için kendini suçlamana dayanamıyorum artık. Herkesin yükünü omuzlarına almaktan vazgeç. Kendini düşüneceksin bundan sonra. Sadece seni. Duydun mu beni?”

Sesi sonunda kırıldı. O zamana kadar ne varsa içinde bastırdığı, hepsi sesine bulaşmıştı. Boğazında bir şey düğümlenmiş gibiydi, her kelimeyi sanki içinden iterek çıkarıyordu. Gözlerini bir an bile benden ayırmıyordu ama içinde bir yer, çoktan çözülmeye başlamıştı.

Sırtını yavaşça duvara yasladı. Omuzları düşüktü. Benden uzaklaşırken bakışları hâlâ üzerimdeydi. Artık saldırmıyor, kendini savunmuyordu. Sadece konuşuyordu. Sadece olduğu gibi.

“Ayrıca…” dedi. Yutkundu. Dudaklarını ıslattı, nefesi sarsılarak çıktı.
“Senin evinde… gidecek yerim de benim.”

O cümle bir yumruk gibi indi içime. Söyleyişindeki o çıplaklık… hiçbir kelimeyle yarışamazdı. Bir sığınma arayışı değildi sadece; bir kabul edilme çırpınışıydı. Gurursuz, hesapsız, en yalın hâliyle.

Ardından sessizlik oldu. Kısa, ama boğucu bir sessizlik. Kelimeler havada asılı kaldı, ama hiçbirimiz o boşluğu dolduracak gücü bulamadık. O an, sadece bakışlarımız konuşuyordu. Ne kadar çok şey anlatıyordu o bakışlar, ama ikimiz de dinlemeye cesaret edemiyorduk.

Gözlerimi yere indirdim. Nefes aldım ama içime çektiğim hava yetmedi. Göğsüm daraldı. Sanki kelimeler, ciğerlerimden değil kalbimden çıkıyordu.

“İstemiyorum,” dedim, sesim çatallıydı. “Anlamıyor musun? Benimle mecburiyetten evlenen biriyle bir ömür geçirmek istemiyorum.”

Sözlerimden sonra boğazım düğümlendi. Onun benimle evlenmeyi gönülden istememesi… Bu, neden bu kadar canımı yakıyordu?

Derin bir iç çekti. Eliyle yüzünü ovuşturdu. Başını hafifçe yukarı kaldırdı, gözleri tavana değdi. Sonra tekrar bana döndü. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. Yutkundu.

“Sabır ver Allah’ım…” diye mırıldandı, kendi kendine.

Sonra bir anda sesini yükseltti. Ama bu öfke değildi—çırpınıştı. “SENİ KANDIRMIYORUM GÜZELİM!”

Yüzüme doğru eğildi biraz. Gözlerimin içine baktı. Kelimeleri parça parça döküldü dudaklarından. “Ulan madem tanıyorsun beni…” dedi. “Görmüyor musun hâlimi? Sence yalan mı söylüyorum?”

Yutkundum. Gözlerimden süzülen yaşları bile fark etmiyordum artık. Söyleyecek ne kaldıysa içimde, hepsi düğüm olmuştu.

“Abini ikna etmeye çalışıyordum,” dedi Yiğit. Sesi bu kez daha derin, kırık kırık çıkıyordu; yüzünde acı ile öfke birbirine karışmıştı.
“Sandım ki, yanında olursa mutlu olursun. Tam bir piçe dönüştüğünü unutmuşum.”

Sesindeki keskinlik beni titretti. Gözlerini kaçırmadan, sessizce karşılık verdim:
“Düzgün konuş abim hakkında.”

Bir an durdu. Sonra öfkeyle hafifçe güldü. O gülüşte kırgınlık vardı, yorgunluk vardı; içinde saklı kalan bir fırtına.
Ani bir hareketle çenemden sıkıca tuttu, elleri soğuk ve güçlüydü. Gözlerimin içine baktı; bakışlarında hem hırçınlık, hem de kırılganlık vardı.
“Sadece konuşmakla yetindiğim için ne kadar şanslı olduğun hakkında bir fikrin yok,” dedi, sesi alçalıp yükselerek, içindeki karmaşayı açığa vuruyordu.

O an, çenemi tutan ellerinin baskısıyla irkildim. Gözlerimde uzun zamandır kurumuş gözyaşlarının izleri vardı; şişmiş, kızarmış ve yorgun bakışlarımın derinliğinde hem kırgınlık hem de çaresizlik vardı. İçimde patlamaya hazır bir volkan gibi kaynayan hisler, gözlerimin önünde sanki kendi hayatlarını yaşıyor gibiydi.

Gözlerimi kaçırmak istedim ama onun bakışları zincir gibi sardı beni; gözlerinin içindeki acı, öfke ve koruma isteği, kelimelerden daha güçlü bir şekilde üzerime çöküyordu.

“Konuşmaktan fazlasını yaparsan, seninle evlenmeyeceğimi biliyorsun. Yapamazsın. Ama anlamıyorum… Beni zorla kendinle evlendirerek neyin vicdan azabını bastırabilirsin? Bundan daha büyük taşıdığın yük ne?”

Çenemi tutan eli yavaşça aşağı indi. O an, gözlerinin içine baktım; bakışlarında gizlenmiş o karmaşanın ve derin boşluğun ağırlığını iliklerime kadar hissettim. Gözleri, konuşmaktan kaçındığı, içine gömülü karanlık sırlarla doluydu. Sanki orada bir fırtına kopuyordu ama o fırtınayı kelimelere dökmek istemiyordu; o fırtına, yüreğinin en kırılgan, en saklı köşesinde hapsolmuştu.

Gözleri, kaçmak isteyen bir çocuğun çaresizliğini ve gizli bir acının ağır yükünü taşıyordu. İçinde hem pişmanlık vardı, hem korku, hem de anlatamadığı binlerce sözcük… ama hepsi, sessizliğin içinde boğuluyordu.

O bakışta, konuşulmayanın, dile getirilemeyenin sancısını gördüm. O anın ağırlığı, kelimelerden çok daha fazlasını söylüyordu; yüreğinin sesini duyuyordum, ama o ses, korkuyla bastırılmıştı.

“Doğru değildi duydukların, Aslı,” dedi bu kez çok daha ciddi, solgun bir sesle.

“Anlattıklarım, duydukların… doğruydu evet, ama eksikti. Gerçekler—derinde, senin bilmediğin karanlık bir yerde yaşıyor. Ve ben…”

O an gözlerinin içindeki karmaşa, derin bir boşlukla harmanlanmıştı. Göz bebeklerinde kıpırtısız bir deniz gibi duran o karanlık, bana anlatmadığı yüzlerce gecenin, bastırdığı binlerce duygunun izlerini taşıyordu. Söylemek istemediği bir şey vardı. Ama oradaydı. Gözlerinin tam ortasında. Beni görmüyor, içinden geçiyordu.

Hafifçe geri çekildi. Parmak uçları yüzümden süzülüp düştüğünde, sanki içimdeki bir parça da onunla birlikte çekilmişti.

Sonra birden arkasını dönüp balkondan uzaklaştı, birkaç adım atıp mermer korkuluğun önüne gitti. İki elini balkon taşına dayadı. Başını öne eğdi. Nefesi kesik kesikti. Gecenin serinliği tenimize işlerken, o kendi içinde yanıyordu.

Bir süre konuşmadı. Ben de susmayı seçtim. Çünkü onun sessizliği bile bağırıyordu.

Gece gökyüzü, yıldızların bile görünmediği puslu bir örtü gibiydi. Şehir ışıkları uzaklarda titrerken, bu balkon iki kişinin içinde fırtınalarla çırpındığı küçük bir ada gibiydi.

Sonunda, yavaşça başını kaldırdı. Yüzü bana dönük değildi ama sesi geldi — alçak, boğuk ve hırçın bir kıyıya çarpan dalga gibi:

“Seni o karanlığa çekmemek için savaşıyorum.”

Bir an nefesim durdu. Kalbim, bu sözlerle birlikte sarsıldı.

Yutkundum.
“Ama ben… bana mecbur hisseden biriyle bir ömür yaşamak istemiyorum,” dedim. Sesim titredi ama geri de durmadım.

Yiğit ellerini balkon taşından çekip geriye yaslandı. Başını göğe kaldırdı, gözlerini bir noktaya kilitledi. Ardından yavaşça yürüdü, balkonun diğer ucuna gidip orada bir tur attı. Sanki kaçmak ister gibi, ama kaçtığı şey ben değil, içindeki kabukları çatlamış duygulardı.

Elini ensesine götürdü, saçlarının arasından geçirdi. Ardından avuç içiyle yüzünü sıvazladı. Bütün hareketleri sabırsız, kırgın ve yorgundu.

Tam dönecek gibi oldu ama başaramadı. Beni görmeye mecali yoktu. Omuzları düşük, göğsü sanki yükle bastırılmıştı. Derin bir nefes aldı. Ve işte o an, ağzından çıkardığı sözler bir itiraftan çok, yıllarca bastırılmış bir sızı gibiydi:

“Mecbur değilim, Aslı…”

Durdu. Birkaç saniye geçtikten sonra, başını hafifçe eğerek neredeyse mırıldanır gibi ekledi:
“Mahcubum sadece.”

Bu söz, öyle sessiz ama öyle ağırdı ki... Sanki ciğerinden sökülerek çıkmıştı. Balkonda esen hafif rüzgâr bile o anda durdu sanki. Her şey sustu. Sadece onun içindeki mahcubiyetin yankısı kaldı havada.

Sanki yıllarca içinde taşıdığı o ağır yük, o üç kelimeyle birlikte dudaklarından sızarken titredi. Göz kapakları yavaşça düştü, omuzları bir anda çöktü. Bedenindeki her hareket, ruhunun yıllardır verdiği savaşta yara almış olduğunu anlatıyordu.

Birden, sanki içindeki bir şey çatlamış gibi yerinden sıçradı. Balkondan içeri birkaç adım attı, ellerini saçlarına götürüp sertçe çekti. Sonra tekrar geriye, geceye yürüdü. Duramadı. Ayakları yer bulamıyor, elleri boşta kaldıkça yumruk oluyordu.

“Sana başka bir hayat seçeneği sunamadım,” dedi, sesi boğuktu. “Sanki... başka bir yol varmış gibi bile gösteremedim!”

O an, yüreğim ince bir sızıyla kıvrıldı. İçimde yıllardır kilitli kalmış bir kapı aralanıyordu belki de... Bu itiraf, özlemle beklediğim ama aynı zamanda korktuğum bir şeydi. Acaba gerçekten de başka bir hayat mümkün müydü?

Bir an duraksadı, sonra içinden fışkıran bir öfkeyle fısıldadı:

“Ve bu... bu beceriksizlik, bu çaresizlik… içimi delik deşik etti!”

Gözleri hâlâ karanlığa saplanmıştı ama o çok daha derindeydi şimdi. Yalnızca geçmişe değil, kendine dönük bir öfkenin ortasındaydı. O bakışlarda, kırılmış bir adamın çaresizliği vardı. Başını sertçe yana çevirdi, sanki kendi varlığıyla yüzleşmek istemiyordu. Yumruklarını balkonun soğuk demirlerine yasladı, parmak eklemleri gerildi.

“Seninle evlenmek... benim için bir zorunluluk değil,” dedi. “Yürüyeceğim en güzel yol...”

O sözler, yüreğimde bir melodi gibi çınladı. Bu kadar yakından duyduğum bir itiraf, yıllardır duyduğum en büyük açlıktı belki de. Öyle çok isterdim ki, içimdeki o donmuş duygular erisin, umut filizlensin.

Ama sonra… boğazını sıkıştıran suçluluk tekrar önüne geçti. Nefesi kesik kesikti, dudakları titredi:

“Yalnızca… bunu hak edecek kadar iyi biri olduğumu hiç düşünmedim,” diye fısıldadı.

Ve sessizlik… Ama bu sessizlik, ağır bir yükle doluydu. O an balkonun serinliği bile içimdeki kıvılcımı söndüremedi. Gözleri gerildi, yüzü kasıldı. Aniden arkasını döndü, başını iki yana salladı.

“Sikeyim! Her şey gözümün önündeydi ama ben... ben hep arkandan dolandım! Her şeyi kontrol altında sandım. Her şeyi senin yerine çözdüm sandım. Ama seni dinleyemedim bile. Sana gerçek bir seçim hakkı bırakamadım…”

Kelimeleri arttıkça, içindeki acı, kendine duyduğu kızgınlık, gözlerinden okunuyordu. Öfke değil; koca bir yıkım vardı. Kendine, hatalarına, çaresizliğine duyulan sarsıcı bir öfke.

Ben sessizdim. İçimde çalkalanan duyguların sesini bastırmaya çalışıyordum. Bu sözler, yıllarca suskunluk içinde sakladığım, bir türlü dile getiremediğim ağırlıkları uyandırıyordu.

Sonunda durdu. Omuzları yeniden çöktü. Gözlerini kapattı.

“Beni affetmeni isteyemem,” dedi, nefes nefese. “Ama bil istedim… Seni bir ömür boyu isteyişimin adı hiçbir zaman zorunluluk olmadı.”

İşte o anda, içinde bulunduğu değersizlik duygusunun çıplaklığı bana çarptı. Yıllar önce içimde açılmış ama hiç kabuk bağlamamış bir yaraya parmak basıyordu bu cümleler. O yara, şimdi sızlıyordu, acıyordu.

Yiğit başını öne eğdi. Parmaklarını yumruk yapmıştı ama sıkmıyordu, titrediklerini fark ettim. Boğazı düğüm düğümdü. Bir şey söylemeye çalışıyordu ama kelimeler ona ihanet ediyordu.

“Bana ‘abi’ diyen birini...” dedi sonunda, sesi boğuk ve sertti. Sanki her kelimeyi içinden sökerek çıkarıyordu. “…kendimle evlenmek zorunda bırakmanın mahcubiyeti…”

Kalbim sıkıştı. Gözlerimi ondan kaçırdım, gücüm yoktu. Ellerimi kollarıma sardım, üşümüş gibiydim.

Durdu. Derin bir nefes aldı. O nefes sanki göğsüne saplanmıştı. Çenesini sıktı, dudaklarını bastırdı. Yutkundu ama o şey boğazından geçmiyordu. Geçmişin ağırlığı, acı bir anı gibi takılı kalmıştı orada.

Gözleri karanlığa daldı, ama yüzü... kendine bile bakamayacak kadar öfke yüklüydü. Göz kapakları titredi. Dudağının kenarı seğirdi. İçindeki savaş sadece sözlerinden değil, bedeninden de taşınıyordu. Kendine kızgındı—ama bu kızgınlık dışa değil, yalnızca içine akıyordu; sessiz bir yangın gibi.

“Yiğit…” dedim fısıltıyla. Ama söyleyecek söz bulamadım.

O, gözlerini kaldırmadı. Bir an sustu, sonra yeniden konuştu.

“Ben...” dedi, sesi çatladı.

Elini ensesine götürdü, parmakları saçlarının arasında dolaştı, sonra bıraktı. Sanki kendini susturmamak için fiziksel olarak tutması gerekiyordu.

“Sana... bambaşka bir hayat kurmak isterken...”

Ben nefesimi tuttum. İçimde çırpınan bir şey vardı. O an yaklaşmalı mıydım, yoksa tamamen uzaklaşmalı mıydım, bilemedim.

Yüzüne bir gülüş gibi değil, acının izini taşıyan bir ifade yerleşti. O söz, kendine attığı bir tokat gibiydi.

“Fark etmeden... sana âşık olmuş olmamın—”

Sustu. Gözlerini kapattı. Derin bir iç çekişle sanki kendi içini söküyordu.

“Ve en çok da...” dedi, sesi kısıldı, hırıltılıydı. Gözlerini yere indirdi.

“...böyle bir kalbi... kirli ellerimle sevmenin mahcubiyeti.”

Son cümle dudaklarından döküldüğünde, aniden geri çekildi. Yumruğunu balkon demirine vurdu—sert ama çaresizce.

“Siktir...” diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı. Bu bir öfke küfrü değil, bir öz-kinaydı. Kendine yönelmiş, boğazında düğümlenmiş bir acıydı.

Dünyanın sesi kesildi sanki. Sadece kalbimin sesi vardı: hızlı, panik, korkak.

“Senin gibi birine... ben gibi biri…” Başını iki yana salladı. Kendi cümlesini bile tamamlamaya mecali yoktu.

Sessizlik bir kez daha indi aralarına. Ama bu kez… kelimelerin değil, kırık bir adamın sessizliğiydi o.

İçimde bir şey kıpırdadı; titrek ve savunmasız. O itiraf, kırgınlıkla örülmüş olsa da, ilk kez duyduğum bir gerçeğin yankısı gibiydi.

Kalbim, onun kelimelerinin arasından süzülen sıcaklığı fark etti ama aklım hâlâ dağınıktı, anlamaya ve sindirmeye çalışıyordu.

Boğazımda düğümlenen kelimeler vardı, ama onları henüz serbest bırakmaya cesaret edemiyordum.

Gözlerimi ona çevirdiğimde, öfke, pişmanlık ve kırılganlık arasında gidip gelen o yorgun adamın yansımasını gördüm.

İçimde, yıllardır sessizce büyüyen umutla karışık, o ağır yükün altında ezilen başka bir yalnızlık vardı.

Ama kendimi tamamen anlamaya, hissetmeye ya da karşılık vermeye hazır değildim. İçimde adını koyamadığım; hem korktuğum, hem de arzuladığım bir kıvılcım yanıyordu.

Gözlerim buğulandı. İçimde sakladığım ne varsa, o kelimeyle sarsıldı:

Aşk.

O kelime, onun ağzından kırık ve yaralı dökülüyordu. Yalnızca bir itiraf değil, kendine yüklenen bir ceza gibiydi.

Ama benim için—yıllardır ördüğüm kalın, soğuk duvarlardan biri ansızın çatladı.

Ona yaklaştım, ama kelimelerim hapsolmuştu; boğazıma düğümlenmiş, kalbime saplanmıştı.

"Sen..." dedim bir fısıltıyla. "Bana âşık mısın?" Sesim giderek küçüldü. İçimde büyüyen şeyin ağırlığına dayanamıyordu artık.

Yiğit başını kaldırmadı. Gözleri yere saplanmış gibiydi; sanki orada, derinlerde bir kaçış arıyordu. Omuzları düşüktü ama içindeki fırtına hâlâ dinmemişti. Sessizliği, kelimelerden daha çok şey söylüyordu. Artık korkuyordu. O kelimeyi bir daha dile getirmekten, bir daha kırılmaktan, bir daha yüzleşmekten.

Ama ben duymuştum.

Kaçamazdık artık.

Ne o, ne de ben.

Beni gerçekten seviyordu.

Ve bu gerçek... içimde susturamadığım onlarca çığlığı bir anda durdurdu. İç sesim bile sessizliğe büründü. Yüreğimin kenarına kazınmış tüm şüpheler… bir anlığına yerini tek bir düşünceye bıraktı: Onun benimle evlenmek istemesinin nedeni sadece merhamet değildi. Sadece koruma içgüdüsü ya da vicdan değildi. Bu, geçmişin gölgesi değildi artık.

Bu, aşktı.

Kırık. Ürkek. Yaralı. Kendi içinde eksik ama yine de gerçek.

Böyle bir kabullenişi kendime bile fısıldayamazdım. Ama kalbim, onun sesiyle bir başka atıyordu işte.

Gözlerimi ondan ayırmadım. O hâlâ başını kaldırmamıştı. Ama ben onu ilk kez bu kadar çıplak, bu kadar savunmasız görüyordum. O duvar… o görünmez, kalın, soğuk duvar ilk kez çatlamıştı. Ve ben, çatlağın ardından sızan gerçekliği artık inkâr edemiyordum.

"Yemin ederim..." dedi Yiğit, sesi neredeyse nefes gibi kısıktı. "Başka bir yolu olsaydı… seni asla bu yola zorlamazdım. Hissettiklerimle değil… mantığımla geldim buraya kadar. Yine öyle davranırdım. Çünkü—çünkü doğru olan buydu."

Cümlelerinin ardında bastırmaya çalıştığı bir kırgınlık vardı. Kendine mi, hayata mı, bana mı—ayrıştırılamayacak kadar karışmış, düğüm olmuş bir öfke… belki de pişmanlık.

Ve ben… hâlâ yanıyordum.

Aşkın varlığı bile, içimdeki acıyı durdurmaya yetmiyordu.

Gözlerim doldu. Ama ağlamadım. İçimde çığ gibi büyüyen bir şey vardı: Hem ağır hem de sarsıcı bir tür kabulleniş.

Beni onun gözünde bu kadar değersiz hissettiren düşünce bile, neden bu kadar canımı yakıyordu?

Neden bir türlü yok sayamıyordum içimdeki bu sızıyı?

Ona ne zaman bu kadar sığınmıştım, ne zaman tüm kırılganlığımı onun varlığıyla örter olmuştum?

Kendime itiraf edemesem de, onun sevgisinden vazgeçme fikri boğazıma düğüm düğüm oturuyordu.

Bir şey tamamlanmak üzereydi—ne eksik ne fazla—tam yerli yerine oturuyordu.

Sustum. Birkaç saniye sadece onu izledim.

Sonra o soruyu sordum. İçimden değil, en derinimden:

“Ne zamandan beri?”

Yiğit başını yavaşça kaldırdı. Gözleri hâlâ karanlıkta bir noktaya takılıydı ama bu kez kaçmıyordu. Sanki o sorunun, uzun zamandır cevaplamaktan korktuğu tek şey olduğunu biliyordu. Ve artık ilk kez… kaçamayacağını o da kabul ediyordu.

“Ne... ne zamandan beri?” diye fısıldadı.

Sesinde tuhaf bir kırılma vardı; cevabı çoktan içinde taşıyor gibiydi ama o kelimeleri dışarıya dökmek, yıllardır kapalı tuttuğu bir kapıyı aralamak gibiydi. Zaman kazanmak istiyordu, belliydi. Ama artık zaman onun değil... bizimdi.

Gözlerimi ondan hiç ayırmadan, usulca yineledim: “Ne zaman fark ettin... bana âşık olduğunu?”

Sessizlik oldu.

Ama bu sessizlik bir kopuş değildi artık—bir bağ gibiydi. Bir duvar değil; bizi birbirimize ağır ağır yaklaştıran, görünmeyen bir köprüydü. Kalbim hızla çarpıyordu ama içimde garip bir dinginlik vardı. Sanki yıllardır beklediğim cevabın tam eşiğindeydim. Sanki… bir tek kelimeyle her şey değişebilirdi.

Yiğit gözlerini gözlerime kenetledi. Hiçbir şey söylemiyordu ama o bakış... sanki ciğerime saplanmıştı. Öyle sabit, öyle derindi ki, nefes almazsam o an içimde bir şeyin parçalanacağından emindim. İçinde binlerce suskunluk vardı. Sayısız gece, yutulmuş kelimeler, boğazında düğümlenmiş cümleler... Göz bebeklerinde kırılmış hayallerin yankısı titriyordu. Acıyla ama kaçmadan bakıyordu. İlk kez böyle.

Sonunda dudakları usulca aralandı. Sesi titriyordu ama kararlıydı—yıllarca bastırılmış bir itirafın eşiğinde.

“Seni dört yıldır izliyorum, Aslı.”

O kelime ağzından döküldüğünde, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarptı. Geriye çekildim ama gözlerim ondan kopamadı. Zaman bir anlığına durdu. Her şey sustu—sadece o ve ben kaldık. İçimde tarif edemediğim bir karmaşa vardı: korku, şaşkınlık ve kırılgan bir kabulleniş, birbirine çarparak savruluyordu.

O an, sanki bütün anılarım onun gözünden geçmiş gibi hissettim. O bakış... Tanıdığımı sandığım geçmişi yeniden yazıyordu.

“Okula ne zaman girdin, ne zaman çıktın... Evine ne zaman döndün... Kendim yapamadığımda birine yaptırdım. Her adımını, her gölgeni izledim.”

Sesinde çatlaklar vardı. Yorulmuştu. Her cümle, taşıdığı yükün altında biraz daha eziliyordu. Sesi kısıldıkça içimde büyüyen sessizlik boğazıma çörekleniyordu.

“Sabahları nasıl telaşla yürüdüğünü... Akşamları pencerenin önünde nasıl durduğunu... Bazen gülmeye çalışıp beceremediğini... Hepsini gördüm, Aslı.”

“Neden?” dedim. Sesi çıkan ben değildim sanki. Fısıltıya dönüşmüş bir çöküş gibiydi o kelime. Şaşkınlıktan değil—inkâr edemediğim bir kırılganlıktan doğuyordu.

Başını eğdi. Gözleri yere çakılı kaldı. Sanki orada, bir kaçış varmış gibi.

“Korkuyordum. Sana yaklaşırsa… sana dokunursa… İçimden bir parça kopacak gibiydi.”

Yutkundu. Dudaklarını ısırdı. Göz kapakları titredi. Kendini tuttuğunu sandı ama tutamayacağını ikimiz de biliyorduk.

Yüzünde ne af dileği vardı ne de savunma. Sadece saf bir yorgunluk. Her kelimesi bedenine yük gibi asılmıştı.

“Bu günler için kendimi hazırlarken... tek istediğim, senin hayatına devam edebilmen oldu. Ne kadar mümkünse… o kadar iyi olman.”

Bir an durdu. Sonra, gözlerindeki karanlıkta küçük bir kıvılcım çakıldı:

“Saklanırsam... beni görmezsen... güvende kalırsın sandım. Ama seni izlerken... en çok ben kayboldum.”

O an sustu. Sözleri bitti ama yankısı bitmedi. Balkonun üzerine ağır bir sessizlik çöktü. Şehir ışıkları uzaklarda titriyordu; ama bana artık hiçbir şey canlı görünmüyordu. Sanki o anla birlikte her şey durdu. Hava bile nefes almamı istemiyordu.

Kendimi yerde buldum. Ne zaman oturduğumu hatırlamıyorum. Belki de dizlerim artık taşıyamadı bu ağırlığı. Belki de kalbim. Sırtımı balkon duvarına yasladım. Soğuk taş tenime değince irkildim ama geri çekilmedim. Kıpırdamak istemedim. İçimde, hiçbir yere sığamayan bir şey vardı. Kocaman, adı konmamış bir acı. Ve içinde hâlâ onun için atan, inatçı bir sevgi.

Ona baktım. Yüzü gergindi ama gözlerinde başka bir şey vardı: beni hâlâ önemsediğini bağıran bir suçluluk. Görmezden gelemeyeceğim bir çaresizlik. Ve ben, ne kadar kırılmış olursam olayım, o bakıştan kopamadım.

Kalbim... hâlâ onundu. Bu, kaçabileceğim bir şey değildi. Ne zaman başladığını bilmiyorum ama onu sevdiğimi biliyordum. Hâlâ.

“Dört yıl…” dedim içimden. Bir gölge gibi... hep yanımdaymış. Ama ben fark etmemişim. Onun sessizliğinin içindeki kalbi hiç duymamışım. Kendime mi kırgınım, ona mı, bilmiyorum.

“Neden daha önce bir şey yapmadın?” dedim fısıltıyla. Sesim bana bile yabancı geldi. Gözyaşlarım yanaklarımdan sessizce süzülüyordu. Silmedim. Artık saklamıyordum hiçbir şeyi.

“Onun bana verdiği zarar,” diye fısıldadım, bakışlarımı yere indirerek, “fiziksel değildi. Ama sen bunu biliyordun, değil mi?”

Gözlerini kaçırdı. Yumruklarını sıkmıştı, sanki kendine kızıyor, bir şeyleri yutmaya çalışıyordu. Cevap vermeden önce uzun bir an sustu. Ben nefesimi tuttum. Bir şey söylemesini, içimdeki o karanlık boşluğu doldurmasını bekledim.

“Zamana ihtiyacım vardı,” dedi sonunda. Sesi çatlamıştı. “Hiçbir şey öyle kolay olmadı. Kaan’ın gölgesi ortadan kalktığında, sen... sen iyiydin, Aslı. Gülüyordun. Hayatın geri dönmeye başlamıştı. Umudun gözlerinde vardı. Ben seni o yerden çekip almak istemedim. Yarım kalmış bir gençliğin olsun istemedim.”

Kalbim öyle tuhaf attı ki, göğsümden dışarı fırlayacak sandım. “İyiydin,” dedi ya... O ‘iyi’ sandığı hâlimin altında, sırf görünmesin diye örttüğüm ne acılar yatıyordu, oysa. Ama o bilemedi. Bilemedi çünkü… belki de bilirse beni kaybederdi.

Sesi bir an titredi. Derin bir nefes aldı. Sonra gözlerimin içine baktı, ilk kez hiçbir savunma olmadan.

“Sana âşık olmak değil… sana bir hayat vermek istemiştim,” dedi. “Acının, korkunun, şiddetin olmadığı bir hayat. Kendi başaramadığımı sana sunabilmekti derdim. Benim karanlığım sana bulaşmasın diye uğraştım yıllarca.”

İçim sızladı. Ne diyeceğimi bilemedim. Sanki biri göğsümün tam ortasına, kelimelerle dokundu. Onun susarak anlattığı her şey şimdi dökülüyordu önümüze, satır satır değil… yarım kalmış, kırık bir dua gibi.

“Seni hep dışarıdan izledim...” dedi. Bu kez sesi yumuşadı. Daha içten, daha çıplak bir hâl aldı.

“O çekingen halinle… korkularınla… etrafına karşı hep tetikte oluşunla...” Sesi, loşluğun içinde yavaşça süzüldü. Gözlerimin ta içine bakıyordu; kaçamıyordum. Kaçmak istemiyordum.
“İnsanların arasında kendini korumaya çalışırkenki tereddütlerinle, gözlerinin etrafında gezinen o kırılgan endişeyle... Bazen kayboluşunla... ama o kayboluşta bile dimdik duruşunla. İçindeki o saklı cesaretle.”

Yutkundum. İçimde bir şeyler çözülüyordu; yavaş, ama geri dönüşsüz bir şekilde. Yıllardır kendime bile anlatamadığım yanlarımı, o bir bir ortaya döküyor gibiydi. Ve bunu öyle bir sakinlikle yapıyordu ki… Sanki beni ben yapan ne varsa, hepsini biliyordu. Saklamaya çalıştıklarımı bile.

Kalbim... evet, kalbim biraz kırgın hâlâ. Gitmesine. Beni “korumak” bahanesiyle yalnız bırakmasına. Ama diğer yanım... o yalnız kalmaktan yorulmuş, içten içe hâlâ seven yanım… onun gözlerinin içinde huzur bulmuştu. İlk kez biri gerçekten görüyordu beni. Ve ben ilk kez... görünür olmaktan korkmuyordum.

Bir adım attı. Yakınımdaydı artık. Avuçlarımı dizlerimin üzerinde sıkmıştım ama farkında olmadan dizlerimden güç alarak hafifçe doğruldum. Göz göze geldik. O an nefesim kesilmiş gibiydi.

“Yürüyüşünü,” dedi. “Daldığın o uzun sessizlikleri, kimseye fark ettirmeden gelen o gülümsemeyi... Ve hiç beklemediğim anda patlayan o içten kahkahayı...”

Sesi çatladı bir an. Gözlerini kaçırmadı ama sanki kelimeleri içinden söküp çıkarıyordu. “Seni izlerken... sadece seni izlemekle kalmadım ben, Aslı. Seninle beraber ben de büyüdüm.” Yanağıma düşen bir tutam saçı nazikçe geriye itti. Dokunuşu yavaş, temkinliydi. Ama içimde kopan şeylerin hızı onunkinden çok daha fazlaydı.

Bir anda etraf sessizleşti. O anın içinde başka hiçbir ses yoktu. Sadece biz... sadece kalbimin hızla atan sesi. Elini usulca elimin üzerine koyduğunda, başımı hafifçe kaldırdım. O dokunuş, içimdeki duvarlara çarpıp yankılandı. Daha fazla sustu. Gözleri doluydu, ama geri adım atmıyordu. Ve sonra fısıltıya yakın bir sesle, içten, çatlak bir tonda söyledi:

“Sana sadece bir hayat vermek yetmiyor artık bana. Hakkım olmadığını biliyorum... ama istemekten de vazgeçemiyorum. Sana ait olmak istiyorum. Çünkü seni sevmek… benim seçtiğim en gerçek şey.”

Onun gözlerini gördüğümde, içimde bir şey kıpırdadı. Sanki uzun zamandır kilitli tuttuğum bir kapı, o kararlı ama titreyen bakışlarla aralandı. Bir yanım hâlâ korkuyordu; geçmişin bıraktığı izler, güvenmenin ne kadar pahalıya patlayabileceğini ezbere biliyordu. Ama bir diğer yanım… tam da o an, ona bir adım daha yaklaşmak istiyordu. Çünkü sesi, sadece kulaklarıma değil, kalbimin en derinine dokunuyordu.

“Belki bu hakkı kazanmak için daha çok şey yapmam, daha çok mücadele etmem gerek. Belki henüz hak etmiyorum… Ama artık biliyorum; sebebi ne olursa olsun yürümek istediğim yol bu. Gözümü kapattığımda bile seni görüyorum çünkü. Kalbim, hep sana dönen bir yol çiziyor kendine.”

Gözlerimin içine baktı, yutkundu. Gözbebeklerinde karanlıkla karışık bir ışık vardı. Kelimeleri ağır ağır, ama bir o kadar da kararlılıkla döküldü dudaklarından:

“Seninle aynı havayı solumak, aynı gökyüzüne bakmak... Hakkım olmasa bile, seni sevmekten vazgeçmem. Çünkü sen, hayatımda beliren en büyük umut oldun. Her şeyin anlamsızlaştığı yerde anlam oldun. Ben karanlığa gömülürken, sen ışık oldun.”

Balkonun demir parmaklıklarına sırtını vermişti. Şehrin ışıkları, uzakta birer hayalet gibi titreşiyor, gecenin içinden rüzgâr incecik bir bıçak gibi geçiyordu. O ise dimdikti. Hareketsiz. Gözleri karanlığa değil, sanki geçmişe bakıyordu.

Bir adım geri attım. Aramızdaki mesafe ne kadar azalsa da, aramızdaki yük hâlâ oradaydı. Tam içime çekilmişken, sesi birden havayı kesti. Sertti. Kararlıydı. Tonunda telafisi olmayan bir netlik, altında ezilen bir kalp vardı:

“Mahcubum evet.” dedi. Gözlerini benden kaçırmadan, keskin bir nefes aldı. “Ama en başa dönsek… Yine aynı şeyi yapardım.”

O an, zaman dondu sanki. Kulağımda sadece kalbimin sesi vardı; öyle hızlı çarpıyordu ki, bir an kendimden şüphe ettim. O cümleyi söylediğinde, bedenim hâlâydı ama içimde fırtına kopmuştu. "Yine yapardım" dedi. Öyle net, öyle geri dönülmez şekilde. İçimde bir yere, çok derin bir yere saplandı bu söz.

Yüzüme bakmadı. Belki bakarsa kırılacağını biliyordu. Ya da beni kıracağını... Belki ikisi de.

Soğuk rüzgâr bir an kesildi. Hava ağırlaştı. Nefes almak bile zorlaştı.

“Hangi sebebe tutunursan tutun…” diye devam etti, gözlerini karanlığa değil, doğrudan bana çevirdi bu kez. “Benden başka bir yol yok.”

Bu cümle, bir vaatten çok bir bildiri gibiydi. Sanki hayatın önüne koyduğu bütün seçenekleri silmiş, yalnızca kendisini bırakmıştı geriye. Geri dönülmezdi artık. Ve bunu kabullenmemi istiyordu.

Yutkundum. İçimdeki kadın, ona sarılmak istedi o an. “Dur artık,” demek. Onu susturmak, yüzünü ellerimin arasına alıp “Canın yansın istemiyorum” diye fısıldamak. Ama yapamadım. Yapamadık. Çünkü geçmiş, her defasında sessizce aramıza sızıyor, bizi birbirimizden koruyormuş gibi ama aslında uzaklaştırıyordu.

Göz göze geldiğimizde… İlk kez, onun içinde parçalanan bir şeyi gördüm. Hep güçlü, hep kontrollü olan Yiğit… şimdi çökmüştü. Sadece sesi değil, omuzları da titriyordu hafifçe.

"Özür dilerim," dedi fısıltıyla. Gözleri doluydu ama düşmüyordu yaşlar. Çünkü hâlâ güçlü görünmek istiyordu. Hâlâ benim için bir kale olmaya çalışıyordu.

İşte o an… içimde bir şey koptu. Kırgınlık mıydı? Affetme arzusu mu? Yoksa ona daha da yaklaşma isteği mi… bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey, o hâliyle daha çok sevdiğimdi onu. Yorgunluğunu, kırılganlığını, hatta bencilliğini bile…

“İstersen…” dedi yeniden. Kendine küfür eder gibi söylüyordu her kelimesini. “İzin verirsen… bana yaşamak için bir sebep vermiş olacaksın.”

Sustu.

Rüzgâr tekrar esmeye başladı. Ama o kelimeler… içimde kalmıştı. Bıraktığı yankı kolay kolay dağılmayacaktı.

Ve ben…
O an içimde bir şeyin yerinden kaydığını hissettim. Sanki yıllardır içeriye kimseyi sokmamak için kapalı tuttuğum o ağır kapı, kendi kendine aralanmıştı. Ses çıkarmadan, kırmadan, dökmeden... sadece açılmıştı.

Kalbim onun kalbiyle aynı ritimde atıyordu. Nefes alışlarımız bile bir noktada birbirine benzemeye başlamıştı sanki. Yine de, tam olarak neye evet dediğimi bilmiyordum. Ama fark ettim ki… bilmemenin bir önemi yoktu artık.

Çünkü sevgi bazen güvenle başlamaz. Bazen korkuyla sarılırsın birine. Karanlıkta gözlerini kapattığında, elin onun elini arar. Bilinçli bir karar değildir bu. İçgüdüdür. Kalbinin, aklından önce hareket etmesidir.

Onun bana uzattığı el, bir kurtuluş muydu yoksa yeni bir çöküş mü… bunu da bilmiyordum. Bildiğim tek şey, o elin bana ait bir boşluğu doldurduğuydu. Sessizce, ama inatla.

Balkonda esen rüzgâr saçlarımı yüzüme savururken her şeyin sesi sanki uzaklaşmıştı. Şehir uğultusu boğuklaştı, kuş sesleri çekildi, ışık bile perde arkasından süzülür gibiydi. Artık başka bir zaman akıyordu içimde. Bu bir an değildi sadece. Bu bir karar değildi. Bu bir teslimdi.

Nefes almak… O an sanki dünyadaki en zor şeydi. Göğsümde değil, boğazımda atıyordu kalbim. İçimden kelimeler değil, yalnızca suskunluklar geçiyordu; taş gibi ağır, boğazıma düğümlenen sessizlikler. Ve sonra…

O sesi duydum.

“Aşık olduğun bir adamla evlenemediğin için kendimden nefret etsem de… içimdeki bencilliği susturamıyorum. Evet, başka çarem yoktu ama… olur diye ödüm kopuyor artık.”

Sesi, kelimelerden çok daha fazlasını söyledi bana. O an gözlerinde bir şey kıpırdadı. Hayal etmişti belli ki; belki bir anlığına benim ona ‘hayır’ dediğim bir hayatı düşlemişti. Ve o hayal, onun içinde öyle şiddetli çarpmıştı ki, sanki içinden dışarı sığmıyordu artık.

Bir adım attı, gözleri gözlerime kilitlendi. Dudakları titredi, sesi çatladı.

“Sikerim böyle işi. Başka birine âşık olamazsın.”

Kalbimde bir şey paramparça oldu. O cümle… öfkenin içinden fırlamış gibi görünüyordu ama öfke değildi sadece. Kırgınlık vardı içinde. Korku vardı. Umut vardı. Ve en çok da acı.

O an, bakışlarındaki o karışıklıkta kendimi gördüm. Benim de içimde aynı karmaşa vardı. Aşk ve inkar, korku ve ihtiyaç… Beni sevmekten vazgeçmeyen birini kıskanmanın, sahiplenilmenin, sevilmenin ağırlığını ilk kez böyle hissettim.

Kıskanılmak... Sevilmek... Bu duygular bana hep başkalarının hikâyesi gibi gelmişti. Hep dışardan bakmıştım. Ama şimdi, o kelimeler içimde öyle bir yere dokundu ki… yıllardır içimde yankılanan boşluklarda bir şey kıpırdadı. Küçük, kırılgan ama gerçek bir şey… sanki eksik bir parçanın yerini bulması gibi.

Gözlerim dolduğunu ilk o an fark ettim. Ama bu defa yalnızca acıdan değildi… Sanki içimde, uzun zamandır birbirine kenetlenmiş düğümler çözülmeye başlamıştı. Ağrılı ama hafifletici bir şeydi bu. Kalbim hâlâ boğazımdaydı, nefesim ise göğsüme geri dönmeye cesaret edememişti.

İlk defa… biri beni, ben olmamdan dolayı istiyordu. Beni ben yapan her şeyle; kabuklarımla, suskunluklarımla, eksiklerimle.

Ve o söz.

"Başka birine âşık olamazsın."

Ne bağırarak söylenmişti, ne yalvararak. O kadar sakindi ki sesi… ama altında öyle bir yangın vardı ki, içimdeki en sessiz yerleri bile alev aldı. Sanki sesi değil, içimde yıllardır yankılanan korkularım titredi.

O an göz göze geldik.

Onun gözlerinde bir isyan vardı ama bana değil — kadereydi belki de, hayatın bizi ne hale soktuğuna.

Ona bakarken geçmişin içine düştüm. Kaçtığım her yüzleşme, bastırdığım her duygu, duymazdan geldiğim her gerçek birer birer yüzeye çıkıyordu. Anladım ki… Yiğit hiç gitmemişti. Ben ondan kaçtığımı sanarken, o hep oradaydı. Adımı sessizce söyleyen, düşerken bile beni gözleriyle yakalamaya çalışan bir sesti belki. Görmek istememiştim. Çünkü birine güvenmek, bir gün onun yokluğuyla yüzleşmek demekti. O acıya hazır değildim.

Ama şimdi…
Onun varlığı, içimdeki en karanlık boşlukları bile ışıkla dolduruyordu. Kırıklarım hâlâ oradaydı, evet… ama artık canımı yakmıyorlardı. Onun yanında, kendi ellerimle açtığım yaralara bile dokunmaz olmuştum.
Ve ilk kez… biri beni yıkmadan da sevebilir gibi geliyordu.

“Biz” olmak… tuhaftı. Sarsıcıydı. Ama onun gözlerindeki kararlılık, içimdeki o eski, soğuk karanlığı mum ışığı gibi aydınlatıyordu. Beni görüyordu. Gerçek hâlimle. Kusurlarımla, geçmişimle, yaralarımla… Ve buna rağmen kalmak istiyordu. İşte bu, her şeyden daha çok dokunuyordu bana.

Karnımda tanımsız bir kıpırtı hissettim. Ne tam olarak heyecan, ne yalnızca korkuydu. Sanki içimde yıllardır kıpırdamadan bekleyen bir kuş, ilk kez kanatlarını açmaya karar vermişti. Bu his, minnettarlığın çok ötesindeydi. Belki de yıllar boyunca farkında olmadan ördüğümüz bağın, artık kendini göstermeye karar verdiği andı bu.
Ve ben, o bağın tam ortasındaydım.

“Seni seviyorum” diyememiştim henüz… belki kendime bile. Ama kalbim, o cümleyi çoktan onun ismiyle birlikte fısıldıyordu.
Gözlerimi ondan ayırmadım. İçimde bir şey değişmişti. Geri dönüşü olmayan bir yerden… Sanki kalbimde sessizce uyuyan bir şey, onun bakışlarıyla birlikte uyanmaya başlamıştı. Yiğit'e her baktığımda, geçmişte kaçtığım ne varsa, bir bir yüzünü gösteriyordu bana. Ama artık korkutmuyorlardı. Çünkü bu kez yanımda o vardı. O korkulara bile anlam katan bir şeydi onun varlığı.

O bakışların içinde, ilk kez kendime bir yer açmak istedim. Eksik değil, tamam hissettiren bir yer.

Ve ilk kez… beni gerçekten isteyen biri vardı karşımda. Ne değiştirmeye çalışan, ne saklamamı isteyen. Sadece olduğum gibi…

Ama onun söyledikleri kadar, söylemedikleri de içime dokunuyordu. O sessizlik… derin bir bekleyiş gibiydi. Uzun zamandır içinde taşıdığı bir savaş vardı belli ki. Henüz tamamını bilmiyordum. Ama bir yanım, çoktan teslim olmuştu o sükûnete.

Ama onun bana söyledikleri kadar, söylemedikleri de içimi titretmişti. O kadar derindi ki o sessizlik, bana bir ömür süren bir bekleyiş gibi geldi. Ve ben, onun içindeki savaşı hâlâ tam bilmesem de, bir yanım çoktan teslim olmuştu o sükûnete. Belki de onu çoktan sevmiştim. Ama ben hiçbir sevgiyi böyle tanımamıştım. Bu yüzden hissettiğim şeyi tanımlayamadım önce. Korktum. Kendimden, ondan, bizden…

Aramızdaki sessizlik, kelimelerin bile sığamayacağı kadar ağırdı. Yiğit başını hafifçe eğdi, gözlerini kaçırmadı. Dudakları kıpırdadı önce—ama kelime dökülmedi. Nefes aldı. Öyle derin, öyle keskin ki, sanki içindeki bütün yükü o nefese doldurup bırakmaya çalışıyordu.

Sonra konuştu.
“Beni sevmediğini biliyorum…”

Söz, gecenin içine çivilendi. Benim içime de.
Bir an, göğsümün ortasına görünmez bir darbe yemişim gibi hissettim. Boğazım kurudu. Nefes alamadım.

Yiğit’in sesi çatlamıştı ama devam etti. Yutkundu önce. Gözlerini bir an gökyüzüne kaldırdı, sonra tekrar bana döndü.
“…Ve buna rağmen… bu evliliğin gerçek bir evlilik olacağını da…”
Sustu. Dudaklarının kenarı seğirdi. Gözleri parladı, ama bu bir umut değil… kırık bir kabullenişti.
“…ikimiz biliyoruz.”

Her kelime, bir taş gibi düşüyordu içime. İçimde bir şey parçalanıyordu ama ses çıkarmıyordu. Sadece sessizlik vardı; ağır, boğucu bir sessizlik.

Yiğit bir adım attı. Yüzüme daha yakındı artık. Nefesi tenime değdi. O kadar yakındı ki, kalbinin attığını duyar gibi oldum.
Sesi iyice kısıldı. O kadar kısıldı ki, sanki yalnızca bana ulaşsın istiyordu:
“Ama…”

Dudakları titredi. Gözleri karardı. İçindeki savaşın bütün izleri oradaydı.
“…bana nefretle bakan biriyle bunu yaşamak…”

Bir an, durdu. Gözlerini kapadı. Nefes verdi. Öyle bir nefes ki, içinde hem öfke hem teslimiyet vardı.
Sonra, gözlerini tekrar açtı. Baktı bana. Öyle derin, öyle çıplak bir bakışla ki, gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama yapamadım.
“…düşündüğünden çok daha zor olacak benim için.”

O son cümle, bir itiraf değil, bir yara gibiydi. Üzerime değil, içime aktı. Bir şey söylemek istedim. Dudaklarım kıpırdadı ama ses çıkmadı. Çünkü anladım: O sadece kırgın değildi. O, benim sessizliğimde boğuluyordu.

Ondan nefret etmiyordum. Bu yanılgıya düşmesi canımı yakıyordu; kendinden nefret etmesi ise kalbimde ona karşı bağışlayıcı pencereler açıyordu. Hep çok sevdiğim biriydi; yıllardır yanımda olan, bana güven veren biriydi… Ama son zamanlarda kalbimi sıkan, boğan o sevgi, çok daha derin, karmaşık bir duyguya dönüşmüştü.

Ona sığınmış, güvenmiştim. Hayatımın en sağlam dalıydı; ama şimdi o dal, hem koruyan hem de esir alan bir ip gibi geliyordu bana. İçimde büyüyen bu his, korkutucu olduğu kadar büyüleyiciydi. Bazen anlam veremediğim, sorguladığım, kaçmak istediğim bir şey… Kalbimi sıkıştıran, boğan ama bırakmadığı için vazgeçemediğim bir duygu.

