17. Bölüm

YÜZÜK

OnyxMistic
onyxmistic

Merhabalar 🌸

Tahmin ettiğimden daha uzun bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz, geri dönüşlerinizi beklemekteyim. 😊

Keyifli Okumalar. 🤍

 

 

 

 

————————————

GEÇMİŞ:

O korkunç gecenin üzerinden aylar geçmişti. Yaşadıklarımın izlerini hâlâ taşıyordum, ama bir şekilde devam etmeyi başarmıştım. Abim, tam olarak nasıl yaptığını anlayamadığım bir şekilde, beni Kaan’la gitmekten alıkoymuş ve bana zaman kazandırmıştı. Üniversite bitene kadar, belki de biraz daha büyüyene dek, hayatımın bu sayfasını kapalı tutmam için bir fırsat yaratmıştı.

 

Bugün ise farklı bir başlangıcın sabahına uyandım. Tıp fakültesindeki ilk günüm. Her şeyden kaçıp buraya gelebilmiş olmak bir zafer gibi hissettirmiyordu belki, ama yine de umut doluydu. Hızla hazırlanıp kapının önüne indim.

 

“Günaydın, ufaklık,” dedi Serdar, o tanıdık sıcak sesiyle. Yüzünde hiçbir şey olmamış gibi bir gülümseme vardı. Ama onun bu sakin görünüşünün ardında, her zaman olduğu gibi derin bir Kaan sadakati saklıydı. Ama her zaman, her koşulda yanımda olmuştu. Bazen içimdeki karmaşık duygularla ona kızsam da, onun benim en zor zamanlarımda tek dayanağım olduğu gerçeği değişmiyordu.

 

"Günaydııın!" dedim, sesime yansıyan heyecanı saklayamadan.

 

İçimde tarif etmesi zor bir heyecan vardı. Bu anı olduğu gibi yaşamak istiyordum; çünkü hayatımın geri kalanı, açıkça söylemek gerekirse, karanlık ve belirsizliklerle doluydu. Ama bugün... Bugün başka bir şeydi. Hayatımın bana özel belkide tek dönemi için yeni bir başlangıçtı.

 

Serdar, arabaya binmem için kapıyı açtı. "Atla bakalım," dedi, her zamanki içten ve samimi ses tonuyla. Arabaya adımımı atar atmaz, yola çıkmak için hareket ettik.

 

"Nasılsın? Heyecan var mı?" diye sordu, gözlerini yoldan ayırmadan. Sesindeki o şefkat dolu ton beni rahatlatmaya yetiyordu.

 

"Olmaz mı?" dedim, derin bir nefes alarak. "Gerginim, sonuçta yeni insanlarla tanışacağım."

 

Serdar, birkaç saniye boyunca sadece direksiyona odaklandı, ama sesindeki güven dolu ton, bana cesaret vermeye yetti.

 

"Rahat ol," dedi, ardından kısa bir an için göz ucuyla bana bakarak, o huzur verici gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. "Seni çok sevecekler, göreceksin."

 

O an içimde bir sıcaklık oluştu. Bana acıyor muydu bilmiyorum ama her zaman iyi olmamı istediğini hissettiriyordu.

 

"Umarım öyle olur," dedim, pencereye bakarak. Sabah güneşi, hafif bir sıcaklıkla vücuduma vuruyordu ve bir parça huzur bulmamı sağlıyordu.

 

Serdar gülümsedi, sonra, sesinde tatlı bir alay vardı. "Olur, olur. Sen sevilmez misin hiç?" dedi ve yanağımdan hafifçe makas aldı.

 

"Ya, çocuk muyum ben? Yapma böyle," diyerek elini itmeye çalıştım. Ama o çoktan kendine has, neşeli kahkahasını atmıştı bile.

 

"Çocuksun tabii!" dedi, neşesi gözlerinden okunuyordu. "Ne farkın var Ahu'dan? Geçen yıl o da anaokuluna başlarken aynı böyle heyecanlıydı."

 

Ahu, Serdar’ın kızıydı. Her seferinde beni onunla kıyaslaması beni biraz sinirlendiriyordu. "Hiç de bile!" dedim, sesime biraz sertlik katarak. O an, içinde bulunduğum gerginliği kontrol altına almaya çalışıyordum. "Arkadaşlarımın yanında sakın böyle davranma bana."

 

Serdar, benim tepkimi umursamadan, yine aynı şekilde gülerek beni daha da gıcık etmeye çalıştı. Ama bir yandan da içimdeki kaygıların, onun bu tavırlarıyla ne kadar da hızla eridiğini fark ettim.

 

"Korkma, korkma," dedi Serdar, gülümseyerek. Ama o rahat ifadesi bir anda kayboldu ve yerine bir sertlik yerleşti. Mimikleri, sanki bir düğmeye basılmış gibi değişti. Konu Kaan olunca, her zaman böyle oluyordu; duyguları bir robotun soğuk işleyişine dönüşüyordu.

 

"Unutma," dedi, sesindeki ciddi ton, şimdi her zamankinden daha kesindi. "Her sabah ve akşam benimle gidip geleceksin. Kesin talimat."

 

"Peki," dedim, istemsizce. Sözlerim sakin gibi görünse de içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Serdar’ın sesindeki sertlik, içimdeki sessiz kaygıları daha da derinleştiriyordu.

 

"Ayrıca, bugün çıkışta seni bir yere götürmem gerekiyor," dedi Serdar, direksiyon başında, gözlerini yoldan ayırmadan.

 

"Nereye?" diye sordum, istemsizce meraklanarak. O an, içimdeki endişe bir adım daha ileriye gitmişti.

 

"Sadece konum var, detay yok," dedi ve yüzündeki ifade, ne düşündüğünü anlamamı engelliyordu. O an, içimdeki huzursuzluk daha da büyüdü. "Kaan'ı mı göreceğim?" diye düşündüm. O düşünce, midemde bir düğüm gibi sıkıştı ve nefes almak bile zorlaştı.

 

"Asma şu güzel yüzünü," dedi Serdar, biraz da hafifçe gülümseyerek beni teselli etmeye çalıştı. "Düşünme hiçbir şey, boşver. Bugününe odaklan."

 

Ama o an, sözleri içime düşen kurdu susturmaya yetmemişti. Kaan’ın adı geçtikçe, her şeyin ne kadar karmaşık hale geldiğini hissediyordum. Ne olursa olsun, içinde bulunduğum belirsizlik, her şeyden daha güçlüydü.

 

"Peki," dedim tekrar, sadece konuyu kapatmak için. Onun gönlü olsun istiyordum, ama zihnim bambaşka yerlerdeydi. Serdar’ın sözleri, bana biraz olsun rahatlama hissi vermişti, ama Kaan’ın adı zihnimde sürekli yankılanıyordu. Her şey o kadar karışıktı ki, hiçbir şeyin nasıl biteceğini kestiremiyordum.

 

"Ben buralardayım, bir şeye ihtiyacın olursa haber ver," dedi. Okulun önüne geldiğimizde, son bir kez daha beni uyararak arabasından indi. Yüzündeki ifade yine bir miktar sertti ama bu kez gözleri, biraz olsun rahatlamış gibiydi.

 

Derin bir nefes aldım ve okulun bahçesine doğru yürümeye başladım. Bugün yeni bir başlangıçtı, hayatımın karmaşasından kaçabilmek için tüm her şeyi İstanbul'da bırakıp Ankara'ya gelmiştim. Birkaç yıl, gerçeklerden uzak, izole bir hayat kurmayı planlıyordum burada. Mümkün olduğunca en güzel yıllarımı yaşamak istiyordum. Ama yine de, içimde bir korku vardı; belirsizliğin getirdiği o derin huzursuzluk, her adımda biraz daha büyüyordu.

 

Serdar da ailesiyle birlikte bu süreçte Ankara'ya taşınmıştı. Onun varlığı, hayatımda bir hatırlatıcı görevi görüyordu, Kaan, Serdar sayesinde her an varlığını hissettiriyordu. Ne kadar uzağa gitsem de, ondan tamamen kurtulamayacağımı biliyordum. O, bir gölge gibi hiçbir zaman peşimi bırakmayacaktı.

 

Okulun bahçesine vardığımda, etrafımdaki kalabalık beni biraz olsun rahatlatır gibi oldu. İnsanların heyecanlı sesleri, birbirine sarılan yüzler, hepsi yaşam doluydu. Ama bir yandan, kendimi hâlâ yalnız ve yabancı hissediyordum.

 

Adımlarımı yavaşça dersliğe doğru yönlendirdim. Yeni yüzler, yeni sesler… İçimdeki korkuyu bir kenara bırakıp bu anı güzel bir başlangıca dönüştürmek istiyordum. Ama aklımın bir köşesindeki o karanlık düşünceler, beni bir türlü bırakmıyordu.

 

Pencerenin yanında bir yere oturdum ve dışarı bakmaya başladım. Bahçede bir esinti, ağaç dallarını hafifçe sallıyordu. Görünürde her şey sakindi, ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ne olursa olsun, akşam yaşanacak olan şeyin gölgesi, bütün günü etkisi altına alıyordu.

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda, içimdeki bastırılmış korkunun sessiz çığlıklarını duyabiliyordum.

 

Bu yeni başlangıç umut dolu görünse de, üzerimdeki bu belirsizlik duygusu, beni bir yabancı gibi hissettiriyordu. Ama bu kez korkmamak için kendime bir söz verdim: Her ne olursa olsun, kendi ayaklarımın üzerinde durmalıydım.

 

Dersten sonra kantine indim. Çevremde kahkahalar ve konuşmalar yankılanıyordu. İnsanlar masalarda toplanmış, sohbet edip gülüşüyorlardı. Kimseyi tanımıyordum ve bu tuhaf bir şekilde beni rahatlatıyordu. Kimseyi tanımamak, kimseye hesap vermemek demekti. Herkes sadece bir silüet gibi hareket ediyor, ben de onların arasında görünmezmişim gibi hissediyordum. Bu anonimlik duygusu, içimdeki huzursuzluğu bir süreliğine yatıştırmıştı. Sessizliğim kimseyi rahatsız etmiyordu; kimse beni sorgulamıyor, kimse beni yargılamıyordu.

 

Kendime köşede sakin bir masa seçtim ve sırtımı duvara yasladım. Etrafı izlerken, insanların birbirine ne kadar kolay yakınlaştığını fark ettim. Kahkahalar, konuşmalar, jestler… Sanki hayat onlara ne kadar kolaydı. Bir an, onlardan biri olmayı diledim.

 

Tam o sırada, masama birinin yaklaştığını fark ettim. Kafamı kaldırıp baktığımda, elinde kahve bardağıyla genç bir adamın bana doğru gülümsediğini gördüm.

 

“Merhaba,” dedi sıcak bir sesle. Yüzündeki samimiyet, kantindeki diğer herkesin gürültüsünden sıyrılıp bana ulaşmayı başarmıştı. “Buraya oturabilir miyim?”

 

Bir an afalladım. Bu kadar beklenmedik bir anda, bu kadar doğal bir giriş… Ne diyeceğimi bilemeden hafifçe başımı salladım. “Tabii,” dedim kısık bir sesle.

 

Adam kahvesini masaya koydu ve oturdu. “Ben Bora,” dedi, uzattığı elinde hâlâ aynı sıcak gülümseme vardı.

 

Bir an tereddüt ettim ama sonra elini sıktım. “Ben de Aslı.”

 

“Memnun oldum, Aslı. Yeni bir yüz olduğunu hemen anladım. Tıp fakültesindensin, değil mi?”

 

Başımı sallayarak onayladım. “Evet, ilk günüm.”

 

“Ben de öyle tahmin etmiştim,” dedi gülümseyerek. Ardından kahvesinden bir yudum alıp bana baktı. “Nasıl gidiyor peki? İlk gün için biraz bunaltıcı olmalı.”

 

Sözlerindeki rahat ton beni şaşırtmıştı. Genelde bu tür konuşmaların rahatsız edici bir resmiyeti olurdu, ama Bora’nın konuşması sanki çoktan bir sohbete dahil olmuşuz gibiydi.

 

“Fena değil,” dedim omuzlarımı silkerek. “Henüz çok kimseyi tanımıyorum ama…”

 

“Merak etme, burası küçük bir dünya. Çok geçmeden herkes birbirini tanır. İstesen de kaçamazsın,” dedi, göz kırparak.

 

Bu sözlerle ilk kez hafifçe gülümsediğimi fark ettim. Bora’nın rahat tavırları, kalabalığın içinde hissettiğim o yalnızlık duygusunu bir nebze olsun dağıtmıştı.

 

Bora’yla konuşmaya devam ederken, zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim. Sohbeti inanılmaz rahattı; sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir his vardı. Ancak tam da sohbet iyice derinleşmeye başlamışken, yanımıza iki kişi daha yaklaştı. Bir kız ve bir erkek… İkisi de ellerinde tepsilerle Bora’nın yanına geldiler ve doğal bir rahatlıkla sandalyelere yerleştiler.

 

“Bora, burada yine birilerini ağlarına düşürüyorsun galiba,” dedi kız, şakayla karışık bir tonla. Uzun, kıvırcık saçları ve yüzünden eksik olmayan sıcak bir gülümsemesi vardı.

 

“Hadi ama Zeynep,” dedi Bora, gözlerini devirerek. Sonra bana döndü. “Bu Zeynep. Tıp fakültesinde değil, ama kampüsteki her bölümü bizden daha iyi bilir.”

 

Zeynep kahkahasını bastıramadı. “Haklı. Sosyoloji öğrencisiyim ama kendimi biraz rehber gibi hissediyorum.” Bana elini uzattı. “Merhaba! Yeni bir yüz görünce hemen tanışmak istedim.”

 

Elini sıkarak gülümsedim. “Aslı. Memnun oldum.”

 

Bu sırada yanındaki çocuk, çenesini eliyle desteklemiş, dikkatle beni inceliyordu. Bora bunu fark edip ona döndü. “Ve bu da Mert. Kendisi sosyal ortamlarda konuşmak yerine gözleriyle insanları analiz etmeyi tercih eder.”

 

“Saçmalama ya,” dedi Mert, Bora’ya hafifçe itiraz ederek. Sonra bana dönüp gülümsedi. “Mert. Psikoloji okuyorum, ama bu gözlemci tarafımı pek ciddiye alma. Zor bir alışkanlık.”

 

“Anladım,” dedim gülümseyerek. Yeni tanıştığım bu insanlardaki enerji, içimdeki gerginliği bir süreliğine uzaklaştırmış gibiydi.

 

Bora, kahvesinden bir yudum alıp konuşmayı yeniden ele aldı. “Bu arada, Aslı, akşam için bir planımız var. Zeynep’in fikriydi aslında. Kampüsün hemen yakınında küçük bir yer var, çok güzel bir kafesi var. Akşam 7 gibi oraya gitmeyi düşünüyoruz. Bizimle gelir misin?”

 

Zeynep hemen atıldı. “Kesin gelmelisin! Daha ilk gününden sıkıcı bir akşam geçirmene izin vermeyiz.”

 

O an içimde bir kıpırtı oluştu. Kabul etmek istiyordum. Bu kadar kısa sürede, kendimi biraz da olsa bu grubun içinde hissedebilmek güzeldi. Ancak bir yandan, Serdar’ın söyledikleri aklıma geldi. Akşam beni neyin beklediğini bile bilmiyordum ve bu, onların davetini kabul etmemi imkânsız hale getiriyordu.

 

“Gerçekten çok isterdim,” dedim hafif bir buruklukla. “Ama bu akşam planım var. Kusura bakmayın.”

 

Zeynep’in yüzünde hafif bir hayal kırıklığı belirdi. “Ne yazık, tam da seni biraz daha tanıyacağımızı düşünmüştüm.”

 

Mert, bana anlayışla baktı. “Sorun değil. Belki başka bir zaman.”

 

Bora ise gözlerini hafifçe kıstı ve hafif bir sırıtışla, “Kaçamazsın ama,” dedi. “Bu bir teklif değil, uyarı. Bir dahaki sefere bahane kabul etmiyoruz.”

 

Bu sözlerine gülümsemekten kendimi alamadım. “Tamam,” dedim. “Bir dahaki sefere mutlaka.”

 

Sohbetimiz bir süre daha devam etti, ama içimde, onların planına katılamayacağım için bir burukluk kaldı. Onlar gibi normal bir öğrencilik hayatı sürdürmenin ne kadar zor olduğunu bir kez daha hissettim. Akşam beni bekleyen şeyin gölgesi, üzerimde ağırlığını hissettirmeye başlamıştı bile.

 

Çıkış saatine doğru vakit hızla akıp geçti. Dersler ve yeni tanıştığım yüzler bir süreliğine aklımı meşgul etse de, akşamın ağırlığı gölgede kalmıyordu. Aklımda belirsizlik, kalbimde ise tarifi zor bir endişe vardı. Kaan’ın beni çağırdığı yere gitmek için okul çıkışında Serdar’ı bulmam gerekiyordu. Onun varlığına sığınmak istediğim kadar, bu çağrının arkasında ne olduğunu öğrenme korkusuyla da baş başaydım.

 

Serdar’ı okulun önünde beklerken, etraftaki öğrencilerin gülüşmeleri ve konuşmaları bana giderek daha uzak bir dünya gibi geliyordu. Onların aksine, benim günüm çoktan bir sona yaklaşmış gibiydi. Onları izlerken, ne kadar sıradan bir gün geçiriyorlarsa, benim için o kadar karmaşık bir akşamın yaklaştığını düşündüm.

 

Bir süre sonra, Serdar’ın arabası yavaşça okulun önünde belirdi. Görür görmez adımlarımı hızlandırdım ve hemen araca yöneldim. Kapısını açarken, içimdeki tedirginlik dışarı yansıdı.

 

"Hoşgeldin," dedim, saklamaya çalıştığım bir endişeyle.

 

"Hoş buldum. Hadi, geç bakalım," dedi Serdar, aceleyle. Sesinde her zamanki sıcaklığın yerini soğuk bir ciddiyet almıştı. Arabaya binerken yüzündeki gerginliği fark etmemek imkânsızdı. Sanki bir şey saklıyordu, ama ne olduğunu anlayamıyordum.

 

Arabaya biner binmez Serdar harekete geçti. Motorun sesi, aramızdaki sessizliği daha da keskin bir hale getirmişti. Serdar birkaç kez konuşmaya çalıştı; basit sorular sordu, günümün nasıl geçtiğini öğrenmek ister gibi göründü. Ama ben cevap vermekte zorlanıyordum. İçimdeki huzursuzluk giderek büyüyordu, her geçen saniye beni daha da içine çekiyordu.

Serdar’ın gözleri bir an için dikiz aynasına kaydı, sonra tekrar yola odaklandı. “Korkma,” dedi, sesini yumuşatmaya çalışarak. Ama cümlesindeki gerginlik, beni rahatlatmaktan çok endişemi artırdı.

 

“Korkmuyorum,” dedim, neredeyse fısıldar gibi. Ama bu, ikimizi de kandırmaya yetmedi.

 

Yol boyunca arabada bir sessizlik hâkim oldu. Dışarıda geçen her sokak, her ışık, beni bilinmeyene doğru sürüklüyor gibiydi. Serdar’ın gergin tavırlarının ardında neler olduğunu çözmeye çalışıyordum, ama bu çaba sadece kalbimdeki sıkışmayı artırıyordu. Sanki konuşacak olsam, boğazımdaki düğüm beni susturacaktı.

 

Arabamız ilerledikçe, sokak lambalarının ışıkları azalıyor, yollar daha tenha ve sessiz hale geliyordu. Bu sessizlik, sadece dışarıda değil, içeride de büyüyordu. Ne Serdar bir şey söylüyor, ne de ben bu sessizliği bozabiliyordum.

 

“Yaklaştık,” dedi bir süre sonra, sesi neredeyse bir uyarı gibi çıkmıştı. Onun bu tavrından cesaret almayı isterdim, ama sözleri, içimdeki endişeyi bir kat daha artırmaktan başka bir işe yaramadı.

 

Ve o an fark ettim: Bu yolculuğun sonunda ne olacağını bilmek istemiyordum. Ama kaçmanın da artık bir yolu yoktu.

 

Araba durdu, ancak Serdar’dan bir işaret gelene kadar inmek istemedim. Burası fazlasıyla sessiz ve ürkütücüydü. Sanki etrafımdaki her şey üzerime üzerime geliyordu. Kalbim sıkışıyor, içimdeki korku giderek büyüyordu.

 

“İnelim,” dedi Serdar, sert ve net bir sesle. Bu ses tonu, beni daha önce hiç olmadığı kadar ürkütmüştü. Titreyen ellerimle kapıyı açtım ve dışarı adım attım. Nerede olduğumu, buranın beni nereye götüreceğini bilmeden, derin bir nefes alarak soğuk geceye adım attım.

 

Dışarı çıkar çıkmaz, yüzümü yalayıp geçen keskin bir rüzgâr, içimdeki korkunun bir yankısı gibi bedenimi titretti. Burası bir depo gibi görünüyordu; karanlık ve ürperticiydi. Duvarlara sabitlenmiş birkaç zayıf sarı lamba dışında hiçbir şey görünmüyordu. Serdar, arkamdan sessizce ilerliyordu. Onun ayak sesleri, depodaki yankıyla birleşerek her adımı daha ağır, daha korkutucu bir hale getiriyordu.

 

Hiçbir şey söylemeden onun peşinden gittim. Karanlık ve ürpertici koridoru geçerken, nefes alışlarım sıklaşıyor, adımlarım giderek daha isteksiz bir hal alıyordu. İçimdeki her hücre bu yolculuğu durdurmam için haykırıyordu, ama Serdar’ın kararlı adımları beni istemsizce takip etmeye zorluyordu.

 

Bir süre yürüdükten sonra Serdar aniden durdu. O kadar ani bir hareketti ki, ben de durup bir adım geri çekildim. Bana döndüğünde yüzü ifadesizdi, ancak gözlerindeki ciddiyet her zamankinden daha derindi.

 

"Şimdi beni iyi dinle,” dedi Serdar, sesi alçak ama içinde bariz bir endişe vardı. Gözleri doğrudan benimkilere kenetlenmişti, sanki söylediklerinin her kelimesini hafızama kazımamı istiyordu. “Buradan sonrasında ben yokum, gelemem. Bu kapıdan içeri gireceksin. Sonrasını… sonrasını ben de bilmiyorum.”

 

Derin bir nefes alarak devam etti, bakışlarını bir an bile kaçırmadan. “Ama buradayım. Çıktığında da burada olacağım.”

 

Bu sözler, içimdeki korkuyu daha da büyütmekten başka bir işe yaramıyordu. Serdar’ın titremeyen, sert sesi bile durumun ne kadar ciddi olduğunu hissettiriyordu. Beni korumaya çalışıyordu, ama onun bile bu olanlar üzerinde tam bir kontrolü olmadığını anlamıştım.

 

“Ne olacak?” diye sordum, sesim neredeyse duyulamayacak kadar hafifti. Bir yandan sormak istemiyor, diğer yandan neyle karşılaşacağımı bilme ihtiyacı içimi kemiriyordu.

 

Serdar’ın gözleri derin bir karanlık taşıyordu. “İnan bana, bilmiyorum,” dedi, bir an bile gözlerini benden ayırmadan. “Kaan’ın istediği buydu. Ben sadece görevimi yerine getiriyorum.”

 

Serdar’ın sesindeki ciddiyet, başka bir şey sormama fırsat bırakmıyordu. İçimdeki ürperti, bir adım atmamı engellerken, aynı zamanda bu anı daha fazla uzatmamam gerektiğini söylüyordu.

 

Başımı hafifçe salladım, gözlerimi Serdar’dan kaçırarak. “Peki…” dedim, neredeyse kendi kendime fısıldar gibi.

 

Serdar bir süre daha bana baktı, sanki bir şey söylemek istiyor ama vazgeçiyor gibiydi. Ardından başını hafifçe eğerek, “Hadi git,” dedi. Sesinde artık endişenin yerini bir tür çaresizlik almıştı. Bu son cümlesi, beni tamamen yalnız bırakıyordu.

 

Serdar, ağır demir kapıyı işaret etti. Kapının önünde, karanlığın içine açılan dar bir giriş noktası vardı. Burası, bilmediğim bir dünyanın sınırı gibiydi; ardında ne olduğunu hayal etmek bile istemiyordum. Ayaklarım adeta yere yapışmıştı. Hareket edemiyordum. Gözlerim kapının etrafındaki paslı yüzeyde dolaşırken içimdeki korku büyüyordu.

 

“Hadi,” dedi Serdar, sesindeki yumuşaklıkla beni teselli etmeye çalışarak. “Burada kalman işleri daha da zorlaştırır. Unutma, ben buradayım. Seni dışarıda bekliyorum.”

 

Sözleri bir güvence gibi gelse de içimdeki tedirginlik daha da ağırlaştı. Zorla da olsa bir adım attım. Depo kapısına doğru yaklaştıkça nefes alışverişim hızlanıyor, göğsüm sıkışıyordu. Parmaklarım, soğuk metal kapının yüzeyine dokunduğunda ürperdim. Bir an duraksadım. Kapıyı açarsam, hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını hissediyordum.

 

Derin bir nefes alıp kendimi zorladım ve kapıyı araladım. Paslı menteşelerin gıcırdayan sesi, kapının ağırlığını her hamlede daha da hissettiriyor, bu ses karanlığın içinde yankılanarak ürkütücü bir harmoni oluşturuyordu. İçerisi karanlıktı. Tüm o boğucu sessizliğin içinde, ileride belli belirsiz yanan bir loş ışık gözüme çarptı. Bu ışık, ne kadar korkutucu olursa olsun, başka bir seçeneğim olmadığını fısıldıyordu.

 

Titreyen bir adım attım, ardından bir adım daha… Ayaklarım betona her temas ettiğinde çıkan yankı, sanki karanlığın derinliklerinden bir cevap bekliyormuş gibi büyüyordu. Arkama dönüp bakma cesareti bulamadan ilerlerken, kapı arkamdan ağır bir gürültüyle kapandı. Bu ses, sanki güvenliğimle birlikte dış dünyayla bağımı da koparmıştı. Artık yalnızdım, loş ışığa doğru yürümekten başka çarem yoktu.

 

Karanlık, beni yutmaya hazırlanmış bir yaratık gibi üzerime çöküyordu. Adımlarım, beton zeminde yankılanarak soğuk duvarlardan geri dönüyordu. Loş ışığın olduğu yöne doğru ilerlerken her an bir şeyin karanlıktan çıkıp bana saldırabileceği düşüncesi zihnimin bir köşesine yerleşmişti. Korku, bedenime yayılan ağır bir yük gibi her hareketimi zorlaştırıyordu.

 

İlerledikçe, ışığın kaynağı daha belirgin hale geldi. Bu, çıplak bir ampulden sarkan zayıf bir ışık huzmesiydi. Altında eski, metal bir masa ve masanın üzerinde birkaç kağıt vardı. Kağıtların kenarları kıvrılmış, sanki yıllardır oradaymış gibi bir görüntü sergiliyordu. Masanın ardındaki duvar yosun tutmuştu ve yer yer rutubet izleri vardı.

 

Masaya doğru birkaç adım attım. Üzerindeki kağıtların biri dikkatimi çekti. El yazısıyla yazılmış notlar vardı; bazıları okunamayacak kadar silik, bazıları ise açıkça belirgindi. Kağıtlardan birini elime aldım.

 

“Hayatımıza hoşgeldin!” yazıyordu, altı kalın bir şekilde çizilmişti. Altında ise tarih ve bir isim vardı: Kaan.

 

Nefesim kesildi. Midem bulanmaya başladı. Kaan’ın adını burada görmek, beni içinden çıkılması imkânsız bir karanlığın içine itiyordu. Kağıdı elimden bırakmak istedim ama parmaklarım ona sıkıca kenetlenmişti.

 

Bir anda karanlıkta bir tıkırtı duydum. Ses, tam arkamdan gelmişti. Elimdeki kağıtları hızla masaya bırakıp döndüm. Hiçbir şey göremedim. Ama ses o kadar netti ki hayal olamayacak kadar gerçekti. Kalbim, göğsümde kontrolsüzce atmaya başladı.

 

“Kim var orada?” diye seslendim, ama sesim titremeden çıkmadı. Cevap gelmedi. O an, tıkırtının kaynağını aramak yerine buradan çıkmam gerektiğini düşündüm. Ama arkamı dönüp kaçmayı planladığım anda, loş ışıkta bir silüet belirdi.

 

Bir adam… Ya da tam olarak bir adam diyebilir miydim, emin değildim. Yüzü karanlıkta gizlenmişti, ama orada olduğundan emindim. Sessizdi, kıpırdamıyordu. Sadece beni izliyordu.

 

“Sen… Kimsin?” diye fısıldadım, ama bu defa sesim tamamen kısılmış gibiydi. Silüet, bir adım daha yaklaştı. Ayak sesleri soğuk beton zeminde yankılandı ve ardından sessizlik çöktü. Bu sessizlik, onun nefes almadığını, belki de insan olmadığını düşündürecek kadar derindi.

 

“Kaan mı gönderdi seni?” dedim sonunda. Sesim titrek ve çaresiz çıkmıştı. Karşımda duran figür, sadece başını hafifçe yana eğdi. Bu hareket, sanki sorumun cevabını zaten bildiğimi ima ediyordu.

 

Bir anda, silüet konuşmaya başladı. Sesi, derin ve boğuk bir yankı gibi etrafımı sardı. “Hoşgeldiniz Aslı Hanım. Önce ilk kapıdan gireceksiniz. Devam edin lütfen.”

 

Sözlerindeki soğukkanlılık, içimde bir ürperti dalgası yarattı. Hangi kapı? Gözlerimi etrafta dolaştırırken, karanlığın içinde hafifçe aralanmış bir kapıyı fark ettim. Figür, bir adım geri çekildi ve sanki bana yol açar gibi bir hareket yaptı. Adımlarım beni kapıya doğru taşırken, bedenimden bağımsız hareket ediyormuş gibi hissediyordum.

 

Kapıya yaklaştığımda, paslı menteşelerden sarkan karanlık, sanki beni yutmaya hazırdı. Elimi uzattım ve metal kulpu kavradım. Soğuk metal parmaklarımı üşütüyordu. Kapıyı açarken menteşelerden çıkan gıcırdayan ses, tüylerimi diken diken etti.

 

İçeri adım attığımda, küçük bir oda ile karşılaştım. Duvarlar rutubet kokuyordu ve zemin soğuk betondandı. Ortada, zeminde duran bir hediye paketi dikkatimi çekti.

 

Paket, özenle sarılmıştı. Kırmızı kurdele ve parlak siyah kağıtla kaplanmış, dış görünüşüyle adeta buranın karanlığına inat bir kontrast yaratıyordu.

 

Tedirgin adımlarla pakete yaklaştım. Dışarının karanlığından gelen loş ışık, hediye paketinin parlak yüzeyinde oynamalar yapıyordu. Eğildim ve ellerimi pakete doğru uzattım. Ellerim titriyordu; neyle karşılaşacağımı bilmediğim için nefes almakta zorlanıyordum.

 

Kurdeleyi çözdüm ve yavaşça paketi açtım. İçinde bir kutu vardı. Kapağını kaldırdığımda, içimdeki tüm hava bir anda çekilmiş gibi hissettim. Kutunun içinde, sapı siyah deriyle kaplanmış, sivri ve parlak bir bıçak vardı.

 

Bıçağın yanında bir not duruyordu. El yazısıyla yazılmıştı:

 

“Eline çok yakışacak güzelim! Ama keserken mi, kesilirken mi daha asil durur karar veremedim. Sen ne dersin?”

 

Nefesim, göğsümde düğümlenmiş gibiydi. Notun kelimeleri zihnimde yankılandıkça, içimde bir ürperti dalgası yayıldı. Gözlerim bıçağın üzerinde sabitlenmişti; parlak metal yüzeyi loş ışığı yansıtarak bana meydan okur gibiydi.

 

“Keserken mi, kesilirken mi…”

 

Bu cümle tekrar tekrar zihnimde dönüyor, bir zehir gibi içime işliyordu.

 

Bıçağı elime alıp kaldırdım. Soğuk metal, derimin üzerinde ürkütücü bir his bırakıyordu. Bu anın gerçekliğine inanmak istemiyordum. Kaan’ın ne amaçladığını bilmiyordum ama bu bir oyun gibi gelmiyordu.

 

Arkamdan kapının ağır bir şekilde kapandığını duydum. Geri dönüp baktım, ama figür ortalıkta yoktu. Şimdi tamamen yalnızdım. Sessizlik, odanın her köşesine yayılmıştı. Tek duyduğum, kendi nefes alışverişlerimdi.

 

Ellerimde tuttuğum bıçağın ağırlığı sanki tüm bedenime yayılmış gibiydi. Gözlerimi bir an kapatarak sakinleşmeye çalıştım, ama kalbimin deli gibi çarpmasını engelleyemedim. Bu odanın içinde başka ne olduğunu bilmeden, bıçağı bırakıp bırakmamam gerektiğine bile karar veremiyordum. Sanki her hareketim karanlıkta yankılanan bir davetiye gibiydi.

 

“Şimdi ne yapacağım?” diye mırıldandım, ama sesim sanki karanlığa karışıp kayboldu. Bıçağı sıkıca kavradım.

 

Derin bir nefes aldım. Odanın diğer köşelerinde ne olduğunu anlamak için loş ışığın izin verdiği kadar etrafı taradım. İlk başta bir şey göremedim. Sanki karanlık her şeyi saklamak için özellikle çaba sarf ediyordu. Ama gözlerim yavaş yavaş alışmaya başladığında, odanın karşı tarafında belli belirsiz bir şekil fark ettim.

 

Bir kapı.

 

Kapı, odanın geri kalanına kıyasla daha yeni görünüyordu. Ama yine de buranın parçasıymış gibi duruyordu.

 

O an ne yapacağımı bilemedim. İlk içgüdüm, kapıyı tamamen açıp oradan bir an önce çıkmaktı. Ama aynı zamanda o kapının ardında beni neyin beklediğini bilmemek, korkumu büyütüyordu.

 

Elimdeki bıçakla bir adım attım. Ayak seslerim yine zeminde yankılanarak sessizliği deldi. Her adım, içimdeki tedirginliği biraz daha artırıyordu.

 

Kapının önüne geldiğimde, adımlarımın sesi hızla yankılandı. Elimi yavaşça kapı çerçevesine uzattım. Soğuk metalin hissi, parmaklarımın ucuyla dokunduğunda bir an için zaman durdu. Tenime değdiğinde, tüylerim diken diken oldu, vücudumun her bir hücresine kadar o soğukluğu hissettim. Derin bir nefes alıp, hafifçe eğildim ve aralıktan içeri bakmaya çalıştım. Ancak gördüğüm tek şey, gözlerimi kör eden güçlü bir beyaz ışık oldu. İçeriye adım atmak için cesaretimi topladım, ama sanki ışık bana engel oluyordu.

 

Bir an gözlerimin alışmasını bekledim, saniyeler geçtikçe karanlıkta bir şeyler belirmeye başladı. Ve tam o an... o sesi duydum. Derin, tanıdık ama bir o kadar da korkutucu bir tınıydı.

 

"Sonunda gelebildin Aslıcık." O kelime... O ses. "Aslıcık" demesini hiç duymak istememiştim. O an, kalbim hızla çarpmaya başladı, tüylerim bir kez daha diken diken oldu. Nefesim daraldı, midemdeki boşluk büyüdü. Onun sesini duymak, her anımı korku içinde geçirecekmişim gibi hissettiriyordu.

 

Her kelime, her hece sanki duvarlarda yankı yaparak beni çevreliyordu. Sadece ona odaklanabilirdim; o sesin her tonu, her kelimesi içimde korkunun dalgalarını uyandırıyordu. Her adımımda, o ses biraz daha yakınlaşıyor, bir adım daha attıkça içimdeki gerilim artıyordu. O burada değildi, ama sesi her yerdeydi, adeta her duvarın ardında gizleniyordu.

 

Bir av gibi hissediyordum. O, bir kedinin fareyle oynadığı gibi benimle oynuyordu.

 

"Burada ne işim var?" diye sordum, ama ağzımda kuruyan kelimeler daha fazla anlam taşımıyordu.

 

“Ama kalbimi kırıyorsun hediyemi beğenmedin mi yoksa?”

 

Sesin tonu, önceki korkutucu sertliğinden farklıydı. Şimdi, alaycı bir sadizm ve tuhaf bir şefkat karışımı vardı. Her kelime, ince bir bıçak gibi kesiliyordu, kalbime saplanacak gibi. O an, derin bir acı hissettim, sadece duymakla kalmadım, her kelimenin içinde bir aşağılama, bir oyun vardı. Onunla yüzleşmek, bu karmaşık duygunun içinden çıkmak neredeyse imkansız gibiydi.

 

Kelimelerinin etkisiyle, her bir adımımda içimdeki korku daha da büyüyordu.

 

“Ne istiyorsun benden?” Onun karşısında tüm savunmam çöküyordu. Korkudan titreyen küçük bir çocuğa dönüşüyordum.

 

"Sana söylemiştim," sesi o kadar soğuk ve alaycıydı ki, vücudum istemsizce gerildi.

 

"Hadi ama, Aslıcık. Beklediğin an geldi. Seninle geçireceğimiz en güzel günler başladı."

 

Nefesim daha da daraldı, boğazımda bir şeylerin sıkıştığını hissediyordum. Gözlerim karanlıkta, ışığın uzağında bir şeyler arıyordu ama her şey bulanık ve belirsizdi. O ses, kulağımda yankı yapıyordu, her kelimesi içimi donduruyordu. "En güzel günler" ne demekti? O kelimeler, bir tehdit gibi, yavaşça sindi içime.

 

"Ne istiyorsun benden? Hani rahat bırakacaktın?" diye sordum, sesim titriyor, kelimeler zorla dökülüyordu ağzımdan.

 

"Ben hiçbir zaman öyle bir şey söylemedim," dedi o soğuk, alaycı sesiyle. Sesindeki tını, beni daha da sıkıştırıyor gibiydi. "Ama söylediğin iyi oldu," diye devam etti, sesindeki o sinsilik, her cümleyi derinleştiriyordu. "Abini bu yalanından dolayı cezalandıracağım," sanki her kelime bir tehdit gibi havada asılı kalıyordu.

 

"Ben sadece bana gelmeni erteledim güzelim. O kadar."

 

Bir an, ne yapmam gerektiğini bilemedim. Sözleri, beynimde yankılanırken, karnımdaki ağrı daha da artıyor gibi hissettim. Ellerim titriyor, vücudum istemsizce geriliyordu. O kadar alaycı, o kadar soğuk bir şekilde konuşuyordu ki, ne kadar kaçmak istesem de, bulunduğum yerden çıkmam imkansız gibi geliyordu.

 

"Abimi rahat bırak! Ne istiyorsan yapıyorsun zaten. Ona karışma!" diye bağırdım, boğazımın içinde biriken öfkeyi dışarı atmaya çalışarak. Her bir kelime, içimdeki korkuyu bastırmak için savaşan bir haykırış gibiydi.

 

Güldü. Ama o gülüş, sadece daha fazla tüylerimi diken diken etti. O an, sesini bir kez daha duydum, daha da alaycı ve tehlikeli.

 

"Fazla cesursun bugün," dedi ses, alayla. O kadar yakın, o kadar derindeydi ki, sanki o sesin içinde kayboluyordum. Yavaşça, ince ince yayılan bir tehdit vardı. "Bir daha o güzel sesinin tonunu böylesine çirkince duyarsam, ses tellerinle vedalaşman gerekebilir."

 

O sözler, bir bıçak gibi etrafımı sardı. Göğsümde bir ağrı hissettim, ama sesim hâlâ çıkmıyordu. Yavaşça geriye yaslandım, sanki her an daha da güçsüzleşeceğimi hissediyordum. Kollarım titriyor, dizlerim çözülüyordu. Korku her geçen saniye büyüyordu, o karanlık, soğuk odada sadece adımlarımın yankıları ve onun soğuk sesi vardı.

 

"N-ne istiyorsun benden?" Sesim, sanki birini uyandırmamak için fısıldanmış gibiydi. Titrek, neredeyse duyulmaz. Boğazımda bir düğüm vardı, ama onu çözmeye gücüm yoktu.

 

"İşte böyleee," dedi, huzura ermiş gibi derin nefesler alırken, sesindeki alaycı tonun yavaşça yayıldığını hissedebiliyordum. Her kelime, sanki içindeki acımasızlığı biraz daha netleştiriyordu. "Ses titremesi en sevdiğim şey," diye ekledi, cümlesinin her bir hecesi adeta vücudumda yankı yapıyordu.

 

"Şimdi yavaşça ilerle!" dedi o karanlık sesiyle, alaycı bir sabırsızlık tonuyla kelimeleri süsleyerek.

 

"Sürprizimi göreceğin için çok heyecanlıyım, zevkle izleyeceğim." diye ekledi, sanki gerçekten benim bu durumdan memnun olmamı bekliyormuş gibi. "Bayılacaksın."

 

Bayılmak mı? Bedenimde dolaşan korku dalgaları arasında, bu kelimenin altındaki tehdidi hissettim. Ellerim istemsizce yumruk haline geldi, ama ne yapabilirdim ki? Onun dediğini yapmaktan başka çarem yoktu. Adımlarımı ağırlaştırarak ilerlemeye başladım, sanki her adım beni derin bir uçuruma sürüklüyordu.

 

Ayaklarımın altındaki soğuk beton zemini hissedebiliyordum; her adımım, boğuk bir yankıyla odanın boşluğunda kayboluyordu. Bu yankılar, sanki içerideki sessizliğe meydan okuyordu ama aslında her geri dönüşte korkumu daha da büyütüyordu. İlerideki ışık, soğuk beton duvarları zorlukla aydınlatıyordu. O ışığın ardında ne olduğunu bilmemek, zihnimi korkuyla esir alıyordu. Korkunun yarattığı bir ağırlık omuzlarımı çökertirken, adımlarım beni çaresizce biraz daha ileri taşıdı. Kalbim, göğsümde fırtına gibi çarpıyor, atışlarının ritmi neredeyse bütün bedenime yayılıyordu.

 

"Devam et," dedi arkamdan, keyifli bir tınıyla. "Hadi ama, daha hızlı! Ben sabırsız bir adamım, Aslıcık." Adımı o alaycı vurgusuyla söylediğinde, tüylerim diken diken oluyordu. Bir adım daha atarken, bacaklarımın istemsizce titrediğini fark ettim.

 

"Ama bu kadar korkmaaa," dedi o ses, neredeyse dalga geçer gibi. Tonu, her geçen saniye beni daha da çaresiz hissettiriyordu. "Düşündüğün kadar kötü bir şey olmayabilir. Ya da… belki düşündüğünden çok daha kötü olur, kim bilir?" dediğinde, nefesim boğazımda düğümlendi.

 

Onun eğleniyor olması, içimde büyüyen korkuyu katlanılmaz bir hale getiriyordu. İleride parıldayan ışık, bir davetiye gibi önümdeydi. Ama her adımım beni ışığın ardında neyin saklandığını görmeye biraz daha yaklaştırırken, içimdeki ürperti her nefes alışımda biraz daha büyüyordu. Şimdi önümde duran şeyin ne olduğunu görmek üzereydim ve bu bilinmezliğin yarattığı dehşet, vücudumu tamamen ele geçirmişti. Nefesim kesilmiş, ayaklarım sanki kendi isteğim dışında o ışığa doğru sürükleniyordu.

 

Adımlarım ilerledikçe nefes almak imkânsız bir hal alıyordu. Sanki her solukta ciğerlerime dolan hava yerine, içimi sıkan ağır bir karanlık çekiyordum. Kalbimin atışları öyle yoğundu ki kulaklarımda bir davul gibi yankılanıyordu, ama bu boğuk gürültü bile odadaki ezici sessizliği aşamıyordu. Sessizlik öyle yoğundu ki, sanki kendi ağırlığıyla üzerime çöküyordu. Zemin, her adımımda beni yutmaya hazır bir yaratık gibi soğuktu ve sertti. Ama beni asıl donduran, önümde beliren korkunç gerçek oldu.

 

Bir beden…

 

Karşımda, odanın merkezinde duran cam bir fanusun içinde hareketsiz bir beden yatıyordu. Fanusun soğuk, şeffaf yüzeyinden içeridekini izlemek zorunda kalmak, bir kabusun içine adım atmak gibiydi. Sırtı bana dönüktü, yüzünü göremiyordum. Ama onu görmekten çok, varlığını hissetmek beni dehşete sürüklüyordu. Camın ardından yansıyan belirsizlik, bedenin hareketsizliğini daha tehditkâr kılıyordu. Fanusun içinde, sanki bir şey her an uyanıp beni izlemeye başlayacakmış gibi bir gerilim vardı. Boğazımdan bir çığlık koparmak istedim ama sesim tamamen kurumuştu.

 

Tam o anda o ses…

 

"Sürpriiiiizz…"

 

Havayı yaran o alaycı, iç gıcıklayıcı ses, tüm bedenimi titretirken midemde bir düğüm oluşturdu. Sanki odanın her yerinden yankılanıyordu, ama aynı zamanda doğrudan kulağımın içine fısıldıyordu. Bu ses, insanın içine işleyen, sıcaklığını çekip alan bir buz gibi… Korku damarlarımda soğuk bir zehir gibi yayılıyordu.

 

"Sürprizimi beğenmedin mi?" dedi. Sözlerinin alaycı tonu her bir kelimeyi birer bıçak gibi keskin ve acımasız kılıyordu. Soğuk, boğuk bir neşeyle doluydu, ama bu neşe bir canavarın eğlencesine benziyordu. Sanki acımı izlemekten haz duyuyordu. Vücudum istemsizce gerildi; kaslarım, sanki üzerime bir yük binmiş gibi ağırlaştı. Ayaklarım yere yapışmıştı, kaçmayı bile düşünemiyordum.

 

"O kim?" diye sordum sonunda, ama sesim neredeyse çıkmıyordu. Dudaklarım titriyor, kelimelerim karanlığın içinde kayboluyordu. Bu soruyu sorarken bile cevabını duymaktan korkuyordum. Fanusun içindeki bedeni hayal edebilmek bile zihnimi tırmalıyordu. O an, kelimelerim havada asılı kalırken etrafımdaki karanlık daha da yoğunlaştı.

 

Ve sonra o gülüş…

Bir yılanın avına zehrini fısıldadığı gibi ince, tehditkâr ve sinsiydi. Her yankısı odanın içinde bir çığ gibi büyüyordu, ama asıl etkiyi içimde yaratıyordu. Midemde bir ağırlık, boğazımda düğümlenen bir nefes, tüm kaslarımı kemiren bir soğukluk… O gülüş, bir varlık değil, bir his gibi üzerime çöküyordu. Kelimelerinin her bir hecesi, beni karanlıkta daha da küçülten bir kâbus gibiydi.

 

Fanusun içindeki beden hâlâ kıpırtısızdı, ama varlığı bir tehdit gibi içimde büyüyordu. Bu fanusun içindeki kimdi? Neden buradaydı? Bir anlık cesaretle fanusa daha dikkatle bakmak istedim, ama bacaklarımın beni taşımayacağını hissettim. Korkum beni hâlâ pençesinde tutuyordu.

 

"Beğendin mi?" dedi tekrar. Bu sefer sesi, iğne gibi ince bir alayla kesilmişti. Ardından bir kahkaha daha… ama bu kez kahkahanın sonundaki derinlik, soğuk bir karanlık kadar sessizdi.

 

“Tatlııım, gidip bakmayacak mısın?” dedi, sesi alayla örülmüş bir zehir gibiydi. Kelimeler, kulağımda yankılanan bir tehdit gibi içime işledi. Sesinin tonunda, korkumu besleyen bir oyunbazlık vardı, sanki hareketsizliğimin tadını çıkarıyordu.

 

Söylediği kelimeler basit bir soru değil, bir emirdi. Vücudum, irademi teslim almış gibi hissettiriyordu. Sanki ses, beni hareketsiz bırakmak için bilinçaltımı ele geçirmişti. Ayaklarım bir adım atmak üzereydi, ama bacaklarımın titremesi bu korkunç gerçeği daha da derinleştiriyordu: Kontrol artık bende değildi.

 

"Kim, lütfen söyle," dedim, ama sesim titreyerek zar zor çıktı. Korkunun, ses tellerime vurduğunu hissedebiliyordum. Dudaklarım titrerken, onun bu eğlencesine daha fazla alet olmak istemiyordum. Ama içimdeki korku, gerçeği öğrenmeye olan ihtiyacımla çatışıyordu. O gülüşün arkasına gizlenen korkunç bir hakikat vardı, ama o hakikati görmek istemiyordum. Yine de zihnim bir ipucu bulmuştu ve bu ipucu beni derin bir dehşete sürüklüyordu: Abim…

 

Bu düşünce, beynime çakılan bir yıldırım gibiydi. Kanım dondu. Ellerim titredi ve boğazımda bir yumru hissettim. İçimde yankılanan tek bir soru vardı: “O mu?”

 

Bedenim taş kesilmişti, ama zihnimde çığlıklar kopuyordu. Her şey beni o ihtimale zorluyordu, her işaret o tarafa yöneliyordu. İçimde bir fırtına koptu, korku ve acının karmaşası tüm benliğimi ele geçiriyordu.

 

“Söyle, lütfen...” dedim, ama sesim öyle cılız ve çaresizdi ki, sanki kendi korkumu da yankılara teslim ediyordum. Karanlık ses bir kez daha konuştu, kelimelerindeki sinsilik ve eğlence daha da belirginleşti.

 

"O zaman..." dedi, yavaş ve tatlı bir işkence gibi, kelimelerinin üzerine basa basa. "Gerçekten görmek istiyorsan, git ve bak."

 

Sözler, beynimde yankılanan ağır darbeler gibiydi. İçimde bir şeyin koptuğunu hissettim. Sanki artık geri dönüş yoktu. Gerçeği öğrenmek zorundaydım. Ama bu, ruhumu lime lime eden bir seçim gibiydi. Her adım, korku ve çaresizliğin pençesinde bir savaşa dönüştü. Ayaklarım beni ileriye taşırken, zihnim çığlık çığlığa direniyordu. Gitmek zorundaydım. Ama o fanusun içine bakmanın beni parçalara ayıracağını biliyordum.

 

Abim olma ihtimali, nefesimi tamamen kesmişti. Ciğerlerimdeki hava sanki çekilmişti, derin bir boğulma hissi göğsümü sıkıştırıyordu. Kalbim göğüs kafesime çarparak çıkmaya çalışıyor, ellerim soğuk ve kontrolsüzce titriyordu. Bu korkunç gerçekle yüzleşmeye mecbur olmak, bir uçurumun kenarında durmak gibiydi. Kaçmak istiyor, ama o karanlık uçurumun derinliklerine bakmaya zorlanıyordum.

 

Her adımda, korku daha da büyüyor, nefes almak biraz daha zorlaşıyordu. İçimde yankılanan çığlık, susturulmuş bir hayalet gibi çaresizdi. Bu durumun kaçınılmazlığını her adımda biraz daha hissediyor, ama kaçmak istedikçe daha da yaklaşıyordum.

 

Fanusun içinde yatan bedenin kim olduğunu öğrenmek istemiyordum. Ama artık kaçış yoktu. Gözlerim, fanusun camında bir hareket aradı. İçimdeki korkunun buz gibi pençeleri, bedenimin her bir zerresine işliyordu. Yavaşça ve titreyerek, fanusa biraz daha yaklaştım. Her bir adımda, gerçekliği biraz daha hissettim. Gözlerimi fanusun içindekine dikmek üzereydim, ama içimdeki dehşet, beni her adımda geri çekmeye çalışıyordu.

 

Sonsuz bir bekleyişin ortasında, ellerim titreyerek fanusun camına uzandı. Camın soğukluğu, parmak uçlarımı bıçak gibi kesiyordu. Ve o an... her şey, korkunun keskin bir gerçekliğine dönüştü.

 

Bedeninin üzerindeki kıyafetler, koyu kırmızı bir haleye bürünmüş, kanla sarmalanmıştı. Sanki cehennemin tüm acıları, her zerresiyle bu bedene nüfuz etmişti. Yavaşça eğildim ve gözlerim bedenin üzerinde gezinirken, bir an için tüm dünya durdu. Her bir detayı, her bir iz, her bir korkunç gerçek zihnimde yankı yapıyordu. Parmakları… Hayır! Parmakları yoktu. Onlar, zalimce ve kesik bir şekilde bedeninden ayrılmıştı. Kemiğin kesildiği yerlerden damlayan kan, sessizce yere süzüldü, bir zamanlar hayatta olan bir bedenden geriye kalan tek iz gibi.

 

Yüzü tanınmaz haldeydi; morarmış ve çürümüş derisi, ne kadar bakarsam bakayım, eski haline dönmeyecek gibiydi. Gözler… O korkutucu bakışlar, artık yaşama dair hiçbir iz taşımıyordu. Ellerinin şekli, yaralı bir hayaletin siluetine benziyordu; belirsiz, korkunç, soğuk. O an, zihnimde yankılanan korkunç gerçeği tam olarak anlamıştım: Bu, onun bedeni değildi… Ama o, hala, bir şekilde buradaydı.

 

Dizlerim titremeye başladı, sanki tüm vücut ağırlığım bir anda yerçekimine teslim olmuş gibiydi. Yavaşça çöküyordum, her adımda bedenim daha da ağırlaşıyor, sanki yükü daha da büyüyordu. Ama gözlerim… Gözlerim bir an bile kaymamış, korkunun, dehşetin ve gerçeklerin içine hapsolmuştu. O gözler, bana her şeyi hatırlatıyordu; her bir kan damlası, her bir yaranın izi, her bir acının yankısı beynimde çığlık atıyordu.

 

Kan, göğsüme yapıştı, midenin bulanıklığı da içinde yankı yaptı. Her şey, her şey, neredeyse bir kabus gibiydi. Ama bir kabus olmamalıydı. Bu gerçekti. Ve ben… Ben buna, gözlerimle, bedenimle, her zerremle tanıklık ediyordum. Zihnimdeki düşünceler birbirine karıştı. “Bu… bu gerçekten… o olamaz…” diye mırıldandım. Ama kelimelerim, kendi içimdeki boşluğa düşüp kayboluyordu. Kendime bile inanamıyordum.

 

Bir an, her şeyin sona ermesini, bir an için her şeyin sadece bir kabus olmasını diledim. Ama o an, bir ses kulaklarımda yankı yaptı. O soğuk, alaycı ses, derinliklerden çıkıp yüzüme çarptı. “Aslı, daha dikkatli bakmalısın, kıyafetler mesela…” Sesin tonu, acımasız bir fısıldama gibi geliyordu. Sözleri, içimdeki tüm duvarları yıkıp geçmişti.

 

Bir anlığına her şey durdu, zaman yerinden kaydı. Gözlerim bedene kayarken, bir şey fark ettim. O elbiseler... O pantolon, o gömlek... Hepsi, ona aitti. Abime. Bunu kabul etmek, her şeye rağmen bir türlü mümkün olmuyordu. Onun üzerinde tanıdık olan her şey vardı; pantolonun kenarındaki yırtık, gömleğin cebindeki eski sigara izi… Her şey, onun giysileriydi. O an, gözlerim daha da keskinleşti, her bir detay, her bir iz, her bir lekede abimin silueti vardı.

 

Her şey, bir ağırlık gibi ruhumu sarıyor, gözlerimden düşen her bir damla yaşla birleşiyordu. Ama yine de, o soğuk ses kulaklarımda yankılanmaya devam ediyordu: “Aslı, ne kadar inkar edebilirsin ki…”

 

Kalbim bir anda durdu. İçimdeki her şey çökmeye başladı. O beden… O, o olamazdı. Ama her şey, bir tuhaflık, bir uyumsuzluk içindeydi. O bedenin bana ait olamayacak kadar yabancı olduğu her halinden belliydi. Ama ben, o bedeni, her yönüyle tanıyordum.

 

Bir adım daha attım, bacaklarım zorla hareket ediyor, ama ruhum bir yere, bir noktaya kilitlenmişti. “Hayır… Hayır, bu… bu olamaz…” diye mırıldandım. Sözlerim, kendime bile yabancıydı. Kelimeler ağzımdan çıkarken, boğazımda düğümleniyordu.

 

O anda dünyam yavaşça sarsılmaya başladı. Gözlerim, gözyaşlarımın biriktiğini fark etmeye başlamadan, titreyerek o bedenin etrafında dönüyordu. Sesim, ağlamaktan boğulacak gibi geldi; ama bir kelime bile çıkaramıyordum. O kadar derin bir boşluğa düştüm ki, geriye dönüş yoktu.

 

"Abiii!" Sesim, kulaklarımda yankı yaparken, bir türlü dışarı çıkamıyordu. Sanki her şey boğazımda düğümlenmişti, ama hala haykırmaya çalışıyordum. Yalvardım, ama sesim o kadar zayıftı ki... Kendi kulaklarım bile duymuyordu.

 

Ve içimdeki o çığlık, bir yıkım gibi patladı. Bu, kabul edilemeyecek bir gerçekti. O beden, abimin bedeni olamazdı.

 

"Abim!" dedim tekrar, bu sefer sesim çığlığa dönüştü. "Bu olamaz! Olamaz!"

 

"Abim!" diye bağırdım, ama bu sefer sesim bir hıçkırığa dönüştü. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu, ama bir türlü kendimi durduramıyordum. Her şeyin içinden geçiyordum. Sanki dünyadaki her ses ve ışık, beni çepeçevre sarıp sarmalıyordu.

 

Bütün vücudum donmuştu. Ne bir hareket, ne bir adım. Yalnızca o kanlı kıyafetlere ve o korkunç bedene odaklanmıştım. Gözlerim tekrar parmaklara kaydı. Kesik parmaklar...

 

Birdenbire, odanın duvarlarına yerleştirilmiş hoparlörlerden o lanetli ses yine yükseldi.

 

"Ne oldu, Aslıcık?" dedi, sesindeki o soğuk alay her şeyin üstüne bir çekiç gibi indi. "Sürprizimi beğenmedin mi?"

 

Her kelimesi, içimdeki son umut ışığını söndürüyor, zihnimi bir labirente dönüştürüyordu. O kadar sakin, o kadar rahat bir şekilde konuşuyordu ki, her şey parçalanıyor, her bir duygu yerle bir oluyordu. O an, kalbimdeki her vuruş, bir darbeye dönüşüyor, her nefesim bana batıyordu.

 

"Sen... Sen bir canavarsın!" diye bağırdım, sesim ne kadar yüksek çıkarsa çıksın, içimdeki boşluğu dolduramıyordu. Çığlıklarım, odanın her köşesine yayılırken, bir türlü sakinleşemiyordum. "Bu nasıl bir şeytanlık? Bu... Bu nasıl bir insanlık?" Kendi sesimi bile tanıyamıyordum. Korku ve öfke, beni tamamen sarhoş etmişti.

 

O soğuk kahkaha… Her bir tonunda karanlık bir acı vardı. Ama bu kahkaha… Neşe değil. Tam tersi. Acımın, çaresizliğimin üzerine oturuyordu. Tamamen bana ait olmayan bir acıydı, bu acı bir köle gibi büyüyordu, beni daha da derinlere çekiyordu. Her kelimesi, her sesi, her adımı birer ok gibi vücuduma saplanıyordu.

 

"Tatlım..." dedi, sesi midemi bulandırıyordu. "Gerçek, bazen düşündüğünden daha acı verici olur, değil mi?"

 

O an, her bir kelimesi bir mızrak gibi, ruhumun en derin yerine saplandı. Ve birden, o korkunç gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. O beden, o korkunç, tanıdık beden… O abim olamazdı. "Abimi... O... O benim abim değil!" diye bağırdım, sesim boğazımda düğümlenirken, kelimelerim nefesimle kayboluyordu. "O beden, o… Olamaz! Bu… Bu saçmalık!"

 

Her sözcüğüm, içimdeki gerçeği bastırmaya çalışırken, bir yıkım gibi geri dönüyordu. Gözlerim o bedene kilitlenmişti, ama her bakışımda daha çok kayboluyordum. Bunu kabullenmek, kabul etmek… Beni delirtecek gibi hissediyordum.

 

İçimden bir şey kopmuştu. Gördüklerim, canımı fazlasıyla yakıyordu. "Hayır!" diye bağırdım. "Hayır! O, buraya gelmemeliydi! O, bunu hak etmedi! O, bunu hak etmedi!"

 

Ama o ses... O rahat, kayıtsız ses. "Ah, Aslıcık," dedi. "Hayal kırıklığına mı uğradın? Yoksa gerçekten buna inanmakta zorlanıyor musun?"

 

"Abimi... O benim abim değil!" diye bağırdım, ama sesim, boşluğa düşen bir taş gibi kayboldu. Gözlerimden yaşlar süzülürken, bedenim kontrolünü kaybetmişti. O kadar korkuyordum ki... Sanki kendimi kaybetmek üzereydim. Her şey bulanıklaşıyor, içimdeki korku her geçen saniye biraz daha büyüyordu. O kadar çaresizdim ki, adeta bir yabancı gibi kendi bedenimde hapsolmuş gibiydim.

 

O ses, bir kez daha, o kayıtsız tonda geldi. “Üzgünüm… – ama lafın gelişi üzüldüğümü düşünmeni istemem –, şu ana kadar yaşaması hataydı.”

 

O kelimeler, içimi dondurur gibi geldi. Soğuk, acımasız bir gerçeklikti. Her bir harf, beni daha derin bir karanlığa çekiyordu. Ne kadar direnmeye çalışsam da, o sözler içimdeki dehşeti daha da yoğunlaştırıyordu. Her kelime, boğazıma bir düğüm gibi takılıyor, içimdeki her umut kırıntısını silip süpürüyordu. Korku, her bir damarımda geziniyor, çığlıklarım boğazımda sıkışıyor, dilim onlara ulaşamıyordu.

 

Beni boğacak gibi gelen bir hıçkırık, boğazımda düğümleniyordu. Gözlerim bulanıklaşmıştı, içimdeki her şey devrilip düşüyordu. Bir adım daha atamadım. Sanki yer yerinden oynayacak gibiydi. Dünya, benden uzaklaşıyor, her şey bir yıkımın eşiğindeydi. Ama ben hâlâ o bedeni, o tanıdık saçları, o korkunç gerçekliği inkâr ediyordum. Bir türlü kabullenemiyordum.

 

“Neden? Neden?!” diye bağırdım. Sözlerim kesik kesik, acı içinde dökülüyordu. “Neden, neden böyle bir şey?” Gözlerim o bedende gezindi, her bir tanıdık çizgiyi, her bir izi, her bir detayı daha iyi görmek için kendimi zorladım. Ama her şey bulanıklaşıyor, karmaşıklaşıyor, gerçeği bir türlü kavrayamıyordum. “Bu olamaz… Bu nasıl olamaz?!” diye haykırdım, sanki kelimelerim bu acı gerçeği itmeye yetecekmiş gibi.

 

Aldığım nefes ciğerlerime yetmiyor, çığlıklarım boğazımı acıtıyordu. Her bir nefes, ciğerlerimi yakıyor, boğazımda biriken çığlıklar sanki her an patlayacakmış gibi hissediliyordu. Zihnim bulanık, bedensel acı ise dayanılmazdı. O an, ne kadar süre geçtiğini bilemedim; zaman, adeta durdu. Gözlerimdeki bulanıklık arasında, o anın sona ermesini diledim, ama o oradaydı, beni izliyordu, zevkini çıkarıyordu.

 

Kaç dakika benim o bitmiş halimi izleyip zevk aldı hiçbir fikrim yoktu. Ama seyir keyfi bitince sıkılmışçasına komutlar vermeye devam etti. Sanki beni parçalayıp eğlenmiş, sonra da sıkılmış bir şekilde yeniden kontrolü elinde tutmak için emir veriyordu. Her kelime, beynimde yankı yapıyordu.

 

"Şimdi... kalk," dedi, sesindeki o kayıtsız alay, her kelimesinde bir iğrençlik barındırarak bana doğru çarptı. "Hadi, bunu yap. Ne kadar dayanabileceğini görelim."

 

Sözleri, beni her seferinde daha da aşağılıyordu. Gözlerimdeki korku, vücudumu sararken, her komutunda içimdeki her şey daha da geri çekiliyordu. Ama buna karşı koymak, daha da zorlaşıyordu. Bedenim donmuştu, ruhum ise adeta bir esir gibiydi.

 

"Kalk dedim sana," diye tekrarladı, her kelime bir bıçak gibi kesiliyordu. "Yoksa sıradaki sen olursun." Sesindeki soğuk tehdit, beynimi donduruyordu. Bütün vücudum, adeta kelimelerinin gücüyle sarsılıyordu. O an, dünyamda sadece onun sesi vardı. Onun istediği her şey, benim tüm varlığımın ötesindeydi.

 

Gözlerimdeki bulanıklık, korkunun etkisiyle daha da derinleşti. Bir an, her şey kararmış gibiydi, bedenimle birlikte her şey kaybolmuştu. Gözlerimdeki yaşlar hızla yanaklarımdan süzüldü, ama korku, o kadar derindi ki, yaşlar bile bu dehşetin yanında küçük kalıyordu. Her nefesim, her anım, bana suçluluk hissettiriyordu, sanki var olmak bile ona karşı gelmek gibiydi.

 

Ama bu sefer... Bu sefer bir şey değişmişti içimde. Umutsuzluk ve korku arasındaki ince çizgi, her şeyin üzerine çıkmak istiyordu. İstemesem de, kollarım ve bacaklarım, istemediğim her şeye rağmen harekete geçti. Yavaşça, sanki bir zorunlulukmuş gibi kalktım. Dizlerim titreyerek yere değdi, ama bu sefer sadece onun sözlerine boyun eğmedim. İçimde bir yerde, her şeyin sona erdiğini kabul etmeyen bir parça vardı, o parça da boyun eğmişti.

 

Rahatça bir kahkaha attı. Sesi, beni içsel her parçama kadar titretiyor, dünyamı zorluyordu. Sanki kahkahası, her şeyi parçalayacak güce sahipti, bana doğru bir şiddetle çarpıyordu.

 

"Güzel," dedi, sesi alaycı bir tatla. "Şimdi, o bedenden uzaklaşıp sağ köşedeki kutuyu açacaksın."

 

Sesindeki soğuk alay, her kelimesine sinmişti. Kalbim, kafamın içinde uğuldayarak atıyordu, bir anlığına hızını kaybetmişti, sanki durmak istiyordu. Ama durmaya cesaretim yoktu. O an, her şey bir anda bir araya geldi ve her düşüncem, her duygum, bir ağrının içinde hapsoldu. O kutu, o kutu… Her şeyin sonunu getirecekmiş gibi bir his vardı. Gözlerim kaydı, bir şeyleri görmek zorundaymışım gibi hissediyordum, ama her şeyde bir anlam kaybolmuştu. İçimde, bir şeyin kopmak üzere olduğu o an vardı, ama ne yapacağımı bilmiyordum.

 

Bir adım attım. Bacaklarım, her an düşecekmiş gibi titriyor, ama bir şekilde hâlâ ileriye gidiyordum. Her hareketim, sanki vücudum bana ihanet ediyordu. Yavaşça, istemsizce... Her saniye, sanki bir ömre bedel gibiydi. O kutu, zihnimdeki tek düşünce haline gelmişti. Kapanan her saniye, her geçen an daha da korkunç, daha da derin bir dehşet yaratıyordu.

 

Neredeyse kutuya ulaşmıştım. O korkunç bedeni gözlerimden uzaklaştırmak için kafamı çevirmeye çalıştım, ama gözlerim yine kaydı, bir şekilde kendimi o bedene geri dönerken buluyordum. O beden… Hala oradaydı. Tanıdık, ama bir o kadar yabancı. O an, sanki dünyamı yeniden kaybetmişim gibi hissettim. Kesik parmaklar, kanla kaplanmış yerler… Her bir detay, zihnime işliyordu. Gözlerimden süzülen yaş, o bedene karışan kanla birleşiyordu, ama hiçbir şey hissetmiyordum. Kafamı, içimdeki bu büyük boşluğu ve soğukluğu, o bedeni reddedememekle boğuluyordum. Bütün dünyamda sadece o vardı. Abim… Benim abimdi… Şimdi… Artık her şey bitmişti. Bu acıyla nasıl yaşayacaktım. Tek başıma kalmıştım.

 

"Çabuk ol, Aslıcık," dedi, sesiyle alaycı bir tını yükseldi, sanki bu anın acısını daha da derinleştiriyordu. "Beklemekten sıkıldım."

 

Her kelime, içimdeki dehşeti daha da büyütüyordu. Bir adım daha attım, ama her hareketim, adeta bir zorunluluk gibiydi. Sanki bedenim, bu korkunç senaryoyu durdurmak için yeterince direnemiyordu. Ellerim, bilinç dışı bir şekilde kutuya doğru ilerliyordu, her bir adımda karanlık bir çığlık içimde yankılanıyordu.

 

Kutuyu açtım, içinde bir telefon ve küçük bir kutu daha vardı. Ellerim titreyerek telefonu aldım, ekranda bir görüntülü arama açıktı. Kalabalık bir grup insan bir şeyler taşıyorlardı bir yere. anlamsızca izlerken görüntü bir noktaya doğru yaklaştırıldı. Gözlerim büyüdü, bir anlığına nefesim kesildi. Abim... O, hala hayatta mıydı?

 

Görüntü netleşmeye başladı, gözlerim iyice açıldı, odaklanmaya çalıştım. Ekrandaki hareketler hızla değişiyordu, kalabalık hala bir şeyleri taşıyor, ortamın gerginliği gözlerimden kaçmıyordu. Bir an, abimin olduğu noktayı net olarak görmek için gözlerimi sımsıkı kapatıp tekrar açtım, ama hala inanmakta zorlanıyordum.

 

Ekrandaki görüntü giderek daha da yakınlaştı. Ardından, biraz daha dikkatle bakınca, o tanıdık gülümseme... Evet, evet, o gülümseme... İçimde bir şey patladı. Abimin gülümsediğini görmek, o anı yaşamak, inanamıyordum. Yavaşça, titreyerek, telefonun ekranına daha yakınlaştım. Gözlerim yaşlarla dolmuştu, ama bu seferki acı değil, bir rahatlamaydı. Yavaşça nefes aldım. O, hayattaydı. Gerçekten hayattaydı.

 

"Sürpriiiz!" dedi, ardından kahkahalarla devam etti. Sesindeki alaycı ton, her kelimesinde daha da derinleşiyordu. "Gördün mü Aslıcık, o kadar da canavar değilmişim. Abin HENÜZ hayatta," diye ekledi, "henüz" kelimesini özellikle vurgulayarak.

 

Gözlerim, ekrandaki canlı görüntüye takılı kaldı. O an, içimdeki karanlık biraz olsun çekildi. Abimin hala hayatta olduğunu görmek, sanki bir kayadan düşüp de yere sağlam basmış gibi bir rahatlık verdi. Her şeyin bir anda kaybolduğu, hayatın anlamının silindiği o anın ardından, içimde küçük bir umut doğmuştu.

 

O görüntü, abimin hayatta olduğunun kanıtıydı. Yaşadıklarımdan habersiz, gülen yüzüyle bir yerlerde yaşamaya devam ediyordu. Gözlerimdeki yaşlar, bu rahatlamanın etkisiyle hızla akıp gitti. Sonunda bir şeyler değişmişti. Ölü olan bir bedenin geride bıraktığı korku, şimdi yerini bir tür huzura bırakıyordu. Abim yaşıyordu.

 

Sanki boğazımdaki düğüm çözülmüş, içimdeki çığlıklar susmuştu. Her şeyin bitmeyeceğini, abimin hala savaşacak gücü olduğunu bilmek, her şeyin yeniden başlayabileceği bir ışık gibi parlıyordu.

 

O soğuk ses hala arka planda yankı yapıyordu ama ben, her geçen saniye biraz daha güçlü hissediyordum. "Hayatta," diye fısıldadım, bu kelime dudaklarımdan zorla döküldü ama aynı zamanda bir anlam kazandı. Bu acı ve korku içinde, abimin hala yaşadığını bilmek, bir tür zaferdi.

 

"Ne kadarda sürprizlerle dolu biriyim değil mi? Çok mutlu olacaksın benimle." Dedi, sesindeki eğlencenin hışırtısı bir saniye bile kesilmeden devam ediyordu.

 

Çatallaşmış ve kısılmış sesimle aklımdaki tek soruyu yönelttim. “Neden… –” derin bir iç çekip cümlemi tamamlamaya zorladım kendimi. “Neden yaptın bunu?”

 

"Sabırsızlanma amaa…” sahte ve çocuklaşmış ses tonu midemi bulandırıyordu. “Diğer kutuyu da aç hadi!"

 

Abimin canlı görüntüsü hala gözlerimin önündeyken, birden diğer kutuya odaklandım. Ellerim titreyerek, kutuyu açtım. İçinden, altın renginde bir alyans çıktı. Gözlerim, o ince halkayı birkaç saniye boyunca inceledi. Her şey birdenbire sessizleşti. İçimdeki rahatlama, yerini tuhaf bir tedirginliğe bıraktı.

 

Alyansı parmaklarımda tutarken, hem bir rahatsızlık hem de güçlü bir merak vardı içimde.

 

Ve bir anda, o soğuk ses yine yankı yaptı:

"Güzel, gördün mü Aslıcık? Her şeyin bir karşılığı vardır. Sen beni güldürdün bende o alyansı sana özel yaptırdım."

 

Kelimeleri bir yandan boğazımda düğümlenirken, içimden kopan bir şey daha vardı. Ben bitmeyecek bir kabusu yaşayacaktım bu adamla.

 

“Eğer olurda bu alyans o parmaktan bana gelene kadar çıkmış olursa...” dedi, kelimeler dudaklarından daha keskin bir şekilde dökülürken, içimdeki dehşeti daha da pekiştiriyordu. “Abine ve sana yapacaklarımın karmasını arkandaki bedende sergiledim.” Bu cümleler, kalbime çakılan birer iğne gibi, bana her an ne kadar yalnız olduğumu hatırlatıyordu.

 

"Bir daha yüzük takacak bir parmağın olmayacak mesela..." Sözleri, cümlesi tamamlanmadan önce vücudumda yankı buluyordu. Gözlerim, parmaklarımdan ayrılmayan alyansa kilitlenmişti. Ama o eller, bana asla özgürlük vermeyecek gibiydi. Her harf, her söz, vücudumda bir titreme yaratıyordu. O kadar yoğun, o kadar boğulmuş hissediyordum ki. Kalbim, neredeyse her atışta bedenimi terk edecekmiş gibi atıyordu.

 

“Az önce ağlarken zemine bıraktığın o bıçak varya, onuda güzel parmaklarını kesmek için kullanacağım.” Cümle, her hecesiyle bir korku dalgası gibi içimi sarhoş ediyordu. Ellerim, adeta onun her sözünde titriyordu, sanki bıçak aniden etrafımda belirecekmiş gibi. O anın her saniyesi, içinde bir tehdit barındırıyordu.

 

“Şimdi onu tak ve dışarı çık,” dedi, sesi bir buçuk ton daha sertleşmişti. “Serdar seni evine bırakacak.” O cümlenin ardındaki sertlik, içimde bir boşluk bıraktı. Ne kadar hareket etmek istesem de, her bir kelime bir zincir gibi beni daha da bağlıyor, daha da sıkıştırıyordu.

 

Alyansı parmağıma takmak zorunda olduğumu biliyordum, ama kalbim öylesine ağırlaşıyordu ki, bir adım bile atmak bana imkansız görünüyordu. Ama mecburdum ne de olsa, bir adım geri atmak, abimin hayatını daha da karartmak demekti.

 

Yüzüğü parmağıma takarken, parmaklarımın titrediğini hissettim. Altın halka, bir ağırlık gibi parmağımda kaldı. Sanki her an kaybolacakmış gibi, parmaklarımı sımsıkı sardım.

 

Geriye dönüp bakacak gücüm yoktu. O kadar ileri gitmiştim ki, arkamda bıraktığım her şey, her korku, her dehşet, kulaklarımda yankı yapan boş bir çığlık gibi kaybolmuştu. Yavaşça ilerledikçe, sanki her adımım bir ölüye aitmiş gibi hissediyordum. Adımlarım, bir çıkışı bulmaya çalışan, ama aslında asla bulamayacak bir varlığın adımları gibi, her saniye beni daha da sıkıştırıyordu.

 

Serdar'ın sesi arkamdan gelmişti, ama içimdeki derin boşluk, söylediği her kelimeyi boğuyordu. Onu duymuyordum. İçimdeki karanlık, onun sesini, her türlü sesi yutuyordu. İlerlemeliydim, adım adım… Çıkışı bulmalıydım, ama adımlarım sadece var olmanın bir biçimi gibiydi. O an, özgürlük bir hayal gibi uzaktı; bir şeyler değişmeyecek, her şey aynı kalacak gibiydi. Sadece hayatta kalmaya dair son bir umutla ilerliyordum.

 

 

 

 

Bölüm : 27.01.2025 10:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...