36. Bölüm

Gaflet Uykusunun Son Demi

ORENDA
orenda

 

 

 

 

UYANIŞ için son düzlükteyiz. Bölümü oylamayı, yorumlamayı veeeeee beni takip etmeyi ihmal etmeyin lütfen. Birde arkadaşlarınızı ŞİFA'yla tanıştırırsanız çok mutlu olur bu kız🥰💕

 

 

 

 

 

 

 

 

Camdan arabalarına binip uzaklaşan ikilinin ardından uzunca baktı Şifa. Çok üzgün hissediyordu kendini. Öyle büyük bir pişmanlık vardı ki içinde tarifi imkansızdı. 1

 

Şifa, Veronicaya kıyamıyordu hiç. Onu öyle çok seviyordu ki Barbarosa karşı içinde sakladığı kırgınlığın, ona verdiği acıyı görmezden gelememişti. Kendi sınırlı aklınca gerçeği bilirse demişti.

 

Gerçekten Barbaros neden gitti bilirse ona kırgın da hissetmezdi. Peki niye Şifa gerçeğin daha da can yakacağını fark edememişti? Kendine karşı büyük bir öfke doldu kalbi. Haddi olmadan karıştığı mesele yüzünden Veronica daha da acı çekecekti.

 

Ama sadece bu da değildi. Barbarosun katlanmak zorunda kaldığı her şeyin altında ezildi, ufalandı, küçüldü.

 

Çünkü Şifa, Barbarosun katlandığı her şeyin Birliğin emrine gösterdiği itaatten kaynaklı olmadığını öyle iyi biliyordu ki.

 

Babasının emanetini korumak zorunda kalan amcası, o emanet yaşasın diye canından geçmişti. Yüzüne aşağı sıcak bir damla kaydı. Kendinin bile farkında olmadığı zamanlarında, ardında koskoca bir aile vardı. Onu korumak, yaşatmak, güvende tutmak için kendi hayallerini hiçe sayan bir aile...

 

Bunu düşündükçe gözlerini sıkıca kapıyor, görmezse her şey yok olacakmış gibi saklanıyordu.

 

Bazı gerçeklerin belki de ortaya çıkmaması, gizemini koruması gerekebiliyordu.

 

Kendini buna ikna etmeye çalıştığı an da balyoz gibi bir his durduruyordu onu. 'Ama' diyen iç sesi sussaydı böyle düşünmeye devam da edebilirdi.

Ama o zaman çok da suçlu sayılmayacak biri, affedilmek için çok uzun bir süre daha beklemesi gerekirdi.

 

Veronica, geçmişi geride bıraktım dese bu yeter miydi Barbarosa? Kendine sakladığı, utanç duyup, gizlediği her şey aralarında sinsi bir yılan gibi uyuyacaktı.

 

Şifa, Veronicanın duyduklarından sonra canının çok yandığını biliyordu. Bunu hissetmek için somut bir bağa da hiç ihtiyaç yoktu. Ama aynı zamanda kızılını da tanıyordu. Veronica kendi yaşadıklarıyla kıyaslayıp, Barbarosa kin duymazdı.

 

Veronica tam da kendi yaşadıklarıyla kıyaslayıp, Barbarosun çektiği eziyete kıyamazdı. Veronicanın sivri karekterinin içinde saklı sadakati, iyiliği, merhameti en çok Şifa biliyordu.

 

Kendini koydu Veronica'nın yerine. Alparslan'ın mecburiyetleri ve terkedişiyle sınansa bilmek isterdi. Gerçek çok daha kötü olsa da bir yalanın içinde yirmiden fazla yıl geçirmektense Alparslan'ın gerçeklerini bilmek en çok Şifanın hakkıydı.

 

Tabi bu Şifanın baktığı pencereden böyleydi. Birde Veronicanın geçmişinde sakladığı büyük acıları vardı.

Şiddetin ve tecavüzün en beteriyle sınanmış bir kadının, sevdiği adamın da bunlara sebep olduğunu, seyirci kaldığını, bu durumu kullandığını bilmek nasıl bir kader dedirtiyordu insana.

 

Sırtında bir sıcaklık hissetti ve beline dolanan kollarla sıçradı. Öyle dalmıştı ki düşüncelerine, kendinden önce duygularını hissettiği adamı bile fark edememişti.

 

"Hüzünlüsün, çokça da pişmanlık var. Kasvetin ise nerdeyse beni boğacak. Ne işler karıştırdın?"

 

Alparslan'ın boynuna soktuğu başı yüzünden sesi boğuk çıkmıştı. Şifa ise yaptığı yaramazlığın duyulmasından utanan bir çocuk gibi bir süre ses çıkaramadı.

 

"Söylemeyecek misin?"

 

"Kızacaksın..."

 

Kısık sesiyle Alparslanın dudakları kıvrıldı. Çok mahçup bir hâli vardı.

 

"Sen söyle bakalım, beni uykumdan uyandıracak kadar şiddetli olan bu üzüntünün sebebi ne?"

 

Şifa karnına sarılan kolların üstüne ellerini koyup, parmaklarını ne kadar bastırdığını fark etmemişti.

 

"Duhan'a, Barbaros'u sordum. Daha da fenası Veronica'nın Duhan'ı duymasını sağladım."

 

Alparslan keskin bir ıslık çaldı.

 

"Siktir! Duhan ebemi elden geçirecek. Şifa, yavrum benimle bir zorun mu var? Piyasadan beni kaldırmaya çalışıyorsun da Duhan'ı mı aracı kılacaksın."

 

Şifa kollarının arasında dönüp, yüz yüze gelmelerini sağladı. Aralarında sıkışmış elleri hemen boynuna doğru tırmandı.

 

"Ben bilirse... Of bilmiyorum çok aptalım. Ben bu kadar kötü olacağını düşünemedim, sandım ki..." 1

 

Alnını Alparslanın köprücük kemiğine bir kaç kez vurdu.

 

"O kadar çok kurallara bağlısınız ki düşünmüyorsunuz Veronica ne yaşıyor. Hep sizin yüzünüzden! Of Allahım çok üzüldü. Ben sebep oldum, çok üzüldü." 1

 

"Şimdi suçlu ben mi oldum? Kızım ben zaten sevmem gizli kapaklı iş. Neyse gerçek söylesinler, benim felsefem bu. Duhan ve Barbaros böyle uygun görmüş, mesele de benim meselem değil karışmadım. Gidip onlara kız."

 

Şifa kafasını kaldırıp, şaşkınlıkla baktı Alparslana.

 

"Nasıl yani ya? Seninle ilgisi yok diye mi karışmıyorsun sen?"

 

Alparslan geriye çekilip, elini tuttu. Sonra camın önündeki berjere çekti Şifayı. Önce kendi oturdu sonra ise ata biner gibi kucağına oturttu.

 

"Ben düz mantık bir adamım peri. Benim için doğru da yanlışta nettir. Bu yüzden de Birliğe ve kurallara aşırı kılım. Ama bu değil ki yaptıklarını haksız buluyorum. Barbaros çok önemli bir pozisyonda yıllardır görev alıyor. Veronica gerçeği bilse ne olurdu?"

 

"Bilmiyorum ama böyle olmazdı."

 

Alparslan iki kaşını da kaldırdı. Yüzünde oldukça ciddi bir ifade oluştu.

 

"Doğru, böyle olmazdı. Çok daha kötü olurdu. Ondan uzak duramazdı, bir şekilde ulaşırdı Barbarosa. Sonra da ölürdü Şifa."