Her bakışında, her sözünde, yıllardır sakladığım bu karmaşık sevgiyi biraz daha derinleştiriyordu.

“Senden nefret etmiyorum ben.” dedim bu cümleyle ne yapacağını yada nereye vardırması gerektiğini ben bile bilmiyordum.

Gözlerime baktı, içinde şaşkınlık ve bir nebze umut vardı. Ama ne yapacağını, nasıl tepki vereceğini bilmiyordu.

Bir süre sessizlik sürdü. Sanki o an, tüm dünya durmuştu. Nefeslerimiz birbirine karışıyor, ama kelimeler hâlâ aramızdaki duvarı yıkmaya yetmiyordu. Sonra usulca devam ettim:

“Bu… bu hislerim, sadece sana karşı değil. Kendime karşı da bir savaştı. Ama bilmeni istiyorum ki, ne kadar karmaşık ve zor olursa olsun, bu duyguların içinde nefret yok.”

Yüreğimde kırgınlık ve özlem birbirine karışırken, onun gözlerindeki derinliği görüyordum. İçindeki savaş bitmemişti, ama bir kapı aralanmıştı belki de… Belki de bu ilk küçük adım, bizi gerçek bir yüzleşmeye götürecekti.

Kalbim sıkışıyor, ama bir yandan da umut ediyordum. Çünkü belki de suskunluklar içinde boğulan bu ilişki, bu kez kelimelerle, gözlerle, hislerle var olabilirdi.

Ve ben, o an her zamankinden daha çok istiyordum onun yanında olmayı — ne olursa olsun.

Yiğit’in bakışları gözlerime saplandı. Gölge gibi duran sessizlik, bir anda onun sesiyle kesildi—fısıltı kadar yumuşak, aynı zamanda bıçak gibi keskin:

“Bunu bilmem yetmez, Aslı.”

Bir adım daha attı, artık nefesi tenime dokunuyordu. Sesindeki titrek güç kalbimi sarsıyordu.

“Sen izin versen de vermesen de… hayatında olacağım. Çünkü başka bir yolu yok. Seni bırakmam mümkün değil.”

Sesi yumuşak, kelimeleri sertti. Ama içindeki duygu, bütün duvarları yerle bir ediyordu.

Kısa bir duraksamadan sonra, sesi daha da kısıldı. Dudakları titredi, bakışları derinleşti:

“Ama… iznin olmadan yaşayacağım her an, bana azap oluyor. İçimde, senin istemediğin bir hayata seni zorlayan yanım nefes almıyor. Eğer içinde… ufacık bir ihtimal bile varsa bize dair, buna son verebilirsin.”

Bakışları gözlerimde kilitlendi, sanki en çıplak hâliyle önümde duruyordu. Ne bir zırh kalmıştı üzerinde, ne de duvar. Sadece yaralı bir adam, bütün gerçeğiyle karşımdaydı.

Kalbim deli gibi atıyordu. Boğazımdaki düğüm daha da sıkılaştı. Gözlerimi kaçırmak istedim, ama yapamadım. Dudaklarım kurudu. “Yiğit…” dedim, sesim kısık, neredeyse duyulmaz bir fısıltı gibiydi.

O bir adım daha yaklaştı, bakışlarını hiç bırakmadan:

“Bana bir şey söyle, Aslı. Suskunluğunla değil… gerçekten söyle.”

Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. İçimde binlerce ses bağırıyordu ama hiçbir kelime dudaklarımdan çıkmıyordu. Sadece onu izliyordum; gözlerindeki o çaresiz kararlılık, nefesimi kesiyordu.

Ve anladım… bu artık kaçabileceğim bir şey değildi.

Dolmuş gözlerimle, söyleyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Ama o anda ihtiyaç duyduğum tek bir şey vardı.

Boğuk, çatallı bir sesle, içimde titreyen çocuk hâlimle sordum:
“Sana… sarılabilir miyim?”

O an, dudaklarımın arasından çıkan söz bile bana yabancı geldi. Kendime ait değildi sanki; yıllarca susmuş bir yanımın ilk kez konuşmasıydı. Sesim, bir fısıltıdan bile kısıktı ama Yiğit duymuştu. Başını kaldırdı. Gözlerimiz çarpıştı.

Gözlerinde öyle bir şey vardı ki… kelimelere sığmazdı. Kırık, yorgun, aç ama hâlâ güçlü kalmaya çalışan bir şey. Sanki içinde binlerce suskunluk yankılandı o bakışın altında. Dudakları titredi, nefesini tuttuğunu fark ettim.

 

Sonra derin bir nefes aldı. Sanki benim o cümlem, göğsüne saplanmış bir yükü hafifletmişti. Dudaklarının kenarında inanamaz bir gülümseme belirdi. Ve hiç tereddüt etmeden… sımsıkı sarıldı bana.

Ama bu öyle bir sarılıştı ki, basit bir dokunuş değil, bütün yaralarını benimle kapatmaya çalışan bir adamın sarılışıydı. Kolları, sanki yıllardır kaybetmekten korktuğu bir şeyi sonunda bulmuş gibi sıktı beni. Göğsüne yaslandığımda, kalbinin delicesine attığını hissettim. O ritim, içimdeki tüm korkuları susturuyordu.

Gözlerimi kapattım. Kalbim onunkiyle aynı hizada çarparken, anladım: Bu sadece bir sarılma değildi. Bu, bir teslimiyetti. Benim için de onun için de.

Ve fısıldadı kulağıma, sesi titreyerek ama kararlılıkla:
“Seni asla bırakmayacağım. Ne olursa olsun.”

Nefesim kesildi. O an anladım ki… artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Kollarında kaybolmuş gibiydim. Sarılışı öyle kuvvetliydi ki, içimde yıllardır ördüğüm bütün duvarlar birer birer yıkılıyordu. Onun kokusu, sıcaklığı, nefesinin tenime değen titreyişi… her şey fazlaydı. Ama hiçbir şeyden kaçmak istemiyordum.

O an zaman durmuştu. Dünyada sadece biz vardık.

Onun kollarında kaybolmuşken, zaman durmuştu. Dünyada sadece biz vardık. Kokusu, nefesi, kalbimin ritmine karışıyordu. Ve o an, yıllardır susturduğum bütün duygular bir bir yüzeye çıkıyordu. Kaçacak hiçbir yerim kalmamıştı.

Yiğit başımı okşarken, göğsüne yaslanmış hâlde hissettim… titriyordu. Sadece nefesi değil, sesi de titriyordu.

“Aslı…”
Adımı söylerken, sesindeki çatlak içimi delip geçti. O tek hecede, ne kadar yara aldığını duydum.
“Bunu sana daha önce söylemeliydim… Belki yüz kere… bin kere…”
Sustum. Dinledim. Nefes bile almadım. Kalbim, artık sadece onun sesiyle var oluyordu.

Gözlerini kaçırmadı, aksine daha derin baktı. Sanki yıllardır sakladığı her şeyin hesabını bu bakışla veriyordu bana.


“Biliyorum…” dedi, sesi kısık ama taş gibi ağır. “Seni çok zorladım. Kendi korkularımla, seni zincirledim. Özgürlüğünü aldım. Özellikle Kaan konusunda…susturmak istedim seni. Çünkü sustuğun sürece güvende olacağına inandım. Ama…” Yutkundu. Dudaklarının kenarı titredi. “Ama o sessizlik… Gözlerimin içine bakıp sustuğun her an… şimdi içimde yara gibi duruyor.”

Ellerini yüzüne götürdü, saçlarına bastırdı. Bir an kendini ayakta tutmaya çalışan bir adam gibiydi. Derin bir nefes aldı, ama sesindeki kırılganlık hâlâ oradaydı.


“Öfkeliydim…” dedi, gözleri karanlık bir gökyüzü gibiydi. “Kaan’a, geçmişe… hayata. Ama en çok da kendime. Ve o öfkeyi bazen sana yönelttim. Biliyorum. Sertliğim…” Gözlerini kapadı, dudaklarından kopan nefes ince bir çizik gibi içime aktı. “…hiçbir zaman sevgisizlikten değildi. Ama düşününce… sen bana bakarken korktuğunu bilmek…” Yutkundu, bakışlarını tekrar bana kaldırdı. “İşte bu… benim için en büyük ceza oldu.”

Gözleri gözlerimdeydi hâlâ. Kaybolmak ister gibi, ama aynı zamanda kalmak için çırpınır gibi.

“Biliyorum... beni affetmen zaman alacak. Belki hiçbir zaman tam olarak olmayacak. Ama bilmeni istiyorum; o zor anlarda seni sahiplenmekle bastırmak arasındaki o ince çizgiyi kaybettim. Ve bu hatanın yükünü hep taşıyacağım.”

Derin bir sessizlik çöktü aramıza. Ama bu kez o sessizlik, küslükten değil… bir tür arınmadan doğmuştu.
Yiğit’in gözleri yine benimkilerdeydi. Sesindeki titrek ton, içindeki kırılganlığı ele veriyordu. Kelimeleri boğazında düğümlendi, ama yine de vazgeçmedi:

“İçimde bitmek bilmeyen bir savaş vardı. Sen bana korkarak bakarken, ben senin yanında olmanın sevincini bile kendime çok görüyordum. Hem kendimle savaşıyordum… hem de fark etmeden seninle. Çok hata yaptım. Biliyorum. Ama… içtenlikle söylüyorum, Aslı… gerçekten, özür dilerim.”

O an… Kalbimin içinde yıllardır kilitli kalan bir kapı sessizce aralandı. Yiğit, özür dilemişti. Gerekçesiz, bahanesiz, sadece içten bir “özür dilerim”le. O bildiğim Yiğit, ilk kez kalkanlarını indirmişti. Ve o savunmasız hali… bana hiç olmadığı kadar güçlü, hiç olmadığı kadar gerçek geldi.

Bir şey demedim. Sadece yaklaştım. Ellerini tuttum. Parmaklarım, geçmişin sertliğini hâlâ taşıyordu. Acılarla şekillenmiş, suskunluklarla çatlamıştı ellerim. Ama artık... onun elleri yakmıyordu. Sadece içimi ısıtıyordu. İçimde üşüyen yanımı yavaşça sarmalayan bir sıcaklık gibi.

Yine bir sessizlik çöktü aramıza. Ama bu defa, içinde bir yük değil, bir hafiflik taşıyordu. Bir teslimiyetin, bir kabullenişin hafifliği. Başımı usulca onun göğsüne yasladım. O an... ikimiz de hazırdık. Yaralarımızı inkâr etmeden, geçmişi görmezden gelmeden; ama geleceği birlikte göğüsleyebilecek kadar hazır.

Kolları bedenimi sardı. Sıkı ama kırmadan, sahip çıkan ama özgür bırakan bir dokunuşla. İşte o an anladım; uzun zamandır aradığım şey buymuş. Sadece bir sarılma değil bu. Bu, yıllardır içimde taşıdığım sessiz çığlıkların duyulmasıydı. Kalbimin, ruhumun, en derin yaralarının sarılmasıydı. İçimden, uzun zamandır tutulan bir nefes boşaldı. Görünmez bir yük, ilk kez biraz hafifledi.

Gözlerimi kapattım. Konuşmak istemedim. Düşünmek de... Sadece orada, onun kollarında kalmak istedim. Onun varlığını, soluğunu, yavaşlayan kalp ritmini hissetmek… İyileşmenin sessizliğini dinlemek istedim.

Çünkü uzun zamandır kimsenin omzuna yaslanmamıştım. Uzun zamandır birinin sadece varlığı bana iyi gelmemişti. Ve belki de ilk kez… güçlü olmak zorunda hissetmedim kendimi. Omzuna yaslandığımda dağılmadım. Aksine… biraz daha birleştim. Kendimi, parçalarımın birleştiği o yumuşak anın içinde yeniden buldum.

Bir süre öylece kaldık. Ne o bir şey söyledi, ne ben. Ama bu sessizlik… iyileştiriciydi. Sanki kelimelerin anlatamayacağı bir anlaşma vardı aramızda. Onun sessizliği, içimde yıllardır yankılanan boşluğu dolduruyordu. Ve o doluluk… beni ağlatmakla avutmak arasında bir yerde tutuyordu.

Ama sonra… içimde başka bir ses yükseldi. Derinlere gömdüğüm, bastırdığım, üstüne beton döktüğüm bir sızı vardı. Sustuklarım ağır geliyordu artık. Sustum, sustum, sustum… ama artık susamıyordum.

Başımı yavaşça kaldırdım. Gözlerim doluydu, ama bu kez kaçmadım. Baktım. Derin, ağır, sessiz bir yerden gelen kelimelerle konuştum:

“Ben abimi sadece bir abi olarak sevmedim, Yiğit.”

Sözlerimle birlikte gözyaşlarım süzüldü. Birer birer. Sanki her biri, yıllardır bastırdığım bir anının kırık parçalarıydı. Tenimde dolaşan hatıralar, gözlerimden akıyordu şimdi.

“O… benim annemdi, babamdı. Onlar yoktu çünkü. Çok küçüktüm gittiğinde ikisi de. Öylece kaldım. Sanki herkes sessizce çekildi hayatımdan. Ama o… abim... o gitmedi. Gitmedi sandım. Her şeyim oldu. Bir çocuğun geceleri altına sığındığı yorgan gibi… sabahları başucunda bulacağı tek şeydi abim benim.”

Her kelime, boğazıma düğümlenen geçmişin yükünü aralayarak çıkıyordu. Gözlerim boşluğa dalmıştı ama bakışlarım, yıllar öncesinin loş ve sessiz bir köşesine saplanmış gibiydi. Konuşmak acı veriyordu; ama susmak, tarifsiz bir yalnızlıktı.

“Yalnız kalmamak için onun sesine tutundum ben…” dedim usulca, sesim kırık bir melodinin yankısı gibiydi. “Ağlamamak için onun güçlü duruşuna... Gülümsemeyi öğrendiysem, ondan. Ben… hayatta kaldıysam, onun yüzünden. Çünkü hep bir gün... her şeyin daha iyi olacağına inandım. Onunla...”

Kelimeler dudaklarımda titredi, yutkundu. Ellerimi dizlerimde sıkıca kenetlemiştim, parmaklarım bembeyaz kesilmişti artık. Gözyaşlarım, sessizce yanaklarından süzülürken bedenimde sarsıntılar başlamıştı.

“Beni gerçekten koruduğuna inandım,” diye fısıldadım. “Sırtımı dayayacak birini değil, tüm dünyaya karşı bir dağ arıyordum. Ve ben o dağı, abimde gördüm. O yüzden bir gün… benliğimi, hayatımı, her şeyimi… hiç düşünmeden feda ettim.”

Derin bir nefes aldım ama o nefes, ciğerlerime değil, acının tam ortasına saplandı. Omuzlarım çöktü.

“Onun için ölümü göze aldım,” dedim, sesim bir anlığına yükseldi, sonra yeniden kırıldı. “Çünkü zaten… o olmazsa ben bir ölüydüm.”

Sustum. Ama sessizlik, içimdeki küçük Aslı'nın haykırışını bastıramıyordu. Gözlerim, geçmişin puslu penceresinden içeri bakar gibiydi; orada, kırık oyuncakların, sessiz gecelerin, kimsesiz duaların arasında kalan o çocuğa...

“Ben abimi... öyle çok seviyordum ki...” Nefesim hızlandı. Dudaklarım titriyordu. “Hâlâ seviyorum biliyor musun? Hâlâ bir yerimde, çocuk gibi... onun beni sevdiğine inanmak istiyorum. Beni feda etmediğine... sadece bir hata yaptığına inanmak istiyorum.”

Dudaklarım arasından dökülen kelimeler artık daha keskin, daha çıplaktı.

“Ama gerçeği gördüm bu akşam. Beni... gözünü bile kırpmadan ona verecekti. Beni, canını korur gibi saklaması gereken abim…”

Ellerim yavaşça dizlerimin üzerinden ayrıldı. Boşlukta asılı kaldılar. Parmaklarım, bir şey arar gibi havayı yokladı; tutunacak bir şey yoktu artık.

“Annem yoktu, babam yoktu. Ama bir umut, bir hayal… abim vardı. Ve şimdi… o da yok.” Gözlerim donuktu. “Ben bugün... gerçekten öksüz kaldım, Yiğit. İlk kez. Tüm kalbimle, tüm gerçeğimle.”

Sustum. Gözyaşlarım yanaklarımda serbestçe akıyor, ellerim dizlerimin üzerinde güçsüzce duruyordu. Boşlukta. Ama içimde, derinlerde bir yer... yıllar sonra ilk kez sessizce kanamayı durduruyordu. O eski yaraya artık sadece kan değil, bir ses de akıyordu. Kendi sesim.

“Sonra sen geldin…” dedim kısık, çatallı bir sesle. “Zorla… sertçe… bazen sınır tanımadan. Beni itip kakarak değil, ama sarsarak. Uyumamı değil, uyanmamı sağlayarak. Herkes geri çekildiğinde sen yaklaştın. Herkes sustuğunda sen söyledin. Korkularımı bile benden önce fark ettin. Elimi tuttun. Ben mi? Senden korktum. Çok. Sana öfkelendim, seni suçladım, kaçtım. Defalarca. Ama sen... bir adım bile geri çekilmedin.”

Yutkundum. Boğazıma oturan o eski düğüm hâlâ oradaydı ama bu kez beni susturamadı. Bu kez onun üzerinden geçtim. Kendi sesimi oradan çıkardım.

“O yüzden… minnet duyuyorum sana,” dedim, kelimeleri yavaş yavaş, ama titremeden. “Çünkü seninle yan yana yürümek… bana planlamadığım bir güç verdi. Sadece dışarıya değil, kendime bile itiraf edemediğim bir güç. Acımı inkâr etmeden güçlü kalmayı öğrendim seninle. Belki de hiç istemediğim kadar gerçek, acıtan, ama dürüst bir güç.”

Sözler içimden dökülürken, bir başka ağırlık usulca yerini hatırlattı. Daha derinde bir şey… yalnızca kelimelerle hafiflemeyen bir yük. Bedene işlemiş, zamanla kemiğe karışmış gibi.

Gözlerim yavaşça elimin üstüne kaydı.

Parmağımdaki yüzük…
Kaan’ın bana taktığı o soğuk metal halka. Dışarıdan bakıldığında sıradan. Ama bana her gün biraz daha dar gelen, içime içime bastıran o zincir. Yıllardır taşıyordum. Sessizce. Unutarak değil, unutur gibi yaparak. Onun bana ait olmadığını bilerek… ama yine de parmağımda tutarak.

Onca zaman... neyi temsil ettiğini bile bile… sustum. Taşıdım. Çünkü bazen mecbur kalıyorsun. Bazen korkuyorsun. Bazen sadece ne yapacağını bilemiyorsun. Ama artık...

Artık başka bir yerdeydim. Aynı bedenin içinde ama başka bir ruh halindeydim. Artık gözümü açtığımda sadece karanlığı değil, içimdeki ışığı da görebiliyordum.

Ve bu...
O yüzüğün sembol ettiği hiçbir şeye ait olmadığımı biliyordum artık.

“Bu… artık bana ait değil,” dedim. Sesim fısıltı gibiydi, ama içinde bıçak gibi keskin bir kesinlik vardı. Öyle bir kesinlik ki, titrek değil; sarsılmaz. Fakat yine de gözlerimin içinde yavaş yavaş çözülen bir hüzün geziniyordu. Çünkü o yüzük yalnızca Kaan’ı temsil etmiyordu. O yüzük, aynı zamanda yıllar boyunca içimde sessizce büyüyen korkularımın, konuşulamamış cümlelerimin, kabullenmek zorunda kaldığım hayal kırıklıklarının simgesiydi.

Parmağımdan yüzüğü çıkardım. Yavaşça, neredeyse bir vedayı okşar gibi. O küçücük harekette, içimde bastırdığım nice yılın yankısı gizliydi. Bir hayatı sırtlayıp taşımanın, sessizce sevilmemeyi kabullenmenin, kendini unutmanın yükü.

Yüzük avucumun içine düştü. Ellerim titriyordu ama yüreğim garip bir berraklığa kavuşmuştu. Sanki içimde bir fırtına dinmiş, sis perdesi aralanmıştı. Yıllardır boğazımda düğüm olan şey ilk kez bu kadar açık, bu kadar sade ve bu kadar hafifti.

Gözlerim, elimde duran o küçük metal halkaya takıldı. Soğuk, sade, suskun… Ama bir o kadar da güçlü bir sembol. Beni susturan, yönümü çalan, sesimi bastıran bir geçmişin halkasıydı. Ve şimdi, onun ellerimde olmasının hiçbir anlamı kalmamıştı. Çünkü artık ben başka biriydim. Daha güçlü, daha farkında, daha cesur biri.

Avuçlarımda tuttuğum o yüzüğü titreyen parmaklarımla aldım ve soğuk zeminin üzerine bıraktım. Çıkan o ince, tiz ses — bir devrin kapandığını, bir zincirin artık kopmuş olduğunu ilan eder gibiydi.

O an, içimde bir kapı aralandı. Geçmişin değil; geleceğin kapısı. Korkunun değil; özgürlüğün eşiği. Ve ben, o kapıdan ilk adımı atmaya hazırdım.

Kafamı kaldırdığımda, Yiğit’in gözleri çoktan üzerimdeydi. Yüzünde en ufak bir şüphe yoktu; sadece... derin bir şaşkınlık vardı. Ama o şaşkınlığın içinde, gözlerimi yerle bir eden başka bir şey daha saklıydı: saf, içten ve bastıramadığı bir sevinç. Bu, onun için küçük bir zafer değildi; yavaş yavaş, usul usul inşa edilen bir güvenin, yılların sessiz kutlamasıydı.

Nefesini tutmuş gibiydi. Gözleri bir an doldu, sonra hafifçe kırpıp dudaklarının kenarında zar zor tuttuğu incecik bir tebessüm belirdi. Elini alnına götürüp hafifçe ovuşturdu, ardından başını yavaşça iki yana salladı; kıkırdar gibi, rahatlamış ama aynı zamanda derin bir nefes salıverdi.

“Biliyor musun...” dedi, sesi hem titrek hem yumuşaktı, “bu anı hep hayal ettim. Ama hiç sanmazdım... gerçekten buna cesaret edebileceğini. Çünkü seninle ilgili en çok sevdiğim şey... aynı zamanda en çok korktuğum şeydi: gücün.”

Gözleri yüzümde usulca dolaştı; dudaklarının kenarında zorla bastırdığı o hafif tebessüm hâlâ oradaydı. Yavaşça diz çökerek önümde durdu, ellerimi nazikçe tuttu. Titreyen parmaklarımı avuçlarının içinde, sanki dünyadaki en kıymetli hazinesini korur gibi sardı. Yüzümdeki tereddütü, içimdeki kırılgan umutları derinlemesine hissetti; gözlerinde uzun bir sessizlik vardı.

“Kendi başına yaptın bunu,” dedi alçak ve yumuşak ama kesin bir sesle. “Sadece bana değil… kendin için verdiğin bir karar bu. O yüzüğü çıkarmak, geçmişin yükünü geride bırakmak… senin verdiğin bir savaştı. Ben yanında olmaya çalıştım sadece. Ama asıl güç sende, Aslı. Tüm yaralarına, tüm kırılganlığına rağmen dimdik ayakta duran sende.”

Sanki içinde patlayan o mutluluğu daha fazla tutamadı. Ellerini yavaşça yüzüme götürdü; avuçları, hafifçe titreyerek yanaklarımı sardı. Başparmağıyla gözümün altına dokundu; orada birikmiş ama henüz düşmemiş yaşları hissetti belki de. O bakış—sadece gözlerime değil, ruhuma da işleyen o bakış—bana geçmişimin tüm ağırlığıyla birlikte, hâlâ sevilmeye layık olduğumu anlatıyordu. İlk kez böyle hissettim; kırıklarımı görüp, onlara rağmen beni kucaklayan biri vardı.

“Hayatın… hayal ettiğin gibi gitmiyor, biliyorum,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. “Ama seninle birlikteyken, hangi fırtına koparsa kopsun, dimdik ayakta kalabileceğimi hissediyorum. Çünkü senin varlığın, bana güç veriyor. Seninle yürümek... en karanlık yollarda bile umut bulmak demek benim için.”

Sözleri kalbimi sıkıştırdı; gözlerimi zor tutuyordum, ama ağlamak istemiyordum. Derin derin gözlerime baktı, o anda her şeyin önemi kalmamış gibiydi. Bir adım daha yaklaştı, alnını usulca alnıma yasladı. Zaman o an donmuştu; nefesimizi bile hissetmedik.

“Ben çok mutluyum, Aslı,” diye fısıldadı usulca, sesi kalbimde yankılandı. “İlk defa… gerçekten, içtenlikle mutluyum.”

Omzuma dokundu, sonra kollarını nazikçe doladı etrafıma; bu yakınlık artık sığınmak için değil, paylaşmak içindi. İçimdeki küçük kuş, sadece kanat çırpmıyor, özgürce uçmaya başlamıştı. Hafifçe çırpınan kanatlarının sesi kalbimin derinliklerinde yankılanıyordu.

Ve ben... belki de hayatımda ilk kez, biriyle birlikteyken daha eksik değil, daha tam hissediyordum. Yiğit’in mutluluğu, o sessiz ama güçlü ışık, yavaşça bana da bulaşıyordu.

Ayağa kalkarken kalbim artık yerli yerindeydi. Hâlâ kırık, hâlâ yorgundu belki… ama darmadağın değildi artık. Yiğit’in eli elimdeydi; ne sıkı ne de gevşek… sadece oradaydı. Sessiz bir varlık gibi, güvendiğim bir liman gibi. Onunla yan yana durmak artık bir tercih değil, bir varoluş hâline gelmişti. Sanki biz hep böyleydik. Hep böyle olacaktık.

O an anladım: Korkular gitmiyordu, evet. İçimde hâlâ yankılanan karanlık sesler vardı. Ama onların üzerine eklenmişti şimdi başka bir ses… sessiz ama güçlü, kelimesiz ama derin bir yankı: “Yanındayım.” Yiğit’in gözlerinden çıkan, kalbime doğrudan ulaşan o sessiz cümleydi bu. İlk kez kendimi gerçekten güvende hissettim. Artık yalnız değildim. Acıyı, korkuyu, geçmişin yükünü tek başıma taşımam gerekmiyordu.

Sessizce yürümeye başladık. Ayak seslerimiz, evin tahta zemininde hafifçe yankılanıyordu. Ama içimdeki sessizlik… o bambaşkaydı artık. Dışarıdaki dünya ne kadar sakinse, içimde de o kadar huzur vardı. Yanımda sadece o vardı ve o, bu hayatın en gerçek haliydi.

Odaya geçtiğimizde her şey farklı görünüyordu gözüme. Duvardaki tablo biraz eğrilmişti — daha önce fark etmemiştim bile. Penceredeki çiçek kurumuştu; hiç dikkatimi çekmemişti. Şimdi… her detay, sessiz bir hikâye anlatıyordu sanki. İçimdeki fırtına dinmiş, yerini dingin bir boşluğa bırakmıştı. Karmaşanın hüküm sürdüğü yerde artık huzur sessizce filizleniyordu.

Kapıdan birlikte girdiğimizde zaman bir anlığına durakladı. Ne geçmişin ağır gölgesi vardı omzumuzda, ne de geleceğin bilinmezliği. Sadece o an vardı. Sadece biz vardık.

Sessiz adımlarla ilerledik. Ama bu sessizlik boş değildi; içi dolu, anlamla örülüydü. Her adımda biraz daha çözülüyor, biraz daha kendime geliyordum. Odanın tam ortasında durduğumuzda Yiğit, elimden tutup nazik ama kararlı bir dokunuşla kendine çevirdi beni. Gözlerinde bir fırtına kıpırdanıyordu — derinlerde saklı, sözcüklere sığmayan bir hazırlık. Sonra cebine uzandı ve küçük, zarif bir kutu çıkardı.

Kutunun kadife yüzeyi ışığın altında hafifçe parladı. Kalbim bir anlığına durdu sanki. Zaman, hâlâ durmuştu ama bu kez nefesimle birlikte. Yiğit’in elleri titremiyordu. Benimkilerse bir türlü yerini bulamıyordu. Gözlerimi ondan ayıramadım. Kutu, ellerinin arasında, sanki geçmişle gelecek arasında duran bir köprüydü.

“Bunu sana yarın vermeyi planlamıştım,” dedi, sesinde hafif bir titreme vardı.

Diz çöktü önümde, ellerimi usulca avuçlarının arasına aldı. Parmakları, sanki kırılgan bir sırrı tutuyormuş gibi nazikti. Gözlerimin içine baktı — öyle derin, öyle savunmasız bir bakıştı ki, içimdeki tüm duvarlar sessizce yıkıldı. Her kelimeyi yutarak, üzerine basa basa konuştu:

ü ağır ağır yükseldi, sonra usulca indi. Sanki içinde kopan fırtınayı bastırmaya çalışıyordu. Gözlerinde beliren o çizgi… kararlılıkla umut arasında uzanan ince bir hat gibiydi. Kırılgandı. Ama içinde yanan his – sarsılmazdı.

“Bu evlilik olacak,” dedi, sesi artık daha sert, daha kesin. “İster kendi rızanla… ister benim yolumla. Ama sana bir söz veriyorum: bugün olduğu gibi… yarın da, ondan sonraki her gün de… bana minnettar olacağın bir hayatın olacak. Ben senin için en iyisi olacağım. İstesin ya da istemesin… bunu hak ettiğini biliyorum.”

Bir adım daha attı bana doğru, sesi bu kez neredeyse yumuşadı.
“Çocuk değilsin artık. Kendin için doğru kararı vereceğine inanıyorum. O yüzden… izin ver, bu evlilik ikimiz için de bu kadar zor olmasın.”

Gözlerimi kaçırmadım. Kaçamazdım artık. Sözleri içime işliyordu—kırbaç gibi değil, daha çok ağır ve yavaş akan bir zehir gibi. Korkuyordum. Ama ondan değil... kendimden. Çünkü haklıydı. Çünkü başka seçeneğim yoktu. Çünkü… bunu en başta ben istemiştim. O karanlıktan kurtulmayı.

Ama kimse… hiçbir kadın… böylesi bir kurtuluşun zincirlerle geldiğini duymak istemez. Eğer karşımda Yiğit değil de bir başkası olsaydı, bu durum benim için ölümden beter olabilirdi. Ama kalbimde ona karşı yeşeren hisler, vereceğim hırçın cevabı susturuyordu. Çünkü onu tanıyordum. Samimiyetine inanıyordum. Ve biliyordum... bu, onun için de en az benim kadar acı vericiydi.

“İzin veriyorum…” dedim. Gözyaşlarım sessizce yanaklarımdan süzülürken, dudaklarımdan yalnızca o tek kelime döküldü.

Ne teslimiyetin ne cesaretin sesiydi bu… sadece yorgun, ama hâlâ sevgiye açık bir kalbin sesi.

Gözlerimi tuttu bir an.

Avuçlarının sıcaklığı yanağıma değdiğinde, zaman durdu sanki.

Yüzünde derin bir kararlılık vardı… ama onun arkasında, görünmesi zor bir umut.

Geçmişin yaralarını, geleceğin bilinmezliğini aşacak kadar güçlü, inatçı bir umut.

“Bu anın hayalini kurmayı bile kendime hak görmemiştim…” dedi, sesi çatallandı. Kelimeler boğazında düğümlendi, bir an gözlerini kaçırdı ama sonra yeniden bana çevirdi. “Ama sen… bana bu mucizeyi yaşattın ya…”

“Bana böyle güzel bakan gözlerinle…” Dudakları titredi, sesi alçaldı. “’Tamam’ dediğini gördüm ya…”
Bir an sustu, kelimelerden çok daha fazlasını anlatan bir sessizlik oldu aramızda. Ardından, kalbinin en derininden gelen o cümleyi fısıldadı:

“Ömrüm burada sonlansa da, bu mutluluk bana yeter.”

O an içimde bir şey koptu, gözlerimdeki yaşlar daha fazla tutunamadı. Kalbim, onun kalbiyle aynı ritimde atıyordu sanki.
Gözlerindeki kararlılık… Öylesine sahici, öylesine dokunaklıydı ki…

Belki de ilk kez... bir zincirin içinden değil, bir kalbin içinde korunuyordum.

Yavaşça yüzüğü parmağıma geçirirken, sesi titriyordu; her kelimesi hem kararlılık hem de kırılganlık taşıyordu.
“Seninle olmak… her şeye değer.”
Zaman sanki yavaşladı, etrafımızdaki dünya nefesini tuttu. O an sadece biz vardık; suskun ve kırılgan bir bağla birbirimize bağlıydık.

Soğuk yüzüğün parmağımdaki soğukluğu, içime sızan tuhaf bir sıcaklığa dönüştü.
“Artık buradasın. Artık birlikteyiz,” dedi sessizce, kelimelerinden çok daha fazlası vardı o sesin içinde.

Gözlerini benden ayırmadı; bir adım daha yaklaştı. Ellerini yanaklarıma uzattı, baş parmaklarıyla yüzümü öyle nazikçe okşadı ki… O dokunuş, yıllardır kalbimde birikmiş acıları eritti, susturdu tüm korkularımı.

“Seninle her şey mümkün,” dedi, sesi dua eder gibi yumuşaktı.
“Korkularınla, acılarınla, geçmişinle… hepsiyle. Çünkü ben sadece seni değil, seni sen yapan her şeyi istiyorum.”

Başını hafifçe eğdiğinde, kalbim göğsümde deli gibi çarptı. Aramızdaki mesafe yok olmuştu artık. Nefesini, tenini hissedebiliyordum.

Dudakları önce tereddüt ederek dudaklarıma değdi — ince, yumuşak bir dokunuş… Sanki yeni öğrenilen bir dilin ilk kelimesiydi. O an her şey yavaşladı, dünya sessizleşti.

Dokunuşun getirdiği heyecan ve çekingenlikle gözlerimi kapattım. Kollarımı yavaşça boynuna doladım; bir elim, istemsizce, göğsüne kondu. Kaslarının sıcaklığı tenime yayıldı, güçlü ve güven veren bir sıcaklık. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu.

Bir elim, göğsünde durdu — hissettiğim şey, sadece sıcaklık değildi. O kalbin atışı… ben oradaydım.

Güvende olduğumu hissettiren bir yakınlıktı bu. Ve korkutan da buydu belki… çünkü bunu istiyordum.

Oysa istememem gerekirdi.

Belimden kavradı beni; incitmekten korkan ama dokunmaya da sabırsız bir hâl vardı ellerinde. Geri geri yürüdük, tek bir an bile bağını koparmadan. Adımlarımız yavaş, temkinliydi ama her biri bizi daha da yakınlaştırıyordu… Daha da iç içe.

Yalnızca o vardı. Yalnızca biz.

Ama içimde bir parçam hâlâ tetikteydi. Sınırlar, kararlar, geçmişin gölgeleri…

Ve yine de… başka hiçbir şey bu kadar gerçek hissettirmemişti.

O an göz göze geldik.

Beni sorgulayan değil, beni gören bir bakıştı bu.

O derin, bastırılmış arzunun içinde, bana dokunmadan önce defalarca vazgeçtiğini ama yine de kopamadığını gördüm.

Ve ben… kaçmaya çalıştığım duygunun tam ortasındaydım artık.

Dudakları yeniden dudaklarıma değdiğinde, bu kez daha sertti. Beni kendine çekti, bedenim onun sıcaklığıyla doldu.

İçimdeki çatışmanın altında, onunla kalmak isteyen bir ses vardı.

Korkudan doğan bir yakınlık değil, kabulden gelen bir teslimiyet…

Tüm karmaşama rağmen, o an — onunla olmayı istedim.

Belki ilk defa… gerçekten istedim.

İçimde bir sıcaklık yükseldi, yanaklarım kızardı, nefesim hızlandı. İlk başta titrek olan ellerim, yavaş yavaş cesaret buldu; saçlarına, boynuna dokundum. Yine de hafif bir çekingenlik vardı, bu yeni hislere karşı koyamıyordum.

Sırtım yatağın kenarına değdiğinde soluğum kesildi. Dudaklarımız hâlâ ayrılmamıştı. Onun bedeni, benimkine neredeyse tamamen yaslanmıştı artık. Dizim yatağa değdiği an, belime biraz daha sokuldu, beni usulca geriye itti. Yatağa düşmedim, onun ellerinde yavaşça uzandım.

Üzerime eğildi. Gözlerini açtı bir anlığına, bana baktı. Bakışlarında öyle bir şey vardı ki… söze gerek kalmadı.

Yatağa uzanırken bedenimin altındaki çarşafın serinliği, Yiğit’in teninden yayılan sıcaklıkla çatışıyordu. İçimde tarif edemediğim bir ısı dalgası yükseldi; yanaklarım yanıyordu. Nefesim düzensizdi, dudaklarım hâlâ onun öpücüğünün izini taşıyordu. Başımı hafifçe yana çevirdim, utancımı gizleyebilmek ister gibi… ama o bunu fark etti.

Yanağıma, sonra boynuma bıraktığı öpücükler, içimde titreyen bir şeyleri yavaşça uyanmaya zorluyordu. Gözlerimi kapattım, ama kaçmak için değil—dayanmak için. Göğsümdeki baskı, kalbimin hızla çarpmasından değil, onun varlığının ağırlığındandı artık.

Ellerim ne yapacağını bilmiyor gibiydi; bir an tutunmak ister gibi onun omzuna uzanıyor, sonra utangaçça geri çekiliyordu. Ama Yiğit, her tereddüdümde beni yönlendiriyordu. Elini saçlarıma doladı, baş parmağıyla yanağımı okşadı. Parmaklarıyla tenimde izler bırakıyor gibiydi, öyle dikkatliydi ki, bir an bile korkmamam için uğraşıyordu sanki.

O an dudaklarını tekrar dudaklarıma götürdü. Bu sefer öpücük daha derin, daha ısrarlıydı; sanki tüm suskunluğumu, gizli kalmış hislerimi çekip almak ister gibiydi. Kalbim göğsümden fırlayacakmışçasına hızlı atıyordu, nefesim kesilmişti.

Belimi hafifçe havaya kaldırıp, dizini hafifçe bacağımın yanına yerleştirerek beni tamamen altına aldı. Vücudunun sıcaklığı üzerime yığıldığında, istemsizce nefesimi tuttum. Oysa Yiğit hâlâ sabırlıydı; acele etmiyor, her anımı anlamaya çalışıyordu. Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp alnıma hafifçe yasladı, sıcak nefesi tenimi okşadı.

“Çok güzelsin,” diye fısıldadı, sesiyle birlikte nefesi de tenime çarptı; içimde usulca yükselen bir ısıya dönüştü. “Kokun… her içime sindiğinde, seni böyle hissetmenin hayalini kurdum.”

Başını yavaşça boynuma doğru eğdi. Burnunun ucu önce tenime değdi, ardından derin bir nefes çekti — sanki sadece kokumu değil, beni bütün hâlimle içine alıyordu. O an vücudumun ince bir ürpertiyle titrediğini fark ettim. Nefesim karın boşluğumda sıkıştı, kalbim birden hızlandı. Gözlerini kapamıştı; alnı boynuma yaslandığında, teni tenime değdiğinde içimdeki her hücre uyanmış gibiydi.

Başını hafifçe iki yana salladı, sanki yaşadığı ana hâlâ inanamıyor gibiydi. “Burası…” diye mırıldandı, parmakları köprücük kemiğime doğru ağır ağır kaydı. Derimin en hassas noktasına dokunduğu anda, içimden geçen ürperti bir dalga gibi yayıldı. Parmak uçlarıyla orada biraz gezindi, ardından dudaklarını yavaşça o kemiğin üzerine bıraktı. Hafif, neredeyse temkinli ama bir o kadar da sahiplenici bir öpücüktü.

“Burası da…” dedi fısıltıyla, sanki kelimeleri bile tenimde gezinmekte olan elleri kadar nazikleşmişti. Avuçları belime uzandı, ardından yavaşça bedenimin önüne doğru süzüldü. Parmakları gömleğimin düğmelerine takıldı. Her düğmeyi çözerken, gözleriyle yüzümdeki en küçük tepkiyi bile izliyordu.

Göğsümün üzeri yavaşça açıldığında, başını eğip oraya yaklaştı. Kalbimin atışlarını duyabileceği kadar yakınlaştığında, nefesimi istemsizce tuttum. Dudaklarını kalbimin üzerine bıraktığında, içimde bir yer sarsıldı sanki.

“Yiğit…” İçimdeki titremeyi artık bastıramayıp adını fısıldadım.

“Burası da benim,” dedi. Sesi yalnızca kulağımda değil, kalbimin en derininde çınladı.

Parmaklarının sıcaklığı, her nefes alışımda bedenimde dalga dalga yayılan bir elektrik gibiydi. Beni sarmalayan o dokunuşlar, içimde sakladığım korkuları eritirken, aynı anda hiç bilmediğim bir dünyanın kapılarını aralıyordu.

Göğsüm onun elleri arasında, kalbimin atışıyla ritim tutuyor, ilk defa birinin bana dokunuşuyla kendimi bu kadar güvende ve arzulanan hissettiğimi fark ediyordum. Bu an, hayatımda daha önce yaşamadığım kadar gerçek ve tarifsizdi.

Göğsümün üstünde hâlâ nefesini hissediyordum. Başını kaldırdı; dudaklarının sıcaklığı çekildi ama avuç içleri yüzümde kaldı. Parmakları yanak çizgimde beklerken, gözleri gözlerime mıhlanmıştı. İçinde bir şey vardı — tutmaya çalıştığı bir ateş, bastırdıkça daha çok canını yakan.

“Bana bak…” dedi kısık bir sesle. Sesinde çatlaktan sızmış bir acı, bir istek, bir çekinme vardı. Gözlerimi kaçırmadım.

Dudaklarını araladı ama önce tek bir kelime bile dökülmedi. Çenesini sıktı, derin bir nefes aldı; sanki içinde tuttuğu bir gerçeği zorlukla itiyordu dışarı.

“Aslı…” dedi kısık bir sesle. Nefesi titriyordu. “Ben…” Gözleri gözlerime değil, içime indi sanki. “Seni istiyorum.”

Bu söz dudaklarından dökülünce rahatlamadı, tam aksine; bakışlarında yanık bir kırılganlık belirdi. Ardından gelen cümle, bir itiraftan çok, derin bir yalvarıştı — yalnızlıktan, suskunluktan, hasretten doğan bir ricaydı:

“Eğer hazır değilsen… bir adım bile atmam. Ama eğer izin verirsen… bu gece, yanında… gerçekten seninle olmak istiyorum. Bütün kalbimle.”

İçimde bir şey sarsıldı. Korkuyla heyecan, utançla istek iç içe geçti. Yiğit’in sesi yalnızca bir arzunun değil, bir ruhun acıyla haykırışıydı. Benden bir evet değil, bir teslimiyet istiyordu. Bir güven.

Boğazım düğümlendi. Dudaklarımı araladım, kelimem bile titriyordu.

“Yiğit…”

Vücudu bedenime iyice yaklaştığında, elleri belimden kalçama indi, sonra yavaşça bacaklarıma dokundu. Her hareketi, bilinçliydi. Aceleci değildi ama kararlıydı. Bedenim onun ellerinin haritasıydı sanki, nereye dokunması gerektiğini içgüdüsel olarak biliyordu. Her teması içimdeki dirençleri birer birer eritiyor, zihnimdeki duvarları sessizce yıkıyordu.

Kulağıma doğru eğildi. Nefesi boynumda dolaşırken, sesi kısık ama netti: “Bana bakma böyle... sonra dayanamam.”

Gözlerimi kaçırdım ama o yüzümü avuçlarının arasına aldı. “İzin ver,” dedi, dudakları çeneme, sonra boynuma indi. “Sana dokunayım. Beni durdurma bu kez…”

Başımı iki yana salladım, ama bu gerçek bir red değildi. Sadece kafamın içindeki karmaşaya karşı verilen son bir çırpınıştı. O bunu anladı. Gömleğimin altına süzülen parmakları, önce tenimde hafifçe gezindi, sonra kasıklarımın kenarına dek indi. Dudaklarını karnımda hissettiğimde nefesim düzensizleşti. İçimden bir şeyin koptuğunu hissettim, ama yine de o son kelimeyi söyleyemedim.

“Benim olmana ihtiyacım var,” diye fısıldadı, alnını göğsüme yaslayarak. “Sadece bu gece değil… her şeyinle.”

Ellerim istemsizce onun sırtına kaydı. Kaslı bedenini, sıcak tenini avuçlarımda hissettiğimde titredim. Dudaklarımdan çıkan bir iç çekişi fark edince gözlerini yüzüme dikti. “Sende istiyorsun.” Sessizlik. Yutkundum.


“Hayır de, şimdi de… bir daha sormam. Ama evetse…” Dudaklarını göğsümün üzerine koydu. Islak bir öpücükle beni yaktı. “İzin ver…” dedi tekrar, bu kez daha yavaş, daha derinden. “İzin ver, seni seveyim.”

Gözlerimi kapadım. İçimdeki utançla arzunun savaşı, teslimiyetin kenarına kadar getirmişti beni. Kalbim hızlı çarpıyordu. Gömleğini çekip sırtına dokundum. Parmaklarım onun tenine değdiği anda bir ürperti geçti bedenimden.

Sonra… sonunda, zorla fısıldadım: “İzin veriyorum.”

O an, Yiğit’in bakışları değişti. Gözlerinde bir şey karardı; tutku değildi yalnızca, yılların açlığı, bastırılmış sevgisi, içinde biriktirdiği her şeydi o bakışta. Dudaklarını boynuma bastırdı, öpüşleri aç, elleri kararlıydı. O “izin” kelimesiyle birlikte, aramızdaki sınır tamamen kalkmıştı artık.

Gömleğimi bir hamlede yukarı sıyırdı, düğmeleri çözmedi bile; parmaklarıyla tutup yukarı kaldırdı. Tenime değen her yerinde, benliğim eriyor gibiydi. Ardından kendi tişörtünü hızla çıkardı. Artık aramızda neredeyse hiçbir şey kalmamıştı.

“Dayanamıyorum sana…” dedi, sesi neredeyse boğuk. "Seni istiyorum, Aslı. Sonuna kadar."

Ellerini kalçama doladı, bir hamlede beni altına değil, tam ortasına aldı. Bacaklarımı beline dolamamı istedi gözleriyle — ben daha düşünemeden, bedenim zaten onun çağrısına cevap veriyordu.

Dudakları dudaklarımda, elleri göğsümde, kalçalarımda, bacaklarımda gezinirken her dokunuşu biraz daha fazlasını istiyordu.

“Seninim,” dedi, dişlerini hafifçe dudağıma bastırarak. “Benim olduğun gibi…”

Ve ben, tüm bedenimle, zihnimle, kalbimle ona teslim oldum.

Yiğit, her hareketinde cesurdu, kontrolü eline almıştı ama her adımında beni izlemeyi, anlamayı ihmal etmiyordu. Bedeni bedenime değdiğinde, içimde bir şey koptu. Aramızdaki sınır eridi.

O gece, bedenlerimiz birbirine karıştı. Ama asıl değişen içimizdeydi. Yiğit’in içindeki fırtına, benimle dindi. Benim içimdeki korkular, onun dokunuşlarında eridi.

 


*****************************

Herkese merhaba,

Bu bölüm biraz uzun oldu ama kesmeye kıyamadım. Umarım keyifle okursunuz.

Okuyor olmanız bile benim için çok değerli. Ama dürüst olmak gerekirse…
Yorumlarınız, oylarınız ve desteğiniz geldikçe daha çok yazmak, bu hikâyeyi daha da ileri taşımak istiyorum.

Hikâyeye kalbini veren, duygularını benimle paylaşan herkesin katkısı benim için çok kıymetli.
Eğer bir yerde kalbiniz kıpırdadıysa, bir yorum ya da bir oy bırakırsanız çok mutlu olurum.
Çünkü bu yolculuğu birlikte yaşıyoruz ve destekleriniz beni gerçekten motive ediyor.

Buraya kadar geldiyseniz, iyi ki geldiniz.
İyi ki varsınız.
Bu hikâye sizlerle anlam kazanıyor.

Sevgilerle...

 

Bölüm : 10.08.2025 21:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...