23. Bölüm

YIKIM

OnyxMistic
onyxmistic

Demir kapıya birkaç adım kalmıştı. Elimi uzattım.

 

 

 

Tam o sırada...

 

 

 

Arkamdan gelen telaşlı ayak sesleri, taşlara çarpan yankısıyla beni kendime getirdi.

 

 

 

"Aslı!"

 

 

 

Tanıdık, keskin, ama içinde bir telaş gizleyen bir sesti.

 

 

 

 

 

——————————

 

 

 

 

 

Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Nefesim bir anlığına kesildi. Arkamı döndüğümde, Yiğit'in adımlarının sesiyle birlikte yüzü belirdi—yaklaşıyordu, hızlı ve kararlı. Gözleri doğrudan gözlerime kilitlenmişti; içinde fırtınalar gizliydi ama yüzünde yalnızca bir tek duygu okunuyordu: endişe.

 

"Ne yapıyorsun burada?" dedi. Sesindeki panik, kelimelere tam yansımamıştı ama oradaydı; bastırılmış bir korku gibi dipten dipten yükseliyordu.

 

Elim hâlâ havadaydı. Demir kapıya dokunmamıştım ama gövdem ona doğru eğilmişti. Sadece bir adım... belki de yarım adım kalmıştı aramızda.

 

"Bilmiyorum..." dedim fısıltıyla. Sesim yutkunmuştu adeta. "Sadece yürüyordum. Bu kapıyı ilk kez görüyorum."

 

Yiğit yanıma geldi ve ellerimi tuttu. Avuç içi sıcacıktı; öyle ki o an, toprağa çakılmış gibi kıpırdayamaz oldum. İçimdeki o karmaşa, bir anda yerini durgun bir gerginliğe bıraktı.

 

"Orası..." dedi, ama cümlesi havada kaldı. Gözlerini kaçırmadı ama bakışlarının arkasında söylemek istemediği bir şey vardı. Ağzına kadar dolmuş bir sır gibi, taşıp taşmamak arasında gidip geliyordu.

 

Sonunda, kısa ama belirgin bir nefes aldıktan sonra konuştu:

 

"Depo tarzı bir yer. Uzun zamandır da kullanılmıyor zaten."

 

Bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Gözlerinin içine baktım. Gülümsemiyordu ama mimiklerinde beni ikna etmeye çalışan bir sabır saklıydı.

 

"Depo mu?" dedim kısık bir sesle. "Merak ettim yine de... bakacaktım."

 

Şüphelerim, kelimelerime sindi. Sanki söylediklerine inanmak istiyor ama içimdeki sessiz bir ses, beni uyarıyordu. Kaşlarım hafif çatılmıştı. İçimde susmayan bir fısıltı vardı—ve o fısıltı Yiğit'in sözlerinden daha baskındı.

 

Yine de elim elimdeydi. Avucumun içinde onun parmaklarını hissediyordum; sıkı, bırakmak istemez gibi... Sanki sessizce "gitme" diyordu bana.

 

"Depo dedim ya," diye tekrarladı bu kez daha yumuşak bir tonla. "Eskiden kullanılıyordu. Şimdi sadece birkaç eski eşya var. Toz, dağınıklık... gerçekten merak edilecek bir şey değil."

 

Yüzündeki ifade yumuşadı. Hafif bir gülümseme belirdi dudaklarında—her zamanki gibi. Tanıdık, güven veren, insanın içini ısıtan bir gülümsemeydi. Ve tam da bu yüzden... daha çok şüphe duydum.

 

O gülümsemenin ardına gizlenmiş o küçücük tedirginliği fark etmiştim. Belki de sadece kuruntu yapıyordum... belki içimdeki kuşku, olması gerekenden daha çok ses çıkarıyordu.

 

"Bakabilir miyim?" dedim, gözlerimi onunkilerden ayırmadan.

 

Kaşları hafifçe kalktı. Saniyelik bir duraksama... öyle kısa sürdü ki neredeyse fark edilmeyecek gibiydi. Ama ben fark ettim. Ardından hemen eski haline döndü.

 

"Şu an mı?" dedi, gülümseyerek. "Tozun toprağın içinde kalırsın, çıkınca kesin bana kızarsın. Bırak, boş ver... Gel sana güzel bir kahve yapayım. Üstüne de kurabiye getirmiştim gelirken."

 

Ses tonu öylesine rahattı ki, içimdeki gerginliğin bir kısmı çözülmeye başladı. Ama hâlâ diğer yanım, o kapıya takılı kalmıştı. Görmediğim bir yerin varlığı, nedensiz bir çekimle beni içine çağırıyordu.

 

"Hem biraz soğuk," dedi ardından. "Üşürsün içeride."

 

Gözlerim hâlâ kapıdaydı. Paslı menteşeler, sararmış otların arasından kendini belli eden taş eşik, soğuk rüzgârla kıpırdayan yaprakların arasında öylece duruyordu.

 

"Sadece bakacaktım," dedim usulca. "Ne bileyim... bilmediğim bir kapı görünce..."

 

"Senin bu merakın başımıza bela olacak bir gün," dedi gülümseyerek. Ardından koluma uzanıp beni nazikçe ama kararlı bir şekilde kendine çekti.

 

"Gel," dedi, sesi yumuşadı. "Söz, yarın beraber bakarız."

 

Bana bakışını hiç kaçırmadı. Yalnızca gözleriyle değil, sesiyle, elleriyle, varlığıyla beni sarmıştı. Sakinleştiriyor, yumuşatıyor ama kontrolü de elinde tutuyordu. O an içimde iki ayrı ses vardı: Biri, o kapının ardında bir sır olduğunu söylüyor; diğeri, Yiğit'e güvenmemi fısıldıyordu.

 

Yiğit'in kolunda yürürken başımı son bir kez çevirdim. Demir kapı hâlâ oradaydı. Rüzgârın savurduğu yapraklar, sararmış otların üstüne düşüyordu. Kapı sessizdi... ama ben değildim. İçimde kıpırtılar susmuyordu.

 

Belki gerçekten eski bir depoydu. Belki de ben fazla anlam yüklüyordum. Ama bir şey kesindi:

 

Ertesi gün... o kapının ardını görmeliydim.

 

Sessizliğimizi sadece taşlı patikada yankılanan adımlarımız bozuyordu.

 

Evin arka kapısından içeri girdiğimizde, Yiğit doğrudan sobaya yöneldi. "Sen geç otur, ben şimdi kahveni getiriyorum," dedi. Sesi, sanki biraz önceki kapı sahnesi hiç yaşanmamış gibi sıcaktı.

 

Ayakkabılarımı çıkarıp salonun köşesindeki koltuğa oturdum. Üzerime battaniyeyi çektim ama içimdeki ürperti dinmedi. Dışarıdan değil, içimden gelen bir soğuktu bu. Yiğit mutfakta dolaşıyor, bardakların ve ambalajların sesi uzaktan kulağıma çarpıyordu.

 

Sonra geldi. Elinde iki fincan kahve ve bir tabak kurabiyeyle. Yüzünde yine o tanıdık gülümseme vardı.

 

"Tarçınlı seversin diye aldım," dedi, sesi sıcaktı.

 

O an... yıllar öncesine gittim. Lise yıllarına. Sınav gecelerine. Uykusuz saatlere.

 

Ve Yiğit'e...

 

Kapının aralığından uzattığı bir kurabiye paketiyle belirirdi hep. "Ufaklııık, bu kadar çalışmak yetmez mi artık?" derdi, gözlerinde annemsi bir şefkatle.

 

O zamanlar da hep tarçınlı getirirdi. Ben hiç söylememiştim aslında sevdiğimi. Ama o bilmişti.

 

 

Ben bile unutmuştum. O ise hâlâ hatırlıyordu.

 

Kurabiyelere bakarken içimde tuhaf bir şey kıpırdadı.

 

Aynı tat. Aynı düşünce. Aynı Yiğit...

 

Ama sanki her şey bambaşka bir yerden, bambaşka zamanlardan geçip gelmişti artık. O gülümsemenin altında saklı kalan şeyleri fark etmemek mümkün değildi; ama yine de elim pakete uzandı. Sıcacık, eski bir anı gibi... O eski günlerden kalma bir kırıntı.

 

Kurabiyeden küçük bir ısırık aldım. Tarçının o tanıdık kokusu damağımda geçmişin izlerini canlandırdı. O an suskun kaldım, ne söyleyeceğimi bilemedim; çünkü dökülecek kelimeler ya fazla, ya eksik olacaktı.

 

Yiğit karşımdaki sandalyeye oturdu. Sessizce beni izliyordu, ama hiçbir şey sormuyordu. Sanki sadece yanında olmam yetiyordu ona... Hep sevmişimdir o halini; suskunlukla anlayan, söze gerek bırakmayan yanını.

 

"Hatırlıyor musun?" dedim sessizce. "Bir keresinde sınavdan düşük not almıştım, sen yine de tarçınlı getirmiştin. Ağladığım için dalga geçmiştin." Basit bir andı, ama abim ve Yiğit'ten başka dayanağımın olmadığı, annesiz ve babasız büyüdüğüm zor zamanlardan biriydi.

 

Gülümsedi. Başını hafifçe eğdi. "Hatırlamaz mıyım? Başarısızlığı hazmedemezdin. Kurabiye yerken bile ağlayabilen bir baş belasıydın."

 

İkimiz de güldük. İçimdeki yüklere rağmen biraz olsun hafiflemiştim. Geçmiş güzeldi, evet; ama şimdi... Şimdi biz çok değişmiştik.

 

Gözüm tekrar salondaki pencereye kaydı. Dışarıda, arka bahçenin köşesinde o eski demir kapı duruyordu hâlâ; cevapsız sorularla beni bekleyen.

 

Yiğit, gözlerimin pencereye kaydığını fark etti. Sessizlik birkaç saniye daha sürdü. Ardından sesi yumuşak ama ciddi bir tonla çıktı:

 

"Aslı..." dedi, duraksadı. "Yarın nikâhımız var."

 

Sözleri havada asılı kaldı; birkaç saniye boyunca kurabiyenin tadı bile yok oldu ağzımda. Başımı ona çevirdim. Bakışları hâlâ sakindi ama gözlerinin içinde karmaşık, tanıdık bir kıpırtı vardı.

 

"Biliyorum," dedim sadece.

 

"Bildiğini biliyorum..." dedi yavaşça. "Bilmediğim...Ne hissettiğin... ne düşündüğün."

 

Kalbim birden sıkıştı. Yarın... O kelime ne kadar basitti; ama içindeki yük, ne kadar ağırdı. Yarın bazı kapılar kapanacaktı. Ya da belki yeni kapılar açılacaktı... Ama hangisinin bizi nereye götüreceğini kim bilebilirdi?

 

"Bu konuyu konuşmak için biraz geç değil mi?" dedim, sesim fısıltıya dönük.

 

"Doğru zaman diyelim," dedi Yiğit, sesi yine yumuşaktı ama içinde titrek, kararlı bir alev vardı.

 

"Tarçınlı kurabiyeyi özellikle getirdim," diye devam etti, hafif bir tebessümle. "Çünkü eskiden de olduğu gibi... ne olursa olsun; ağladığında, güldüğünde, korktuğunda... İhtiyacın olan her anda, kapında kurabiyesiyle beliren Yiğit olacağım. Hatta artık daha fazlası..."

 

Bir an durdu; gözleri gözlerime değdi, zaman yavaşladı sanki.

 

"Çünkü yarından sonra, seni sadece teselli eden biri değil... hayatının ortağı olmak istiyorum. Gerçekten, her şeyinle yanında kalmak istiyorum."

 

Sözleri içime işledi, kelimelerle anlatılması güç bir sıcaklık yayıldı ruhuma. Aynı anda tarifsiz bir ağırlık da çöktü omuzlarıma. Gözlerim doldu, kaçırmak istedim bakışlarımı ama yapamadım. Çünkü o gözler... beni saklanmaya izin vermeyen bir yere çekiyordu.

 

"Yiğit..." dedim, sesim titreyerek.

 

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi, ama dilim ağzımda dolaşan hiçbir şeyi söylemeye cesaret edemiyordu.

 

Yiğit sessizce beni izlemeye devam etti. Gözlerinde bir şeyler vardı; huzursuzlukla umut arasında incecik bir çizgi, birbirine karışmış.

 

O an düşündüm ki, bir şeyler söylesem de söylemesem de, hiçbir şey değişmeyecekti. Yarın bizim için her şeyi değiştirecekti. Hayatlarımızı birleştirip yeni bir yola çıkacaktık. Ama bu yol, geçmişin uzun gölgesinde ilerleyecek gibiydi.

 

Yiğit'in gözlerindeki karmaşıklıkla, içimdeki belirsizliği bir araya getirmek kolay değildi.

 

"Benimle gerçekten evlenmek istiyor musun?" dedim, sesim titrek ve kırılgandı. O basit ama yüklü soru, cevapsız kalmaya mahkum gibiydi; yine de sorulmaktan kaçamadım. İçimde bir köşede, istemeden evlenme ihtimali bile karanlık gölgeler bırakıyordu. Akıl sır erdiremediğim şeyler vardı ve bazen korkularım gün yüzüne çıkıyordu.

 

Yiğit gözlerini benim gözlerimle buluşturdu. O an odayı saran sessizlik neredeyse ağırlığını hissettiriyordu. Sadece oturuyordu karşımdaki, nefes alıyordu; ama içindeki bir şeyler değişiyordu. O tanıdık bakışları, o gün hiç olmadığı kadar farklıydı. Kelimeler bir türlü dökülmedi ağzından; belki de doğru cevabı arıyordu.

 

"Gerçekten soruyor musun?" dedi yavaşça.

 

Kalbim hızla çarpmaya başladı, içinde bir nehir gibi kaygılar kabardı. "Evet," dedim. "Çünkü bazen... sadece bazen, neden yaptığını anlamıyorum."

 

Yiğit gözlerini kapattı, derin bir nefes çekti. İçindeki fırtınayı o an görebiliyordum; bir karmaşa, bir ikilem, hepsi aynı anda yüzüne yansıyordu. Hem saklanmak istiyor, hem de her şeyini açmaya hazırdı.

 

"Anlıyorum," dedi Yiğit, sesi titrek ve kırılgandı; içinde hem çaresizlik hem samimiyet vardı. O an odadaki havada bir ağırlık vardı, kelimeleri öylece asılı kalmıştı. Gözlerinin içine baktım; derinlerde bir fırtına kopuyordu, yorgun ama vazgeçmemiş bir ruhun mücadelesi.

 

"Seni kaybetme korkusuyla doğru olanı yapmak bazen o kadar zor oluyor ki," diye devam etti. "O korku beni esir alıyor, her hareketimi sorgulatıyor. Ama sanırım bazen, gerçekten doğru bildiğimi sandığım şeyler... aslında yanlış çıkıyor."

 

"Sevmediğin biriyle evlenmekten korkmuyor musun?" tüm cesaretimle yüzüne bakmadan sormuştum bu soruyu.

 

Yiğit'in gözlerinde kararsızlık, kalbinin çırpınan sesini taşıyordu. Ama bu sefer, bir adım bile atmadan önce düşündü. Sanki bir duvar vardı arasında ve o duvarı geçmek için bir yol bulmak zorundaydı.

 

"Öğrenmek istediğim senin duygularındı aslında..." hafif bir tebessümle cümlesini kesti.

 

Sözlerini toparlamaya çalışırken, arka bahçeden aniden yükselen bir sesle irkildik ikimiz de. İlk başta ne olduğunu anlamadım; ama ardından sessizliği delen, metalin sert ve soğuk yüzeye çarpmasıyla yankılanan keskin bir çınlama duyuldu. Demir kapıya vurulmuş gibi ağır ve net bir tokmak sesi gibiydi.

 

Yiğit'in gözleri bir anda sertleşti, içinde gizli bir parıltı belirdi. Zamanın durduğunu hissettim. O an sesin kaynağını anlamaya çalışırken, Yiğit'in bakışları hemen pencereye kaydı. Hava bir anda değişmişti; içimde bir şeylerin yerinden oynadığını, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissettim.

 

Yiğit ellerini çözüp hızla ayağa kalktı. "Bekle burada," dedi, sesinde belirgin bir acele vardı.

 

Üst kattan hızla ayak sesleri yankılandı. Sert ve kararlı adımlardı. Ardından Hakan'ın sesi duyuldu:

 

"Aslı? Yiğit? Ne oldu? O ses neydi?"

 

Merdivenlerden indiğinde üzerinde hâlâ uyku mahmurluğu taşıyan bir tişört vardı, ama bakışları anında ciddileşmişti. Salona girer girmez bizim gerginliğimizi fark etti.

 

"Bahçeden geldi," dedi Yiğit, pencereye yaklaşırken. Perdeyi hafifçe araladı ama gözlerini dışarıdan ayırmadı.

 

Hakan yanına gelerek pencerenin önünde sessizce durdu; birkaç saniye boyunca dışarı baktılar. Ben ise donup kalmış, olduğum yerde onları izliyordum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.

 

"Kaan mı?" diye sordum, panik dolu sesimi tutmaya çalışarak.

 

Yiğit'in omuzları hafifçe gerildi; o an adını anmam bile ortamda görünmez bir tetikleyiciye dönüşmüştü. Hakan göz ucuyla bana baktı ama hemen başını çevirdi. Sessizlik, kalın ve soğuk bir perde gibi aramıza indi.

 

Yiğit, perdeyi kapatmadan önce son kez dışarı baktı. Ardından perdeleri usulca bıraktı ve bana döndü.

 

"Sanmıyorum," dedi, sesi olağanüstü sakin ve soğuktu. "Muhtemelen rüzgâr... demir kapıya bir şey çarpmış olabilir."

 

"Emin misin?" diye sordum, sesim biraz daha kısık ve titrek çıkmıştı.

 

Hakan araya girdi, cümleler arasında aceleye getirilmiş bir rahatlık vardı:

"Şöyle yapalım, biz yine de kontrol edelim. İçimiz rahat etsin."

 

"Ben de geleyim," dedim hemen.

 

"Hayır," dedi Yiğit, gözleri bir an benimkilerle buluştu. "Hayır, sen burada kalıyorsun. Bir şey yok. Sadece emin olmak istiyorum."

 

Ardından köşedeki dolaptan bir silah çıkarıp, sessizce kemerine taktı. O an gözlerindeki ciddiyet bir kat daha arttı. Silahın soğuk metalini hissetmek, içimde hem bir güven hem de kaygı yarattı.

 

İçimden yükselen huzursuzluk büyüyordu ama o gözlerdeki kararlılık beni yerime mıhladı. Yiğit'in, her şeyi açıkça söylememesine rağmen beni korumaya çalışan o tarafı yine devredeydi. Hakan da başını sallayıp ona onay verdi.

 

"Birazdan döneriz," dedi.

 

Endişemle koltukta doğruldum. "Dikkat edin," dedim sadece.

 

Yiğit ve Hakan çıkıp gittikten kısa süre sonra, yerimde duramadım. İçimde kıpırdayan o huzursuzluk öyle büyümüştü ki, dizlerimi toplayıp ayağa kalktım. Kalbim deli gibi çarpıyordu.

 

Aklıma Kaan ihtimali geldikçe, parmağımdaki yüzüğe sıkıca tutunuyordum. Onu çıkarmadığım her an, onun zulmünden bir nebze korunuyordum sanki.

 

Sessizce salonun kapısını araladım. Ayak seslerimi bastırarak arka koridordan bahçeye açılan kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda dışarının serinliği yüzüme çarptı. Hava, gerilmiş bir yay gibi gergindi; gece bile huzursuzdu.

 

Adımlarımı dikkatle attım. Islak taşların üzerinde yürürken içimdeki endişe neredeyse fiziksel bir ağırlığa dönüşmüştü.

 

Arka bahçeye vardığımda onları göremedim. Gözüm hemen o demir kapıya kaydı.

 

Ve o an... içim boşaldı.

 

Kapı açıktı.

 

Demir menteşelerden biri hafifçe sarkmış, kapı biraz yana kaymıştı. Ardındaki karanlık derin ve soğuktu; ama belli belirsiz ayak izleri, ezilmiş otlar dikkatimi çekti.

 

Nefesim kesildi. Boğazımda düğümlenen korkuyla bir adım attım ileriye, ama bacaklarım titriyordu.

 

"Yiğit?" diye seslendim, ama sesim neredeyse yok olmuş, incecik ve cılızdı.

 

Cevap yoktu.

 

Elimi kapıya uzattım; buz gibi soğuktu. İçeri adım atıp atmamak arasında kalmışken, uzaktan bir çıtırtı duyuldu.

 

Hızla arkamı döndüm ama kimse yoktu.

 

Tekrar karanlığa baktım.

 

Gözlerim her gölgeyi tek tek tarıyordu; sanki biri beni izliyordu. Arkamda kimse yoktu ama rüzgârın soğuk nefesi, etrafta hışırdayan yapraklarla uğultu oluşturuyordu. Korku bedenimde dalga dalga yayılırken, titreyerek bir adım daha attım.

 

Kapıdan içeri süzüldüğümde, karanlığa gözlerim alışana dek nefesimi tutmuştum.

 

Kalbim hızla çarpmaya başladı.

 

Bir ses.

 

Yiğit'in sesi.

 

"Biz ölmeliydik..." dedi.

 

Ardından bir şey devrildi; sesin kaynağını bulamadan ilerlemeye devam ettim, Hakan'la konuşuyor sandım önce.

 

"Ölmesi gereken bizken, onun canlı canlı mezara girmesine göz yumamazdım."

 

Duyduğum bu söz kalbime sancı sapladı sanki. Acaba... benden mi bahsediyordu? Benden bahsediyor olma ihtimali canımı çok acıtıyordu.

 

Sesindeki o ton... kesinlikle sevgi değildi. Ne olduğunu kestiremiyordum ama kalbim artık yalan söylemiyordu. Belki vicdanın çaresiz bir yankısı, belki zorunluluğun soğuk sesi... Ama aşk? O yoktu, çoktan yitmişti.

 

Gözlerim yavaşça karanlığa alışırken, kalbim çoktan o karanlığın içine gömülmüştü. Adımlarım ağırlaştı, bir yandan gitmek bir yandan kalmak arasında sıkışıp kaldım. Daha fazla duymaya devam etmek, içimdeki kırılmayı derinleştirecekti, biliyordum. Ama kendimi tutamadım; yüreğimde hâlâ küçük bir umut kırıntısı vardı—yanlış duymuş olmayı uman, kırılgan bir kırıntı.

 

"Senin için benimle evlenmeyi kabul etti!" diye patladı o ses, neredeyse yankılanarak etrafı doldurdu. Ardından yere sertçe bir cisim düştü; Yiğit'in ilk günlerdeki öfkesi gözlerimin önüne geldi. Ama şimdi çok daha derindi, çok daha acımasızdı o ses tonu.

 

"Senin için canını verebilecek biri o!" dedi Yiğit, sesi keskin, kırıcı ve acı doluydu.

 

"Ve onun... senin gibi bir abiye sahip olması, gerçekten büyük haksızlık!"

 

Sözcükler, duvarların arkasından geçip geliyordu; soğuk, katı ve isyan dolu.

 

Kapının hemen arkasındaydım. Ne ileri adım atabildim ne de geriye dönebildim; olduğum yerde donup kalmıştım.

 

Yiğit'in sesi... o ton, o kırılma, o hırs... İçimde bir şey önce sıkıştı, sonra göğsüme çarpan bir çığlık gibi yükseldi.

 

"Senin gibi bir abiye sahip olması, gerçekten büyük haksızlık..."

 

Sözcükler kan gibi aktı kulaklarımdan içime. Sessizliğin ortasında inceden atılan bir tokat gibiydi her harf.

 

Yutkunamadım. Elimi göğsüme götürdüm, sanki o bastırılmaz ağırlığı hafifletmeye çalışır gibiydim. Ama nafileydi. Bu başka bir acıydı; söylenmemiş tüm gerçeklerin, yüzüme çarpan bir haykırışıydı.

 

Duyduğum son cümleyle birlikte görüş alanıma giren manzara, korku ile mutluluğun yürekten çatışmasına sebep olmuştu.

 

Köşede, tozlu beton zemine sabitlenmiş eski bir sandalyeye bağlı biri vardı. Ağzı bantlanmış, kolları gerilmiş, ayakları bileklerinden sıkıca bağlanmıştı. Solgun ışıkta yüzünü seçmeye çalışırken, kalbim göğsümden fırlayacak gibi çarptı. Ve sonra... göz göze geldik.

 

Karanlıkta, yavaşça şekillenen o beden—gözlerime inanamadım. İçimde birden bastırdığım özlemle, aynı anda kabaran şaşkınlık birbirine karıştı. Abim... Abimdi... Abim şuan, tam karşımdaydı; ama duyduklarım, içimde büyüyen hayal kırıklığının ağır gölgesiyle örtülüyordu.

 

"Abi?" diye fısıldadım, ama sesim boğuldu, dudaklarım kıpırdasa da kelimelerim havada kayboldu. Dizlerim titredi, ayakta durmakta zorlanıyordum; sanki içimde bir yerler paramparça olmuştu.

 

O ise, ağzındaki bandın ardından zor da olsa bir şeyler söylemeye çalışıyor; gözlerinde hem derin bir umutsuzluk, hem de yılların birikmiş özlemi vardı.

 

Tam ona doğru koşmaya yeltendiğim anda Yiğit bir gölge gibi önümde belirdi. Yüzü karanlıktı, sesi sert ve netti:

 

"Geri çekil, Aslı."

 

Bakışlarımı abimden koparmadım, öfkem ve hayal kırıklığım içimde kıvılcımlar saçıyordu.

 

"Sen... ne yaptın?" diye fısıldadım, gözlerim yaşlarla dolup taşarken, bu sefer kelimelerimde bir kırbaç gibi can yakıyordu. Sesim titriyordu ama içinde sarsılmaz bir kararlılık vardı; kırgınlıkla birleşmiş bir ateş.

 

Yiğit'in yüzü hem yorgun hem de öfkeyle gerilmişti; kaşları çatılmış, dudaklarını ısırıyordu. Derin bir nefes çekip omuzlarını hafifçe yukarı kaldırdı, sanki içindeki fırtınayı zor tutuyordu. Çenesindeki kaslar gergindi; gözleri bir an önümde sabitlenip sonra hızla kaçtı. O an, kalbimde açılan yaraların kolayca kapanmayacağını anladım.

 

"Nasıl, abimi burada zorla tutarsın?" diye haykırdım, sesim öfke ve acıyla titriyordu. Yanına yaklaşınca yüzündeki yaraların izleri gözlerime çarptı; canım acıdı, içim parçalandı.

 

“Aslı, yukarı çık! Konuşacağız.” Karşımdaki öfkeli insan az önce kurabiye yediğim Yiğit değildi sanki.

 

"Ona bunu sen mi yaptın? Nasıl yaparsın? Sana güvendim ben. Sen ne zaman bu kadar iğrenç biri oldun?"

Sesim kırılmış, ama öfkem kırbaç gibi vuruyordu.

 

Yiğit kollarımı sıkıca kavradı; parmaklarının hafifçe titrediğini hissedebiliyordum. Yüzü, içinde hem kızgınlık hem de derin bir acı barındırıyordu. Gözleri dolu doluydu; söylediklerim onun ruhuna saplanan bıçak gibiydi, en az benim canım kadar yanıyordu. Bir an gözlerini kaçırdı, sonra derin bir nefesle beni bırakmamaya karar vermiş gibi beni sıkıca sardı.

 

"Sakin ol, Aslı," dedi sertçe ama kırılgan bir tınıyla. "Bunu ben yapmadım... Ama anlıyorum, sana nasıl göründüğümü..."

 

Yüzündeki yorgunluk, çaresizlik ve pişmanlık arasında gidip geliyordu. O an, aramızdaki kırgınlığın derinliğiyle yüzleştik.

 

"Senin için onu buraya getirdim. Ama o seni hak etmiyor," dedi Yiğit, neredeyse bir itiraf gibi. Gözlerinde kırık bir yıkım vardı; sanki içinde taşıdığı acı, bütün odayı boğan bir karanlığa dönüşmüştü.

 

Karanlık, soğuk... Ve içimde kopan kıyametin sessizliği.

 

O an göz göze geldik. Ve her şey aniden netleşti. Karşımda duran, hâlâ benim abimdi. O tanıdık bakışlar, gözlerindeki öfke bana değil, yaşadıklarına, çaresizliğe saplanmıştı.

 

Ağzındaki bant, bileklerindeki ipler, gözlerindeki yorgun kırgınlık... Bunlar Yiğit'in bana bıraktığı düğümlerdi. Ve bu düğümler, çözülse bile ardında enkaz bırakacaktı.

 

Gözlerimi Yiğit'e çevirdim. Artık ağlamıyordum. Sesimde titrek bir öfke, içimde bastırılmamış bir isyan vardı.

 

"Buna sen mi karar veriyorsun?" dedim, sesim her kelimede daha sertleşti.

"Kimin kimi hak ettiğine sen mi karar veriyorsun, Yiğit?"

 

Bir adım attım ona doğru.

"Bırak abimi!" dedim dişlerimin arasından.

"Hemen! Şimdi! Bu yaptığın, korunmak falan değil... Bu, benim hayatımı kendi istediğin hale sokmak. Bu... bu ihanet!"

 

Yiğit bir adım daha attı, ama bu sefer bana değil, abime yöneldi. Sesi sessiz, titrekti:

"İzin vermem."

 

İçimde bir şey koptu o an.

"Ne demek izin vermem? Sen kim oluyorsun da benim kanımı, benim ailemi benden saklıyorsun?"

 

Yürüdüm onun önüne kadar, bedenim onunla neredeyse çarpışacak kadar yakındı artık.

Abime baktım — hâlâ oradaydı. Yorgun ama canlı. Her şeyin tam ortasında.

Ve sonra Yiğit'e döndüm.

"O benim abim!" dedim, gözlerim dolu doluydu ama bir damla bile düşmesine izin vermeyecektim.

 

"Ben onun için canımı verirdim. O da benim için... Ve sen, bizi birbirimizden koparmaya hakkın olmadığını bilmiyor musun hâlâ?"

 

Yiğit'in gözleri parladı, ama bu sefer öfke değil; acı dolu bir teslimiyetle.

Yutkundu, sonra başını eğdi.

"Sizi koparmaya çalışmıyorum. Ben sadece seni korumaya çalıştım."

 

"Beni senden kim koruyacak?" dedim sessiz ama keskin bir tonda.

 

 

Bir sessizlik çöktü. Ağır, boğucu, nefes aldırmayan bir sessizlik.

Sonra abimin gözlerini gördüm.

Sanki "artık yeter" diyordu.

Ve ben, onun o sessiz yalvarışını ilk kez bu kadar güçlü hissettim.

 

"Onu çöz," dedim Yiğit'e, "şimdi."

 

Yiğit kollarımı daha sıkı tutup tepki vermezken Hakan sessizce aramıza girdi. "Aslı sakin ol, senin için getirdik onu buraya."

 

Onu duymazdan gelerek sözlerimi tekrar Yiğit'e yönlendirdim.

 

 

"Bana söz vermiştin, abim iyi olacaktı.' diye bağırdım, sesim sarsılarak. İçimdeki öfke, çaresizliği geride bırakıp yerini nefrete bırakıyordu.

 

 

Ama o sadece sustu. Gözlerini kaçırdı. O an, içimde bir şey koptu. Güvendiğim herkes, sessizliğiyle sırtını dönmüştü bana.

 

 

Abime doğru bir adım daha atmaya yeltendiğimde, Yiğit kolumdan tutup beni kendine çekti. Bir anda sımsıkı kolları arasındaydım. Sırtım göğsüne yaslanmıştı, kıpırdayamıyordum.

 

 

 

"Aslı, olmaz dedim! Lütfen!" Yiğit'in sesi, sert ve kararlıydı. İlk zamanlar tanıdığım Yiğit'ti karşımdaki. Tüm öfkesiyle kalbimi parçalara ayırabilecek Yiğit.

 

 

 

Kolları bedenimi sıkıca sarmıştı ama soğuktu, içinde bir sıcaklık yoktu. Titreyen nefesim, onun düzenli ama uzak kalp atışlarıyla çelişiyordu. Kalbim, onun kalbinden tamamen kopmuş gibiydi. Koruyuculuğu ve öfkesi eskisi gibi teselli etmiyor, sadece daha derin bir boşluk yaratıyordu içimde.

 

"Bırakacağım Aslı... ama yarından sonra..." dedi, cümlesi dudaklarında asılı kaldı.

Sanki her şeyin sonunu nikâh masasından sonra yazabileceğine inanıyordu.

 

"Asla evet demem bu şartlarda o nikahta!" dedim, her bir kelimemi vurgulayarak

"Senin kurduğun bu karanlıkta ben beyaz giyemem!"

 

Bir kez daha çırpındım kollarından kurtulmak için, gözyaşlarımı daha fazla tutamadan.

"Abimi rahat bırakacaksın. Hemen. Şimdi!" diye bağırdım, öyle bir tonla ki, içimdeki tüm birikmiş acı dışarı fırlamıştı sanki.

 

Kendimi Yiğit'in kollarından hızla sıyırdım ve tereddütsüz, karanlığın içinden abime doğru koştum.

Her adımımda yüreğim göğsümden çıkacak gibiydi ama durmadım.

 

Dizlerimin üzerine çöküp bileklerindeki ipleri çözmeye başladım. Parmaklarım titriyordu—öfke mi, korku mu, sevinç mi bilmiyordum. Tek bildiğim, sonunda ona dokunuyor olmamdı. Gerçekti. Canlıydı. Buradaydı.

 

Yiğit'in bakışları sırtımda yankılanıyordu. Sessizdi... ama o sessizliğin içinde kopan fırtınaları hissediyordum. Bir yanıyla bana inanmak, güvenmek istiyordu; ama diğer yanı, hâlâ kendi kurduğu dünyanın doğruluğuna tutunuyordu. Yine de... beni durdurmadı. Ve bu, o an için yeterliydi.

 

Abimin ayak bileklerine eğildiğimde arkamdan bir hışırtı geldi. Başımı çevirdiğimde, Yiğit'in onun ağzındaki bandı çözdüğünü gördüm. Abim başını kaldırdı. Gözleri, ağır bir uykudan uyanır gibi aralandı. Sonra yavaşça doğruldu. Ve o an... göz göze geldik.

 

İçimde ürperten bir kıpırtı yükseldi. Onu çok özlemiştim kocaman sarılmak istemiştim.

 

Ama o bakış... içimi derinlemesine delip geçen, yılların öfkesini taşıyan bakıştı. Yorgun, suskun, kırgın... Aynı zamanda yabaniydi. Geçmişin yükü bedenini sarmış, ruhunu kavurmuş gibiydi. Ve ağır ağır, sanki içindeki tüm acıyı dışa vuracakmışçasına doğruldu ayağa.

 

Gözlerindeki öfke kelimelerle anlatılamazdı; bu sadece bir kişiye değil, yılların haksızlıklarına, yitirilen zamana, hayatın adaletsizliğine duyulan tarifsiz bir sızıyı taşıyordu. Ve o bakış Yiğit'e döndüğünde, içimde bütün alarm zilleri çalmaya başladı. O an kaçınılmazdı, durdurulamazdı.

 

"Abi—" dedim, boğazım düğümlenmiş, sesim kırılgan ve boğuktu. Ama o beni duymuyordu; sanki varlığımı görmezden geliyordu. Gözleri, sadece ve sadece Yiğit'in üzerinde, o deli öfkeden sarmalanmış bakışlarla sabitlenmişti.

 

Dişlerini sıktı, çenesi gerildi, yumrukları o kadar sertti ki, kemiklerinin üzerindeki deride izler bırakacak gibiydi. Nefesi ağır ve öfkeli, göğsü hızla kalkıp iniyordu.

 

Bir adım attı. Ardından bir adım daha.

 

Sonra yumruğu yıldırım hızında indi.

 

Sessizlik, o darbeyle paramparça oldu. Yumruğun tok sesi, odayı doldurdu, yüreklerimizi sarstı.

 

Zaman sanki dondu. O an, her şeyin yavaş yavaş, tek tek yıkıldığını, hayallerimin, güvenimin paramparça olduğunu iliklerimde hissettim.

 

Ama abim durmadı. İçindeki vahşi kararlılıkla, yılların biriktirdiği öfkesiyle canavara dönüşmüş gibiydi. Yumrukları, hız kesmeden, acımasızca Yiğit'in yüzüne, göğsüne, omuzlarına indi. Her darbe, içine hapsettiği hıncın dışa yansımasıydı.

 

Yiğit, acı ve yorgunluğa rağmen abime karşılık vermiyordu. Dizlerinin üstüne çökmesine rağmen, gözlerini abimin gözlerinden ayırmıyor, ne kendini savunuyor ne de direniyordu. Sanki bu darbelerin bir bedeli olduğunu kabul etmiş, buna katlanmak zorunda kalmış gibiydi.

 

O an aralarındaki sessizlik bile kırılgandı; abimin öfkesiyle Yiğit'in teslimiyeti arasında ince ve tehlikeli bir çizgi vardı. Ben ise kalbim paramparça olurken, bu acımasız kavganın ortasında çığlıklarımı yutuyordum.

 

Abimin gözlerinde sadece öfke değil, yılların derin yarası, inkar edilemez bir kırgınlık vardı. Yüzü, suskunlukla örülü, birikmiş acıların ağırlığını taşıyordu.

 

"Sen benim kardeşimi nasıl kaçırırsın lan?" diye kısık, çatlamış bir sesle söyledi.

 

Onun bu hali beni korkutuyordu. Öfkesini artık kontrol edemiyordu. Ve ben, o karanlığın içine çekilmekten korkuyordum.

 

"Dur artık! Lütfen yapma!" diye bağırdım, çaresizliğimle. Ama sesim, o yıkıcı öfkenin gürültüsü içinde kayboldu.

 

Köşede, sessizce her şeyi izleyen Hakan, abimin son darbelerinden sonra harekete geçti. Gözleri sertleşti, çenesini sıktı ve öfkeyle abime doğru yürüdü.

 

"Hakan, hayır! Lütfen karışma!" dedim, sesi yalvaran bir çığlık gibiydi. Ama kimse beni duymuyordu.

 

Artık kelimelerin anlamı kalmamıştı; yumruklar konuşuyordu.

 

Abimle Hakan birbirine girmişti. Yumruklar, sözlerden çok daha gürültülü, çok daha acımasızdı. Hakan, tanımadığı ama gözlerinde tehlike okuduğu bir adamın üzerine atılmıştı — çünkü tek bildiği şey Yiğit'i korumak ve ona zarar gelmesini engellemekti.

 

Abim ilk darbeyi attı, Hakan'ın yüzü yana savruldu. Ama Hakan hemen karşılık verdi; dirseğini sertçe abimin göğsüne bastırdı, onu geri itti. Abimin ayakları kaydı, dengesi bozuldu ama o yılmadı. Gözlerinde yılların bastırılmış öfkesi vardı; o an hiç tanımadığı bir adamın suratında hayat bulmuştu.

 

—----

 

Bir anlık sessizlikte, gözlerim istemsizce o kabus dolu geceye gitti.

 

Kapıların sertçe açılışı ve ardından gelen o korkunç sesler hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.

 

Abim yere yığılmış, kıpırdayamaz haldeydi. Kaan, acımasızca yumruklarını, tekmelerini savuruyor, abimi öldüresiye dövüyordu.

 

Ben küçük, çaresiz ve donup kalmış, sadece izleyebiliyordum. Kendi çığlıklarım boğulmuştu. Abimin acısını hissetmekten başka hiçbir şey yapamamıştım.

 

O an, içimde büyüyen korku ve çaresizlikle kalbim paramparça olmuştu.

 

O gece, hem ev hem de ruhum parçalanmıştı.

 

—-

 

Ben bir kenarda kulaklarımı kapatmış ağlarken, Yiğit'in kana bulanmış yüzü yavaşça doğruldu ve beni gördü.

 

"Hakan,sen karışma!" benim halime dayanamayıp durdurduğunu hissediyordum ama Hakan'ın durmasını fırsat bilen abimin yumruğu, yıldırım hızıyla Yiğit'in çenesine indi. Tokluğun sesi, boğuk bir patlama gibi yankılandı. Yiğit sendeleyip geri savruldu, dizlerinin üzerine çakıldı. Başını ağır ağır kaldırdığında, yüzündeki ifade bir yandan acı, bir yandan teslimiyetle doluydu. Ama gözlerinde, tanıdığım o derin suçluluk da vardı—bütün yükü üstlenmiş, ezilmiş bir adamın bakışı.

 

Ben ise donup kalmıştım, kıpırdayamıyordum. Kalbim paramparça olmuştu. Bir yanda, Yiğit'e karşı tarif edemediğim, nefretten çok uzak, ama keskin bir bağ vardı içimde; sanki kırılmış bir ip gibi, kopmaya yakın ama hala bağlıydım. Öte yanda ise abim vardı—ama o da artık bana yabancıydı. Öfkesinin ardına gizlenmiş, karmaşık ve korkutucu bir bilinmezlik.

 

Yiğit, titreyen sesiyle, "Onu o pis dünyanın içinde bırakmadım. Senin aksine..." dedi, sözcükleri sanki ağır bir yük taşıyor gibiydi.

 

Abim gözlerini öfkeyle kilitledi, çenesini sıktı, dişleri birbirine kenetlendi. Yiğit'e doğru ağır adımlarla ilerlerken, gözlerinde parlayan buharlı öfke sanki etrafındaki havayı bile değiştirmişti. "Benim aksime öyle mi?" diye bağırdı sesi buz gibi keskin, "Her şeyin sebebi sendin lan! Bugün buradaysak, bunun tek suçlusu sensin!" Yumruğunu sıkarak yere vurdu, odadaki sessizliği parçalarcasına.

 

İçimde yükselen bir çığlık vardı ama dışarı çıkamıyordu. Ne demek istiyordu? Yiğit ne yapmıştı? Neler yaşandı benim yokluğumda? Sanki aralarında anlatılmamış, kırılmış ve kanayan bir hikâye vardı.

 

Yiğit başını ağır ağır eğdi, gözlerini kaçırdı. Yutkundu, dudaklarını ısırdı. Çenesinden süzülen kanı tereddütle sildi; sanki bu yara onun içindeki daha derin yaraları hatırlatıyordu. "Evet," dedi, sesi kırılgan ve pişmanlık dolu, "hatamı telafi etmeye çalışıyorum." Omuzları hafifçe çöktü, çaresizliği her hareketine yansıyordu.

 

Ama abim için bu sözler hiçbir anlam taşımıyordu. Öfkesi alevlenmiş, adımları ağırlaşmış, yumrukları tekrar sıkılmıştı. O an anladım; bu yumruk, sadece bir öfke boşalması değil, gerçek bir zarar verme niyetinin dışa vurumuydu.

 

Bir içgüdüyle sarsıldım, "Hayır!" diye bağırdım ama sesim havada asılı kaldı, yok olup gitti.

 

"Seni o tımarhaneden hiç çıkarmamalıydık," diye zehir gibi aktı abimin sözleri, havayı keskin bir gerginlikle doldurarak.

 

Ben ise o an, bilmediğim, anlam veremediğim gerçeklerin ağırlığı altında kalakalmıştım. Korku, şaşkınlık ve çaresizlik bedenimi tamamen esir almıştı, nefesim daralıyordu.

 

Abim, öfkesini kontrol edemezcesine, Yiğit'in göğsüne tüm gücünü verdiği bir yumruk daha indirdi. Yumrukla birlikte Yiğit sendeledi, ağzından boğuk inlemeler yükseldi; sanki yere yıkılacak gibiydi.

 

Ama abim durmadı. Hızla köşedeki masaya yöneldi, orada duran makası kavradı ve hızlı adımlarla Yiğit'in üzerine yürüdü. Gözlerinde, kontrol edilemez bir kararlılık vardı.

 

O anda, olacakların ihtimali bacaklarıma düşüncesizce bir güç verdi.

 

Ayaklarım otomatik hareket etti, kalbimden yükselen acı ve çağıltı bedenime hükmediyordu. Koşarak Yiğit'in önüne atıldım, kollarımı tüm gücümle onun etrafına sardım. Başımı titreyerek göğsüne yasladım, nefes nefeseydim.

 

"Yeter!" diye haykırdım, sesim gözyaşlarımla boğulmuştu. "Yeter! Abi, nolur dur artıkl!"

 

Abim donakalmıştı. Elini havada, hareket edemeden bıraktı. Gözleri, şaşkınlıkla büyümüştü, sanki beni ilk kez görüyormuş gibiydi.

 

Ben ise ona aldırmadan Yiğit'e sarılmaya devam ettim. "Yiğit? Yiğit, iyi misin? Lütfen bir şey söyle," dedim, sesi kırılmış, yumuşak ama çaresiz.

 

Ne yaşanmış olursa olsun, ne sebeple olursa olsun onun canının yanması içimi paramparça ediyordu.

 

Tam o sırada, abimin sert sesi yankılandı, "Yiğit mi? Abiye ne oldu? Lan siz delirdiniz mi?" Ama ne ben abime, ne de abim bana bir açıklama yapacak haldeydik.

 

Yiğit başını ağır ağır kaldırdı. Dudakları kan içindeydi, yüzü solgun ama gözleri hala bana odaklanmıştı. İnce, neredeyse duyulmayacak bir mırıltıyla fısıldadı:

 

"Buradayım... Güzelim, iyiyim... Korkma."

 

Ama değildi. Hiçbirimiz iyi değildik. O an anladım; bu sadece bedenlerin kavgası değildi artık. Yılların suskunluğunun, bastırılmış suçlulukların, terk edişlerin, kırgınlıkların ve yitirilmiş umutların iç içe geçmiş, karmaşık bir patlamasıydı bu.

 

Abim, gözlerindeki kara öfke yavaş yavaş silinip yerini şaşkınlığa bırakırken birkaç adım geri çekildi. Yumruğu hâlâ havadaydı ama sanki ne yapacağını bilemiyor, donup kalmıştı. Yüzündeki kasların seğirmesi içindeki çelişkiyi her şeyden açık gösteriyordu.

 

"Sen... gerçekten onun için mi ağlıyorsun?" dedi; sesi boğazına düğümlenmiş, neredeyse kendine yabancılaşmıştı.

 

O anda ben de kendime geldim. Hâlâ Yiğit'e sarılmış, titreyerek nefesini dinliyordum. Göğsünden yükselen düzenli kalp atışlarını hissedebiliyordum—hayatta olduğunun o tek, kırılgan kanıtı gibi. Eğer bırakırsam, bir daha ayağa kalkamayacakmış gibi geliyordu bana. Ama gözyaşlarım sadece onun için değildi.

 

Asıl muhatabım abimdi.

 

Onun öfkesine, beni koruma adına içinden taştığı hâline... Ve en çok da beni tanımadan verdiği hükümlere ağlıyordum.

 

Abimin sesi yeniden yükseldi ama bu kez o bildik sertlik yoktu içinde. Çatallı, çatlamış bir duvar gibi kırılgandı. Yumruğunu yavaşça indirdi. Gözleri hâlâ üzerimizdeydi—beni, Yiğit'e sarılmış halde izlerken donup kalmıştı. İçinde fırtınalar kopuyordu ama yönünü kaybetmiş gibiydi. Sanki o an, içinden bir şeyler çözüldü. Belki çocukluğumuzdan kalan bir kırılmaydı bu. Belki de beni korumaya çalışırken aslında kendi elleriyle açtığı en derin yarayı fark ettiği andı.

 

Bir adım attı, ama sonra vazgeçmiş gibi durdu. Gözlerini kaçırdı.

 

"Siz... ne yaptığınızın farkında mısınız?" diye sordu, sesi bu kez daha yüksek, ama kırılgandı.

 

Bir süre kimse konuşmadı.

 

Sadece kalbimin sesi vardı—hem Yiğit'in göğsünden yükselen zayıf ritim, hem de kendi göğsümde patlayan düzensiz çarpıntılar.

 

"Evet," dedim, sesim çatallı ama netti. "Ne yaptığımın farkındayım. İlk kez bu kadar farkındayım hem de."

 

Abimin yüzü bir anlık donup, yıkılmış gibi oldu. Bir şey söylemek istedi ama kelimeler boğazında düğümlendi, yutkundu. Gözleri hafifçe doldu mu, yoksa oradan yansıyan ışık mı öyle gösterdi, anlayamadım.

 

Ben ise Yiğit'in başını hâlâ kollarımda tutuyordum. Gözlerinde, uğruna göze aldıklarımı, nedenlerimi gördüm. Belki de bu yüzden, hiç tereddüt etmeden onun yanında durmayı seçmiştim.

 

"Kaan bizi yaşatmayacak," dedi abim. Sesi nefretten çok çaresizlikle, kırılgan bir çocuk edasıyla doluydu. Yılların yükü omzundan bir an için düşmüş ama altında ezilmiş gibiydi.

 

Başımı yavaşça Yiğit'ten kaldırdım, yorgun gözlerine baktım. Sonra dönüp abime baktım. Artık saklanacak yerim kalmamıştı. Ne abimin öfkesi, ne geçmişin karanlığı beni olduğum kişiden koparabilirdi.

 

"Zaten biz yaşamadık ki..." dedim, sesi titrek ama kararlı. "Sen yaşadın mı abi? O geceden sonra kaç gece gerçekten huzurla uyuyabildin?"

 

Abimin yüzü bembeyaza kesildi, elleri istemsizce yumruğa dönüştü — ama bu yumruk vurmak için değil, içinde biriken fırtınayı bastırmak içinydi.

 

"Seni kurtarmaya çalıştım, ama olmadı," dedi. Sözleri, aramızda kırık camlar gibi keskin ve acıydı. Gerçekti; saklanmayan, yalanlanmayan.

 

Başını eğdi, dudakları aralandı ama hiçbir kelime dökülmedi. O an odada ağır bir sessizlik vardı, geçmişin ağır yükü her köşeye sinmişti.

 

"O gece hepimiz kaybettik," dedim, sesim titrek ama kararlı. "Ama sen hâlâ o geceye takılıp kaldın. Ben artık orada kalamam, abi. Kalmak demek Kaan'a teslim olmak demek."

 

Yiğit hafifçe doğruldu, ayağa kalktı ve beni de kaldırıp başımı göğsüne yasladı. O an varlığı, bu karanlığın içinde önümde uzanan kırık ve tehlikeli ama gerçek bir yol gibi duruyordu.

 

Abim nihayet gözlerini kaldırdı. Bu kez öfke yoktu; sadece yorgunluk, tükenmişlik ve en çok da çaresizlik vardı.

 

"Siz birlikte olamazsınız..." dedi zorlanarak, "...Bunun bir sonu yok."

 

Yiğit sessizliği bozdu, "Peki, hangi ihtimaldeki sonu tercih ederdin?"

 

Abim derin bir nefes aldı, "Beni öldürecekler."

 

O cümlenin bedende yarattığı korkuyu dizginlemeye çalışırken, aynı zamanda bu bencilliği de yutmaya çalıştım. Ama sonra anladım; o bencilliğin içinde boğuluyordum.

 

"Sizin sefa sürdüğünüz hayat benim ölümüm olacak."

 

Duyduklarıma inanamıyordum. Bu adam kimdi? Beni yıllarca koruyan, yanında kendimi güçlü hissettiğim o abim miydi bu? Gözlerindeki yorgunluk ve çaresizlikle birlikte yükselen bu sözler beni paramparça ediyordu.

 

Sonra, bilinçsizce kolumdan tuttu ve beni sürüklemeye başladı.

 

"Yürü," dedi, sesi sert ama kırılmış. "Kaan'a durumu bir şekilde açıklarız. Ona geri döneceksin."

 

Abimin kolumdan çekiştirmesine direnmek istedim ama gücüm yetmedi. Duyduklarımın bedenimde yarattığı etki, şokla karışık donmaydı. Tam o anda Yiğit, yüzündeki solgunluktan kalan son izleri silercesine öfkeyle adım attı. Gözleri kara bir fırtına gibiydi, içinde kopan tufanı gizleyemiyordu.

 

Bir hamleyle belinden çıkardığı silahı abimin alnına dayadı. Soğuk metalin dokunuşu o an odadaki havayı dondurdu. Abimin gözleri dehşet ve şaşkınlıkla açıldı, nefesi kesilmiş gibiydi. O an herkes nefessiz kalmıştı.

 

"Seni yemin ederim ben öldürürüm," dedi Yiğit, sesi bıçak gibi keskin, tehditkar. Elimi sertçe kavradı ve arkasına doğru çekti.

 

"Duydun mu lan beni?" diye bağırırken, öfkeyle abime attığı yumruk patladı. Yumruk abimin çenesine sertçe indi; abim geriye doğru savruldu, dizleri titredi. Gözlerindeki öfke yavaşça acıya dönüyordu.

 

Bense çaresizce ağlıyordum. Beni Kaan'a götürecekti... Söyleyecek sözüm, direnecek gücüm kalmamıştı. Abim benden vazgeçmişti.

 

"Duydun mu lan şerefsiz?"

 

Yiğit'i böyle öfkeli görmek beni ürkütüyordu. Abime attığı yumruklara rağmen yüzünde en ufak bir acıma yoktu. Abim, her darbede biraz daha geriye çekiliyor, gözlerindeki karanlık yerini acıya bırakıyordu. Ancak silah hâlâ alnında, soğuk ve ölümcül tehdidi tüm odanın havasını boğuyordu.

 

Ben ise orada, iki ateşin arasında kalmış, sessizce ağlıyordum. O an tek istediğim, bu kavganın son bulması ve bu gecenin yaşanmamış olmasıydı. Ama içimde büyüyen korku ve çaresizlik, bunun mümkün olmadığını söylüyordu.

 

Yiğit elimi daha sıkı tuttu, sesi keskinleşti, abime son kez bağırdı:

 

"Bir daha o sikik beynin kardeşini değil, kendini düşünürse, seni kendi ellerimle öldürürüm."

 

Abim acıyla yere yığıldı ama gözlerini ondan ayırmadı.

 

"Ben onu korumaya çalışıyorum," dedi, zor da olsa, sesi kırılmak üzereydi.

 

Yiğit, nefes nefese, titreyerek birkaç adım geri çekildi. Gözlerinde hem hiddet hem endişe vardı. Bana döndü, ellerini sıkıca yumruk yaptı, gözlerindeki fırtına biraz olsun dindi ama hâlâ içindeki savaş devam ediyordu.

 

Gözlerim dolup taşarken, içimde büyüyen korku ve çaresizlik bedenimi tamamen sarmıştı. İki ateş arasında sıkışıp kalmış gibiydim; ne abimin sözleri ne Yiğit'in bakışları bana güç vermiyordu. O an içimde yükselen en güçlü his, abimin beni Kaan'a "verecek" olmasıydı. O kelimeler beynimde yankılanıyor, yüreğimi paramparça ediyordu.

 

Kaan... O ismin tıpkı bir zehir gibi yayıldığını hissediyordum. Abimin kararlı, acımasız bakışları, sanki beni o karanlık adama teslim edecekmiş gibi ağırdı. Bu düşünce beni korkudan ölüme sürüklüyordu. Ne yapacağımı, nereye kaçacağımı bilemiyordum.

 

Sadece sessizce, kırık kırık hıçkırıklarla ağlıyordum. Kalbim paramparça olmuş, göğsümde binlerce bıçak saplanıyordu. Dilsizleşmiştim; söylenecek tek kelime yoktu çünkü kelimeler yetmiyordu içimdeki acıya.

 

Yiğit, elimi sımsıkı tuttu. Gözlerindeki kara fırtına yavaş yavaş dindi ama ben hâlâ ona bakarken, kendim için bir yer arıyordum. Onun gözlerinde kendime ait bir ışıltı, bir sevgi kırıntısı yoktu. Beni sevmediğini, istemediğini düşünüyordum. Bu düşünce yüreğimi öylesine parçaladı ki, diz çökecektim neredeyse. İçimde biriken tarifsiz acı, beni yıkmaya başlamıştı.

 

Yıkılan parçalarım biriktikçe birden içimde tutamadığım öfkem dışarı patladı. Yumruklarımı kontrolsüzce kendime vurmaya başladım; kollarıma, göğsüme, hatta yanımdaki sert duvara... Her darbede acım daha da derinleşiyordu.

 

“Ben bir şey yapmadım. Yapmadım.”

 

Bağırıyordum, ama bu bağırışlar da yetmiyordu. İçimdeki fırtına durmuyor, büyüyordu.

 

"Beni nasıl teslim edersin Kaan'a?" diye fısıldadım, gözlerim dolu dolu, sesim kırık kırık. "Beni nasıl satarsın?"

 

Yere çöktüm, ellerim titreyerek yüzümü kavradı. Dizlerimin üstünde katlanmıştım, vücudum sarsılıyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. Sanki ruhumun en derinlerinde söndürülmeyi bekleyen bir volkan patlıyordu.

 

"Yeter... Yeter artık..." diye boğuk, kırık bir sesle fısıldadım.

"Beni bırakın... Daha fazla dayanamayacağım..."

 

Gözlerim karardı, dünya daraldı, nefes almak ağırlaştı. İçimde açılan boşluk korku, çaresizlik ve terk edilmişlikle doluyordu. Kendimi kaybediyordum.

 

Ani bir hareketle başımı kaldırdım. Gözlerim Yiğit'in solgun ama kararlı yüzüne takıldı. O da beni sessizce izliyordu. Gözlerinde korku, çaresizlik ve koruma arzusu vardı.

 

"Neden yaşıyorum bunları? Neden? Ben kime ne yaptım?"

Boğazımı yırtarcasına haykırdığım sözlerim kaderime bir isyandı. Dayanacak gücüm kalmamıştı.

 

Dayanamıyorum Allah’ım dayanamıyorum.”

"Ben kaldıramıyorum, Allah'ım yardım et, nolur."

Avuçlarım soğuk zemine vururken, nefesim kesiliyordu.

 

"Dur, Aslı..." dedi yumuşak ama kesin bir sesle. Ellerini hafifçe omzuma koydu.

"Sakin ol, lütfen. Buradayım."

 

Titreyerek başımı çevirdim. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarıma düştü. İçimde büyüyen devasa boşluk ve tarifsiz öfke kelimelere dönüşemiyordu.

 

Bedenim kontrolsüzce sarsıldı. Kalkmaya çalıştım ama dizlerim yere yapışmıştı. Korku, utanç ve çaresizlik içinde kendimi toparlamaya çalışıyordum ama başaramıyordum. Yumruklarım havada asılı kaldı; güçsüz düştüm, kendimi yere bıraktım.

 

Yiğit çaresizce yanıma diz çöktü. Ellerini usulca, yavaşça omuzlarımdan tuttu. Ama ben onu itmekle meşguldüm.

 

"Beni bırak!" diye haykırdım, nefesim kesilmişti.

"Gidecek yerim yok..."

 

Gözlerim karardı, başım zonkluyordu. İçimdeki çığlıklar, hıçkırıklar boğazımı yaktı. Kendi fırtınamda kaybolurken hissettiğim en büyük korku tarifsiz bir yalnızlıktı; kimsenin bana dokunmaması, beni anlamaması, beni sevmemesi...

 

Sözcükler boğazımda düğümlendi ama o an her şeyi haykırmak zorundaydım.

 

"Ben ne yaptım size, nee?"

Sesim çatırdayarak yükseldi, çığlığa dönüştü. Yumruklarım tekrar kendime yöneldi; bu sefer daha sert, daha acımasızdı.

 

Yiğit'in elleri hâlâ omuzlarımdaydı ama ben tamamen kendimi bırakmıştım. O sevgi dolu dokunuş bile bana yük geliyordu. Dizlerimin üstünde titriyordum; nefesim düzensiz, kalbim hıçkırıklarla doluydu.

 

İçimdeki tarifsiz yalnızlık ve terk edilmişlik hissi beni bütünüyle esir aldı. Gözlerimi kapadım, dünya karardı.

 

Uzun uzun, bitene, tükenene kadar bağırdım. Sesim odayı dolduruyor ama içimdeki yangını söndürmeye yetmiyordu. Dizlerimin üzerinde yavaşça kıvrılarak titriyordum. Ellerim kendime zarar vermekten vazgeçmiyordu.

 

O esnada Yiğit benimle birlikte yere çöktü ve sessizce kucakladı beni. Ellerini sıkıca omuzlarıma dolamış, hafifçe sallıyor, koruyucu bir sığınak olmaya çalışıyordu. Yumuşak ve kararlı sesi, çığlıklarımın arasında kaybolsa da oradaydı; yanımda, duruyordu.

 

Ben hâlâ titriyor, gözlerim yaşlarla dolup taşarken o sıcaklık içinde biraz olsun nefes almaya çabalıyordum. Kalbim deli gibi çarpıyor, yüreğim yanıyordu ama o kucakta bir nebze dayanacak gücü bulmaya çalışıyordum.

 

Saatlerdir bağırmanın, ağlamanın ve içimdeki acıyı dışarı vurmanın ardından ciğerlerim yanıyor, nefes almakta zorlanıyordum. Göğsümün derinliklerinde daralmalar, boğazımda düğümlenen kelimeler... Her nefes kanayan bir yara gibiydi.

 

Yiğit tereddüt etmeden beni kucakladı. Vücudumun ağırlığını omuzlarında hissettim; güçlü, kararlı ve bir o kadar kırılgan bir şekilde...

 

"Sakin ol, güzelim. Derin nefesler al." dedi. Sesi endişeliydi ama ben hıçkırıklarımı durduramıyordum.

 

Bahçeye doğru ağır ağır ilerlerken, arkamda kalan karanlık odada bir siluet gördüm. Abimdi. Dizlerinin üstüne çökmüş, yüzünü ellerine gömerek hıçkırarak ağlıyordu.

 

O an içimde karmaşık, tarifsiz bir acı yükseldi. Hem Yiğit'in kucağında, hem de abimin o hali karşısında kalakalmıştım. Korku, öfke ve çaresizlik iç içe geçmişti.

 

Bahçenin serin havası ciğerlerime dolarken, nefesim biraz daha rahatladı. Yine de içimdeki fırtına dinmemiş, sadece biraz durulmuştu.

 

Yiğit, çevresine dikkatle göz gezdirerek oturacak bir yer aradı. Nihayet yakındaki banka yöneldi, beni büyük bir özenle oraya oturttu. Ellerini avuçlarımın içine yerleştirdi; parmaklarımdaki titremeyi fark etmişti. Gözlerini gözlerime kilitledi, sesi yumuşak ama kararlıydı.

 

“Buradayım,” dedi, “seninleyim. Gidecek yerin de benim, sığınacak limanın da.”

 

Ben ise hâlâ tir tir titriyordum. İçimdeki fırtına dinmemişti, ne olduğunu tam anlayamadan, hislerin ve o anın ağırlığıyla baş etmeye çalışıyordum.

 

 

 

 

 

 

 

—---------------------------------------

 

 

 

 

Tüm yorgunluğumu ve içime çöreklenmiş endişeleri omuzlarımda taşıyarak, odamın balkonuna çıktım. Hava serindi ama serinlikten çok daha ağır bir sessizlik çökmüştü üzerime. Evde benim gibiydi bu gece — içine kapanmış, susturulmuş.

 

Abim, durumumuzu kabullenmişmiydi bilmiyordum ama sessizliği seçmişti. Herkes kendi köşesine çekilmiş, abim ve Hakan salonda uyuyordu. Yiğit'i en son bahçedeki bankta, sessizliğe gömülmüş halde görmüştüm.

 

 

 

Bense... Yine aynı pozisyonda bulmuştum kendimi: Omuzlarım düşmüş, dizlerim karnıma çekilmiş, başımı gökyüzüne yaslamıştım. Orada, yıldızların arasında, cevaplardan çok sorular vardı.

 

 

 

Abimi çok seviyordum. Onun için her şeyi göze alacak kadar çok. Biz bir aileydik. Ve ben, bu akşam onun da aynı yerde, aynı cephede olmasını beklemiştim. Ama karşımda duran abim değil, sanki görevine sadık bir askerdi.

 

 

 

Rüzgar saçlarımı usulca savururken gözlerimi kapattım. Belki birkaç saniyeliğine dünyayı unutmak istedim. Arkama yaslandığım duvar soğuktu; ama içimdeki boşluk, duvarın soğuğundan çok daha keskin, çok daha gerçekti. Korkuyordum, olacak herşeyden korkuyordum ama sorun bu değildi. Sorun abimin bana yaşattığı hayal kırıklığının kalbime hiç çözülmeyecek bir düğüm atmış olmasıydı. Kalbim ağrıyordu. Yutkunsam boğazım acıyor, bastırdığım duygularım gözlerime hücum ediyordu.

 

 

 

Ay tepemdeydi. Sessizdi. Tıpkı ben gibi... Tıpkı Yiğit gibi.

 

 

 

Kapının yavaşça aralandığını duydum. Ardından tanıdık bir ayak sesi... Geriye dönüp bakmama gerek yoktu; o kararsız adımların, o sessiz yaklaşmanın kime ait olduğunu kalbim çoktan tanımıştı.

 

 

 

Yiğit yanıma geldi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Bazen susmak, anlatmaktan daha fazlasını taşırdı içinde. Bazen bir bakış, bir nefes her şeyin önüne geçerdi.

 

 

 

"Üşüyeceksin," dedi bir süre sonra. Sesi yumuşaktı, ama içinde gizli bir kırgınlık taşıyordu. Kimeydi bilmiyorum... Belki kendine, belki bana.

 

 

 

"İyiyim," dedim. Ama sesim o kadar kısık ve inandırıcılıktan uzaktı ki, rüzgar bile bu yalanı üzerimden alıp götürmedi.

 

 

 

Yiğit yanımda sessizce oturuyordu. Sanki varlığıyla içimdeki boşlukları fark etmiş, doldurmaya çalışıyordu. Hayatın garip bir adaleti vardı; belki de sahipsizliğimi benden önce hissedip, onun adımlarını usulca bana yönlendirmişti. Belki de insan, en çok kaybolduğunda birini buluyordu.

 

 

 

Omzum onun omzuna değdiğinde içimde beliren güveni anlatacak kelime yoktu. Sanki dünyada herkes beni unutsa, o unutmamış gibi... Sadece o kalmış gibi. Gibisi fazlaydı... O bu hayatta abimin bile yapamadığını yapıp bana sahip çıkmış tek insandı.

 

 

 

Gözlerim doldu, anlatamadıklarım boğazımda düğümlendi. İçimde yıllardır biriken o burukluk, bu sessiz gecede kendine yer arıyordu.

 

 

 

Bir süre konuşmadık. Sadece rüzgarın uğultusu ve kalplerimizin sessizce attığı o tanıdık ritim yankılandı gecede. Zaman durmuştu. Kimse yoktu. Sadece biz ve üzerimizden süzülen ay ışığı...

 

 

 

Sonra Yiğit başını yavaşça bana çevirdi. Bakışı yumuşaktı, ama içinde her zamanki gibi kırılgan bir karanlık da taşıyordu. Sanki bir şey söylemeden önce kelimeleri tartıyor, ama ne söylese eksik kalacağını biliyordu.

 

 

 

"Üşüyor musun?" diye fısıldadı tekrardan.

 

 

 

Sesi rüzgarla karıştı. Hafifti, yormuyordu. Ama taşıdığı his... o ağırdı.

 

 

 

Başımı iki yana salladım. "Dışım değil ama içim üşüyor," demedim ama içimden geçirdim.

 

 

 

Sadece ona biraz daha yaslandım. Çünkü bazı anlarda birinin omzuna yaslanmak, hayatın en doğru cümlesi olabiliyordu.

 

 

 

Yiğit başını bana doğru çevirip sessizce baktı bir süre. Gözlerimdeki yorgunluğu, içimdeki fırtınayı görmüştü belki de. Hiçbir şey söylemeden, usulca kolunu omzuma doladı. Tereddütsüz, kırılganlığımı incitmeden...

 

 

 

Kalbim bir anlığına durup tekrar atmaya başladı sanki. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Başımı yavaşça göğsüne yasladım. O da diğer kolunu çekinmeden bedenime sardı. Sıkıca... Tüm dağınıklığımı toplar gibi...

 

 

 

"Üşüyorsun," dedi daha da fısıltıyla.

 

 

 

"Sen de..." diyebildim sadece, sesim titrekti.

 

 

 

Ama artık üşümüyordum. Soğuk hava, gecenin sessizliği, kafamın içindeki karmaşa... Hepsi, Yiğit'in kollarının sıcaklığında yavaş yavaş eriyordu.

 

 

 

O an bana sarılması, kelimelerden çok daha fazlasıydı. Bir "buradayım", bir "yalnız değilsin" sözü gibiydi. Kollarında kaybolmak değil, kendimi bulmak gibiydi. Ve o da bunu biliyor gibiydi; hiçbir şey sormadı, hiçbir şey açıklamadı. Sadece sarıldı... Sanki dünyanın en sade ama en gerçek şeyiymiş gibi.

 

 

 

"Bugün yaptığını bir daha yapma," dedi Yiğit sessizce. Sesi göğsünden yayılıp kalbime işledi. "O makas sana isabet edebilirdi."

 

 

 

"Belki tüm sorunları böylelikle çözmüş olurduk." dedim gülerken. Yaşadıklarıma sadece gülebiliyordum.

 

 

 

"Aslı!" Canını sıkıyordu ölümden bahsetmem. "Şakasını bile duymak istemiyorum. Ayrıca bugün abine karşı, yaşamak istediğini de çok net anlattın."

 

 

 

Sözleri içimde yankılandı. Gözlerim bir an kapandı, ama içimdeki o düğüm tekrar çözüldü sanki. Sessizce fısıldadım: "Kolay olmadı..."

 

 

 

Başımı göğsünden kaldırmadım, ama sesim titreyerek devam etti. "Abimin bakışları... söyledikleri... Onu kırmak istemedim."

 

 

 

Boğazıma düğümlenen sözler gözlerime doldu. Bir damla yaş, yanağımı ıslattı. "Ben onu hep korumak istedim... Oysa o, beni yargıladı. Bu akşam bana hiç sarılmadı biliyor musun?"

 

 

 

"Biliyorum," dedi sessizce. "Ama bazen birilerini korumaya çalışırken en çok kendimizi yaralıyoruz. Artık biraz da kendini düşünmelisin."

 

 

 

Sözleri kalbimde ince bir çizik gibi yankılandı. Başımı yavaşça ona çevirdim. Aramızda yalnızca birkaç karış vardı ama o an hissettirdiği yakınlık, yılların yalnızlığını susturacak kadar derindi. Bakışlarının içine baktıkça, susarak bile yanımda duruşunun ne kadar güçlü bir varlık olduğunu bir kez daha fark ettim.

 

 

 

Başımı tekrardan yavaşça ona çevirdim. Aramızda sadece birkaç karış vardı ama hissettirdiği yakınlık bundan çok daha fazlaydı. Gözleri gözlerime kenetlendiğinde, sanki içimde yıllardır sessiz kalan bir çocuk fısıldamaya başladı: "Artık yalnız değilsin."

 

 

 

Dudaklarım titredi ama bir kelime çıkmadı. Yiğit, bu sessizliği bozmadı. Elini usulca yanağıma uzattı, başparmağıyla biriken yaşımı silerken, dokunuşunda titreyen bir şefkat vardı.

 

 

 

"Ben... kendi varlığımı, başkalarının yüklerini taşırken unuttum," dedim.

 

 

 

Yiğit'in bakışları doldu. Sonra hiçbir şey söylemeden kollarını açtı. Ve ben, hiç tereddüt etmeden o kucağa sığındım. Göğsüne yaslandığımda içimdeki duvarlar tek tek yıkıldı. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. O an, tüm karmaşamın içinde yalnızca bir gerçek vardı: Onun kolları.

 

 

 

Yiğit sarıldı. Sıkı, koruyucu ve sanki kaybolmamı engelleyen bir sarılıştı bu. Parmakları sırtımda usulca gezindi, dudakları saçlarımın arasına hafifçe dokundu.

 

 

 

"Artık ne olursa olsun," dedi kulağıma, sesi fısıltı kadar hafifti, ama taşıdığı sözler kadar ağır bir yemin duymamıştım, "Kimsenin seni yeniden un ufak etmesine izin vermeyeceğim."

 

 

 

Gece üzerimize ağır ağır çökerken, gökyüzü kadar karanlık duygular içimi sardı. Sessizlik derinleşti, ama içimdeki fırtınalar şiddetini daha da artırdı. Yiğit'in varlığı, omzumun ucunda yankılanan o güvenli sessizlik... beni bir anlığına korusa da, zihnimde yankılanan o tek cümle susmak bilmedi:

 

 

 

"Ölmesi gereken bizken, onun canlı canlı mezara girmesine göz yumamazdım."

 

 

 

Bu cümle, kalbimin kıyısına çarpan bir dalga gibi defalarca vurdu. Sığınmak istediğim o sıcaklık, birden soğuyan bir gerçeğin duvarına çarptı. Nefesim düğümlendi. Gözlerim doldu. Çünkü bazı yükler vardı, omuzunda taşır gibi değil, ruhunda saklar gibi taşıyordun. Ve ben... beni yaşatmak için kendinden vazgeçmiş birinin, Yiğit'in sessiz fedakârlığına tanık oluyordum. Bu haksızlığı ona yapmak istemiyordum.

 

 

 

"Peki ya sen?" dedim, sesimde bir titreme vardı. "Sen kendini düşünmeyi ne zaman öğreneceksin?"

 

 

 

Sözlerim onu şaşırtmış gibiydi. Kaşları hafifçe çatıldı, ama gözlerinde tanıdık bir hüzün belirdi.

 

 

 

"O ne demek şimdi?" dedi, sesi yavaşça düşerken.

 

 

 

"Abime söylediklerini duydum," dedim, sesimdeki kırılganlığı gizlemeye çalışarak. Gözümden süzülen yaşları silmeye bile cesaret edemedim, çünkü belki de o an, içimdeki en büyük korkuyu duyuyordum. Ne zaman bu kadar bağlanmıştım ona? Ne zaman tüm duvarlarım onu korumak için yıkılmıştı? Ve bu kadar acıyı niye hissediyordum?

 

 

 

Yiğit derin bir nefes aldı. Hiçbir şey söylemeden gözlerimi inceledi. Belki de bu sessizliği bozmak istemedi, ya da belki de kalbinde hissettikleri, kelimelerle anlatılacak kadar karmaşıktı.

 

 

 

"Ne duydun?" dedi, sesi zor duyulacak kadar yumuşaktı, ama içindeki korku gizlenemeyecek kadar belirgindi.

 

 

 

Kendimi toparlayıp, sesimi düzgün çıkarmaya çalıştım, ama içimdeki karmaşa her kelimemi sarstı. "Bana acıyorsun... Bu evliliği yapmak zorunda değilsin."

Bölüm : 21.07.2025 00:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş