

"Kahretsin bu acıttı!"
"Kızım nazlanmasana, daha sert ve seri olmalı yumruklar. Çok düşünüyorsun yumruğunu sallarken. Hamleni tahmin etmek çok kolay oluyor."
Sabahın beşinden beri ilk ısınmış, bir süre kardiyo çalışmışlardı ve şu anda rinkte yakın savunma ve saldırıda daha etkili olabilmesi için Alparslan Şifa'nın canına okuyordu. Sırtı ter içindeydi ama zerre merhamet göstergesi yoktu Alparslanın.
"Lanet pislik hani kıyamazdın bana? Bildiğin sağlı sollu giriştin!"
Diliyle dişi arasında söylenen kıza, etrafında dönerken göz kırptı.
"Sesli konuş sesli. Sabahtan beri ağzının içinde demediğin kalmadı."
Şifa çakmak çakmak yanan gözlerin üzerine sabitlediğinde Alparslan keyiften dört köşeydi. İçindeki öfke, hırs etini kaşır gibi bir haz veriyordu tam da şu anda ona.
"Kıyamam diyenden korkacaksın! Kolum moraracak!"
Alparslan hızlı bir manevrayla üzerine atılıp bu sefer diğer kolunu çevirerek saniyeler içerisinde Şifanın sırtını göğsüne yaslamış, kolunu mengene gibi boynuna dolayıp, arka diz kapağına kendi diz kapağıyla baskı uygulamıştı.
"Öperim geçer peri. Ama solunu çok boş bırakıyorsun. Solak olduğun için sağ eline yoğunlaşmışsın hep, tehditi sağdan beklerken solu zayıflatmışsın. Baskın tarafının gardını düşürme sakın. Ne kadar çalışırsan çalış sol elinin gücüne sağ ulaşamaz. En şiddetli darbeleri ilk solla atabilirsin. Eee ne diyorsun şimdi öpeyim mi kolunu, neresi acıyor?"
Şifa dünya kadar şey sıralayıp arasına da öpmek fiilini sokunca kısa bir karmaşa yaşamıştı ama neyseki hızlı kendine gelebildi. Alparslanın dediği gibi şu an Alparslanın gevşek bıraktığı sağ ayağına topuğuyla güçlü bir darbe indirip kolunu gevşetmesini sağlamış ve bedenini hızla Alparslana döndürüp kasıklarına dizini geçirmişti.
Bir anda iki büklüm kendinden uzaklaşan adama tepkisi, iki adım geriye gitmek ve yumruk pozisyonu almak oldu.
"Hay ben senin!"
Alparslanın kıvranan halini dudakları kıvrılarak izledi.
"Hassas bölgelerini çok boş bırakıyorsun Alparslan. Darbe geldiği an en az on saniyelik açık kazandırır bu rakibine. Şu an burnuna tekme atarak o on saniyeyi otuza yükseltir en son böbrek kısmına güçlü bir dirsek darbesiyle seni nakavt edebilirdim. Hassaslığını güçlendirmelisin.
Alparslan derin derin bir kaç soluk alıp sızının yavaşlamasıyla dik bir konuma geldi.
"Kendine böyle kötülük yapmak ne kadar doğru peri? İhtiyacın olacak halbuki."
Yüzüne kademe kademe yayılan o piç sırıtışıyla Şifa gözlerini kıstı.
"Ahlaksız!"
"Ahlaksız mı? Ben savunma ve saldırıda benim imkanlarımı böyle çarçur etmenden bahsediyordum aslında. Sen ne anladın da ahlaksız oldum şimdi?"
Şifa küçümseyici bakışlar atsa da bir şey demedi. Dilinin bir freni yoktu karşısındaki adamın.
"Veronicanın dediği gibi kudurmuş köpeğin tekisin."
Bunları da yine kendi duyabileceği bir desibelde söyledi. İçinde biriken hırslı kelimeler bazen dışarı sızabiliyordu.
Şifanın homurdanan cümlelerini tabiki duymuştu Alparslan. Dudaklarına konuşlanmak için çırpınan sırıtmayı engellemeye çalışıyordu. Yeni bir saldırı pozisyonu alırken bedeninin estetik ama güçlü hatlarını gözüyle taradı. Allah var küçük falandı ama baya dayanıklı çıkmıştı peri.
Çoktan havlu atıp, kaçacağını düşünmüştü. Şifa şikayet etse bile yeter demiyordu.
Bunu aksine Alparslan içindeki şeytanları susturamıyor, sınırlarını görmek için daha çok zorlamayı istiyordu.
Şifa'nın yumrukları zayıf olsa da küçük bedenini, gençliğini ve çevikliğini nasıl avantaja dönüştürmesi gerektiğini biliyordu. Kroşelerini usta manevralarla ekarte ediyor, savrulan tekmeleri dans eder gibi savuşturuyordu.
Bu oldukça hoşuna gitti Alparslanın. Biraz daha üzerine çalıştığında tüm zayıflıkları yok olmuş olacaktı. Zor bir durumda kalırlarsa Şifa kendini korumak için elinden geleni yapacak potansiyele sahipti.
Düzenli olarak çalışmalara devam edecekleri bugünle beraber tescillenmişti. Ama Alparslan'ın asıl eğitim vermesi gereken şeyler farklıydı.
Mesela; yalnız başına zor bir durumda kaldığında çevresinde bulunan her şeyi ölümcül bir silaha çevirecek kabiliyete sahip olmalıydı Şifa. Seçeneksiz kalmayacak bir sistem oturtmalıydı Şifanın savunma mekanizmasına.
Alparslan ondan asla uzakta olmaz, onu asla kaybetmezdi ama ihtimallere kör kalacak kadar da toy değildi. Bu dünya, başına her şeyin her an gelebileceğini katmerleyerek öğretmişti neticede.
Ona her şeyi en ince aytıntısına kadar öğretecekti. Bir tuzu nasıl ölümcül bir zehire çevirebileceğini, bir toplu iğneyi doğru yere saplayarak düşmanı nasıl felç edebileceğini ve bir kredi kartını nasıl jilete dönüştüreceğini Şifa Alparslandan öğrenecekti.
Şifa etrafında dolanırken yine istemsiz bir açık verdi ve Alparslan aynı saniye bunu gördü.
Tekmesini sağ boşluğuna geçirmeyi planlarken hamlesini boşa çıkarıp onu yere savurmuştu bile. Daha ayaklanmasına fırsat vermeden şınav çeker pozisyonla Şifanın üzerine uzanıp, hareketsiz kalmasını sağladı.
Şifa ellerine uygulanan baskıyla ve bedeninin yorgunluğuyla hafif kalkık başını zemine yasladı. Böyle bir kütleyi, çevirmesinin imkanı yoktu.
Bu Alparslan'a pes ettiğinin sinyalini verirdi nasıl olsa.
Ama Alparslan üzerinden kalkmak yerine hâlâ o kara elmasları andıran gözlerini dikerek bakmaya devam ediyordu. Alnından burnunun ucuna doğru kayan ter damlası, Şifanın iki göğsünün arasına düştü. Bu sanki ortamın havasını, amacını değiştiren tuhaf bir sinyal olmuştu ikisi arasında. Şifa ağzında toplanan tükrüğü yutmaya çalıştığında Alparslanın gözleri boynundaydı.
Sonra çok ilginç bir şey görmüş gibi göğüs oluğunda kendine yuva bulmuş ter damlasına gözlerini dikişiyle Şifa içinden geçen titremeyi durduramadı. Karnında canlanmaya başlayan bu his onun çok da aşina olmadığı bir yoğunluktaydı. Ne yaptığını bilmeden kasıklarını karıncalandıran bu hisse tepkisi bacaklarını sıkı sıkı kapatmak olmuştu.
Alparslan ise irade konusunda asla sıkıntı yaşamamışken şimdi küçük bir damlanın bulunduğu yere kilitlenmiş gibiydi. Teni elmas gibi parlıyordu. Gözeneklerinden burnuna yayılan bebeksi koku dişlerini sıkmasına neden oldu. Şuurunu yitirmek üzereymiş gibi bir güç üzerinde hakimiyet kuruyordu sanki. Şifanın heyecanı, kendi arzularıyla birleştiğinde her şey çok daha yoğundu. Şu an zihnine fısıldanan tek şey Şifanın parlayan göğüs oluğuna dilini sürtmesiydi. Hissedeceği tadın muazzamlığını düşündükçe kalp atışları yükseldi. Kan basıncı kulaklarını uğuldatmaya başladı.
Bir şey vardı! Alparslanın ad koyamadığı bir şey Şifanın tenine doğru çekiliyordu. Bu sadece bir kadın ve bir erkeğin arasındaki şehvetle alakalı değildi. Çok daha güçlüydü. Vücudundaki hücreler bile Şifanın teni için çıldırıyordu sanki.