 

Şifa irkilmişti bir anda. Böyle bir şey söyleyeceğini düşünmemişti açıkcası. Zaten bir çok şeyi derinlemesine düşünemiyor olması son zamanlarda bariz bir şekilde dikkatini çekiyordu. Sanki düşünceleri milim milim ilerlerken bir bariyere çarpıyor sonra hiç farkına varmadan geri dönüş yapıyor gibiydi. Bu olayda da sadece Veronica'nın kandırılmış olmasına öyle takılmıştı ki bilse onu nasıl etkiler, hayatında nasıl değişikliklere neden olur azıcık bile aklına gelmemişti.

 

"Korurlardı..."

 

Bu kez başını iki yana sallayıp, derin bir nefes bırakan adamı daha dikkatli izledi.

 

"Barbaros'u bu gününe zaafının olmayışı getirdi. Dünyanın her bir köşesindeki pislikleri bilir Barbaros. Onlara ortam oluşturur, köprü olur. Kim kiminle bağlantıya geçmesi gerekirse ilk Barbaros'a ulaşır. Ama bu her zaman iyi değildir. Bir çok işin sekteye uğraması, beklenilen bir çok durumun değişmesi de demektir. Ve daha önemlisi Elçi'yi itaate zorlayan biri, yürüyecek işleri kendi isteğine göre yönlendirebilir. Elçi yıllarca tarafsızlığını koruyarak büyük bir şey başardı. Barbaros yerini bulup, orda kemikleşene kadar onu zayıflatacak hiç bir şeyin olmaması gerekiyordu Şifa."

 

"Ben anlayamıyorum ki Barbaros ne amaçla böyle bir şey yapıyor."

 

Alparslan kızın dağılmış saçlarını parmaklarıyla tarayarak sağ omzuna doğru topladı. Çok önemli bir ayrıntı yakalamış gibi uçlarını iki parmağının arasına kıstırıp okşamaya başladı.

 

"Birlik, kendinden bağımsız bir güç oluşturmak zorundaydı. Varlığını gizlemek öncelikli sebep ama asıl amaç akışa hakim olmak. Hiç bir zaman silah kaçakçılığı yapan bir topluluk, kaynağın başlangıcı değildir. Ya da madenlerden kaçırıp dağıttığı çocuklar, oradaki bir takım emir uşağının neden olduğu bir durum değildir. Ülkenin bir yerinde şiddetli bir deprem olur ve bir anda çok büyük yardımlar akmaya başlar. İşte Barbaros olaya burada dahil oluyor. Hangi ülke ne kadar yardımda bulunmuş ve bunun karşılığında ne almış. Ya da daha derini bu ülkeye kim yardım etmesi için böyle yüklü finansal destek sağlamış, çıkarı neymiş? Onlar daha amaçlarına ulaşamadan Barbaros işe dahil olduğunda bir çok kişiyi kendine gebe bırakmış oluyor. Daha da önemlisi herkes işleri baltalanmadan sonuçlansın diye Elçi'yi aracı kılıyor. Çünkü Barbaros'un köprü olduğu bir iş tamamlanır, sabote edilemez. Bu da bir çok kişinin ulaşamadığı bir şeye 'saygıya' neden oluyor. Ne kadar pislik oldukları önemli değil saygı duyuyor, karşılarına almıyorlar. Barbaros kimseyle gerçek görüntüsünde görüşme sağlamıyor. Özel bir teknoloji sayesinde onun için mükemmel bir yüz oluşturuluyor. Birinin yanına otuz yaşında, sarışın bir Alman olarak giderken diğerinin yanına yetmiş yaşında bir adamın görüntüsüyle çıkıyor. Herkes Elçi'yle görüşüyor ama kimse kimdir, necidir bilmiyor. "

 

Şifa ağzı açılmış, gözleri şaşkınlıkla büyümüş bir şekilde dinliyordu masal anlatır gibi 'Elçi'yi' anlatan kocasını.

 

"Nasıl? Anlaşılır ama... Yani yüzüne yapılan makyaj, anlaşılması lazım."

 

"Suni deriyle yepyeni bir yüz mü anlaşılacak? Basit bir makyajdan bahsetmiyoruz, başlı başına çok özel bir sistem Barbaros için kuruldu Fas üssünde."

 

Şifa, söylediği her kelimeden cımbızladığı kısımları kafasında çevirdi. Alparslan'ın suratını dikkatle inceledi.

 

"Sen... Sen Doğuda söz sahibisin. Barbarosun şu anki konumunda etkin ne Alparslan?"

 

Alparslan'ın bakışları bir anda buz kesti. Sanıldığı kadar Şifa kilitler arasında kısılı değildi. Söylenilenin ötesini düşünecek kadar perdeleri aralanmıştı.

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

"Hakan ve Şahin'e göre sen çok daha fazla şey biliyor gibisin. Barbarosla sandığımdan daha fazla ortak yanın var gibi. O batı dedin. Sen peki?"

 

Alparslan bir süre yüzünü izledi. Üst dudağını kıstıran alt dişleri ne düşündüğü konusunda kararsız olduğunu gösteriyordu. Sonunda bir iç çekişle, Şifanın çenesini iki parmağıyla kıstırdı.

 

"Batıda hakimiyet Doğuda ki güçten geçer peri. Doğu dünyanın cehennemi, tüm ateş ilk orda yanar. Doğu'da karışıklık çıkarmak konusunda üstüme tanımam. Bu karışıklıkları Barbarosun düzene sokuyor olması onu Batı'nın gözünde yüceltir."

 

Şifa şaşkınlıkla araladı dudaklarını.

 

"Karışıklık çıkaracaksın! Barbaros gelip senle anlaşma sağlarsa, sana söz geçirirse daha da güçlenecek. Danışıklı bir dövüş olacak ama bunu kimse bilmeyecek?"

 

Şifanın hayretini saklamayan sesiyle Alparslan sırıttı.

 

"Orta Doğunun Kurdu kimseyle müzakere kurmadı ama Barbaros bunu yaparsa... Onun güçlenmesi lazım peri. Çok daha görünür olması şart."

 

Şifa anladım der gibi başını sallayıp, aralarında sıkışmış ellerine baktı ama anlamıyordu. Bu kadar büyük durumların nasıl yönetildiğini gerçekten zerre anlamıyordu.

 

"Her şeyin olduğu gibi bu işin ucu da bana dokunuyor değil mi Alparslan?"

 

"Her şeyin amacı senin önderliğinde başlıyor güzel orman perim. Seninle beraber zamanını bekleyen çok önemli bir durum daha var. Yeterli güce ulaştığımızda o da toprak altından çıkacak. Ben doğuda, Barbaros da batıda hakimiyet kurmak zorundayız. Ülke için hazırlanan adamımız pişmek üzere, adım adım yetişiyor. Ne seni ne de projeyi tehlikeye atabiliriz. O yüzden bize güven, biz ölmeden sana ulaşamazlar."

 

Şifa'yı da korkutan tam olarak buydu işte. Ölmeleri gibi bir ihtimal Şifa'nın kaldırabileceği bir durum değildi. Onu korumak için kimseyi kaybetmek istemiyordu. Alparslan'sız kalma düşüncesi kızgın bir bıçağın boynundan aşağı kayması kadar acı vericiydi.

 

Kollarını hızla Alparslana doladı. Biri kollarından alacakmış gibi daha güçlü sıktı.

 

"Ölmeyin , ben geride kalan olamam! Alparslan ben sensiz kalmaya dayanamam."

 

Alparslan dudaklarının değdiği boynuna güçlü bir öpücük bıraktı. Elleri şefkatle saçlarını okşadı.

 

"Bizi küçümsemen kalbimi kırıyor peri. Neden biz ölüyormuşuz, liste oldukça kabarık. Sen bunları düşünme, sadece bize güven."

 

Alparslan hiç bir şeyin dilden düştüğü kadar kolay olmayacağını biliyordu ama bunu Şifa'nın bilmesine gerek yoktu. Saçlarından başlayarak sırtına aşağı okşayan eli, aynı devinimle bunu bir kaç kez daha tekrarladı. Bir süre sonra düzenli nefesler almaya başladığında uyuduğuna emin oldu.

 

Yavaş hareketlerle ayağa kalkıp Şifayı yatağa yatırdı. Bir süredir aklını kurcalayan düşünce yine yoklamıştı onu. Zihni bu kadar durgunken deneyebilirdi.

 

Şifa'nın yüzünü derince izledi, parmakları tenine dokunmak için karıncalanıyordu. Elini t-şörtün içine sokarak karnına dokundu. Nefesini yüzünde hissedecek kadar yaklaşmıştı kızın suratına.

 

"Senin gibi ben de yapabilir miyim?" diye fısıldadı dudakları. Alnını alnına yaslayıp gözlerini kapattı. Benliği dışarıdaki tüm seslere kapatmıştı kendini. Sadece Şifa'nın nefesini, yavaşça inip kalkan göğsünü, elinin altındaki tenini hissediyordu. Şifa da bir sakinlik vardı, rüyaya daldığını düşündü. Sonra kulakları kalbinin her atışına senkronize olmuş gibi uğultu oluşturmaya başladı. Kendini, odalarında değilde boşluğun içinde gibi hissetti. Bir yere doğru çekildiğine emindi. Zihni kendinin de uyuduğuna inandırmak üzereydi ama kulaklarındaki kalp atışları neyin içerisinde olduğunu hatırlatıyordu ona. Bir arayış başladı. Görünmez duvarlara çarptı, Aralık kapılar yüzüne kapandı sanki. Sisli bir dünyada dolaşmak gibiydi bu his. Sonra ise yankılar, fısıltılar, yüzsüz silüetler çarpmaya başladı zihninin duvarlarına.

 

Fısıltıları andıran sesler şekillenmeye başladı aklının en saklı kuytularında. Hem kendine ait olmadığını biliyor hem de bir o kadar Alparslan'ın bir parçasına dönüşüyordu bu his.

 

"Çok canı yanacak mı?"

 

Islık gibi bir ses çarptı ve gözleri daha sıkı kapandı Alparslanın.

 

"Üstesinden gelecek..."

 

Yeni bir cümleyle beyninde şiddetli uğultu başladı. Alparslanı karanlığa doğru çeken çok güçlü bir bağ vardı.

 

"Söylediğin doğru muydu?"

 

"Evet, o artık duyduğu herşeyi zihnine depoluyor. Kızının beyninde sesin kalacak Dua."

 

"Seni çok sevdiğimi unutma bebeğim."

 

Alparslan vurgun yemiş gibi

girdiği o boşluktan atıldı. Beyninin içinde bomba patlamış olsa böyle büyük bir acıyla kıvrandırmazdı.

 

Nefes nefese kalmıştı. Gözlerini açtığında Şifa'nın da dehşetle kendine baktığını fark etti. Elleri saçlarına asılmış, çekiştiriyordu. Saç diplerindeki acıyı bile o an hissedemedi.

 

Bir an da kendini Şifanın üzerinden kaldırıp, geriye çekildi. İkisi de soluk soluğaydılar. Aynı anda ellerini kalplerinin üzerine koyup sakinleşmeye çalıştılar.

 

"Bu neydi?"

 

Şifa sesindeki dehşeti, korkuyu saklamadan konuştu.

 

"Rüya mı gördüm?"

 

Alparslanın zift gibi kara gözleri çakmak çakmak yanıyordu sanki. Başını iki yana salladığında sol gözüne bir sancı saplanıp, iki büklüm olmasına neden oldu. İniltisiyle Şifa hemen atıldı.

 

"Alparslan!"

 

Alparslan'ın avuç içini sol gözüne bastırıp, başını şiddetli bir hareketle silkelemesine baktı.

 

"İyiyim... Geçiyor iyiyim..."

 

"Ne- ne oldu? Ben sanki... Ne oldu Alparslan?"

 

Alparslan kulaklarını uğuldatan sesin yankılarını hâlâ duyuyordu. Kafayı yemediyse iki farklı kadın sesi, yanında konuşulmuş gibi bir netlikle hafızasına dolmuştu. Kalbindeki şiddetli çarpıntı hafifledikçe sık solukları da rahatlamaya başladı.

 

"Böyle olacağını tahmin etmedim. Sadece denemek istedim. Bu ne amına koyayım, bu nasıl bir şey?"

 

Şifa ise içine çekildiği şoku Alparslandan daha kolay yönetmişti. O daha önceki tecrübelerinden alışkındu gaipten gelen seslere. Onun şaşkınlığı, bunu Alparslanın nasıl tetiklediği üzerine bir şoktu.

 

"Ne yaptın sen Alparslan?"

 

Alparslan kan akıtacak kadar dişini iç yanağına bastırdı. Uyanış çok sancılı geçecekti. Şifa daha ana rahminde bile duyduklarını saklayacak kadar derin bir belleğe sahipse başka nelerin oraya gizlendiğini düşünmek bile istemiyordu.

 

"Şifa o siktiğim günlükleri bir an önce çözmen lazım. Biran önce önümüzü görmemiz gerekiyor! "

 

Şifanın yutkunmasıyla hareket eden boynuna baktı. İnce derisinden çırpınır gibi atan şah damarında asılı kaldı bakışları.

 

"Sen de duydun mu o sesleri?"

 

Şifanın fısıltıyla çıkan sesinden nasıl tedirgin olduğu belliydi. Ağır ağır gözleri yeşillerine dokundu.

 

"Şifa uyanıştan önce bulmamız lazım."

 

"Kahretsin! Soruma cevap ver duydun mu onları?"

 

Hâlâ iğne batması gibi ense kökünden sancı saplanıyordu beynine doğru. Şifanın yüksek sesi elektrik yemiş gibi bir etki bıraktı. Ne olduğunu anlamadan sol eli yine gözüne kapanmıştı. Sancı sanki gözünün ardında şiddetleniyordu.

 

"Duydum! Allah kahretsin biraz önce ben senin beynine girdim. Daha anne karnındayken duyduğun her şeyi beyninin kaydettiğini öğrendim. Bana biraz zaman ver kendime gelmem lazım."

 

Alparslan ayağa kalkıp yatağın ayak ucunda kısa voltalar atmaya başlamıştı. Bir eli belinde diğeri alnında kısık kısık küfürler sıralıyordu.

 

"Biraz zaman geçsin dedim ama bu böyle olmayacak. Günlükler kısa zamanda taşınacak. Orada yatıp kalkmamız gerekse bile bu işi çözmemiz lazım. Çözmen lazım! Önümüzü göremiyorum Şifa. Bağın erişebileceği sınırı bilmemiz lazım. Ama gitmem de gerekiyor! Seni nasıl bırakacağım? Allah kahretsin!"

 

Şifa bir anda kendini Alparslanın önüne attı. Yarım saattir sakinleşmesini beklerken ağzından çıkanlar onu dehşete sürüklüyordu. Ne demek istediğini anlasa bile anlamak istemiyordu.

 

"Ne demeye çalışıyorsun sen?"

 

"Şifa beynine girebiliyorum. Sen yaptın ama sen düşüncelerime sızdın. Ben beyninde kilitle saklanan anıları oradaymışım gibi duydum, hissettim. Dedim sana Birlik bunu kabullenmez. Ya anılarını değiştirebiliyorsam! Ya yeniden şekil verecek kadar zihninde güç sahibiysem!"

 

"Yapmazsın ki."

 

Yapmazdı! Ona zarar verecek, iradesine hükmedecek hiç bir şeyi yapmazdı. Ama bunu onlar bilmiyordu. Üstelik Birlik iyi ihtimaller arasındaydı. Daha kötü ihtimalleri düşünmek bile istemiyordu.

 

"Buna kimseyi inandıramam."

 

Sesindeki çaresizlik, bezmişlik öyle elle tutulur cinstendi ki Şifa diretmenin boş olduğunu anladı.

 

"Umuta gidelim o zaman. Ben biraz bakınayım, bulabilecek miyim bir şeyler."

 

Alparslan sunturlu bir küfür savurdu. Umuta bırakamazdı. Gitmesi gerekiyordu ama Şifayı da Umutta tutamazdı.

 

"Hay sikeyim! Umut olmaz. Duhanla konuşmam lazım benim!"

 

"Sinirlerine sahip çıkıp sakinleşir misin? Stresin panik yaptırıyor bana. Düşünemiyorum!"

 

Tek gözü kısılı komodinin bacağına öylece bakan adam ne düşünüyor anlamadı Şifa.

 

"Alparslan?"

 

"Yapacak bir şey yok işi hızlandıracağız."

 

Şifa baktı, başını sağ omzuna yatırıp adamı süzdü. Hızlandırmaktan kastı Duhan ya da Birlikten farklı bir yol deneyecek olmasıydı büyük ihtimalle.

 

"Ne yapmayı planlıyorsun sen?"

 

Alparslan yüzüne çok yakışan o yandan gülüşü kondurdu. Alt dudağını ısırıp Şifaya göz kırptı. Her hangi bir şey demeden şifonyerin üzerindeki telefonunu aldı. Odanın kapısına giderek dışarıyı kontrol etti. Malum hangi kapının ardından kimin çıkacağı belli olmayan, mahremiyetsiz bir evdelerdi.

 

Bir süre çalan telefondan cızırtılı bir ses geldi.

 

"Yardımın lazım!"

 

"..."

 

"Duhan'ın talebinin hızlı gerçekleşmesi lazım. Ben Paşa'yı bunun için rahatsız etmeyeceğim. Sen halledersin dedim."

 

Alparslan, kısa bir süre karşı tarafı dinledikten sonra. Kafasında bir şeyleri daha tarttığını gösterircesine boştaki eliyle ensesini sıktı.

 

"..."

 

"Bu mümkün mü?"

 

"..."

 

"Borcunu silerim, bir alacağın olur benden."

 

Kısa bir sessizlik...

 

"Beni bilmesinler kardeşim. Senden başkasına bırakamam Kerim!"

 

"..."

 

"Menemenini yemeden ölmem, Allah'a emanetsin."

 

Şifa merakla adamın telefon görüşmesini bitirmesini bekliyordu. Kiminle konuştuğunu zerre anlamamıştı ama işlerine yarayacak kadar önemli olduğunu tahmin etmek zor değildi. Telefonunu kapatan adam derin bir nefes alıp vermişti.

 

"En geç yarın akşama taşınmış olurlar. Sıkıntı taşınma da değildi aslında da ikamet edecekleri yer için izin çıkarmak yoracaktı."

 

"Kimle konuştun ki? Halledebilecek mi?"

 

Alparslan üstünden bir yük kalkmış gibi ferahlamış hissediyordu. Biraz önce sıkıntılı kesveti Şifayı derde salmamış gibi bir rahatlık vardı üzerinde.

 

"Halleder, borçlu bırakmaya bayılır şerefsiz. Hadi yine iyisiniz peri hanım Cumhurbaşkanı hariç hiç bir devlet erkanının giremediği bir yerde fink atacaksın."

 

"Ne? Nereden bahsediyorsun?"

 

Alparslan kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzmüştü. Bilmem der gibi omuzlarını oynattı.

 

"Belli bir yer değil. Dünyayı gezme hayalin var mıydı peri?"

 

Şifa öylece gözüne bakıyordu sadece. Adamın aklından geçeni çözmek için içine sızmak mecburi bir eyleme dönüşmüştü.

 

"Ben Barbarosun işini kolaylaştıracağım. Kerim de benim işimi. Seni Umutta bırakmam, Çelik Vatoz koruyacak peri." 1

 

Şifa nefesini bile tutmuştu. Tepki verse adam 'kandırdım' der diye kıpırdamıyordu. Alparslan'ın ciddi ifadesi bozulmadıkça yeşil gözleri hayretle açıldı. Emin olmak ister gibi başını sallamıştı ve Alparslan da onaylar gibi başını sallayarak göz kırpmıştı.

 

"Takip edilemeyen, dünyanın tüm suları eviymiş gibi gezebilen, istediği tüm gemilerin sistemine sızan, batıran ama bir gölge gibi de kayıplara karışan o şeye beni kabul mü edecekler?"

 

"Aynen öyle olacak."

 

"Alparslan, sen kiminle konuştun?"

 

"Vatozu yüzdürme yetkisi olan tek kişiyle."

 

O kadar normal bir şey söylemiş gibi birde ellerini ceplerine sokup, omuzlarını silkmişti.

 

Şifa geri geri gidip kendini bir külçe gibi bırakmıştı yatağa. Yaklaşık bir tabur askeri ağırlayacak boyutta, dünyanın en büyük ilk üçünde yer alan denizaltında olacağı çok ütopik bir fikirdi. Alparslan'ın anılarına girişi bile aklından çıkmıştı o anda. Beyni çorba gibiydi. Alparslan kiminle konuşup Çelik Vatoz'u, Marmara'ya getirebilirdi ki? Öğrenemeyeceğini bile bile düşünmeden yapamıyordu.

 

" Yokluğumda sabit bir yerde olmaman beni rahatlatır. Üstelik Kerim benim için çok kıymetlidir, Maceristanda baya bir zaman geçirdik beraber. Sende aklım kalmayacak."

 

Bu Şifa'nın canını sıktı biraz. Alparslan'ın olmayacağını tekrar hatırlaması iyi olmamıştı. Üstelik yönsüz kalması da gerekiyordu. Vatoza girdikten sonra nerde olduklarına dair konum bilgisi verileceğini hiç sanmıyordu. İsterlerse Büyük Okyanusa açılabilirlerdi ama bunu Şifa bilmeyecekti.

 

"Sen ne zaman geleceksin?"

 

"En kısa sürede perim."

 

Başını sallamakla yetindi Şifa. Ne diyebilirdi ki evliliklerinde ki kriz yönetimi Alparslan'a aitti. Duhan'a bunu nasıl söyleyecekti çok merak etti. Çok şaşıracağına emindi.

 

"Birlik bu durumu sorgulamaz mı? Neden Umut ya da yuva değil de Çelik Vatoz'da olacağım sıkıntı çıkarmaz mı?"

 

"Güvenlik kontrolün benden sorumlu. Böylesinin daha sağlam olacağına ikna olacaklardır. Eminim Gökay Turan birini yanında görevlendirir. Seçtiği kişiyi onaylarsam seninle o da denizaltında olacak. Vatoz'a giren çıkamaz. En azından üç kişinin izni olmadan. Biraz önceki aslan, günlükler için gerekli ortamı hazırlayacaktır. Isı önemli!"

 

Şifa, Alparslanın her şeyi kafasında bir noktaya toparladığını, bakışlarındaki netlikten anlamıştı zaten. Son söylediğiyle odağı başka bir tarafa kaydı.

 

"Alparslan, günlükler niye o kadar soğukta muhafaza ediliyor? Kağıt, kalem yazıtı değil ki deforme olsun."

 

"Doktorun talimatı güzelim. Yıllardır eksi yirmibeş, yirmi altı veya yirmi dört olmadı. Sebebini de bir zahmet sen bul."

 

"Valla bıktım" diyen kız kendini geriye doğru yatağa bıraktı. Gözleri tavanda boş boş bakıyordu.

 

"Her yerden bir soru çıkıyor cevaplar yok. Ne halt yiyeceğim ben?"

 

Alparslan, Şifanın yere değen ayaklarının dibine diz çöküp çoraplarını çıkarmaya başladı.

 

"Oooo işimiz var senle peri hanım. Ne o öyle yaşlı huysuz bir teyze gibi söylenmeler?"

 

Hem konuşup hem de kızın pantolonunu çıkarmaya çalışıyordu. Diz kapaklarına birer öpücük bıraktı. Şifa adama anlamaz bakışlar atıp başını sallayıp göz kırptı. Ne yaptığını komik bir mimikle sormuştu.

 

"Piç ettin uykumu valla. Bari yolumu bulayım."

 

"O nasıl olacakmış sinsi kurt."

 

"Hani ben uzun bir süre ortalıkta yoktum ya..."

 

"Eeeee..."

 

"Dönünce de ahırdan çıkmış gibi gelmiştim."

 

"Uzat bakalım muhabbeti, nereye bağlayacaksın?"

 

"Pasağıma acıyıp beni bir güzel yıkamıştın..."

 

"Alparslan!"

 

"Yahu hemen kızma, diyorum ki bi kere daha yıkasan ya beni. Ben hayatımda böyle güzel lif süren bir el daha görmedim."

 

Şifa adama iyice yaklaşıp elini saçlarına attı. Biraz orda parmaklarını oynatıp yüzüne doğru kaydırmaya başladı. Eli boynuna aşağı inince bir anda parmaklarını sıkıştırıp boynunu ablukaya almış oldu.

 

"Seni kaç kişi yıkadı Alparslan?"

 

Alparslan kedi gibi okşanılmanın keyfini yaşayamadan boynunu saran parmaklarla aldığı nefeste boğulacak gibi öksürmeye başladı. Üstelik kızın sözleriyle gülmesi ve öksürmesi karışmış bok yoluna gidilesi bir halin içinde bulmuştu kendini.

 

Biraz kendini toparladığında sinir eden sırıtışını yine ekledi yüzüne.

 

"Yavrum kıskanmak da nasıl yakışıyor böyle sana. Bebeğim senin ellerin diyorum niye başka başka konulara dalış yapıyorsun?"

 

Şifa tırnaklarını sürte sürte boynunu okşamaya devam etti.

 

"O başka konulara bir dalarsın sayemde, vurgun yemişe dönersin köpekcik. Kaç lif gezdi sırtında?"

 

Alparslan bileğini kavrayıp, avuç içine bir kaç öpücük bıraktı. İşaret parmağınım kenarına da dişlerini geçirdi.

 

"Senin dayın olacak herif itin girmediği yerlere soktuğu için beni kirden keçeleşmiş derimi pehlivan kılıklı tellaklar eski rengine döndürebiliyordu peri hanım."

 

"Beter ol Alparslan! Sinir ettin ki dakikada beni!"

 

"Bebeğim şimdi niye tadımızı tellaklar için kaçırıyoruz?"

 

Şifanın tuttuğu eli bırakmadan bileğine doğru öpücüklerini südürerek konuşmaya devam ediyordu.

 

"Hem baksana, ne nimetler yaratmış Allah. Değerlendirmesin mi kocan? Sefasını sürmesin mi? İpek dokunuşlarının tadını çıkarmasın mı?"

 

Şifa gülmesini kontrol etmek için yanağını ısırmaya başlamıştı. Şeytan tüylü bir serseriydi o. Nasıl kanına gireceğini çok iyi bilen bir serseri.

 

"Kalk Allah aşkına, kedi gibi sırnaşıyorsun. Şu boya yakışıyor mu hiç? Yürü de sana yeni bir renk getirelim."

 

Elinden tutup banyoya doğru çekiştirmeye başladı Alparslan'ı. Adamın sırıtışının da kendi yüzündeki tebessümün de aşktan olması çok güzel hissettiriyordu.

 

 

 

 

 

**********

 

 

 

Ertesi sabah gün doğmadan Alparslan Duhana, Şifanın kulübesinde beklediğine dair mesaj attı. Aradan on dakika geçmeden Duhan verandada oturan Alparlsanın yanına kendini bıraktı.

 

Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Bir tane de Alparslana uzattı. Alparslan sabahın dördünde hâlâ üzerinde takımıyla olan adama yan bir bakış atmış ve uzattığı sigarayı alıp yakmıştı. İlk derin nefesi çekip, gökyüzüne baktı.

 

"Bazen uyumayı dene Duhan."

 

Duhan da tıpkı Alparslan gibi geriye yaslanıp, çok uzukta görünen yıldızları seyretti bir kaç saniye.

 

"Yetecek kadar uyuyorum. Niye çağırdın beni?"

 

"Şifayı Umutta bırakmam. Kerimle konuştum, sabah haberi gelecektir. Belli etme başkana."

 

Duhan sigara külünün pantolonuna döküldüğünü fark etmeden, kaşları kalkmış bir halde Alparslana bakıyordu.

 

Alparslan ise gözünün içine baka baka sigaranın yarısını tüketecek bir nefes daha çekti.

 

"Ne oldu?"

 

"Umutta sızıntı var, onu öylece bırakmam. Bana dediğiniz gibi yeterli ateşi yakacağım ama Şifa ben gelene kadar hiç birinizin bilmediği bir koordinatta kalacak."

 

Duhanın kaşları çatıldı, oturuşu dikleşti.

 

"Ne demek sızıntı var?"

 

"Çok içerden fazla bilgi gidiyor Duhan. Kim götürüyor bizden bu kadar çok haberi? Gökay Başkan, şüphelenecektir. Şüphelerini haklı çıkaracak hiç bir şey belli etme. Bırak sadece benim işim sansın."

 

"Sen ne yapacaksın peki?"

 

"Barbarosun gücünü katlamam lazım. Limanlar kontrolden çıkmış, küçük küçük tarikatlar kuruluyor. Gidip hepsini bir bir dağıtacağım. Sonra da elçinin teklifini kabul edeceğim bir anlaşma yaparım. Yetecektir."

 

Duhan tekrar geriye yaslanıp, yeni bir sigara yaktı. Alparslan akşamki meseleden haberdar mı emin olamamıştı. Hâlâ azarlanmadığına göre Veronicadan haberi yoktu. Mecbur onlardan önce bilgilendirmek gerekecekti.

 

"Şifa, seninle konuştuğu konuyu kızıla duyurmuş."

 

Son bir nefes çekip, sigarasını ayağının dibinde ezdi. Duhanın yüzüne dönen sert bakışlarını görmek için bakmasına gerek yoktu.

 

"Senin gevşek ağzını..."

 

"Hişşttt! Çok ayıp, damadınım ben senin."

 

Duhan dişlerini gıcırdatan bir ses çıkardı. Akşam Şifanın sorduklarını, cevapladıklarını bir kez daha zihninde çevirdi. Gözleri sıkıca kapandı.

 

"Şifaya, Barbarostan bahsetmek zorunda mıydın?"

 

"Karımdan bir şey saklamıyorum."

 

Banka dirseklerini dayayıp, yaslanması ve birde çok doğru bir şey yapmış gibi umursamaz tavrı Duhanın öfkesini katmerliyordu.

 

"Barbaros bu yaptığını bilecek."

 

"Benim için mahsuru yok. Şifaya ters bir şey söyleme yeter. Kızıl için yapmış."

 

Duhan iç çekip, dilinin ucunu ısırdı. Şifanın sebebini anlıyordu da Alparslanın dilini tutamama nedenini çözememişti.

 

"Elçiyi anlattıktan sonra karının durmayacağını biliyordun zaten kurt! Niye yaptın?"

 

Alparslan gökyüzünden bakışlarını indirip, ciddiyetle Duhana baktı.

 

"Gittiği yerden tek parça dönmesi için sebebi olsun diye. Kızıl, ne yaparsa yapsın Barbarostan geçmez. Barbaros da bunu kendi gözüyle görürse it gibi çalışır, sonunda geri döner."

 

Alparslan ayağa kalktı. Duruşu olabildiğine dik ve keskindi.

 

"Böylesi daha iyi merak etme. Adam yıllardır it gibi kıvranıyor, birazcık umut onu daha çok kamçılar."

 

Ertesi gün saat ikide Kuzey Deniz Saha Komutanlığında olmaları gerektiği bildirildiğinde haberi aldıkları ve işe koyulduklarını anladı Alparslan. Beykoz'a gitmek zaman alacağı için hazırlanıp evden çıktılar.

 

Kararlaştırılan zamandan yarım saat önce varmışlardı. Giriş yaptıklarında araçları kapalı otoparka yönlendirildi. Arabadan indiklerinde ise iki korumayı andıran kişi, yolu göstermek için bekliyordu. Şifa yanında dimdik yürüyen, simsiyah takımının içinde çok farklı görünen adama belli etmeden bir bakış attı. Elini tutmamıştı. Sanki hiç tanımıyormuş gibi bir ciddiyet takınmıştı. Yeni girdikleri ortamdan kaynaklandığının farkındaydı bu değişimin ama istemsizce üşüdüğünü hissetti. Alparslan'ın ateşine öyle çok alışmıştı ki üzerine yağan kırağı, iliklerini dondurdu.

 

Tek ses çıkmadan asansöre binilmiş ve bir kaç kat çıktıktan sonra kapılar kayarak açılmıştı. Alparslan o anda elini kızın beline koyup sağ koridora yönlendirdi. Şifa kendilerine eşlik eden iki adamın asansörden inmediğini bu hareketiyle fark etmişti.

 

"Ne yapıyoruz biz?"

 

Fısıltısı Alparslana zor ulaştı.

 

"Burada eş değiliz unutma! Önemli bir projenin iki mihenk taşıyız."

 

Alparslan dümdüz bir suratla ve yüzüne bakmadan bunları söylediğine göre daha dikkatli davranmayı tembihledi kendine.

 

Bir kapının önünde durup Alparslan'ın tıklamasına cevap beklediler.'Gel!' komutunu alana kadar kapıya bir daha dokunmamıştı adam.

 

Şifa yüzünü olabildiğince ifadesiz tutup içeri adımladı. İçerde Gökay Turan, Duhan ve Umut'ta tanıştığı Zuhur dışında iki kişi daha vardı. Şifa giydikleri üniformalara bakarak birinin TSK'da general, diğerinin Deniz Kuvvetleri Komutanı olduğunu anladı. Gözlerini dikip bakmamak için dişlerini sıkması gerekmişti.

 

Alparslan'ın bir robotu andıran icazet bekleyişi daha da gerilmesine neden oluyordu.

 

"Hoşgeldiniz! Kurt, tanışmak bu güne kısmetmiş. Oturun! "

 

Generalin cümlesi bitince bir sandalyeyi çekti adam ve Şifa'nın oturmasını bekledi. Hemen kendi de oturup üzerlerinden gözlerini ayırmayan iki askere baktı.

 

Dikkatle yüzünü inceliyorlardı. Aradıkları bir şey varmış da böyle bulacaklarmış gibi gözlerini dikmişlersi suratına.

 

"Serdar Komutan'ın sır gibi saklanan kızı, sende hoşgeldin."

 

Şifa konuşmanın doğru olmayacağını düşünüp başını hafif eğmekle yetindi.

Gökay Turan;

 

"Emanetlerimiz geldiğine göre son kez konuşup neticelendirelim Paşam. Sonuca ulaşana kadar Çelik Vatoz sığınak olacak mı bize?"

 

Paşa, gözlerini Alparslan'dan ayırmadı. Soru paşaya olsa da cevap Deniz Kuvvetleri Komutanından gelmişti.

 

"Emir büyük yerden geliyor Gökay. Çelik Vatoz emanetlerinizi korur. Denizin leventleri kendilerine emanet edilene hiç bir zaman ihanet etmediler."

 

"İtimadımız devletimize tam. Biz de bu yüzden buradayız. Denizde Şifa'ya CUNTOS değil Zuhur eşlik edecek."

 

Paşa eliyle çenesini sıvazlarken gözlerini kısmıştı.

 

"Kurt, yerine niye birini bırakıyor?"

 

Gökay Turan bu durumu çok fazla konuşmayı istemediğini açıkca belli ediyordu.

 

"Onun yürütmesi gereken başka bir operasyon var."

 

Başını sallayarak onayladı sadece general. Alparslan'dan ayırmadığı bakışlarını Şifa'ya çevirmişti. Gördüğü narin bir kız çocuğu değildi. Gözlerinden zehir gibi yayılan inanca sığınmış, demir yürekli Türk kadınıydı.

 

General ve Komutan aynı anda ayaklandı. Deniz Kuvvetleri Komutanı son uyarısını yapmadan konuşmayı noktalamak istememişti.

 

"Gizlilik ilkesini unutmayın sakın. Devletin güvenini boşa çıkarmayın. Çelik Vatoz, sırdır! Sır olarak kalacak. Allah muvaffak etsin."

 

PAŞA üstü kapalı uyarısını bitirip generalle beraber odadan çıkmıştı. Sessizlik bir süre daha sürdü.

Duhan, Alparlsanın sabaha karşı yaptığı uyarı gereği yüzüne hafif bir şaşkınlık eklemişti.

 

"Başkan'ım, bunun için nasıl izin çıkardınız?"

 

"Ben bir şey yapmadım Duhan. PAŞA bizzat arayıp teklif etti."

 

Gökay Turan böyle konuşsa da gözlerini Alparslan'dan ayırmıyor, bir tepki bekliyordu. Alamadığı tepkiyle burnunda güler gibi bir ses çıkardı. Onunla konuşmadan böyle bir karar vermiş olmasına öfkelenmiş olsa da yapılacak en doğru hamle olduğu için sesini çıkarmayacaktı.

 

Gökay Turan hala devam eden görüşmeleri olduğunu söyleyip üçünün yanında ayrıldı.

 

Duhan hiç sorgulanmadan Alparslana böyle kolay uyum sağlamasını tek bir şeye yormuştu.

 

Gerçekten bir sızıntı vardı ve Gökay Turan bunu en başından beri biliyordu.

 

Alparslan ve Şifa'ya yemek yemeyi teklif edip Beykoz'da çok sevdiği bir restoranın teras katını kapattırdı.

 

Bir süre sessizlik içinde yenilen yemeklerden sonra Duhan boğazını temizleyerek dikkatlerini çekti.

 

"Cezayir limanına en son geç. İletişim hâlinde olacağız. Barbarosla olan görüşmeni mutlaka bilmek istiyorum. Ben de ülke dışına çıkmak zorundayım."

 

Şifa tabağından kafasını kaldırıp, kaşlarını çattı.

 

"Sen niye?"

 

Duhan peçeteyle dudağının kenarını silerek suyuna uzandı.

 

"Umayın üç askeri kayıp. Peşine düşeceğim. Bulmak zorundayız."

 

Alparslan başıyla onaylamıştı sadece. Duhan sözlerine Şifa'ya bakarak devam etti.

 

"Zuhur her adımında yanında olacak. Senin için ne gerekiyorsa yapacak, istemekten çekinme. Günlükler bu gün yerleşmiş olur yerlerine. Odada uzun kalabil diye oksijen tüpü kullanacaksın. İhmal etme Şifa! Her hangi bir tersliğe önlem için yuvada ki arınma haznen de vatoza taşınacak. Uzun süre haber alamazsan panikleme, işimiz bitmemiştir. Olabildiğince kendine konsantre ol. Gelip alana kadar vatozun tek görevi seni korumak olacak."

 

Sıralı nasihatları çocuk gibi dinledi Şifa. Duhan bu tür konuşmaları yıllar içinde her gidişlerinde yapardı zaten. Alışkın olan bünyesi yadırgamadı. Onaylayan sesler çıkardı sadece.

Sonra kınayıcı bakışları Şifanın üzerinde dolaştı.

 

"Ağzımdan laf almak ve onu duyurmak için akıl hocalığını kocan mı yaptı?"

 

Şifanın beyaz teni kademe kademe kızarmaya başlamıştı. Utanç dolu bakışlarını tabağına düşürdü.

 

"Özür dilerim..."

 

Mırıltı gibi çıktı sesi. Alparslan'ın ters bakışlarına, tek kaşını kaldırarak cevap vermek istedi.

 

"Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun kurt?"

 

"Onu utandırma!"

 

Duhan geriye yaslanıp, kollarını göğsünde topladı.

 

"Karı koca ne kadar ağzınız gevşekmiş. Bundan sonra konuşurken ektra özen göstermem gerekecek."

 

Şifanın inler gibi "dayı" demesini dudağı kıvrılmış bir ifadeyle süzdü. Başını kaldırıp yüzüne baksa, çok da öfkeli olmadığını görebilirdi. Gerçi yerin yarışmasını bekliyor gibi bir hâl içindeyken fark edeceğini sanmıyordu.

 

"Rahat bırak onu!"

 

"Tabiki rahat bırakacağım yeğenimi. Onu üzecek değilim ama sen! Bunun karşılığını mutlaka alacaksın biliyorsun değil mi?"

 

"Ne yapacaksın damadına? Arabamın anahtarını mı alacaksın yoksa?"

 

Duhanın dişleri görünesi gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdi.

 

"İşlerini hızlı bitir kurt! Oldukça hızlı bitir, madeni arama görevini sen üstleneceksin!"

 

Pis pis sırıtarak Duhanla dalga geçen Alparslan, duyduklarından sonra tüm sırıtışını düşmüş bir suratla kaybetti. O işe bulaşmak istemiyordu. Bunu da en iyi Duhan biliyordu zaten. Suyuna gitmek ister gibi öne doğru uzanıp, başını yan yatırdı.

 

"Bu işe beni bulaştırma be dayım. Avukat hepinizin belasını sikecek, benim yüküm bana yeter." 2

 

Duhan hiç gözünü ayırmadan sigarasını yakıp, derin bir nefes aldı. Sonra da cevap bekleyen Alparslana gülümseyip dumanı havaya doğru üfledi.

 

"O da senin asiliğinde. Dilinden sen anlarsın muhtemelen. Bu iş senin olacak kurt! Onu ne yapıp edip bizimle çalışmaya ikna edeceksin!"

 

Alparslan, biraz önce tebessümle bakan o değilmiş gibi sert bir ifadeyle önündeki peçeteyi Duhana doğru fırlattı.

 

"Senin dayılığına tüküreyim!"

 

Duhan kucağına düşen peçeteyi aynı şekilde iade etti.

 

"Bende senin kalıbına tüküreyim gevşek ağızlı it!"

 

İkisinin çocuk dalaşını andıran konuşmasını kısık bir kahkaha böldü. Şifanın ikisine bakıp, parmak uçlarıyla kıkırtısını saklama çabası birbirlerine bulaşmalarını durdurmuştu.

 

"Çok tatlısınız."

 

Alparslan yanağından makas alıp -cık -cık sesler çıkardı.

 

"Hop peri hanım, tatlı dayındır. Ben yakışıklı, çekici, karizmatik ve seksiyim."

 

Duhanın zerre istifini bozmadan tabağının yanında ki tatlı çatalını fırlatması ve o arada Şifayabakan Alparslanın iki parmağıyla çatalı havada yakalaması bir saniyelik bir zamanda gerçekleşti. Şifa gözleri irice açılmış bir tepkiyle Alparslanın yüz hizasında tutulmuş çatala bakıyordu.

 

"Yaşlısın deyince sinirlen sen daha Duhan Bey. Hızın düşmüş hızın. Kondisyon için çalışmak istersen sana öğretmenlik yaparım."

 

Duhan öfkeli bakışlarını daha keskinleştirdi.

 

"Kalk git lan şu masadan, ben zamanında o kaburgayı çatlatmayıp eline verecektim aslında! Ayrıca başkan öylece susup kalmaz, bana açıklama yapacaksın!"

 

Alparslan yüzündeki ifadeyi tekrar toplayıp çelik sertliğine geri oturtmuştu. Oturduğu sandalyeden kalkıp Şifa'nın tepesine bir öpücük bıraktı. Tekrar aynı ifadeyle Duhan'a baktı.

 

"Koruyucu bensem, benim istediğim düzende gider işler. Ben kontrolleri bitirince Şifa'yı götürürüm, sonra da ülkeden çıkarım. Gerektiği zamanlar da da ben ulaşırım sana. Başka da açıklama yapmam. Hesabı ödersin artık."

 

Duhan bir baş hareketiyle onayladı sadece. Alparslan'dan haber gelene kadar şirkete uğramışlardı. Şifa boş boş otururken, Duhan kısa bir toplantısı olduğunu söyledi. Şifa, Veronica'yı defalarca arasa bile ulaşamamıştı.

 

Her şey çok hızlı ilerliyordu sanki. Onun bilmediği bir şeylerin döndüğü ortadaydı ama Şifaya açıklanmayacak da belliydi.

 

Veronicaya çok ihtiyacı vardı tam da şu an. Onu görmeden gitmek istemiyordu. Zamanı tahmin edilemez bir sürece girerlerken ona sarılmadan ayrılamazdı. Üstelik özür dilemeli, kendini affettirmeliydi.

 

Bir kaç saat, oyalanması için verilen tabletten şeker patlatma oynayacak seviyeye düşmüştü. Kapı çalınmadan açılınca başını kaldırdı. Gördüğü kadınla durgun suratında çiçek açmıştı.

 

"Veronica!"

 

"Küçük tatlı sırtlanım, bizi birbirimizden ayırıyorlarmış. Neler oluyor?"

 

Şifa oturduğu koltuktan kalkıp Veronica'nın üstüne attı kendini. Dünden sonra onu böyle neşeli ve parlarken görmek içine soğuk sular serpmişti. Veronica'nın her türlü krizden böylesi dik durarak çıkması çok imrenilesiydi. Kollarını dolaması ve sıkı sıkı sarılmasıyla Veronica kıkırdadı.

 

"Beni çok mu özledin tırtılım?"

 

"Çok özür dilerim Veronica. Çok üzgünüm, ben sandım ki... Seni çok üzdüm ben."

 

Veronica ilk neden böyle konuştuğunu anlayamasada sonra dün olanlar düştü aklına. Dudağı kırık bir tebessümle kıvrılıp, Şifanın saçlarına dokundu.

 

"Sorun yok bebeğim. Sorun yok benim tatlı tırtılım."

 

Şifa daha sıkı sarılıp, güzel kokusunu içine çekti.

 

"Üzülmene neden oldum. Ben aptallık yaptım, çok özür dilerim."

 

"Şiitttt... Yok bir şey. Neden yaptığını anlıyorum. Üstelik sana kızmam mümkün değil biliyorsun değil mi?"

 

Şifanın yüzünü görmek için başını elleriyle tutup kendinden ayırdı. Kızarmış, sulanmış gözlerine bakarken bir anne şefkatiyle gülümsedi.

 

"Baka bana Şifa. Gerçekten sorun yok. Biz her şeyi konuştuk, ben onu anladım. Barbaros ne yapması gerekiyorsa onu yaptı. Senin için ne yapmamız gerekirse hepimiz yapacağız da. Bunu asla aklından çıkarma."

 

Şifanın akan burnunu çekmesi ve yine kendine sarılmasıyla kıkırtısı büyüdü.

 

"Çok işimiz var sırtlanım, böyle şeyler için kendini üzemezsin."

 

"Herkes bir yere dağılıyor Veronica. Bana da en sıkıcı işi verdiler. Allah aşkına aynı şekilden farklı farklı anlamlar çıkarmam bekleniyor. Duydun mu Alparslan gelene kadar ben nerde olacağım."

 

Veronica çocuk gibi serzenişte bulunan kıza bakıp melodik bir kahkaha attı.

 

"Duymaz mıyım? Çelik Vatoz bir şifayı ağırlayacak, ne şeref ama. Ayrıca lütfen günlükleri çöz hayatım, sen devânı bulamadan ben kırışacağım yoksa. Bu ne demek anlayabiliyor musun? Bu bir felaket!"

 

Şifa, sesinden taşan neşeyle gözlerini kapatıp, başını omzuna yaslamaya devam etti. Sahiden iyiydi kızılı. Üzgün olsa Şifadan saklanamazdı. Barbaros ona hayatını anlatmış, Veronica da anlayıp gerisinde bırakmıştı demek ki. Dün geceden beri Veronicayı düşündükçe içini saran kasfet dağıldı. Yerini bahar bahçe bir hisse bıraktı.

 

"Sanırım seni anlıyorum Veronica. Hayatta ne acılar varken bende nankör bir insan olarak yakınıyorum işte."

 

"Şükür kavramı her dinde var şekerim. Onun için beni örnek al ve yaratıcına sık sık şükret. Mesela ben beni yarattığı için sürekli şükür ediyorum."

 

Şifa sevimli suratını sıksa 'makyajımı bozuyorsun! ' diye şiddete uğrayacağını biliyordu. O yüzden hiç bulaşmadı. Ama gitmeden onu görmek, onu böyle parlarken izlemek ilaç gibi gelmişti belirsizlikte savrulan ruhuna.

 

"Barbaros nerde Veronica? Onu da görmek istiyordum."

 

"Sabaha karşı ülkeden ayrıldı canım. Önemli bir durum var sanırım. Dönene kadar onu sabırla beklemem için de bana çok iyi davrandı."

 

Şifa geriye çekilip, yüzündeki bu şeytani sırıtışın maksatını çözmek için gözlerini kıstı.

 

"Veronica?"

 

"Sana anlatmam gereken milyonlarca şey var ama bunu kısıtlı alana sıkıştıramam ballı lokmam. O yüzden dönüşte kendimize zaman ayıracağız. Şimdi benim de çıkmam gerekiyor. Duhan yokluğunda yürütmem gereken işleri için vekaletini bırakacak. Herkes çalışırken beni yatırmayacaklarını tahmin edersin sanırım."

 

Şifa ağır ağır başını salladı.

 

"Alparslan bunu kaldıramazdı. Senin de yapmak zorunda olduğun sıkıcı işlerin olacağını söyleyeyim de rahatlasın."

 

"O kuçu kuçu senden ayrılacağı için hiç sevimli bakmıyordur etrafa. Hiç görüşmesek de olur."

 

Bunu söylerken bile kollarını kıza sarıp sıkı sıkı sarılmıştı. Şifa söylese kabul ettiremezdi asla ama Veronica'nın saçlarını derin derin kokladığına yemin edebilirdi. Veronica tam ayrılacakken daha sıkı doladı kollarını Şifa. Veronicanın kulağına doğru kısık sesle fısıldadı.

 

"Biliyorum, bir şeyler oluyor. Herkes dünyanın bir yerine dağılırken beni kimsenin bulamayacağı bir şeyin içine sokuyorlar. İnkar edeceksin ama hissediyorum Veronica. Bir an da değişen bu şeyler normal değil. Bu yüzden bir söz istiyorum. Olur da işler yolunda gitmezse iyi olacaksın. Kime ne olduğunu geride bırakıp iyi olacaksın."

 

Kelimeleri kısık tuttuğu ve ağlamak isteyen sesinden zorla çıkmıştı. Gördüklerini anlamıyor sanabilirlerdi. Böyle içleri rahat edecekse de hiç sorun değildi. Kim nereye gitmek istiyorsa gidebilirdi. Şifa bir mezara kapatılması gerekiyorsa sesini çıkarmaz, biat ederdi.

 

Tek şartı ise gidenlerin dönmesi, kalanların gidenleri görmeden ölmemesiydi..

 

Bölüm : 10.01.2025 20:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
ORENDA / ŞİFA / Gaflet Uykusunun Son Demi
ORENDA
ŞİFA

34.37k Okunma

5.06k Oy

0 Takip
47
Bölümlü Kitap
Feda Edilmiş Hayatların MucizesiÇaresiz Bir Acıyla Sınanmış KoruyucuUmut İçin Serpilen KüllerHarabeler ve HazinelerKatrana Bulanan KabuslarSır Sarmalın Boğulan YaralarKalbe Çarpan Sözsüz KelimelerKanatlara Vurulan PrangalarDudaklara Hapsedilen DualarCerehatı Boşaltılmamış AnılarAvuçları Kan Kokan KadınDurgun Sulara Atılan Minik TaşlarGayya Kuyusunda Kısılan RuhlarÇınarın Sakladığı Balta İzleriSaç Tellerinden Parmak Uçlarına Akan ÖzlemKilidini Arayan SandıklarBuza Teslim Olan KorDişlerinden Damlayan Kanın KıyametiGökkuşağının Renklerine Kuşanan TenKurumuş Dallarda Açan Kiraz ÇiçekleriYıkım Zannedilen ZaferlerIşığın Lütfuyla Zırhlanan BedenlerAf Diye Kıvranan GünahlarKöz Kızılıyla Perçinlenen HasretA-bı Hayat ile Taçlanan VuslatÇığlıkların Ardından Gelen FısıltılarDışardan Vurulan Kilitİlmek İlmek İşlenen GeçmişSabırla Dövülen Umutla Bekleyen EmanetZamanın İçinde Kaybolmuş AşkOluk Oluk Kanayan NinniUmulmayan Taşların Açtığı YaralarKara Yılanın Koynundaki SırArafta Sürüklenen ZevahirVolkanın Doğurduğu Ateş ÇiçeğiGaflet Uykusunun Son DemiKaburgasından Sökülerek Alınan Nabza YeminKırık Kanadıyla Umuda Uçan KuşÇare Diye Figan Eden AğıtZulmün Kıyısındaki ArayışSancılı Bir Bekleyişin KöleleriKalbin Önünde Diz Çöken AkılZifiri Ummanda Saklı Kanlı HazineZehire Yuva Olan Koruyucuİntikam İçin Zaman Sayan CesetlerKırağı Vurmuş Aklın SakladıklarıÇığdan Önceki Dingin Huzur
Hikayeyi Paylaş
Loading...