Şifanın zihninden geçenler bulanık bir suyun içinde kendi zihnine çarptıkça ne yaptığını bilmeden kendi ter damlasının yer bulduğu göğüs oluğuna yaklaştı. Sıklaşan nefesler, hızla yükselip alçalan göğüs kafesi, karnını parçalayacak şiddetteki heyecan hazzı ve kendi iradesini baltalayan arzu bedenleri arasındaki mesafeyi azalttığını bile fark ettirmemişti Alparslana.
Burnunun ucu henüz tenine değmiyordu ama sert solukları, minik tüylerini diken diken etmeye yetiyordu.
"Her bir gözeneğinden oluk oluk bebek kokun yayılıyor."
Çok azcık değdi sadece fısıltısı Şifaya ulaşırken.
" Sırf aklımla oynamak ister gibi..."
O küçük ter damlasını burnunun ucuyla etrafa dağıttı. Kendinden bir parçanın Şifanın bedeninde yer bulması ne muazzam bir hazdı.
" Teninin her bir karışı, kokunu bana sunarak irademi zorluyor..."
Kendini azıcık çekip alev almış bir ormanı andıran gözlerle gözlerini mühürledi. Kurumuş alt dudağında dilini gezdirirken Şifanın bakışlarının ağzına kayışıyla yutkunmak zorunda kalmıştı.
"Peri söyle nasıl kayıtsız kalacağım ben sana?"
Boğuk sesinin Şifa'ya neler hissettirdiğini biliyor muydu acaba? İçindeki heyecanı hissettiği gerçeği omurgasından aşağı bir titreşim yolladı. Kasıklarının canını yakarcasına zonkladığını hissediyor olma ihtimali bile utançtan ölmesine neden olabilirdi. Hiç bilmediği, üzerine hiç düşünmediği bir duyguyla tanıştırıyordu Alparslan onu. Karnının kasılmasına, içindeki çırpınışa, boğazına düğümlenen o arzuya nasıl engel olacağını bir türlü bilmiyordu Şifa. En fenası ise kendi duygularının Alparslanınki ile birleşince böyle güçlü oluşu onu ürkütüyordu.
Şifa iyi bir asker olabilirdi, iyi bir hacker, iyi bir oyuncu. Ama o şu ana kadar hiç kadın gibi hissettiği bir ortamda bulunmamıştı. On saniye içinde Springfield Armory bir tabancayı parçalarına ayırıp birleştirebilirdi ama arzulanan bir kadın nasıl davranmalı asla bilmezdi. Alparslanın kendine sunduğu bu şehvet deryasında nasıl yüzülür zerre fikri yoktu.
O an bir şeyin farkına vardı. Ona sınırsız bir özgürlükle yaklaşan adamı, geri püskürtecek hiç bir şey yapmıyordu. Sanki! Sanki zaten her hücresi Alparslanın varlığıyla nefes alıyormuş gibi ona muhtaçtı.
Ne yaparsa razıymış gibiydi. Sürekli dudaklarına gözü kayan adam onu öpse engellemeyecek gibi hissediyordu Şifa.
Öpüşme denilen eğlem Şifa için çok itici gelirken şu ana kadar. Ama şimdi hiç de öyle hissetmiyordu.
Alparslan girdiği girdaptan başını iki yana sallayarak çıktı ve aynı anda Şifanın üzerindeki varlığı da kalktı.
"Çok acıktım" diye hızlı hızlı spor salonunu terk eden adamın arkasından da kendine aval aval bakmak kaldı. Şifa, korken bir anda buza nasıl dönüştüğünü anlamamıştı bile. Bedenindeki titreşimlerin kaybolmasını beklerken yattığı yerden doğrulamadı bir süre. Bu kadar güçlü hisler ürkücüydü. Kendi hislerinin yanında Alparslanın hisleriylede baş etmek ise çok sağlam bir irade gerektiriyordu.
Kahvaltısını alelacele yapıp kendini kulubesine kapattı. Sabahki yakınlık, Alparslanın varlığı, Alparslanın ona bakan gözleri, Alparslanın kokusu aklını karma karışık ediyordu.
Ayrıca Duhan'ın gösterdiği fotoğraf da aklını kullanım dışı bırakmıştı. Parmakları boyalarını okşamalı, tuvalinde dans etmeliydi. Zihnini susturmalı sadece hissetmeye odaklanmalıydı.
Şifa somut şeyleri resmetmeyi sevse de karmaşık ruh hali soyut çizimlere itiyordu onu. Gözleri sürekli duvarlarını süsleyen cadeceus şekillerine kayıyor farklı renkler kullandığı ama hep aynı çizimleri tuvale aktardığı yılanlarda gözleri dolaşıyordu. Kılıcın varlığı ensesindeki damgayı sızlattı.
En çok aklına takılan neden mitolojide olduğu haliyle değil de bir kılıçla sarıyordu iki yılanı bir birine? Aslı asaya dolanmış, uyuşmayan iki duyguyu simgelemeleri olmalıydı. Ama o siyah ve beyaz iki yılanı bir kılıca dolamak istemişti. Tıpkı doktor diye bahsettikleri o kadının, bir kilimi dokuyarak işlediği gibi kılıc hangi gerçekliği ortaya sermek için iki yılanı kendine sarmıştı?
Resim çizmek için adımları taşımıştı aslında kulubesine onu ama o duvarlarındaki renk karmaşasını, cadeceus ve hamsa çizimlerini inceleyerek belleğinde bir ip ucu arıyordu. Duhan dünden beri üzerine gelmiyordu ama bir an önce toparlanmalı ve konuya yoğunlaşmalıydı.
Hiç görmediği bir resmi çizerken bir gün karşısına böyle bir şeyin çıkacağını düşünmemişti.
Tuhaf bir şekilde doktora çok güveniyordu Şifa. Bu resim aralarına önemli bir sırrı gömdüklerinin en temel kanıtıydı. Birbirlerini asla görmeyen ve göremeyecek olan iki insanın kendileri için hazırlanmış ortak bir alfabesiydi o günlükler.
Parmağı yılanların başlarına dokundu.
"Susturmak istediğimi sesler var zihnimde. Sen mi yaptın bunu bana doktor?"
Parmağı kara yılanın bedenini turlarken iyice yaklaşmıştı tuvale.
Daha fazla burada durursa baş ağrısı azıtacaktı. Gidip batırdığı incir çuvalını temizlemeliydi de üstelik. Derin bir soluk alarak son kez kılıcı izledi. Ardından kapısını kilitlediği kulübeden yavaş yavaş uzaklaştı.
Şahin'le beraber oluşturdukları daha doğrusu yenilenip, güçlendirdikleri bir proğramı bitirmişlerdi. Şifa adamın kıvrak zekasını hayranlıkla izlemişti. Görünüşünün ya da karakterinin içerisinde inanılmaz bir dahi yatıyordu Şahinin.
Artık mühendisin bilgisayarında uyuyan minik örümcek uyanmalı ve yerlerini ifşa etmeliydi.
Şahin şu ana kadar mahrum kaldığı için insanı derde sokacak kadar keyifli bir arkadaştı. Sürekli Müslüm Gürses'ten "affet ve son pişmanlığı" dinliyordu. Canını sıkan her duruma izlediği dizi yada filmlerden alıntı yapıyor ve Şifanın dehşetle onu izleyişiyle dalga geçiyordu.
Sonra İbrahim Erkal açtığında Şifanın kaşları kalkmış kendini izleyişine sırıttı.
"Bakma öyle çekirge, arabesk aşığı bir adamım ben. Gıy gıy dinliyemem. Çelloymuş! Bak şu sözlerin derinliğine. Adam saçlarından tel kopar ver diyor. Tek teliyle avunuyor olaya bak."
" Bir şey mi dedim şimdi ben?"
"Gözünle psikolojik baskı yapıyorsun. Yarında Orhan Babamızdan dil yarasını dinleteceğim sana. Kendine gel, özüne dön. Sen Serdar Seçkin'in kızısın, aptal olma!"
Şifa gözlerini ayırıp bu tuhaf adama daha dikkatli bakmaya başladı.
"Biraz önce Aşk-ı Memnu dan alıntı mı yaptın sen?"
"Ulan sen kesin Netfilix bebesisindir, Yaprak Dökümü, Ezel, Deli Yürek, Kurtlar Vadisi, kesin yoktur sende."
Kendine mavi ekranla bakan kızı süzüp başını iki yana savurdu.
"Eğiteceğim seni çekirge, Ferhunde kadar yılan olmayı, Eyşan gibi zillilere neler yapılacağını, Çakır'ın saf karısı gibi olmaman gerektiğini her şeyi öğreteceğim. Senden Firdevs Yöreoğlu çıkarmamız lazım."
"Şahin, korkutuyorsun beni. Ne dediğini de anlamıyorum, gitti bende algı."
Adam eseriyle gurur duyan bir sanatçı edasıyla Şifayı süzüp dişlerini gösterecek kadar sırıttı.
"Karmaşa en iyi devrimdir çekirge. Aslanım ben, ilk meşaleyi yaktım. Ama bunlardan önce şuraya bir bak. Alparslan duyunca ebesinin nikah kıydığına kadar sövecek."
Adamın dedikleriyle ekranda yanıp sönen haritayı iyice yakınlaştıran kız bir ekrana bir adama bakmaya devam etti.
Dişi yanağını kesmeye başlamıştı bile. Kafasını iki yana salladı.
"O ayarsız dili bu sefer hiç susmayacak."
"Duhan tasmasını taksın, kan çıkaracak."
Şahin telefonuna uzanıp gerekli aramayı yaptı..
Telefon konuşmasını bitiren adam, Şifanın omzuna kolunu atarak merdivenlere yönlendirdi. Herkesi toplayıp üzerine konuşmaları gereken can sıkıcı bir görevleri vardı.
Duhan, Alparslan ve Hakan birlikten beraber döneceklerdi. Veronica ise süslenip çıkmış, kimseye de bir açıklama yapmamıştı. Barbaros Duhan'ın lojistik üzerine kurulu şirketine gidip Türkiye'deyken aksatmaması gereken görevlerini düzene sokmaya çalışıyordu.
Şahinin çağrısı üzerine hepsi tek tek yuvaya giriş yaptılar.
En Son Veronica da salına salına teşrif etmiş, ona merakla bakan adama üstün körü bir bakış atıp yerine oturmuştu. Duhan sabırsızca konuşmalarını bekliyordu. Şahin gözünün kenarıyla Alparslana bakıp hemen Duhana döndü.
"Mühendisin bilgisayarındaki virüs aktive edildi, konumu elimizde."
Adamın yüzündeki sıkıntılı ifade bir şeylerin ters gittiğini salonda bulunan herkese açıklıyordu aslında.
"Tamam. Sorun ne peki?"
"Duhan adam Sicilya'da, ormanın ortasında bir çiftlikte görünüyor."
Cümlesi tamamlanır tamamlanmaz ikilinin beklediği olmuş Alparslan deliye dönmüştü.
"Amına kodumun gavatı! Biliyordum ulan o piçin rahat durmayacağını biliyordum. Sana dedim Duhan değil mi gebertecektik o cibilliyetini siktimin keşini? Sorun çıkarırsa babasınıda sokardık çıktığı yere."
"Sakin ol, anlşmaya uymak zorundayız! Aklındakini çıkar Alparslan."
Alparslan öfkeli bir kahkaha attı.
"Nah durdurursun bu kez beni! Ama anladım ben! O gün mühendisin etrafında dolanışından belliydi bir boklar yiyeceği. Siktim belanı İtalyan orospusu!"
Duhan ayağa kalkıp Alparslana doğru adımladı.
"Öyle bir şey olmayacak, babasıyla anlaşmamız var. Sorun çıkarma!"
"Babasını da sikeriz sıkıntı yok! Bir kere elimden aldın bu sefer uzanma bile!"
Hırslı adımlarla konuşmasını beklemeden kapıyı çarparak çıkmıştı Alparslan.
Duhan derin bir soluk alıp, alnına giren ağrıyı tutabilecekmiş gibi şakaklarına parmağını bastırdı.
Sinir krizi geçiren adamı sakinleştirecek bir yol arıyordu kendince.
Şifa herkesin gerildiğini ve kimsenin ağzını açmadığını gördükçe etrafta gezdirdi bakışlarını. Tuhaf olan bütün gözlerin bir anda Şifa'nın üzerinde baskı kurmaya başlamasıydı. Boğanın karşısındaki kırmızı günahsız bir pelerin gibi hissediyordu Şifa kendini.
Alparslanın sakinleşmesi ve mühendisi almak için plan yapılması gerekiyordu. Tabi birde mühendis alınırken Sicilya'nın en hatrı sayılır babasının oğlunu öldürmemeleri de vardı listede. Gerçi Alparslanın net tavrı karşısında buna nasıl ikna edilir bilmiyordu bile.
Sicilya mafyasının ne kadar kinci olduğunu ve onlardan alınan can için hepsinin birleşip nasıl bedel istediklerini bilmeyen yoktu dünya üzerinde. İlgilenmeleri gereken daha büyük bir sorun varken mafyayı, karteri kendilerine düşman edemezlerdi.
"Şifa!"
Duhanın seslenmesiyle hiç bir şey demeden ayaklandı.
"Ben konuşurum."
Duhan başını sallayıp geri yerine geçip oturmuştu.
Şifa gerilmiş bedeniyle kapıya doğru ilerledi. Akşam alacalı bir karanlık çökmüş bahçede kendi kendine küfür eden adamın sesine doğru ilerlemeye başladı.
"Alparslan?"
Sesi öyle tirek çıkmıştı ki duyduğundan bile emin olamadı. Kendine dönen yüzüyle derin bir nefes alıp biraz daha yaklaştı.
"Konuşalım mı biraz?"
Alparslan hırsla dilini katlayıp ısırmış, başını onaylar gibi sallamıştı.
"Biliyordum ama o, orospunun doğurduğu boşuna görünmedi gözüme. Bilerek oradaydı puşt. Ne olacağını da önemsemediğini biliyorum, sırf benim işime çomak sokacak bir iz peşindeydi kesin. Ulan Duhan gebertecektik! Anlaşmana sokayım senin!"
Şifa uzanıp sol kolunu sağ eliyle kavradı. Kendi bile ne yaptığının farkında olmadan aşağı yukarı okşamaya başlamıştı.
"Alparslan sakinleş artık, bu şekilde sadece bizi oyalıyorsun. "
Alparslan kaşları çatık bir halde Şifanın gözlerine zift karası gözlerini dikti.
"Sen o keşin ne yaptığını biliyor musun? Eroin karşılığı en büyüğü yedi yaşında kaç çocuğu kimlerin önüne attı biliyor musun?"
Şifa her kelimeden kendine yayılan öfkeyi, hırsı kademe kademe içti. Başını ise onu onaylar gibi salladı.
"Bilmiyorum... Senin bu kadar nefretini kazandıysa çok kötü biri olduğuna eminim. Ama şimdi sırası değil Alparslan."
Alparslan sesinin üzerindeki etkiye kapıldığını bile fark etmeden öylece bakmıştı yüzüne. Öfkesi bakiydi ama dizginlenemez değildi. Şifa bir adım daha yaklaşarak bedeninin sıcaklığını hissedeceği mesafeye ulaştı.
" Beraber halledeceğiz Alparslan. Öfken de çok haklısın, şu an en az senin kadar o adamın ölmesini istiyorum bende. Ama kolay ölüm de olsun istemiyorum. Elinde itina ile sakladığı adamı alıp ona hoşuna gidecek bir mesaj bırakmak istemez misin? "
Kolunu okşayan el sürtünerek omzuna çıktığında Şifa bakışlarını omzuna dokundurmuş, parmaklarının hareket edişini izleyerek konuşmaya devam etmişti.
"Emin ol bu onu öldürmekten bile daha sıkıntıya sokar. Biz onlarla uğraşmak istemiyoruz, ama onlarda elde kayda değer bir sebep olmadan bizle uğraşmayı göze alamaz. Alassondro elinde patlayan planıyla kalır. Eline yüzüne bulaştırdığı bir iş sonrası düşeceği durumu düşün."
Alparslanın burnunda sert soluğuyla beraber bir hırıltı duyuldu.
"O adamın adını bir daha söyle, diline neler yapıyorum gör peri! "
Şifanın dudağı sağa doğru kıvrışmış, omzundaki gözlerini Alparslanın öfke akan siyah bataklığına çevirmişti.
"Ruh hastası."
Şifanın kelimeleri sebepsizce hoşuna gitti Alparslanın. Yan yan bakmaya başlayarak kurumuş dudağını diliyle ıslattı.
"Aklındaki ne?"
Şifa yeni bir oyun keşfetmiş kadar heyecanlandı. Aklından geçenleri biran önce hayata geçirmek, çalışıp çalışmadığını kontrol etmek istiyordu.
Kendilerine alan tanımak için bir adım geriye çekilecekken bel boşluğuna yerleşen elle kala kaldı.
"Ne söyleyeceksen böyle söyle."
Farkında olmadan salladığı başıyla gözlerini Alparslandan kaçırıp boynuna kilitledi.
"Önce buzdolabını kontrol etmem lazım. Daha önce bir kere dışardan ısı düşürülüp yada yükseltilmiş olması gerekiyor. Belki bir kere telefonla dışardan kamerası açılmış, içi kontrol edilmişse tamamdır. İlk yazılımını yeniden proğramlayıp evde bulunan ses sistemine yada televizyona sızacağım. Dışarıdan bir giriş olduğunu anlamamaları lazım. Yolu uzatmak bu yüzden çok önemli. Seslerini dinlersek amaçlarını, sayılarını, evin güvenlik seviyesini öğrenebiliriz. Kameraları devre dışı bırakırsam da elimizi kolumuzu sallayarak girer çıkarız. Bir çocuğun elinden şekerini almak gibi düşün. Bize gücü yetmeyecek ve arkamızdan sadece ağlayabilecek."
Heyecanla konuşan kızı izlemek aşırı keyif veriyordu Alparslana. Çocuk gibi parlayan bir gülümsemeyle anlatıyordu planını. Ellerini sürekli koluna dokunması sonra bunu fark edip geri çekmesi ama yine aynı şeyi tekrarlaması muhteşem bir keyif veriyordu.
Alparslan dalgalanan saçları, ışıldayan gözleri ve her cümle sonunda tepkisini kontrol eden, ısırılan dudakları izlerken uçuruma biraz daha yaklaşıyordu.
Övünüp durduğu iradesi bu kızla tuzla buz olmuştu. Öfkesinin şiddeti bu kadar yoğunken saniyeler içinde etkisine kapılmış olmak hem sinir bozucuydu hem de çok yeni bir deneyimdi.
Şifa'nın eksenine çekilen bedenini artık kontrol edemiyordu Alparslan. Belindeki el sıklaşıp göğsünü kendi göğsüne değecek kadar çektiğinde hızlı alınan soluk ve Şifadan ona yayılan heyecan dalgaları dudağının kıvrılmasına neden oldu.
"Şifa..."
Çok ciddi bir durum olmadıkça ona adıyla seslenmeyen adama bakmak işkence gibiydi. Benliği kaçmak isterken gözleri sürekli zift irislerine yakalanıyordu. Bu elektrik bir şekilde artık son bulmalıydı. Zavallı çırpınan kalbi anksiyetinin eşiğindeydi artık. Kalbi canını acıtacak bir hızla göğsünü dövüyor, etkisini ağzında hissediyordu.
"Hmm."
"Sana alışman için zaman veren sağ duyulu yanımı duyamıyorum artık."
Alparslan alnını alnına yasladığında gözleri kendiliğinden kapandı.
"Neye alışmam için?"
Alnı sürtünerek şakağına doğru ilerlemiş, burnunun ucu derin soluklar alarak yanağına sürtünmeye başlamıştı. Avuç içleri terliyordu Şifanın. Bacakları titriyor, aldığı soluğun yetersizliğiyle ciğerleri yanıyordu.
"Bana, varlığıma, sana nasıl yandığıma, sen diye sıyıran aklıma..."
Nasıl cevap vermeliydi ki? Ne denirdi böyle bir cümleye? Oldum olası ikili sohbetlerde vasattı, birde böyle akıl çelen kelimelerle nasıl baş ederdi onun minik yüreği? Alparslanın kahveyi anımsatan ama baskın olarak acı çikolata kokusu genzine doldukça şuuru gerçeklikten sıyrılıyordu.
"Alparslan" diye fısıldayabildi sadece.
"Peri ben dayanamıyorum artık, sana dokunmadıkça ölecek gibiyim. İzin ver."
Neyin izniydi ki bu? Alparslan bir ateş yakıp onunla beraber Şifanın da yanması için ikna mı etmeye çalışıyordu.
"Neyin iznini istiyorsun?"
Burnunun değdiği tenden aşağı doğru bir kaç santim daha kaydı. Dudak köşesine geldiğinde duraksadı.
"Dudaklarına dokunma hakkı ver bana. Tadını almama müsade et. Delireceğim artık. Sen diye delirip, öleceğim."
Bu nasıl bir talepti, böyle bir şeye nasıl izin veren cümleler söylenirdi? Ama naifliği, kaba saba denecek adamın ona yaklaşımındaki zerafet öyle büyüleyiciydiki hayır demek ne mümkündü? Üstelik kalbi bu sualle böylesi sevinç naraları atarken. Bedeni yoksunluk krizindeki bir bağımlı gibi Alparslana çekilirken engel olabilir miydi? Öp diyecek kadar cesur hissetmiyordu kendini ama suskunlukta bir kabulleniş değil miydi? Anlamalıydı! Kendisi söyleyemesede anlaması gerekmiyor muydu? Birbirleriyle tamamlanmış iki kişi arasında sesli kelimelere gerek olur muydu hiç?
Bir şey oldu o anda içinde. Tek bir lahzaya sıkışan ruhu kalbine bir emir yolladı. Dudakları asla kıpırdamadı. Elleri, nefessiz kalan ciğerleri hepsi sustu ve kalbi sadece adamın duyacağı o kelimeleri beynine motif gibi işledi.
'Buz yakar mı? Yaksın o zaman!'
Beyninde şekillenen kelimeler ruhunun alamayacağı bir mutluluğu da bahşetmişti Alparslana. Aralarında güçlenen bağ, ona teslim olan karşısındaki kız, yaşayabileceği en büyük nimeti sunmuştu. Zihninin kapılarını açmış beklerken Şifa sonunda girmişti içeri.
Ürkütmekten korkan yanı ağır ağır yaklaştı. Yüzüne düşen saç tellerini iki parmağıyla kulağının arkasına bıraktı.
İzlenilesi bir tabloydu sureti. Muntazam kaşları, pembeleşen yanakları, iki mücevher gibi parlayan gözleri, minicik burnu, kırmızıya aşık edecek dolgun dudakları ve varlığı için şükür namazlarını hak eden küçük beni hazla bakmasına sebepti.
Solukları bir birine karışırken, bir kez daha onay almak istedi adam. Neydi bu ergen tavırlar, yapacağı ilk yanlışta kaybederim korkusu? Böyle mi olurmuş insan? Kendinden çok birine değer verirse böylesi bir adanmışlıkla mı kuşatılırmış her bir zerresi. Bunun bile nasıl güzel bir lütuf olduğunu farketti. Hiç bir şeyi olmayan bir adama, giden herşeyin yerini dolduracak bir mucize gönderdi Rabbi. Yaşam pınarını ona hediye etti.
"Öpeceğim..."
Tek kelimelik bu cümle kızın üst dudağına çarparak ulaştı ona. Sadece gözlerini kapatarak onay vermek düştü masum yüzüne.
Dudaklarına dokunan bir his, iki et parçasının bir birine değişi değil miydi aslında? O zaman bu kıyameti kim koparıyordu? Kulaklarında çalan sirenler yoksa İsrafil'in üflemesini bekledikleri Sûr muydu?
Kimse farkında değildi ama şu an iki kalp için kainat yanıp, yıkılıyor ve tekrar en baştan doğuyordu.
Islaklığın arttığı dudaklara nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilemedi ilk. Bir damla nefes için çıldıran ciğerleri yol gösterseydi ya ona. Yolunu gözleyen kalbi bile susup ona destek olmuyordu.
"Tadın muazzam..."
Sanki bu cümleyi beklermiş gibi aralanmıştı hemen dudakları. Aklını başından almaya yeminli adam sıcak, ıslak dilini sızdırmıştı dudaklarından içeri. Vücudunda bir isyan başlamıştı. Nasıl bu darbe durdurulur, nasıl yönetime el konur bilmiyordu. Sadece taklit etmek istedi. Alparslan gibi hissedebilmek için, onun aynası olmak istedi.
Kıpırtattığı dudakları, ağzının içini talan eden dile dokunan ürkek dili dahası mümkünmüş gibi Alparslan'ı daha da ateşlemişti. Artık ürkek değildi. Onsuzluğun acısını alır gibi sert, talepkar, hırçındı. Dili damağında dolaşırken, kendi dilinin ucunu yakalayıp emerken çok ısrarcıydı.
Şifa ısırılan, emilen dudaklarının sızısını umursamayacak kadar anın içinde kaybolmuştu. Alparslanın sıcak ağzı her hareketiyle karnına bir darbe indiriyordu. Her darbe derin bir hazla titremesine neden oluyordu.
Yavaş yavaş dudaklarını terk eden dudaklar aralarına bir nefeslik mesafe bıraktı sadece. Kaç dakika birbirlerinin teninden nefes almışlardı ikisi de zaman kavramını yitirdi. Saniyeler mi sürmüştü? Asıllara yayılacak bir hazzı dakikalar için de mi yaşamışlardı yoksa? Saatler de geçmiş olabilirdi. İkisinin de zihni kendini bulana kadar mümkünü yok cevaplayamazlardı.
"Bu yanmak peri, bu kimsenin bilemeyeceği kadar güzel, muazzam bir yanmak."
Alparslanın dudaklarına sürtüne sürtüne kurduğu cümlelerle ne zamandır yapmadığı yutkunma eylemini gerçekleştirdi. Gözlerini tamamen açamasa da Alparslanın yüzünü görecek kadar aralayabilmişti.
"Ben kül olacağımı bile bile istiyorum yanmayı..."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 51.04k Okunma |
6.36k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |